10 ayda devr-i Asya

Özgür Gürbüz-BirGün/6 Haziran 2010

Fotoğraflar: Selcen Küçüküstel ve Maria Valencia

Çin’de karşınıza çıkan her şey sizi şaşırtabilir. Bazen hayalinizdeki Çin’le günümüzdeki Çin’in arasındaki farklar, bazen yolda gördüğünüz insanlar, belki de yiyecekler. Beni birkaç hafta önce burada en çok şaşırtan olay ise Selcen Küçüküstel adlı bir öğretmenin ziyareti oldu. Adeta, “Çin Çin, ben geldim” der gibi, Pekin’de beni ziyarete geldi. Haberim vardı ama yine de şaşırdım; gelişine değil ama buraya kadar nasıl geldiğine, yol boyunca hiç tanımadıkları insanların arasına nasıl karışıp, aileden biri olmalarına.

Selcen, 10 ay önce Türkiye’den yola çıkarak sırasıyla Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Hindistan, Nepal, Çin ve Moğalistan’ı gezmiş. 10 ayda 10 koca ülke dolaşmış. Beykent Üniversitesi’nde İngilizce dersleri veren 26 yaşındaki Selcen Küçüküstel, okulundan bir yıllık izin alınca kendini bir anlamda yollara atmış. Kaf Dağı’nın ardındaki Zümrüt-ü Anka Kuşu’nu aramaya çıkmış. Çin’de kapımıza kadar gelen genç gezgin dostumuza, “Nerden çıktı bu iş” diye sormadan edemedik. İşte yanıtlar:

Yola yaklaşık 4 yıl önce İran seyahatinde tanıştığım İspanyol bir arkadaşımla (Xavi) başladım. Daha sonra Maria Valencia ile devam ettim. Yolculuğa beraber karar vermedik aslında, tek başıma da olsa ben bu turu yapacaktım. Xavi ile Türkiye’den yola çıktık. Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan’ı birlikte geçtik daha sonra Orta Asya’da Maria bize katıldı. Kazakistan’dan itibaren Maria ile beraber İran’da bir firmanın hediye ettiği ufak bir motosikletle tura devam ettik. Maria ile de bir başka gezide Mısır’da tanışmıştık. Ben karadan Mısır’a gitmiştim, Maria da İspanya üzerinden çıkıp Kuzey Afrika’yı takip ederek Mısır’a gelmişti. Orada karşılaştık. Maria daha sonra Türkiye’ye geldi, beş ay Türkiye’yi dolaştı. Daha sonra Türkiye’den ayrıldı ve yine yollara düştü.

-Bu ilk seyahatin değil o halde?
İlk seyahatim değil. Orta Asya’da, Güney Doğu Asya’da; Asya ağırlıklı birçok seyahatim oldu. Ama onlar genelde iki ya da üç ay sürüyordu. Bu gezme tutkusu, yolculuk bir hastalık olduğu için bu defa sadece yaz tatilleriyle sınırlı bir seyahat olsun istemedim. Uzun bir tur yapmak istedim.

-Maria ve Xavi çalışıyor mu?
Xavi bankacı, Maria ise doktor. Maria iki yıldır dolaşıyor, benim de aralıksız 10 ay oldu.

-Fikir nasıl ortaya çıktı, niye Asya?
Çok yakın bir arkadaşım vardı, yazar. Onunla oturup konuşurken çıktı bu fikir. Amaç sadece gezmek, yeni bir yer görmek değil, başka bir dert bu. Öyle olsa tura katılırsınız. Simurg masalında kuşlar hayatın anlamını öğrenmek için Kaf Dağı’nın ardına uçarlar. Bir sürü zorlukları aşarlar, kimi geri döner, kimi yolda ölür. En son 30 kuş Kaf Dağı’na varır. Simurg’u sorarlar ama bulamazlar. Ve anlarlar ki, asıl bilgi kendi içindeki bilgidir ve asıl yolculuk kendi içinizde yaptığınız yolculuktur. Bu masal projenin başlangıcı oldu. Olay, varılacak bir hedef değil, yolculuğun kendisidir. Yolda kendini bulmaktır. Projenin adını da o yüzden ‘Kaf Dağı’na yolculuk’ koyduk. Kaf Dağı var mı onu bilmiyoruz, ama bu bahaneyle çıktığımız yolda kendi hayalimizin peşinde koşarken gittiğimiz yerlerdeki insanların hayallerini öğrenmeye çalıştık. Kırgızistan’ın dağlarındaki göçebe ailesinde bir çocuğun hayali nedir? Özbekistan’daki kervansarayda yaşayan yaşlı adam ne istiyor? Projenin üç hattı var. Biz kendi hayallerimizi gerçekleştiriyoruz, oradaki insanların hayallerini öğrenmeye çalışıyoruz ve son olarak gittiğimiz her ülkeden mümkünse masal kahramanının da arayış içinde olduğu bir masal buluyoruz.

-Cebinize para koyup gezmek kolaydır, en iyi yerlerde kalıp. Siz öyle yapmıyorsunuz...
İnsanlar zaten soruyor, çok mu zenginsiniz diye. 10 aylık geziye, iki yıl öncesinden biriktirmeye başladığım toplam 5 bin dolar gibi bir parayla çıktım. Zaten bu para yeter mi diye hesaplayarak da yola çıkmadım.

-Yol boyunca evlerde ağırlanmışsınız, bunun çok da kolay olduğunu düşünmüyorum. Sanırım bu konuda bir yeteneğiniz var.
İnsanların genelde tehlikeli olduğunu değil tam tersine iyi niyetli olduğunu düşünüyorum. Sizin yaklaşımınız çok önemli. Yolculukta mafya babalarıyla tanıştığımız, evlerinde kaldığımız da oldu. Ama bu bile o insanların size bir kötülük yapacakları anlamına gelmiyor. Bir tek Kazakistan-Çin sınırında askerlerin yakınında kaldığımızda sıkıntılı anlar yaşadık. Sonuçta üzerimizde fotoğraf makinesi dışında soyulacak bir şey de yok. İki tişört, iki pantalon...

-Tanrı misafiri olma konusunda herkese garanti verebilir miyiz?
Özellikle Orta Asya’da çok da kolay değil aslında. Kazakistan’ı küçük bir motosikletle gezmek istememiz de biraz bu yüzdendi. Altlarında pahalı bir motosikletle dolaşan iki zengin batılı kadın gibi gezmek istemedik. İnsanlarla aynı seviyede olduğunuz zaman misafirlik başlıyor. Bizim de onlar gibi yardıma ihtiyaç duyduğumuzu gördüklerinde işler değişiyor. Otele gidin dediklerinde, paramızın olmadığını söylüyoruz, paramızın olmadığını anladıklarında işler değişiyor.

-En çok neresi etkiledi seni?
Gürcistan’ı çok sevdim. Doğası bizim Karadeniz gibi ve insanları inanılmaz misafirperver. Kazakistan’ın bâkirliği, ıssızlığı ve hiçbir turistin olmaması çok güzel. En çok Hindistan’da kaldık, üç ay kadar. Bu kadar farklı kültür ve coğrafyayı içeriyor olması şaşırtıcı. Çöl de var, dağ da var ancak karmaşası insanı yoruyor. Hindistan’ı hemen hemen hep bisiklet üstünde gezdik. Bisikletle hiçbir şeyi kaçırmıyorsun. Bundan sonra bir geziyi tamamen bisikletle yapmak istiyorum, görmediğiniz nokta kalmıyor. 10 ay içerisinde Kazakistan’dan Hindistan’a ve Nepal’den Çin’e olmak üzere iki kez uçağa bindim. Moğalistan’dan Türkiye’ye dönerken de bir kez daha uçağa bineceğim. Tibet’te mesleğimi özlediğimi fark ettim, orada öğretmenlik yapmak istedim. Gerçekten öğrenmeye aç birilerini görünce farklı duygulara kapılıyorsunuz.

-Türkiye’de seyahat denilince akla, pahalı turlara katılmak ve özellikle de Avrupa’ya gitmek geliyor...
Avrupa benim çok ilgimi çekmiyor. Para da bahane değil, istendiğinde çok ucuza gezmek de mümkün. Hindistan’da bisikletle gezmeye başladıktan sonra ayda 200 dolar gibi bir para harcayarak dolaşabildik. Çadırda kalmaktan gocunmam, yemeğimi kamp ocağında pişiririm, otostop yaparım, diyorsanız çok ucuza gezmek mümkün. Asya hem ucuz hem de çok daha ilginç. Gürcistan, İran ve Suriye gibi ülkelerden de başlanabilir, vize sorunu yok, yakın ve çok ilginç ülkeler.

-Sağlık sorunları yaşadın mı?
Birkaç kez ishal olmanın dışında hiçbir ciddi hastalık geçirmedik. Bu ülkelerin çoğunda o bildiğiniz uluslararası hijyen standartları yok, sokaktan yemek alıp yiyoruz. Hiçbir şey olmadı. Türkiye’de çoğu aile sadece bu nedenden dolayı herhalde karşı çıkardı böyle bir tura. Benim annem ve babam da gezmeyi çok seviyor. Babam birçok kez Afrika’ya gitti, annem Hindistan’a beni ziyarete geldi. Zengin bir aile de değiliz, ikisi de öğretmen. Annem geldiğinde biraz daha iyi yerlerde kaldık ama yine de çok lüks değildi.

-Bu güzel söyleşi için teşekkür ediyorum ve ‘yolculuk hastalığının’ hiç bitmemesini diliyorum.
Ben de size teşekkür ederim...

Kendi okulunu kendin koru

Özgür Gürbüz-BirGün Gazetesi / 30 Mayıs 2010

Yazıyı BirGün'den okumak için tıklayınız.

Çin’de Mart ayıyla birlikte başlayan ve okulları hedef alan saldırılar, sorunun çözümü için yeni fikirleri de beraberinde getiriyor. Pekin Belediyesi Kamu Güvenliği Bürosu, çocukların can güvenliğini sağlamak için yeni bir kampanya başlattı. Okul ve ana okullarında 15 çocuğun ölümüyle sonuçlanan saldırıları önlemek için ülke çapında emniyet güçleri ciddi tedbirler aldı. Okul ve yuvaların kapılarında nöbet tutan polisleri görmek artık hiç şaşırtıcı değil. Önlemlerin artttırılmasıyla birlikte saldırılar da kesildi ancak bu defa da başka bir sorun ortaya çıktı. Her okul ve yuvanın kapısına bir polis koymaya kalktığınızda mevcut görevli sayısı talebi karşılamaya yetmiyor. Pekin’de bir mahale karakolundan sorumlu polis müdürü, “Her okula bir polis gönderirsek elimizde diğer sorunlarla ilgilenecek kimse kalmaz” diyerek durumu güzelce özetliyor. Polis müdürünün bulunduğu bölgede 24 memur görev yapıyor, 18 adetse okul var.

Veliler gönüllü fedailik yapacak
Pekin Belediyesi Kamu Güvenliği Bürosu’nun uygulamaya geçirilen yeni fikri, velilerin ellerini taşın altına koymasını amaçlıyor. Başlatılan kampanya her ne kadar ‘velilerin ortak okul koruma programı’ olarak tanıtılsa da, sloganın tutması açısından, “Kendi okulunu kendin koru” şeklinde tercüme edilmesinde fayda var diye düşünüyorum. Fikir oldukça basit, okulda çocukları okuyan veliler sırayla çocuklarının okulunda nöbet tutacak. Velilere öğretmenler de eşlik edecek, böylece her okulun birkaç tane gönüllü fedaisi olacak.
Bir okulda okuyan çocukların yüzler hatta binlerce velisi olduğu düşünülürse yılda birkaç gün gönüllü olarak bu işi yapmak yetecek, yani velilerin günler ve aylarca okullarda nöbet tutması gerekmeyecek. Polisler de okul civarlarında devriye gezmeye devam edecek. Veliler bıçaklı saldırganların karşısına öyle cıscıbıldak da çıkmayacak. Kollarında görevli olduğunu belirten kırmızı bir kol bandı ve ellerinde bir sopa olacak. Profesyonel koruma görevlileri ise cop ve biber gazı taşıyacak. Tırmıkla donatılanları da var. Veliler, isterlerse polisten eğitim de alabilecekler. Pilot proje Pekin’de Shunyi bölgesinde başlatıldı, gazete haberlerine göre velilerden 1.000’e yaklaşan sayıda gönüllü çıkmış. Önerilen model konusunda herkes olumlu görüşe sahip değil. Bazıları kısa vadede bunun bir çözüm olacağını düşünüyor, bazıları ise gönüllü olup, koluna pazu bandını taksa bile daha kalıcı bir çözümün bulunmasını istiyor.

6 Saldırıda 15 Çocuk öldürüldü
Çocuğu olsun ya da olmasın, okullara yönelik saldırılar ülkedeki herkesi tedirgin ediyor. Herşey, birbirinden bağımsız gibi görünen saldırganların, bıçakla arka arkaya okullardaki çocuklara saldırmasıyla başladı. Mart ile Haziran ayları arasında 6 saldırı gerçekleşti. 15 çocuk öldürüldü, 100’e yakını yaralandı. Meslekleri doktor, öğretmen, çiftçi ve işsiz olan saldırganların bazıları, çocukları yaralayıp öldürdükten sonra intihar etti. Okullarda güvenlik tedbirleri hemen arttırıldı ama ondan daha dikkat çekici olanı Başbakan Wen Jiabao’nun olayları basit, akli dengesi yerinde olmayan saldırılar diye niteleyerek geçiştirmek yerine, saldırıların ana nedenini bulma sözü vermesi oldu. Başbakan, sosyal problemleri çözmeleri gerektiğini, halk arasındaki sorunları çözüp uzlaşma çabalarını güçlendirmeye ihtiyaç duyduklarını söyledi. Ekonomisi hızla büyüyen Çin’de gelir dağılımı, sınıflar arasındaki uçurumun açılması önemli sorunlar. Çin bu sorunları çözebilirse, tüm dünyaya örnek bir ekonomik model yaratabilir. Çözemezse, birçok örneğini gördüğümüz sorunlarıyla beraber hatırladığımız ekonomik kalkınma hamlelerinden birine daha tanık olabiliriz.

Kayıp Çocuklar Günü
Konu çocuklardan açılmışken hem Çin’i hem de hepimizi ilgilendiren 25 Mayıs Dünya Kayıp Çocuklar Günü’nden bahsetmekte yarar var. Dünya Kayıp Çocuklar Günü, Türkiye’de de ilk kez bu yıl, TBMM’de düzenlenen etkinliklerle tanındı. Okula gönderdiği çocuğunun ölüm haberini almanın ne demek olduğunu, bakkala giden evladının bir daha geri dönmemesinin nasıl bir acı olduğunu ancak o acıyı çekenler bilir, bize fazla bir şey söylemek düşmez. Xi’an kentinden Cheng Zhu, 5 yıl önce kızının çocuk ticareti yapanlar tarafından kaçırıldığına inanan ve çocuğundan umut kesmeyen bir baba. Kızının kaybolmasından sonra kurduğu, ‘Kayıp Çocukların Aileleri’ adlı grup bugün 1.350 çocuğun izini sürmeye çalışıyor. Çin’de her yıl 60 bin çocuk kayıplara karışıyor. Cheng, Dünya Kayıp Çocuklar Günü’nü önemsediğini söylüyor. Kayıp çocuklar hakkında bilgileri kamuoyuna yaymanın, onları bulmanın en önemli yollarından biri olduğunu düşünüyor.
25 Mayıs’ta Çin’de ve dünyanın birçok yerinde gönüllüler, kayıp çocuklarla ilgili bilgileri dağıtıyor, aileler o gün çocuklarından kalan en son hatıra olan, çocuklarının o hiç yaşlanmayan fotoğraflarının bir kopyasını evlerin kapılarının altından atıveriyorlar. Sadece Çin’de her yıl, bir stadyum dolusu, 60 bin çocuk “ben kayboldum” ya da “kaçırıldım” diye bağırıyor. Yüzleri, fotoğrafları ve sesleri gazetelere belki sadece kayboldukları o gün haber oluyor ya da olmuyor. Halbuki her hafta, 60 bin kişi “en büyük Bizimspor” diye bağırıyor ve her hafta gazeteler, hem de tüm hafta boyunca ‘Bizimspor’a sayfalar ayırabiliyor. Acıları konuşmak hoş değil, insan acılarla yaşayamaz. Medyanın tek başına bu işi çözmesi de imkânsız ancak onları görmezden gelmek de başka bir sorun.

Akkuyu Ruslara satıldı

Özgür Gürbüz-BirGün / 25 Mayıs 2010

Yazıyı BirGün'den okumak için tıklayınız.

Rusya ile Türkiye arasında imzalanan “Akkuyu Sahasında Nükleer Güç Santralinin Tesisine ve İşletimine Dair İşbirliği”anlaşmasıyla Mersin'in Gülnar'a bağlı Büyükeceli Beldesi'nde kurulması düşünülen atom santralinin sahibi de belirlenmiş oldu. Anlaşmanın adının tesisi ve işletimi olduğuna bakmayın, kapalı kapılar açıldıkça ortaya saçılan bilgiler, santralin yüzde 100 Ruslara ait olacağını söylüyor. Anlaşma zaten devletler arası bir anlaşma. Ruslar, Türkiye'nin bakir kalmış nadir koylarından birine nükleer santrali konduracak, işletecek ve ömrü dolunca da bavullarını toplayıp gidecek. Meseleyi hafife aldığımı düşünmeyin, bence bu meseleyi hafife alan AKP hükümetinin ta kendisi!

Önce, Rusya Devlet Başkanı Medvedev ile Başbakan Erdoğan'ı aynı masaya getiren süreci anımsayalım. AKP hükümeti 2004 yılında, 40 yıldır dillendirilen “elektriksiz kalacağız” bahanesine sarılarak, ortada fol yok yumurta yokken nükleer santral kurmaktan bahsetmeye başladı. Elektrik açığı ve bunun sadece nükleerle karşılanabileceği masalı pek tutmayınca halk bu defa da korkutma yöntemiyle nükleere alıştırılmaya çalışıldı. Aba altından “dışa bağımlılık” sopası çıktı, Ukrayna'yla Rusya arasında yaşanan doğalgaz krizi halkın gözüne sokularak, doğalgaz ve petrolde Ruslara bağımlıyız, tek çare nükleer sloganları atıldı. Halbuki, Rusya'dan alınan doğalgaz sadece elektrik üretiminde kullanılmıyor, ısıtmada da kullanılıyor. Isıtma amaçlı kulanılan doğalgazın yalnız ve yalnız elektrik üretebilen nükleer santralle ikamesi teknik bir fiyaskoydu. Kaldı ki, atom santrali devreye girdiğinde Rusya'dan alınacak gazın azalması için eldeki doğalgaz santrallerinin kapatılması gerekir. Hükümetin kapatılacak santraller listesi diye bir listesi olduğunu hiç sanmıyorum. Çoğu, “al ya da öde” anlaşmalarıyla geleceğini garanti almış santralleri kapatmadıkça, Rusya'dan gelen doğalgaza bağımlılık kaçınılmazdır. Kısaca AKP hükümeti bu noktada halkı kandırmaktadır. Zaten AKP, santral inşasını doğalgazda yüzde 65, petrolde yüzde 30'lara varan oranda bağımlı olduğumuz Rusya'ya vererek bu konunun hiç de umurlarında olmadığını açık seçik itiraf etmiştir. Başbakanımız da anlasın diye İngilizce yazıyorum, yalan number one!*

Nükleer santrali halka sevimli gösterme çalışmaları sırasında nükleer enerji taraftarları ve hükümet sıkça teknoloji transferinden bahsetti. Kurulacak santral sayesinde Türkiye işi öğrenecek, ileride kendi santrallerini bile geliştirebilecekti. Rusya'dan alınan anahtar teslim santral, Türkiye'ye öğretse öğretse nasıl harç karılır onu öğretir. Santral yapıldıktan sonra nükleer mühendisler santral gezisi yapıp, cep telefonlarıyla çaktırmadan fotoğraf da çekebilirler tabii. Teknoloji transferiyle ilgili ne var bu anlaşmada? Türkiye yıllardır yabancı firmalardan onlarca termik santral aldı. Nükleer enerjinin de bir çeşit termik santral olduğunu akılda tutarak, Sayın Enerji Bakanı Taner Yıldız'dan rica edelim, bize yerli yapım bir termik santral göstersin. Göstersin ki, anahtar teslim santral alarak nasıl teknoloji transferi yapıldığını öğrenelim. Kaldı ki, transferini yapacağınız nükleer enerji geleceğin değil geçmişin teknolojisi. İspanya 10 yılda rüzgar ve güneşe verdiği destekle, dünya çapında hatırı sayılır pazar payına sahip yerli firmalar yarattı. Türkiye 60 yıl geriden gelip, nükleerde hangi seviyeye gelecek ve batıda Fransa'nın, doğuda Rusya'nın sınırlı pazar payına ortak olacak? Çin'in çok ucuza reaktör üretmeye başladığını da anımsatalım. Bugünün dünyasında satamadığınız, hiçbir teknoloji transferi uzun süreli olmaz. Yaptığınız yatırımın geri dönüşü olmazsa, yaptığınız zaten yatırım sayılmaz. Bunu da yazın kenara, iki numaralı yalan.

Tarih 4 Mart 2010, yer TBMM. Bakan Yıldız, yenilenebilir enerjilere verilecek destek konusunda şu açıklamayı yapıyor: "Güneş 24-28 euro/sent yerine bu ülkede 12 dolar/sente kazandırılsa daha iyi olmaz mı? Teknolojisini, know how'ını dışarıdan alacağız. Bizim neyi finanse ettiğimizi çok iyi bilmemiz lazım değerli arkadaşlar: Teknoloji sahibini mi, buraya yatırım yapan yatırımcıyı mı, vatandaşın kendisini mi?"** 

Güler misin, ağlar mısın misali... Nükleerde, teknolojiyi de, teknik bilgiyi de ve hatta işletmecisini de dışarıdan almıyor musunuz Sayın Yıldız? Bize neyi kalıyor? Ruslardan santral alınca vatandaşı mı finanse etmiş olduk? Santralin ömrü dolduktan sonra ne yaplacağı belli olmayan posası, nükleer atık haline gelen kendisi. Tüm bu kandırmaca içerisinde gözden kaçan en önemli konu, santral çalışırken ortaya çıkacak ve binlerce yıl radyoaktif kalacak atıklarla, ömrünü tamamlayan santralin nükleer atk olan kendisinin ne olacağı. 5710 sayılı yasa, işletmeci firmaya üretilen kilovatsaat başı 0,15 cent katkı payı ödeme zorunluluğu getiriyor. İyi de, nükleer atık sorunu parayla çözülebilen bir sorun değil ki! Yüzlerce, binlerce yıl radyoaktif kalan bu atıklar nerede saklanacak? Büyükeceli köylülerine hatıra olarak mı dağıtılacak, hiçbir şey belli değil. AKP, önce atık sorunuyla ilgili planını açıklamalı, halkı ikna etmeli, sonra pazarlık masasına oturmalıydı. Nükleer atık sorunu halledildi savı palavradan ibaret; yalan üç!

Tam da Anayasa değişikliğiyle ilgili tartışmaların yapıldığı ve referandumdan bahsedildiği günlerde neden santral kondurulmak istenen Büyükeceli'de yapılan halk oylaması akla gelmiyor. Belli ki, ticaret ve halkın sağlığı söz konusu olunca sözde demokrat AKP, vatandaşın fikrini almaya yanaşmıyor. 1999'da Büyükeceli'de yapılan halk oylamasında nükleere yüzde 84'le hayır dendi. Sinop'a sandık koymaya cesaretiniz var mı? 12 Eylül'ün etkisinin yaşandığı dönemde bile nükleer enerji tartışmalarında atık sorunu, halkın ne düşündüğü gündeme gelirdi. Şimdi ise tepeden inme kararlarla, kendi düzenledikleri ihaleleri, yasaları da hiçe sayarak bir oldu bitti yapılmaya çalışılıyor. AKP'ye oy veren ve destek çıkan liberallere ayrıca selam olsun!


*Bir numaralı yalan.
**TBMM Genel Kurul Tutanağı, 23. Dönem, 4. Yasama Yılı, 69. Birleşim.