Kuyu sularında kısırlık riskine dikkat!

Yaz aylarıyla birlikte artan yeraltı suyu tüketimi hiç umulmadık riskleri de beraberinde getiriyor. Süleyman Demirel Üniversitesi’nde yapılan araştırmalar, yeraltı sularındaki yüksek düzeyde florün kısırlığa neden olabileceğini kanıtlamıştı.

Özgür Gürbüz - Gazete Habertürk / 28 Nisan 2009 *

Yaz ayları yaklaştıkça özellikle kırsal alanda yeraltı ya da bir başka deyişle kuyu sularının kullanımı artıyor. Kuyu sularının kontrolsüz kullanımı birçok sorunu beraberinde getirdiği gibi kısırlığa bile yol açabiliyor. Süleyman Demirel Üniversitesi’nde (SDÜ) yapılan araştırmalar, sudaki florün fazla miktarda alınmasının kısırlığa neden olabileceğini kanıtladı. 2007 yılında fareler üzerinde yaptığı çalışmaların sonuçları uluslararası hakemli dergilerde yayımlanan SDÜ Tıp Fakültesi Kadın Doğum Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Tamer Mungan ve çalışmayı yürüten akademisyen arkadaşları, 60 gün boyunca yüksek dozda (litrede 100 mg) flor verdiği farelerde hücresel düzeyde hasar tespit etmiş ve kısırlık gibi sonuçların doğduğunu gözlemlemiş. Araştırma sonuçlarının birçok ülkeden araştırmacıların ilgisini çektiğini belirten Mungan, özellike gebelik yerleşim yeri olan rahim içi dokuda hücresel düzeyde harabiyetin olduğunu ve bu durumun kısırlık gibi önemli bir sonuca neden olabileceğini ilk defa ortaya koyduklarını belirtiyor.

Florün özellikle kemik mineral yapılanmasında önemli bir etkin madde olduğunu belirten Mungan, “Buna karşılık, fazla miktarda alındığında, birçok sistemde, özellikle üreme sağlığı üzerinde bazı olumsuzluklara da yol açabilmektedir” diyor. Daha önce yapılan çalışmalar Isparta’da özellikle kuyu suyu kullanıldığı dönemlerde bölge insanının ortalama 3,5-4,9 ppm flor maruziyetiyle karşı karşıya kaldığını gösteriyor. Florün kemiklerin sağlamlığını azalttığı biliniyor. Ancak, yüksek dozda sürekli alınan flor, kronik birikime ve kısırlığa neden olabiliyor. Prof. Mungan, asıl dikkat edilmesi gerekenin, suyun içindeki elementlerin bilinmeyen etkileri konusundaki bilgi eksikliği olduğuna dikkat çekiyor.

Isparta’nın şehrinin içme suyu Eğirdir Gölü ve bazı mahallelerin içme suyu Gölcük Krater Gölü’nden sağlanıyor. Gölcük Krater Gölü ve çevresindeki kaynak sularındaki flor oranının yüksek olduğu başka çalışmalarca da belirtilmiş. Dünya Sağlık Örgütü’nün belirlediği sınır değer litrede 1 miligram iken Gölcük Krater Gölü bölgesinde litrede 6 miligram flor ölçülmüş. Bu durumun insanlar için de bir sağlık sorunu teşkil edip etmediğine ilişkin sorumuza Prof. Mungan, “Isparta coğrafi olarak yer altı sularında fazla oranda flor içeren bir yapıya sahip. Bu durum, özellikle yer altı sularının kullanıldığı dönem için geçerli olabilir. Ancak yanlış bilmiyorsan uzun bir süredir bu kuyulardan su şebekeye verilmiyor ve Eğirdir’den su temin ediliyor. Bu nedenle şu anda yüksek flor içerikli su kullanıldığını sanmıyorum. Burada önemli olan, ülkemizde kontrolsüz olarak kullanılan yeraltı su rezervlerine sıklıkla başvurulduğu dönemlerde bu olası tehlikeyi akılda bulundurmak olmalı” diyor.

* Tam metin

Genç işadamlarının temiz enerji hedefi 2023’te yüzde 20

Genç işadamlarının temiz enerji hedefi 2023’te yüzde 20 Türkiye Genç İşadamları Derneği (TÜGİAD) Enerji Komisyonu Başkanı Ufuk Ünal, Türkiye'nin 2023 yılında enerjisinin yüzde 20'sini yeni ve yenilenebilir enerji kaynaklarından üretebileceğini öngörüyor.

Özgür Gürbüz - Gazete Habertürk / 28 Nisan 2009

Türkiye’nin enerji sorununa çözüm bulmak için yapılan çalışmalara bir yeni proje de, İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) ve Türkiye Genç İşadamları Derneği’nden (TÜGİAD) geldi. Yeni ve yenilenebilir enerji teknolojilerini araştırmak için bir “enerji üssü” kurma konusunda geçtiğimiz günlerde protokol imzalayan İTÜ Enerji Enstitüsü ve TÜGİAD, İstanbul’da buldukları arazi için Çevre ve Orman Bakanlığı’ndan yanıt bekliyor. Kurulacak enstitüde, rüzgar türbinleri, güneş pilleri, aküler ve yakıt hücreleri gibi başlıklarda çalışmalar yürütülecek, girişimciler bu yeni enerji üretim ve depolama teknolojilerine finansal destek sağlarken üniversite ise bilgi birikimi, teknik ve akademik altyapısıyla projeye destek sağlayacak.

2012 sonrası Kyoto sürecine katılan Türkiye için ortaya çıkacak yeni fon ve teşvik mekanizmaları da değerlendirilmeye çalışılacak. 2023 yılında Türkiye’nin enerji ihtiyacının yüzde 20’sinin bu yeni ve yenilenebilir enerji kaynaklarından karşılanabileceğini belirten TÜGİAD Enerji Komisyonu Başkanı Ufuk Ünal, üniversiteyle birlikte oluşturulacak olan platformun iş dünyasına ortak teşvik ve lobi desteği sağlayacağını da söylüyor. Bu hedefe ulaşabilmek için bir politika belirlediklerini belirten Ünal, “Yeni enerji teknolojilerine fevkalede bir ilgi var. 2023 Türkiye’sinde, yeni enerji projelerinde teknoloji üretmiş, bu konuda yatırımlar yapabilmiş, hem teknoloji hem de enerji satabilen bir Türkiye politikası oluşturduk” diyor. Kurulması düşünülen “enerji üssü” için İstanbul’da buldukları araziyle ilgili gerekli izinleri bekleyen TÜGİAD, burada Amerika ve Avrupa’da görülen enstitü-teknopark modeline benzeyen bir yapılanma oluşturacaklarını, sürece bürokrasiye de katarak Türkiye için örnek çalışmaların oluşturulacağı bir platform yaratmayı amaçlıyor. Çalışacakları konuları yenilenebilir başlığı altında değil yeni ve yenilenebilir başlığı altında ikiye ayırdıklarını belirten Ünal, “Yenilenebilir bize göre aslında dünyanın eskittiği bir teknoloji. Bizim gibi yatırımlarda geri kalmış ülkelerde yenilenebilir dendiğinde yeni bir enerji teknolojisi olarak adlandırılıyor. Aslında yenilenebilir başlığı altında ve gerçekten yeni olan plazma, hidrojen ve yeni güneş enerjisi teknolojileri var. Hepsi yenilenebilir altında geçse de diğerlerine göre yeni kaynaklar” diyor.

***
“Türkiye’yi geçiş coğrafyasından kaynak coğrafyasına taşımak lazım”
Ufuk Ünal TÜGİAD Enerji Komisyonu Başkanı

Bizim içinde bulunduğumuz çevrede ülkelerin demokrasi adı altında sınırları, yönetimleri, liderleri özerk yapıları değişiyor. Ana sebeplerden bir tanesi enerji paylaşımı. Dünyanın ihtiyacı olduğu enerjinin bizim yakın coğrafyamızda bulunmuş olması. Başkalarının çok rahat oynayabildiği bu alanda biz de söz sahibi olmalıyız diye düşündük. Doğal olarak, onların sahip olduğu konvansiyonel yataklar, potansiyeller üzerine mevcut politikaları düzenlemek yerine biz genç girişimciler olarak yeni enerji, teknoloji ve yatırımların hakim olması için ne yapabiliriz diye düşündük. Türkiye’yi geçiş coğrafyasından çıkarıp kaynak coğrafyasına taşımak istedik.

Genlerini değiştirsek de mi yesek, değiştirmeden mi yesek?

Hormonlu domates yıllardır tüketicinin korkulu rüyası oldu. Şimdi, hormonlu domates korkusuna bir de genleri değiştirilmiş ürünler eklendi. Aralarında mısır, pirinç, soya ve patatesin de olduğu onlarca genleri değiştirilmiş ürünün ne kadar sağlıklı olduğu ise tartışma konusu

Özgür Gürbüz - Gazete Habertürk / 25 Nisan 2009

Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar ya da kısa adıyla GDO’lar, genetik mühendisliğinin gelişmesiyle bitki türleri üzerinde yapılan değişiklikler sonucu ortaya çıkarılan yeni ürünleri ifade ediyor. Bu teknolojiyle zararlı böceklere karşı direnen bitkiler üretmek mümkün. GDO’lu ürünlerin ne kadar sağlıklı olduğu ise ayrı bir tartışma konusu. Bu ürünlerin üretimini yapan Monsanto, Syngenta gibi şirketler ile sivil toplum örgütleri arasında ciddi bir tartışma sürüyor. Şirketlerin lobi faaliyetleri politikacılar, bilim insanları ve hatta bazı sivil toplum örgütlerine kadar uzanabiliyor. Kimilerine göre dünyanın sonu, kimilerine göreyse kurtuluşu. Amerika kıtasında üretim artarken Avrupa Birliği konuya temkinli yaklaşıyor. Bilim insanları da konu hakkında farklı görüşlere sahip.

Yüzde 30 daha ucuz
Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nazimi Açıkgöz, GDO’lu ürünlerin kullanılmasını savunuyor ve karşı çıkanları olaya teknik açıdan hakim olmamakla suçluyor. GDO’lu ürünlerin maliyetlerde yüzde 30 oranında indirim sağladığını belirten Açıkgöz, “Arjantin’in tarımla ilgili ihracatı 25 milyar dolardan 75 milyar dolara çıktı. Bunun da en büyük nedeni GDO’lu soyanın buğday tarlalarına ikinci ürün olarak ekilebilmesi” diyor. Genleri değiştirilmiş soya tohumları buğday tarlalarındaki zararlıları yok ederek kendilerine yetişmek için uygun ortam hazırlıyor. Çevre için zararları konusunda ise Açıkgöz, “Adana’da pamuk için yılda 15 kez ilaç yaptığınız oluyor. İlaçlama sayısını ikiye indirdiğinizde hem maliyet hem de ilaç kalıntısı bırakmadığınız için olumlu katkısı oluyor” diyor. Açıkgöz, sadece hayvan yemi olarak üretilen Starlink mısırının insanlara yanlışlıkla verilmesi sonucu alerjik bir reaksiyon görüldüğünü belirtiyor. Ayrıca, GDO’ların antibiyotiklere olan direnci düşürdüğü, kanser ve Alzaymır gibi hastalıkları tetiklediği öne sürülüyor.

Hiç masum değiller
Yıldız Teknik Üniversitesi Biyomühendislik Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Şeminur Topal, GDO teknolojisinin henüz masumiyetini ispatlamış bir teknoloji olmadığını söylüyor. “Ranta dayalı ve dayatmacı” olarak nitelediği teknolojinin gıda sorununu çözeceği iddiasının da doğru olmadığını belirtiyor. “Günümüzde besin olarak kullanılan 150 çeşit var. Bunların 15 tanesi dünya nüfusunun yüzde 90’ını besliyor. Transgenik çalışmalar, bu 15 ürünün 9’u üzerinde gerçekleştiriliyor” diyen Topal, araştırmaların yeni ürünler üzerinde değil, kar oranı yüksek ürünlerle ilgilendiğine dikkat çekiyor. Sağlıkta, biyoteknolojinin çok önemli faydaları olmasına rağmen yatırımların tarıma odaklandığını belirten Topal, “Sağlık sektöründe biyoteknolojiye ayrılan pay yüzde 69 olduğunda getirisi yüzde 33’te kalıyor. Tarımda ise aynı bütçenin yüzde 31’ini harcadığınızda yüzde 77’lik kar sağlanıyor” diyor.

GDO'nun bizde ekimi yasak
GDO’ların Türkiye’de ekiminin yasak olduğu belirtilse de ülkeye girişinde ciddi bir kontrol yok. İthalatçı beyanında GDO olmadığının söylenmesi yetiyor. Hayvan yemi olarak mısır ve soya başta olmak üzere yüksek miktarda GDO’lu ürün ülkeye giriyor. Kaçak tohumlar da cabası. Yem olarak gelen ürünlerin un fabrikalarından ekmek, nişasta eldesi yoluyla şeker olarak çıktığını konuştuğumuz herkes kabul ediyor. Biyogüvenlikle ilgili yasa ise 2002’den beri Meclis’te bekliyor.

Türkiye'nin seragazı artış hızını “Kyoto” da kesemedi

İklim değişikliğine yol açan seragazları miktarında en yüksek artış rekorunu elinde bulunduran Türkiye’nin hızını, Kyoto Protokolü de kesemedi. 2006 yılında 332 milyon ton olan seragazı miktarı 2007 yılında tarihi bir artışla 40 milyon ton daha yükselerek 372 milyon tona ulaştı.

Özgür Gürbüz - Gazete Habertürk / 22 Nisan 2009

Türkiye'nin atmosfere saldığı seragazı miktarında 1990'dan bu yana en büyük artış gerçekleşti. 2006 yılında 332 milyon ton olan toplam seragazı miktarı 2007 yılı sonunda 40 milyon ton artarak 372 milyon tona ulaştı. Bu, 1990'dan bu yana gerçekleşen en büyük yıllık artış. Türkiye, 1990-2006 yılları arasında seragazı artış hızında yüzde 95 ile zaten dünya birincisiydi. 2007 sonunda bu oran yüzde 119'u buldu.

Enerji başı çekiyor
Toplam 372 milyon ton seragazının büyük bir bölümü, 288 milyon tonu enerji sektöründen kaynaklanıyor. Enerjiyi 31 milyon tonla atıklar, 26’şar milyon tonla da tarım ve sanayi izliyor. 2007 yılında meydana gelen 40 milyon tonluk artışın 30 milyon tonu yine enerji kaynaklı. Tarım kaynaklı seragazları da geçtiğimiz yıla göre 10 milyon ton artmış durumda. Buna karşın sanayinin payında 2 milyon tonluk bir azalma meydana geldi. Başta karbondioksit olmak üzere, metan, hidro-floro-karbonlar gibi seragazları, özellikle fosil yakıtlar olarak adlandırılan kömür, petrol ve doğalgazın yakılmasıyla ortaya çıkıyor ve atmosferde gereğinden fazla birikerek dünyanın ısınmasına yol açıyor.

Pazarlık zorlaştı
Türkiye’nin 2004 yılında imza koyduğu İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması gereği her yıl Birleşmiş Milletler’e verdiği raporlarda belirtilen yeni rakamlar, bu yıl sonunda Kopenhag’ta ortaya çıkacak yeni anlaşma öncesi Türkiye’nin pazarlık şansını azaltacağa benziyor. Aralık ayında Kopenhag’ta yapılacak toplantıda Kyoto Protokolü benzeri ancak daha yüksek indirim hedeflerine sahip yeni bir protokolün ortaya çıkması bekleniyor. Bu yeni anlaşmaya, ileri gelişmiş ülke olarak imza atmayı planlayan Türkiye, diğer ülkeler gibi seragazı miktarlarını 1990 yılı altına çekmeyi değil, ileriki yıllarda bu yüksek artış hızını azaltmayı önererek pazarlık yapmayı hedefliyordu. Yeni rakamlardan sonra Türkiye’nin bu isteğinin daha zor kabul göreceğini söylemek mümkün. Seragazı emisyonlarında bir başka kriter de kişi başına düşen emisyon miktarları. 71 milyon nüfuslu Türkiye için 372 milyon tonluk seragazı emisyonu, kişi başına 5,23 tona denk düşüyor. Avrupa Birliği’ne üye 25 ülkenin ortalaması 10, dünya ortalaması ise 4,3 ton civarında.

***
Seragazı emisyonları (milyon ton CO2 eşdeğeri)
1990 * 1995 * 2000 * 2005 * 2006 * 2007
170,06 * 220,72 * 279,96 * 312,42 * 331,76 * 372,6

Avrupa’da karayolu kaynaklı çevre sorunları artıyor

Avrupa Çevre Ajansı (AÇA) tarafından hazırlanan ulaşım sektörüyle ilgili son rapora göre, Avrupa'da otomobil sayısında ve buna paralel olarak ulaşım kaynaklı çevre sorunlarında ciddi artış görülüyor. Türkiye de büyük kirleticiler arasında.

Özgür Gürbüz - Gazete Habertürk / 20 Nisan 2009

1995-2006 yılları arasında Avrupa Birliği’ne üye olan 27 ülkede (AB-27), otomobil sahibi olan insanların sayısı yüzde 22, ulaşım kaynaklı seragazı miktarı yüzde 27 arttı; bununla birlikte çevre sorunları da. 10 yıl içerisinde mevcut sayıya eklenen 52 milyon otomobille birlikte gürültü ve hava kirliliği şikayetleri çoğaldı. Avrupa Çevre Ajansı’nın (AÇA) hazırladığı “Dönüm Noktasındaki Ulaşım” başlıklı raporda, aynı yıllar arasında, karayolu taşımacılığında yüzde 35’e varan artış olduğu belirtiliyor. Karayolu taşımacılığı artarken daha çevreci olan iç deniz taşımacılığı yüzde 17, demiryolu taşımacılığı ise yüzde 11 oranında azaldı.

Türkiye'de ise 1990-2006 yılları arasında ulaşım kaynaklı seragazı emisyonlarının yüzde 69 arttığı görülüyor. Bu artış hızı Türkiye'yi 27 ülke içinde dokuzuncu yapıyor. Türkiye ayrıca Avrupa'da karayoluyla en çok yük taşıyan altıncı ülke. Ülke içerisindeki taşımacılığın yüzde 95’i karayolu geri kalanı ise demiryoluyla yapılıyor. Kamyon veya tırlarla yapılan taşımacılıkta, taşınan her ton yük için kilometre başına 62 ile 110 gram arasında karbondioksit atmosfere bırakılıyor. Aynı yük deniz yoluyla götürülürse bu 2-7 gram, demiryoluyla taşınırsa 18-35 gram arası karbondioksit emisyonu ortaya çıkıyor. Hava taşımacılığında ise 665 gram gibi çok daha yüksek rakamlara ulaşılıyor. Bu da iklim değişikliğini önlemek için taşımacılıkta su ve demiryolunun önemini ortaya koyuyor.

En çok otobüs kullanan ülke Türkiye
Türkiye yolcu taşımacılığında en çok otobüs kullanılan ülke olarak görülüyor. Yolcu taşımacılığının yüzde 45,6’sı Türkiye’de otobüsle yapılıyor. Demiryollarının payıysa sadece yüzde 2,5. Bunun bir nedeni de Türkiye’de kişi başına düşen araba sayısının diğer Avrupa ülkelerinden az olması. Türkiye’de her 100 kişiden 8,4’ü otomobil sahibiyken, bu oran Lüksemburg’ta 65,5. Avrupa’da yolcu taşımacılığının büyük bir bölümü özel otomobillerle yapılıyor. Batı Avrupa’da demiryolları daha çok yolcu taşırken, Doğu Avrupa’da demiryolundan karayoluna geçiş gözleniyor. En çok demiryolu taşımacılığı yüzde 15,1 oranıyla İsviçre’ye ait.

Trafik kaynaklı 5 ana sorun
AÇA Genel Müdürü Jacqueline McGlade, 1995-2006 yıları arasındaki eğilime bakarak beş ayrı noktaya dikkat çekiyor.

1. Demir ve denizyolu taşımacılığı güç kaybediyor, karayolu taşımacılığı artıyor.
2. Artan otomobil sayısıyla birlikte otomobil kullanma oranında 1985-2006 arası yüzde 18’lik bir artış var.
3. Karayolu kaynaklı seragazı emisyonları artışı, AB’nin iklim değişikliğini durdurmak için koyduğu hedeflerini zorluyor.
4. Motorlardaki iyileşmeye rağmen araç sayısında ve bireysel otomobil kullanımındaki artış hava kalitesinin iyileşmesini engelliyor.
5. Avrupa’da 67 milyon insan sınır değerlerin üzerinde trafik kaynaklı gürültüye maruz kalıyor.

“Mühendislerin notlarına değil hobilerine bakıyoruz"

İlk sivil uzay uçuşunun yaratıcısı Amerikalı Burt Rutan, Özyeğin Üniversitesi Mühendislik Fakültesi tanıtımı için geldiği İstanbul'da, öğrencilere tecrübelerinin ve uzay mühendisliğindeki son gelişmeleri değerlendirdi.

Özgür Gürbüz - Gazete Habertürk / 18 Nisan 2009

Dünya Burt Rutan’ı uzaya gidip geri dönen ilk sivil uzay aracının tasarımcısı olarak biliyor. Onlarca uçak modeli yapan Rutan aynı zamanda dünyanın etrafını hiç durmadan ve dolayısıyla yakıt almadan uçan “Voyager” adlı uçağın da yaratıcısı. Önceki gün, Özyeğin Üniversitesi Mühendislik Fakültesi’nin tanırımı için İstanbul’da onlarca öğrenci ve aralarına sızmış havacılık meraklılarına konuşma yapan Rutan, kendi şirketine iş başvurusu yapan mühendislerde aradığı özelliğin yüksek notlar değil, ilginç hobiler olduğunu söyledi.

Rutan, elinde kalemden çok tornavida tutan mühendis tipine yakın bir profil çiziyor. Rus mühendisler hakkında söyledikleri, mühendislerin daha çok maddi ödüllerle teşvik edileceği görüşü, soğuk savaş dönemindeki eski Sovyetler Birliği ve ABD arasındaki çekişmeye hasretle bakması, biraz Ronald Reagan’ın mühendis türlemesini anımsatıyor. Yarışmacı karakterinin şekillenmesi çocukluk yıllarında uçaklara duyduğu ilgiyle başlamış. Maket uçak yarışmalarına katılmış. Çocukların ilgi alanlarının 3-14 yaşlarında şekillendiğini söyleyen Rutan, mağlubiyetlerin başarılara zemin hazırladığına inanıyor. Örnek olarak Rusların, “Yuri Gagarin” ile uzaya ilk insanı gönderip ABD’yi geride bırakmasına, ABD’nin aya inerek karşılık vermesini gösteriyor. Konuşmasında sık sık, uzay araştırmalarının hep kriz dönemlerinde (Vietnam Savaşı, soğuk savaş dönemi, Kennedy’nin öldürülmesi gibi) yükseliş gösterdiğine değinen Rutan, şu anda yavaşlamış olan araştırmaların tekrar hız kazanması için yeni bir hamle ya da buluşa ihtiyaç duyduklarını söylüyor.

Kendi mühendislik firmasını babasından borç alarak kuran 65 yaşındaki mühendis, üretimle yaratma arasındaki farkları, “Kimin üretebileceğini bilirsin ama kimin yaratacağını bilemezsin. Üretimde mantıklı yaklaşım esastır, yaratıcılıkta ise mantıksızlık kabul edilebilir” sözleriyle açıklıyor. İnsanların yüzde 50’sinin, yaratıcı ve iyi fikirlerin ilk ortaya atıldığı sırada o fikrin gerçekleşmesine inanmadığına değinen Rutan, “Yaratıcı kişiyi zamanla sınırlayamazsın. Plajda eğlenirken de bir şeyler yaratabilir” diyor.

***
SpaceShipOne
21 Temmuz 2004 yılında atmosfer dışına çıkan ilk insanlı özel sektör destekli uçak olan SpaceShipOne, aynı zamanda yine devletten destek almadan yapılan ve ses hızını 2 ve 3 kat aşan ilk uçak oldu. Uzay Mekiği gibi roketle dikine uzaya gönderilmek yerine bir başka uçağın üzerinde yükselen ve daha sonra ondan ayrılarak roket sisteminin çalıştıran SpaceShipOne, atmosferi geçtikten sonra aynı uçaklar gibi yeniden yere inebiliyor. Uçağın geliştirme maliyetinin 25 milyon dolar olduğu söyleniyor.

26 Temmuz 2007’de yapılan denemeler sırasında yaşanan ve üç kişinin ölümüyle sonuçlanan kaza ise SpaceShipOne’ın ikinci uçuşunu erteledi. Rutan’ın firmasına 28 bin dolar ceza kesildi. Rutan’ın uzaya turist götürme çalışmalarıyla ünlü işadamı Richard Branson’un ilgileniyor. Branson’ın “Virgin Galactic” adını verdiği uzay turizm firmasına, uzaya gitmek için 30 ülkeden 200 kişinin ismini yazdırdığı biliniyor.

Rutan'dan inciler:
* 1978 yılında PC’ler eve girdiğinde insanlar onları 12 yıl sadece oyun oynamak için kullandı. Sonra biri çıkıp interneti buldu ve herşey değişti. Uzay seyahatleri de buna benziyor.
* Uzay yolculuğu şu anda maliyetli ama girişimciler karlı bir iş olduğunu gördüklerinde yatırım yapacaklar. 12 yıl içerisinde 100 bin kişiyi uzaya taşımayı planlıyoruz ama önce uçuşların güvenli olmasını sağlamak gerek.
* İlk uçaklarda ölümlü kaza oranı 70 uçuşta 1’di, şimdi ise 1 milyon uçuşta 1’e düştü. Uzay yolculuklarında bu hala yüksek ve bu nedenle uzay pilotları daha cesur insanlar olarak biliniyor.

Rezerv çok, araştırma yok...

Dünyadaki bor rezervlerinin yüzde 72’sine sahip olan Türkiye, bor üzerine yapılan araştırmalarda ise sınıfta kaldı. 2008 yılında bor konusunda ABD’de tam 916 makale yayımlanırken, Türkiye’de yayımlanan makale sayısı ise sadece 138.

Özgür Gürbüz - Gazete Habertürk / 17 Nisan 2009

Eti Maden İşletmeleri Genel Müdürlüğü’nün verilerine göre Türkiye, sahip olduğu 851 milyon ton Borik Oksit (B2O3) rezervle dünyadaki tüm rezervin yüzde 72’sine sahip. Rezervin değeri, bor madeninin geleceği yıllardır kamuoyunu meşgul etse de bor ile ilgili akademik araştırmaların sayısı rezervlerle doğru orantılı değil. 2008 yılında dünyada içinde bor ve bileşikleri geçen araştırma sayısı 4656. Bu çalışmaların Türkiye kaynaklı olanları ise sadece 138. Hiç bor madeni olmayan ya da yok sayılabilecek kadar az olan Japonya, Almanya, Fransa, Hindistan, İngiltere, Kanada ve Güney Kore’nin bile bor üzerine Türkiye’den daha fazla araştırması var.

Türkiye 11. sırada
Bor üzerine, uluslararası yaygınlığa sahip hakemli dergilerde yapılmış akademik araştırmaları, tarayarak bir rapor hazırlayan Bilim Stratejileri Araştırma Kurulu (BİLSAK) Başkanı Dr. Cafer T. Yavuz, “Bu durum 2007’de de çok değişik değil; 4518 makalede 160’ı ülkemiz adresli ve bu sayı ile dünyada 9. sıradaydık. Hatta 2007’de 2008’e nazaran daha iyi durumda olduğumuz görünüyor. Bu bulgular ülkemizin saygın bilim adamlarının dünyada yeterince seslerini duyuramamış olması yanında biraz da bor üzerine olan bilim politikamızı tekrar gözden geçirmemiz gerektiğini söylüyor” yorumunu yapıyor. 2008 yılında bor üzerine en çok araştırma 916 adetle ABD’de yapılmış ve onu 827 çalışmayla Çin izliyor. Türkiye ise İtalya’yla birlikte 11. sırada. “Bir diğer gösterge de bilim adamlarımızın bor üzerine düzenlenen uluslararası konferanslarda ne kadar yer aldıklarıdır” diyen Yavuz, 2005 yılından bu yana düzenlenen uluslararası konferanslarda Türkiye’den sadece dört konuşmacının katıldığını belirtiyor ve organizasyon ve danışma heyetlerinde de yer alınmamış olmasına dikkat çekiyor. “Bor uzmanı Türk bilim adamları yetiştirilmeli ve çok geniş katılımlı uluslararası konferanslar düzenlenmeli” diyen Yavuz olumlu gelişmelere de işaret ediyor. 2002 yılında bor üretiminin yüzde 51’i hammadde olarak satılmış, bu rakam 2007’de yüzde 38’e gerilemiş. Bu da borun daha çok işlenerek satıldığına işaret ediyor. 2007’de tüm satışların yüzde 3,6’sı yurt içine yapılmış.

***
Türkiye’nin bor yatakları Balıkesir’de Susurluk ve Bigadiç, Bursa’da Kestelek, Kütahya’da Emet ve Eskişehir’de Kırka civarında bulunuyor.

***
Cam, seramik, deterjan, tarım gibi artık klasikleşmiş kullanım alanlarının yanısıra bor artık inşaat sektöründen otomotive, yakıt hücrelerinden kanser tedavisine kadar birçok alanda kullanılmakta.

TABLO
Kullanım Alanı Miktar (Bin ton / Borik Oksit) Pay (%)

Yalıtım Tipi Cam Elyafı 440 24,4
Tekstil Tipi Cam Elyafı 370 20,6
Borosilikat Camlar 165 9,2
Emaye-Sır 350 19,4
Tarım 120 6,7
Deterjan 95 5,3
Diğer 260 14,4
TOPLAM 1800

Kaynak: Eti Maden İşletmeleri

***
Dünya Bor Rezervlerinde İlk 5 Ülke (Bin ton / Borik Oksit)

Ülke Görünür Ekonomik Rezerv Muhtemel Rezerv Toplam Pay (%)
Türkiye 227.000 624.000 851.000 72,70
Rusya 40.000 60.000 100.000 8,50
ABD 40.000 40.000 80.000 6,80
Çin 27.000 9.000 36.000 3,10
Arjantin 2.000 7.000 9.000 0,80

Kaynak: Eti Maden İşletmeleri

Suyu çıkmış bir forumun suyunu çıkardık

Türkiye’de herkesin gündemine bir anlamda zorla giren 5. Dünya Su Forumu toplantıları Haliç’in kıyılarında yapıldı ve bitti. Geride kocaman bir soru işareti bırakarak. Ne oldu bu bir haftada, neler olmadı...

Özgür Gürbüz-Karga Mecmua / Nisan 2009

İstanbul, resmi rakamlar ciddiye alınırsa, yerli yabancı 35 bin kişinin katıldığı bir büyük organizasyona ev sahipliği yaptı. Sudan değil ama suyla ilgili meseleler tartışıldı. Forum başladığı ilk gün protestolara sahne oldu. 30 kişi yaralandı, 17 kişi gözaltına alındı. Gözaltına alınan “Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu” üyeleri, gözaltında oldukları 30 saat boyunca, İstanbul Vatan Caddesi’ndeki emniyet binasındaki nezarethanelerde planladıkları forumlara devam ettiler. Su havzalarına yapılan ve yapılması düşünülen baraj projelerini tartıştılar. Gözaltındaki forumdan, Tunceli’nin Munzur Nehri’ne yapılan 8 baraja, Hasankeyf’i sular altında bırakacak Ilısu Barajı’na, tarihi antik kent Allionai’yi adeta arkeologlara boşuna kazdınız der gibi tarihe gömecek olan Yortanlı Barajı’na ve Karadeniz’in azgın nehirlerine “gem” vurmaya çalışan onlarca baraj projesine hayır kararı çıktı.

Hangi kararlar alındı?
Peki, 35 bin küsur kişinin katıldığı resmi forumdan hangi kararlar çıktı? Yapılan basın açıklamalarından, İstanbul Su Mutabakatı adlı belgeden, bakanların, dünya liderlerinin (5 Cumhurbaşkanı ve birkaç Prens) açıklamalarından geriye ne kaldı? Su kaynaklarının yönetimi konusunda acil eylem çağrısı, suyun yaşamsal öneminin vurgulanması, özellikle tarımsal sulamanın nasıl da savurganca su kullandığının girdiğim her toplantıda tekrar tekrar anlatılması ilk aklıma gelenler. Aslında herhangi bir bağlayıcı yaptırımı olmayan tavsiye kararlarının alındığı bir toplantıdan başka bir şey beklemek de pek doğru olmazdı zaten. Toplantının, dışarıdaki izleyicilere su konusunda bilinçlenme, tasarrufa önem verme gibi etkilerinin olduğu muhakkak. İçeridekiler ise Hamidiye sebillerinden akan su, çorum leblebisi, akşamları verilen kokteyllerden nasiplerine düşenlerle yetindiler. Toplantının organizasyonundaki eksi ve artıları bir kenara bırakıp, asıl toplantıdan ne çıkmadığına ve basın bülteni olarak bizim elimize ulaşmayanlara bakarsak sanırım daha faydalı bir iş yapmış oluruz.

Mutabakat yok
5. Dünya Su Forumu Bakanlar Süreci Başkanı Sumru Noyan, “Forumda su hakkı, insan hakkı ve sınırı aşan sular konusunda geçmişte ya da günümüzde yürürlükte olmayan hususlarda tam mutabakata varamadık” diyor Milliyet Gazetesi’nde 22 Mart tarihinde yayımlanan haberde. Forum öncesi ve içerideki tartışmaları bildiğimiz için burada bir kelimenin ardına dair okuma yapabiliriz sanıyorum. Anlaşılan o ki, toplantıya katılan bakanlar ve onların temsilcileri suyun bir insan hakkı olup olmadığı konusunda pek anlaşamamışlar. Halbuki, Bakanlar Toplantısı’ndan önce açıklanan “İstanbul Su Mutabakatı”nda böyle bir madde var. Temiz suya ve temel sağlık standartlarına (hijyenik özel bir tuvalet gibi) erişimin bir insan hakkı olduğu orada kabul ediliyor. Bakanlar Toplantısı’nda ise böyle bir karar çıkmıyor. Noyan bu kouyu da şöyle açıklıyor: “Bütün ülkelerin katılımı ve görüşleri alınarak bazı konularda, örneğin su hakkı, insan hakkı, sınır aşırı sular konusunda geçmişte ve hâlâ yürürlükte olmayan sözleşmelere atıfta bulunmak gibi hususlarda mutabakat tam sağlanamadı. Sağlanamayan hususları belge dışı bıraktık. Burası Birleşmiş Milletler (BM) forumu değil”.

Patronlar finansör
Evet, burası iklim toplantılarının yapıldığı, Kyoto gibi bağlayıcı hedeflerin çıktığı bir BM toplantısı değil. Peki, neyin toplantısı ya da kim organize ediyor suyun forumunu? Yanıtı basit; Dünya Su Konseyi (DSK). Kim bu Dünya Su Konseyi? Noyan’ın da belirttiği gibi bu BM’ye ait bir oluşum değil. Üyelerinin ödediği aidatlar, hükümetlerden alınan hibeler ve içinde yer alan sarı sendikalara benzeyen, “resmi” sivil toplum örgütlerinden gelen parayla ayakta duruyor. Bir de Konsey merkezinin yer aldığı Marsilya Belediyesi’nin desteği var. Amaç, farkındalık yaratmak, su ile ilgili önemli kararların alınması için gerekli kuruluşları ve tabi ki hükümetleri harekete geçirmek. Kısacası içerisinde şirketler var, suyla uğraşan, sudan para kazanan şirketler. Fransızların bu konuda ne kadar iyi olduğunu söylemeye gerek yok herhalde. Marsilya bir rastlantı değil demek istiyorum. Şu andaki başkanı Loic Fauchon aynı zamanda “Société des Eaux de Marseille” in (Marsilya Su Şirketi) de başkanı. Fransızların suyla haşır neşir olan iki dev firması Veolia ve Suez’in ortak şirketinin.

Durum böyle olunca bu forumdan, suyun insan hakkı olduğuna dair bir karar çıkmasını beklemek hayal olur. Temiz, içilebilir suya erişim insan hakkı olarak kabul edilirse DSK’nin içinde yer alan firmaların ne yapacağını düşündünüz mü hiç? Özellikle de sudan gelen tatlı karın en çok şişelenmiş içme suyu satışında elde edildiğini düşünürsek. İnsan hakkını şişeleyip satamazsınız. Üstünden para kazanamazsınız. Türkiye’de planlandığı gibi, herkesin hakkı bulunan nehirleri 49 yıllığına özel şirkete satamazsınız. İşte bu nedenle özel şirketlerin kontrolünde olan bazı hükümet yetkililerinin, İstanbul’daki forumda böyle bir karara imza atması olasılık dışıydı ve çıkan sonuç sürpriz olmadı denebilir. Su Forumu’ndan dışarıya yansımayan, bu buluşmanın halklar ile devletler arasında bir kavuşmadan çok şirketler ile hükümetler ve şirketler ile şirketler arasında bir buluşma olduğudur. Kapalı kapılar ardında birçok toplantının forum boyunca gerçekleştirildiğini biliyoruz.

Suyun ticaretleşmesine hayır
Bu koskoca Su Forumu’nda insanları umutlandıracak kararlar çıkmamış olabilir. Ancak, eş zamanlı olarak yapılan, Suyun Ticarileştirilmesine Hayır platformunun yaptığı forumda, dünya üzerinde adil dağılmayan suyun eşit paylaşılmasını isteyen onlarca insanın olması yüreklere su serpti. Türkiye’de, parasız da olsa temizlik ve temel ihtiyaçlarını karşılamak isteyen hemşehrilerine 10 tona kadar suyu bedava veren Dikili gibi bir belediyenin olması da bir başka umut kaynağı oldu. Dünyada, devletin su dağıtım şebekelerini kamuya ait ama özerk bir kuruma verip, ülkenin yüzde 90’ından fazlasına musluktan akan suyu içme şansını verdiği Kosta Rika gibi bir ülke olması da bir başka neşe kaynağı oldu. Bolivya’da halka su getiriyorum diye yola çıkan Suez firmasının, fahiş fiyatlarla su satmaya başlaması ile halkın yağmur suyu toplamaya başlaması ve firmanın buna müdahalesiyle başlayan isyanın hükümet devirmeye kadar gidip Eva Morales’i işbaşına getirmesini Bolivya’dan gelen konuklardan dinlemek de ayrı bir zevkti.

Dünya Su Forumu olmasa belki de su üzerine bu kadar düşünmeyecek, suyun sadece tarımda israf edildiğini, sanayide kaçak kullanıldığını hiç öğrenmeyecek, çiftçiye kızıp sanayiciye melek gözüyle bakacaktık. Kosta Rika’da, Bolivya’da mücadele edenlerin nelere kadir olduklarını hiç öğrenemeyecektik. Sudan umut yaratıp içemeyecektik. Su gibi aziz ol Dünya Su Forumu!