Biz kovboyuz, dolaşıyoruz!

Kuzey Irak'a gittik Amerikan askerleriyle konuştuk
Zaho, 200 bine yaklaşan nüfusuyla Habur’dan sadece 20 kilometre uzakta. Uluslararası taksiler her gün iki taraf arasında mekik dokuyor. Günde 700’e yakın tanker Türkiye’ye giriş yaparken, dondurmadan klimaya, Kürdistan Özerk Bölgesi’nin her türlü ihtiyacı Türkiye’den karşılanıyor. İnsanlar Irak’a değil “karşıya geçiyorum” diyor. Bu yakadan yükselen operasyon sesleri “karşıda” duyulmamışa benziyor… Gerçi gerginlik yüzünden azalan ticaret tek kaygı ama tek taraflı da değil. Türkiye’deki binlerce insanın ekmeği Zaho’dan, Zaho’nun ekmeği de “karşı” taraftan geliyor.

Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel / 21-27 Haziran 2007
Fotoğrafları Çilem Dalgıç çekti, tamamı Aktüel'de...

ÇAYLAR BARZANİ’DEN
Pasaportlarımızı son kez kontrol eden asker, inşaatlarda görmeye alıştığımız bir konteynır içinde inanılmaz sıcakta çalışıyor. Yolun karşısında klimalı bir yer yapılıyor ama yazın sonuna yetişir mi bilinmez! Irak tarafında ise bizi klimalı bir oda bekliyor. Pasaport için sırada olan herkese çay servisi yapılıyor. Çaylar Barzani’den, yani beleş. Sol tarafta bir seccade var, namaz kılmak isteyene. Hemen sağındaki televizyonda ise Arapça alt yazılı bir Amerikan filmi oynuyor. Tam üstünde Barzani ve babasının portreleri... Gazeteciyiz, deyince ilk soru: “Özele mi devlete mi çalışıyorsunuz?”

Gümrük bölgesinde, penguen heykelleriyle süslenmiş bir havuz ve arkasındaki duvara boyanmış Kürt bayraklarının altında Silov ve Bekhol turistik alanlarını tanıtan resimler var. Sırt çantalı bir İngiliz dikkatimizi çekiyor. Martin, sırt çantalı turistlerin arasında giderek popüler olan bu bölgeyi ziyarete gelmiş. Londra’nın batısında oturuyor. Aksanı da bunu doğruluyor. Bu bölgede yazılar Türkçe, İngilizce ve Arapça. Uluslararası Kürdistan Yatırım ve Gelişim Bankası bunlardan bir tanesi.
Adı İbrahim Halil olan bu noktada onlarca hafif makineli tüfekle donatılmış kamyonlar ve 3-4 kişilik gruplar halinde dolaşan Amerikan askerleri göze çarpıyor. Bir süre sonra bu kamyonların sirenler çalarak Zaho’ya doğru gittiğine tanık oluyoruz. Türkiye – Irak sınırının hemen öte yakasında Amerikalı askerlerle konuşuyoruz. 3 askerin 2’si Kansas’tan. Görevlerini soruyoruz, “Kovboyuz, dolaşıyoruz” diyorlar. Ve yanlarında bir rehberle geziyorlar. Irak’ta en rahat oldukları yer burasıymış. Bağdat’ı konuşmak istemiyorlar. Sorular artınca sağımdaki asker bana yakın olan tüfeğini kendine doğru çekiyor. Oradan ayrılma zamanı. Gümrük çıkışında ise cama yapıştırılmış “Çevreni Temiz Tut” çıkartması Türkiye’deki çevre hareketinin başarısını gösteriyor.

Zaho’ya varmadan ve Zaho içerisinde konuştuğumuz hemen herkes, işlerin son 1-2 ayda azaldığını söylüyor. Kapının kapanmasının iki taraf içinde kötü olacağı konusunda herkes hemfikir. Silopi’li tüccar Musa Akyel de kapı kapanacaksa buradan para kazanan insanlara bir alternatif gösterilmeli, diyor. Kamyon taşımacılığı zaten büyük firmaların şoförlere az para vermesi nedeniyle kötü durumda. Akyel, bunun şoförleri kaçakçılığa ittiğini söylüyor. Zaho’nun çarşısında konuştuğumuz bir esnaf “Kardeşiz, birlikte iş yapıyoruz; sınır kapanırsa hiç iyi olmaz” diyor. Operasyon olacağına kimse inanmıyor ama “olursa savaşırız” diyen bir kişi çıkıyor kalabalıktan!

Zaho’nun tek sorunu bunlar değil. Bağdat ve Musul’la güvenlik yüzünden durma noktasına gelen ticaret de can sıkıyor. Kent hızla büyüyor. Her yerde inşaat var. Kent içinde eski arabalarla son model lüks otomobiller kafaları karıştırıyor. Halkın bir panik içinde olmadığını söylemek mümkün.

Foto1
Zaho’nun sokaklarında gezerken her 10-15 dakikada bir bazen sivil, bazen resmi polisler tarafından durdurulduk. Zaho sokaklarında birçok sivil polise rastlamak mümkün. Polis, asker ve silah hayatın bir parçası gibi.

Foto2
Kadınlarla konuşmak kolay değil ama kadınların tercih ettiği bu pastanede şansınız daha fazla. Adını söylemek istemeyen bu kadın bir Arapça öğretmeni. Bağdat’ta doğmuş ve okumuş ama 10 yaşından bu yana asıl evi Zaho. “Zaho, Bağdat’tan daha iyi. Burada barış ve özgürlük var. Zaho, 20 yıl öncesine gore çok değişti. Binalar, caddeler her şey değişti” diyor. Eşi, Çin’de ve İsveç’te yaşamış bir işadamı. Kızının burada büyümesini ve avukat olmasını istiyor.

Foto3
Zaho’da tabelalar Irak’ın bir başka köşesinde hayatın ne kadar “normalleştiğinin” göstergesi. Ülke, tarihinin en ağır savaşına tanık olurken Zaho’da bir vücut geliştirme salonu müşteri arıyor.

Foto4

Zaho’ya Türkiye’den giren uluslararası taksilere depolarını burada doldurma zorunluluğu getirilmiş. Litresi 90 kuruşa da olsa kalitesi kötü olduğu için kimse yeni arabalarına bu petrolü koymak istemiyor. Silopi’deki taksilerin çoğu eski araçlar. Petrolcünün üzerindeki bir Türk şirketinin adı yazan tulum ve hasır şapkası ise ayrı bir hikaye…

Foto5
Gündüz 40 derecelerin üzerine çıkan sıcaktan kurtulmanın en kolay yolu Habur Nehri’nin kenarındaki kahvelerde çay içmek. Zaho’ya yolcu getiren her araç ucuz çay ve sigara almadan geri dönmüyor.

Foto6
Sınırı geçer geçmez sağınızda beliren ticaret merkezinde sizi Türkçe tabelalarla dolu işyerleri, lokanta ve kıraathaneler bekliyor. Lokantacı Davut Bozan, işlerin son 1-2 ayda azaldığından yakınıyor. Sınır kapanırsa iki tarafa da zararı olur diyor. Lokantasının iş yaptığını gören arkadaşları Süleymaniye ve Erbil’de benzer restaurantlar açmış.

Foto7
Türkiye’nin en büyük beyaz eşya üreticileri bölgede oldukça popüler. Zaro’daki bir bayiin sahibi Havar Şahin, servis hizmeti, yedek parça bulmak sorun değil, diyor. Satışlardan gayet memnun.

Foto8
Habur kapısını geçince karşınıza İngilizce, Irak Kürdistan Bölgesi’ne Hoşgeldiniz (Welcome to Iraqi Kurdistan Region) yazılı bir başka kapı geliyor. Kapılarda kontrol çok sıkı. Türkiye’ye geçerken sadece Irak tarafında 7 ayrı kontrolden geçiyorsunuz. Türkiye’de durum farklı değil, her araç didik didik aranıyor. Bulunan esrardan çok silah ve patlayıcı. Şu sıralar Irak’tan günde 1000 araç Türkiye’ye geçiyor bunun yaklaşık 700’ü kamyon. Ağırlık petrol tankerlerinde.

Foto9
Baharatçı Ali 56 yaşında. 12 çocuğu var. Ticaret iyidir, diyor ama şikayeti son haftalarda sıklaşan elektrik kesintileri. Biz kendisiyle konuşurken arkasındaki lamba bir kez daha sönüyor. 10 dakika sonra elektrik yeniden geliyor. Bölgenin elektriği Türkiye’den sağlanıyor.

2500 kişiye 1 cami, 30 bin Alevi’ye “yarım” cemevi!

Yaklaşık 30 bin Alevi’nin yaşadığı Sultanbeyli’de cemevi inşaatı sorun oldu. Temelden tartışmaya yol açan cemevinin elektriği, suyu, telefonu var ama ruhsatı yok! Çünkü inşaatın düşünüldüğü arsa İSKİ’nun su havzası içinde. Bölgenin Alevi sakinleriyse tepkili. Çünkü söz konusu havza içinde 2 devlet okulu, 12 cami ve yüzlerce bina olduğuna dikkat çekiyorlar!

Fatma Kızılboğa - Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel / 7-13 Haziran 2007

“Bize camiye gel diyorlar; atalarımızdan gördüğümüzü bir yana bırakamayız” diyor Hasan Yazıcı. 75 yaşında, elinde çekilmekten aşınmış tespihi, başının üstünde yılların eskitemediği fötr şapkası var. Sultanbeyli’nin “gecekondu” statüsündeki cemevinde dert anlatanların en yaşlısı o. Maraş ve Sivas olayları belleğinde hâlâ taptaze; isteği, çocuklarının Aleviliği öğrenmesi ve cenazelerini cemevlerinde yıkayabilmek. “Bizde ayrı gayrı yoktur” diye söze başlıyor “Alevi milleti hor görüldü, Allah’ımız birdir. Dürüst insanlarız, devlete, askere hıyanet yoktur…” Hasan Yazıcı yalnız değil; Sultanbeyli'nin Yavuz Selim ya da onların tercih ettiği adla “Başaran Mahallesi”nde yaşayan Aleviler bu arzuyu paylaşıyor, ama Sultanbeyli'de bir cemevi inşa etmek hiç kolay değil!

Sutanbeyli’nin özgeçmişi
İstanbul’un en yeni ilçelerinden biri olan Sultanbeyli 1992’de ilçe olmasına rağmen özellikle TEM otoyolunun ilçenin içinden geçmesiyle 1980’lerde büyük bir göçe maruz kaldı. Bu göç dalgası Sultanbeyli’yi bir gecekondu kentine çevirdi. İlçede hemen tüm binaların kaçak olduğu bir “devlet sırrı” değil. Sultanbeyli’nin AKP’li Belediye Başkanı Dr. Alaattin Ersoy bile bunu söylüyor. İşte Sultanbeyli’de yaşayan 30 bin kadar Alevi’nin inşaatına giriştiği cemevi de İSKİ su havzası içinde yer aldığından, aslında gecekondu kapsamına giriyor.

Cemevi yapma fikri ilk ortaya çıktığında kimsenin aklında kaçak bir yapı yapmak yokmuş aslında. Pir Sultan Abdal Kültür Derneği (PSAKD) Sultanbeyli Şubesi önderliğinde toplanan 11 bin imzalı dilekçeyi dönemin Saadet Partili Belediye Başkanı’na 2003’te teslim edip yer talep edilmiş. Derneğin Sultanbeyli Şube Başkanı Sadegül Çavuş’un iddiasına göre yanıt şöyle olmuş: “Siz Müslümansınız, Müslümanlar için ibadet yeri camilerdir!” Bunun art niyetli bir davranış olarak algılanabileceğini, ancak asıl sorunun Anayasa’dan kaynaklandığını belirten Çavuş, “Kilise, sinagog, havra müracaatında bulunsam belediye bana bir yer ayırmak durumunda. Ama Müslümanım. Yasalarda kabul edilen ibadethaneler de camiler” diyor. Hal böyleyken birçok belediye yasal karmaşıklığı gözardı ederek sorunu çözüyor. Cemevlerine izin veren belediyelerin arasında AKP’li belediyeler de var elbet ama Sultanbeyli henüz bunlardan biri değil. Belediye Başkanı Ersoy ise 100 metre yukarıda kendilerine başka bir yer gösterdiklerini söylüyor. Orada halihazırda bir bina var gerçi ama Başkan'a göre sorun değil; kamulaştırılabilir: “Bu alan İSKİ’nin; mutlak korumada kalan bir yeşil alan. Cemevi sosyal bir talep. Bunlar bizim insanlarımız. Devlete ve hukuka karşı durulamaz. Ancak bu konu da hukuka intikal etmiştir. Buradan gelen karar tartışılamaz…”

Su havzası yapı dolu
Sonuçta Belediye'den umdukları yardımı alamadıklarını savunan Sultanbeyli halkı, aralarında para toplayıp beş dönümlük bir yer satın almış. Velhasıl “Cem”lerin yapıldığı bölüm bir günde tamamlanmış. İçerisi halılarla kaplı ve duvarlarda Hz. Ali ile Atatürk’ün resimleri var. Arsanın öteki ucunda, cenazelerin yıkanması için düşünülen başka bir bina ise asıl yapılmak istenen modern cemevinin kabası bitmiş ilk örneği. Para toplamak ve inşaatı tamamlamak için kısa süre önce İstanbul İnönü Stadı’nda Arif Sağ’dan Rutkay Aziz’e birçok sanatçının katılımıyla bir konser düzenlediler. Sorunun medyaya yansımasına vesile olan olaylardan biri de Taksim meydanında yaptıkları basın açıklaması.
18 yıl önce ilçeye gelen Yeter Ateş ise “Komşuluk çok iyi. Sünni komşularımız da bağış yaptı. Bizim bu kadar camimiz var sizin niye bir cemeviniz olmasın” dediklerini belirterek Sultanbeyli sakinleri arasında Sünni-Alevi ayrımı olmadığına dikkat çekiyor. Gerçekten de ilçedeki cami sayısı oldukça fazla. İstanbul Müftülüğü'nün rakamlarına göre kayıtlı cami sayısı 107. Bu rakam, Kartal, Maltepe, Kadıköy, Kağıthane ve camileriyle ünlü Eminönü gibi ilçelerden daha fazla. Sultanbeyli'nin nüfusu ise son sayıma göre 253 bin. İlçede yaklaşık 2500 kişiye bir cami düşüyor. İşin ilginci bu camilerden biri de yapılması istenen cemevinin hemen bitişiğinde; aralarında 10 metre var. Yöre halkı, tek katlı yeşil bir binadan ibaret olan Yakutiye Cami'nin genişletilmesi için para toplamaya çalışıyor. O cami de Belediye'nin itiraz gerekçesi olan İSKİ su havzası içerisinde. Aslında havzanın içinde yok yok. İki devlet okulu, 12 cami ve yüzlerce bina. Su havzası daha çok bir suni göleti andırıyor. Yeşil alan kalmamış. Bu durumda bölgedeki tüm binalar yıkılsa bile havzanın asli görevini yerine getirmesi biraz zor. Belediye Başkanı Alaattin Ersoy, Yakutiye Cami'nin genişletilmesine de izin vermediklerini söyleyerek 100 milyon dolar bulurlarsa su havzasında yıkıma gideceklerini belirtiyor. “Camiyi de yıkacak mısınız” sorumuza ise “Geçmiş dönemlerden sorumlu değiliz” yanıtını veriyor! Göreve geldikleri 2004’ten itibaren bir tek binanın bile kaçak olarak yapılmadığını iddia eden Başkan, ispatı halinde koltuğunu bırakacağını söylüyor.

30 bin Alevi
Ersoy, problemin AKP ve Aleviler arasında olmadığını, tamamen hukuki bir nedenden kaynaklandığını belirtiyor. İlçeyi ikiye bölen TEM otoyolunun öteki yakasında, Ahmet Yesevi Mahallesi'nde bulunan Cem Vakfı'nı örnek gösteriyor ve Vakıf’la aralarında iyi bir diyalog bulunduğuna dikkat çekiyor. Sözü edilen vakfa gidiyoruz. Dedelerden Mustafa Özdemir, üç dönemdir belediyeden yer beklediklerini söyleyerek Ersoy'un seçim zamanı “Hz. Ali'nin ismine yaraşan bir cemevi yeri vereceğim” vaadini anımsatıyor. Adres doğru ama tarif yanlış sanki. İlçede 2 adet cemevinin şart olduğuna dikkat çeken Özdemir, “Burada aşağı yukarı 30 bine yakın Alevi var. Bu kadar insan vergi veriyor, iki adet cemevi lazım. Bizim insanımız 10 cemevi yapın deseniz de yapmaz zaten. İsrafa karşıyız” derken camiye gidin çağrılarına da, “Hacı Bektaşi Veli ve bir dönem Türkler namaz kılmadıysa biz de kılmıyoruz. 1400'lü yıllara kadar hangi Osmanlı padişahı namaz kılmış” diye yanıt veriyor. Vakfın altında Başkan Ersoy'un tabiriyle 'merdiven altı' bir cemevi var. Ama bu küçük oda ne herkese yetiyor ne de cenaze sorununu çözüyor. Genç Ulaş, bu yüzden 15 yaşındaki yeğeninin henüz cem görmediğinden ve kimlik sorunu yaşadığından yakınıyor. Özdemir “Cenazeleri buradan kaldıramıyoruz, Sarıgazi'ye ya da başka cemevlerine gitmek zorunda kalıyoruz” diyor. Özdemir'e göre 2004’ten sonra da kaçak yapılar söz konusu. Eşref Bitlis Bulvarı'ndaki Mevlana Cami'nin inşaatının 2006'da başladığını ve bittiğini söylüyor. Son sözü ise “Biz öyle dev gibi bir şey de istemiyoruz. 300 metrekare yapabilsek öpüp başımıza koyacağız” oluyor.

74 bin kaçak yapı iddiası
TEM'in karşı yakasına geri dönüyoruz. Erzurum'dan 20 yıl önce göç eden Ali Asker Tepeli bizi bekliyor. Tepeli, 30 Mayıs 2006'ta Sultanbeyli Belediyesi'nin Cumhuriyet Başsavcılığı'na verdiği suç duyurusu sonucu yargılanan PSAKD Yönetim Kurulu üyelerinden biri. Kaçak yapı nedeniyle açılan bu dava suç işleme kastı bulunmadığı için düşmüş ama şu anda bir üst mahkemede yeniden görülüyor. Mahkemedeki savunmasında Sultanbeyli'de 74 bin kaçak bina olduğuna işaret eden Tepeli, cemevi olmadığı için cem törenlerini evlerde yapmaya çalıştıklarını ama bunun sıkıntı yarattığını söylüyor. Geçen yaz güvenlik önlemleri alıp bahçede cem yapmayı denemişler, o da ses sistemi ve güvenlik nedeniyle bu hiç kolay olmamış. Sultanbeyli'de, tartışması temelden başlamış bir cemevi var. Kâğıt üzerinde kaçak ama dönülen semahlar gerçek…

Dr. Alaattin Ersoy (Sultanbeyli Belediye Başkanı)

“Bir tane kaçak yapı bulursanız ben bu makamı boşaltıyorum”

* Mahallenin “Başaran” olduğu söylenen adı Yavuz Selim oldu mu?

Yavuz Selim adına itiraz edenin alnını karışlarım. Öz be öz Türk oğluyum. Hiç kimsenin bu ülkede Yavuz Selim'in adını değiştirmeye gücü yetmez. Burası 1991’de Meclis kararıyla Yavuz Selim olmuş. Yavuz Selim'e dil uzatanları tedavi ederiz, dilini kesmeyiz. O mahallede Cem Sultan sokak var, Pir Sultan, Bektaşi sokak var.

* Çözüm nedir?

100 metre yukarıda bir yer verdik. Üzerinde 2-3 katlı bir bina var, kamulaştırmayı da taahhüt ettik. Öyle bir güzel eser yapalım ki, buraya sadece Aleviler değil Sünniler de gelsin. Beraber burada geceler ve toplantılar yapalım.

*Alevi ve Sünniler’in beraber ibadet edebileceği bir merkez....

Niye olmasın? Toplantı yeri. Biz ibadet demiyoruz ki, Aleviler semah yapıyor. Mahzuni Şerif 'i, Yavuz Bingöl'ü severim. Evimde kasetleri var. Halk ozanları bunlar, bizim ozanlarımız, burada bir sıkıntı yok.

* Onların da Ahmet Özhan ile bir sıkıntıları yok gibi…

Bakın, o farklı; Ahmet Özhan farklı, Yavuz Bingöl farklı. Elma ile armudu karıştırmamak lazım… “Camiye gidin” dediğimizi söylüyorlar. Böyle bir şey demedik. Sünniler’in hepsi camiye mi gidiyor. Camiye gitme oranı kaç? TESEV'in araştırması vardı, ortalaması yüzde 10.

* Bölgede başka binalar da var...

Eskiden bütün binalar kaçak yapılırdı. Şimdi de binalar kaçak yapılsın demek bizim kendimizi inkâr etmemiz olur.

* Sultanbeyli'yi dolaşsak 2004'ten sonra yapılmış hiçbir kaçak yapı bulamaz mıyız?

Bulamazsınız. Temelden bir tane kaçak yapı bulursanız ben bu makamı boşaltıyorum.

Mimar ve mühendislerden AKM resti

Taksim’deki Atatürk Kültür Merkezi’nin yıkılmasını isteyen ve gerekçe olarak da binanın yüksek işletme giderlerini gösteren Kültür ve Turizm Bakanlığı’na işin erbabından özel bir teklif var! Yıkıma karşı çıkan mimar ve mühendisler, işletme giderlerini aşağıya çekecek iyileştirme projelerini ücretsiz yapmaya hazır. Öte yandan 2010’da Avrupa Kültür Başkenti olacak İstanbul için hazırlanan yasa tasarısına merkezin yıkılması girdi bile!

Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel / 31 Mayıs - 6 Haziran 2007

1969’da açıldığında dünyanın sayılı kültür merkezlerinden biri kabul edilen ve yıllardır İstanbul’da başta opera ve bale olmak üzere çeşitli gösteri ve toplantılara ev sahipliği yapan Atatürk Kültür Merkezi’nin (AKM) yıkım kararı yasalaşıyor. 2010 yılı içi Avrupa Kültür Başkenti seçilen İstanbul’da kurumlararası koordinasyonu kolaylaştırmak için hazırlanan tasarının bir maddesi AKM’nin yıkımına ayrılmış.

Kültür merkezi ve kütüphane başlıklı bölümde yer alan madde ile AKM’nin yıkılması, yıkılan alana Büyükşehir Belediyesi’ne ait 105 numaralı parselin, diğer belediye ve Hazine arazilerinin eklenmesi öngörülüyor. Oluşacak bu büyük alandaysa yeni bir AKM’nin yapılması maddenin içinde yer alıyor ama bu yeni merkezin nerede olacağı, alanın hepsinin merkeze mi ayrılacağı belli değil. Makine Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Tevfik Peker “AKM’yi yıkmak isteyen anlayış elbette ki yıktığı yere kendi anlayışını yapılaştıracak, bu ya mistik bir yapı ya da büyük bir iş merkezi olacak” diyerek itirazını dile getiriyor.

“Projeye müdahil olmak istiyoruz”
İstanbul’un 2010 Avrupa Kültür Başkenti olduğu bir sırada kültürün en bilinen simgelerinden birinin yıkılmasına anlam veremediğini belirten Peker, bir numaralı yıkılma gerekçesini mimar ve mühendisler olarak ortadan kaldırmaya hazır olduklarını da söylüyor.

AKM’nin yıkılmasını isteyen Kültür ve Turizm Bakanlığı, binanın elektrik, mekanik ve yangın gibi sistemlerinin eski olmasından dolayı bakım-işletme masraflarının yılda yaklaşık 2 milyon 500 bin YTL’yi bulduğunu söylüyor. Merkezi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu simgeleyen birkaç önemli yerden biri olarak niteleyen Peker, doğruysa belirtilen rakamın yüksek bir gider olarak kabul edilebileceğini ama bu rakamın aşağıya çekilmesinin teknik olarak mümkün olduğunu belirtiyor. Peker, “Biz Makine Mühendisleri Odası olarak, meslek alanımızla ilgili olan mekanik ve yangın tesisatlarının, soğutma sitemlerinin nasıl iyileştirilebileceğinin raporlarını hazırlamak ve projelerinin yapılması aşamasında müdahil olmak istiyoruz. Yeter ki, yıkılma gerekçeleri ortadan kalksın” diyerek topu Kültür Bakanlığı’na atıyor. Benzer bir gönüllü seferberliği diğer odaların da göstermeye hazır olduğunu belirten Peker, Avrupa Kültür Başkenti çalışmalarına dahil edilen kentsel dönüşüm, yeni kongre merkezleri gibi projelerin hazırlanması ve ihale süreçlerinin kamu mali kontrol kanunlarından muaf tutulmasına dair maddelerle düzenlenmesini toplumsal ve yasal denetimden kaçma çabası olarak niteliyor.

Dünyanın en değerli arazilerinden
Ortaya konan gerekçelerin aslında asıl nedeni gizlediğini belirten Tevfik Peker, AKM’nin dünyanın en değerli arazilerinden birinin üzerinde durduğuna dikkat çekiyor ve “Dolmabahçe Vadisi ve Boğaz’a hakim bu arazi, Beyoğlu tepesinin en üst noktası. Böyle bir arazinin maddi değeri ölçülemez” diyor. AKM’nin tiyatro, opera ve baleseverler için de paha biçilemez bir değeri var. Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre İstanbul’da AKM’nin yıkılması halinde opera ve bale salonu kalmayacak. Tek salon AKM’nin 1304 kişi kapasiteli salonu. İstanbul dışında sadece Ankara, Antalya, İzmir ve Mersin’de opera ve bale salonu mevcut. Yine İstanbul’da Devlet Tiyatrosu’na ait sadece yedi salon bulunuyor. Atatürk Kültür Merkezi, Büyük Sahne, Oda Tiyatrosu ve Aziz Nesin Sahnesi olarak bilinen üç salona da evsahipliği yapıyor. AKM’nin yıkılması halinde Devlet Tiyatroları’nın oyunlarını sergileyecek sahne bulmakta zorlanacağı da bu rakamlardan anlaşılıyor. Öte yandan, Şehir Tiyatroları’na ait Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nin de kongre merkezi yapılmak amacıyla yıkılması gündemde. Tüm bunlar, AKM’nin yıkılma tartışmalarını daha da şiddetlendiriyor.

Katil örümcek ve akrepler kapımızda!

Küresel ısınma yüzünden birçok örümcek ve akrep türü kuzeye göçüyor; bu yüzden Marmara, Karadeniz ve İç Anadolu’daki türler artacak! Bazı türleri ölümlere veya kangrene yol açıyor, bir çocuğu iki saat içinde öldürebiliyor. Hekimler de bu tür sokmaları tanımadığı için böcek sokmasıyla karıştırabiliyor. Bu nedenlerden ötürü ve ekolojik sistemin korunması için örümcek ve akrep türleri hakkında bilgi toplanması ve envanter oluşturulması şart! Türkiye ise bu alanda Avrupa’nın 100 yıl gerisinde.

Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel / 24-30 Mayıs 2007

Yüz binlerce insan Örümcek Adam filmini izlemek için sinema gişeleri önünde kuyrukta! Çoğumuz New York semalarında dolaşan örümcek adamın hayatını, neleri sevip neleri sevmediğini ezbere biliyoruz. Ama bahçemizde sinek avlayan ya da odamızın köşesinden bizi seyreden örümcekler hakkında pek bilgimiz yok. Oysa Türkiye, coğrafi konumu nedeniyle Asya, Avrupa, Afrika ve Mezapotamya'dan gelen değişik örümcek ve akrep türlerine ev sahipliği yapıyor. Üstelik, uzmanlara göre küresel ısınma yüzünden örümcek ve akreplerin sayısı da, türleri de artacak.


Türkiye’de bilinen örümcek türü 600 kadar. Dünyada ise bu rakam 50 bini buluyor ve her yıl yeni türler keşfediliyor. Türkiye’de de tahmin edilen tür sayısı binlerle ifade ediliyor. Örümcek türlerinin bilinmesi birçok açıdan çok önemli. Çünkü oldukça tehlikeli olabilecek örümcek sokmalarına karşı gereken önlemlerin alınması ve gerekli antidotun (panzehir) üretilmesi buna bağlı ve hayati önem taşıyor. Örümcek türlerinin hangi tür böceklerle beslendiğinin öğrenilmesinin bir faydası da tarlalardaki zararlılara karşı örümceklerin kullanılabilmesi. Böylece tarlanızı kimyasal ilaçlarla zehirlemeden ürününüzü kurtarabiliyorsunuz. Devlet Planlama Teşkilatı’nın maddi desteğiyle böyle bir proje Antalya’da yürütülüyor ve üç yıldır zararlı böceklerle örümcekler inceleniyor. Ayrıca örümcek zehirlerinden ilaç yapılıyor; hatta örümcekler iktidarsızlığa bile çare olabiliyor.

Türkiye'de Mısır Kobrası
Türkiye’de bu konuda çalışan çok az sayıda bilim insanı var. Kırıkkale Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Biyoloji Bölümü’nde görevli Prof. Dr. Abdullah Bayram’a “Türkiye'nin Örümcek Adamı” da denebilir. Zoolojinin alt bölümü olan araknoloji; örümcek, akrep, yalancı akrep ve ‘böğü’leri (et yiyen örümcek) inceliyor. Bayram, bu konudaki çalışmaların çok kısa bir geçmişe sahip olduğunu ve Avrupa’nın 100-200 yıl gerisinde olduklarını söylüyor. Bir süre Newcastle Üniversitesi’nde Örümcek Ekolojisi üzerine de çalışan Bayram, “Brezilya’da yılda 10 bin kadar akrep ve örümcek sokma vakası var. Türkiye’de ise bu konuda da çok net bilgi yok. Doktor çoğu zaman böcek sokması olarak değerlendiriyor. Sağlık Bakanlığı’nın, birkaç yıl önce Çin’den ve çok uzak bölgelerden zehirli hayvanlar getirip antidot üreteceğine dair haberler geldi ama arkası gelmedi. Ciddi bir zehirleme vakası olsa İstanbul ve İzmir gibi birkaç merkez dışında kolay kolay antidotunu bulamazsınız” uyarısında bulunuyor. İki yıl önce Şanlıurfa’da Mısır Kobrası bulunduğuna dikkat çeken Bayram “Kuzey Afrika’ya ait ama Mısır ve Suriye üzerinden buraya gelmiş. Çok tehlikeli, kimse tanımıyor, normal bir yılan sanıyorlar” diyor.

Bir çocuğu iki saatte öldürebilir
Bayram, küresel ısınmanın etkisine de dikkat çekiyor. “Çölleşme ve sıcakların artması sonucu Afrika elementleri kuzeye doğru gidecek. Sıcaklıkların artmasıyla zehirli akrepler, örümcekler İç Anadolu, Karadeniz ve Marmara’ya doğru yayılış gösterecek. Sokulma vakalarında da artış olacak. Böğü popülasyonunda Ankara ve Haymana’da bir patlama oldu. Bence bunun nedeni de sıcaklardı. Böğüler dışında bütün akrep ve örümcekler zehirli. Hangi türler birkaç saat içinde insanları öldürebilir, felç ve kramplara yol açar, bu önemli. Bu nedenle türleri tanımamız gerekir.” Tehlikenin bağışıklık sistemi ve organizmaya göre değiştiğini belirten Bayram’ın verdiği bilgiye göre, bu türlerin bazıları tarafından sokulan bir çocuk iki saatte öldürebilir!

Küresel ısınmanın yanı sıra Türkiye’de kuş gribi yüzünden binlerce kuş ve tavuğun telef edilmesi örümcek ve kene türlerini arttırmış. Çünkü zehirli akrepleri, örümcekleri kontrol eden hayvanların başında tavuk ve kuşlar geliyor. Geçen yıldan bu yana Tokat, Amasya, Çorum ve Yozgat’ta kenelerin yayıldığı gözlemlenmiş. Özellikle Kırım Kongo Kanamalı Ateşi virüsünü taşıyan keneler ölümlere neden oluyor. Bu virüsü taşımayanlar ise daha önce ısırdıkları canlılarda bulunan bakterileri insanlara geçirebiliyor. Özellikle kırsal alanda yaşayan çiftçilerin bu konuda uyarılması gerekiyor. Keneler, gövdelerinin son hacmine kadar kan emebiliyor. Daha sonra oldukları yere düşen bu canlılar uzun süre yeniden beslenmeye gerek duymadan duvarlardaki çatlaklarda yaşayabiliyor.

Leş yiyen böğüler öldürücü olabilir
Et yiyen örümcek olarak bilinen ve halk arasında panik yaratan böğüler, 10 santimetre boyunda olabiliyor ve koşarken 1 metre kadar zıplayabiliyorlar. Bayram “Akrep ve örümcekler zehirleriyle diğer hayvanların iç organlarının hepsini parçalar ve paralize eder. Sonra somurmaya başlar ve hayvanın içerisini tamamen boşaltır. Böğü bunu yapmıyor, çeneleriyle et koparmaya çalışıyor. Çenelerinin iç düzeyleri testere dişli. Çok kuvvetli ve yırtıcı. Diğer örümcekler gibi kaçmıyor, saldırma pozisyonu alıyor. Uzun penselerle tutmaya çalışıyoruz, üzerimize zıplıyor. Zehirli değiller ama o kadar obur ki, ölü bir fareyi, kurbağayı ve her türlü leşi yiyor. Bu nedenle ölümcül birçok bakteri taşıyabiliyor. Isırdığında enfeksiyona yol açabilir” diyor. Böğülerin ısırdığı insanlar çoğu zaman şoka giriyor ve bu nedenle de ölümler oluyor. Anadolu’da annelerin çocukları “böğü” diye korkuttukları hayvan bu ve akreplerden hızlı!

Kangren yapan örümcekler
Böğüler dışında örümceklerin hepsi zehirli olsa da, sokulan insanların yaşı ve bağışıklık sistemine göre risk değişiyor. Abdullah Bayram bazı örümceklerin ölümcül olduğunu, hücre yapılarını bozarak kangrene neden olduklarını söylüyor. Bayram fotoğraflarla, İstanbul’da Keman Örümceği (başının üzerinde keman şekli var) tarafından ısırılan bir kadının ayağında oluşan kangrenin nasıl büyüdüğünü ve kalçasından alınan doku transferiyle yapılan operasyonu anlatıyor. Bayram’a göre bu örümcekler gemilerle Kuzey Afrika ya da Latin Amerika’dan geliyor.
Bu ilticacı türler, Türkiye’de bu konuda çalışan az sayıda insanın işini daha da zorlaştırıyor. Mevcut örümcekler bilinmezse, Anadolu’nun hangi bölgesinde hangi türlerin yayıldığını bulmak da imkânsız hale geliyor. Bu durumda beslenme ekolojisi gibi ikinci aşama çalışmalara girmek daha da zorlaşıyor. Örümcek gidip bir tarlada sadece bir tür böceği yiyorsa bu oldukça önemli bir bilgi.

İngilizler futbolu yeniden keşfetti

Futbolla yatıp futbolla kalkan İngilizler, yeniden dünya arenasında başa oynamaya başladı. Sorunların hepsi çözülmüş olmasa da, 20 yıl öncesine göre penaltı sahasına daha yakınlar. Bu defa sadece başarıya susamış takımlarıyla değil, dünyanın yıldız futbolcuları, tıka basa dolu stadyum ve para kasalarıyla geliyorlar. İngilizler, uzun topu bıraktı, yerden kısa paslarla oynuyor artık.

Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel / 25-30 Mayıs 2007

1985 Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası finalinde Liverpool taraftarlarının Juventus yandaşlarına saldırması sonucu 39 İtalyan hayatını kaybetmişti. Heysel faciası olarak anılan bu korkunç olaydan sonra İngiliz takımlarının uluslararası arenaya çıkışı beş, Liverpool’un ise yedi yıl boyunca yasaklandı. Heysel’den 20 yıl sonra Liverpool, İstanbul’da Şampiyonlar Ligi şampiyonu oldu. Bu yıl, Liverpool yine finalde ve yarı finale kalan dört takımdan üçü İngiltere menşeliydi. Bu geri dönüşün tek nedeniyse kasalarının dolu olması değil. İngiltere’de futbol topu yine yuvarlak, çimler yine yeşil ama geri kalan hemen her şey değişti.

Heysel sonrası cezayı yorumlayan dönemin İngiliz Futbol Federasyonu Sekreteri Ted Croker, ceza süresini sorunları halletmek için kullanacaklarını söylemişti. Yaşananların sadece bir takımın kusuru olduğu ve cezanın tüm İngiliz kulüpleri tarafından çekilmemesi gerektiğini öne sürenlere Croker, “Birçoğumuz, kendi evimizi düzene koymadan Avrupa’ya geri dönmememiz gerektiğini düşünüyor” diyerek sorumluluğu İngiltere’deki tüm futbol endüstrisine yüklüyordu. Bu anlayışla yola çıkan İngilizler, bizde TV yorumcularının pozisyonları ileri geri oynatması için kullanılan kameraları statlara yerleştirerek holigan avına çıktı. Bilet fiyatlarının artması da holiganları stadyum dışına iten bir başka etken oldu. Liverpool Üniversitesi’nde futbol endüstrisiyle ilgili MBA programını yürüten (FIMBA) ve holiganizm üzerine ders veren Dr. Geoff Pearson, bu durumu Yeni Aktüel’e “Stadyumlardaki kargaşa, kapalı devre kameralar ve yenilenmiş büyük stadyumlar sayesinde azaldı. Suç işleyenler anında bulunuyor ve müsabakalara gelmeleri yasaklanıyor” şeklinde açıklıyor. Hazır top taca çıkmışken belirtmekte yarar var, Futbol Endüstrisi Grubu, üniversite bünyesinde 12 yıldır aktif ve 10 yıldır da futbol üzerine MBA programı yürütüyor.

Stadyumlarda devrim
İngilizler’in başı Heysel’den sonra da beladan kurtulmadı. 1989’da Liverpool ve Nottingham Forest arasındaki kupa finali öncesinde stattaki turnike kapasitelerinin düşük olması büyük bir faciaya neden oldu. Yüksek çitler ve tel örgülerle çevrili konuk takım tribünündeki Liverpoollu taraftarlar, yaşanan izdihamda kaçacak yer bulamadılar. 96 kişi hayata gözlerini yumdu. Bu facia da, İngilizler’in stadyumlarını adam etmelerini sağladı. Faciadan ders alan taraftarlar artık en kritik maçlarda bile polis koruması olmaksızın yan yana oturabiliyor. Arsenal, Manchester United ve Chelsea gibi takımları izlemek için kombineler dışında bilet bulabilmek oldukça zor. Manchester’ın 76 bin kapasiteli stadının seyirci ortalaması 68 bin.

En çok kazanan İngiliz ligi
İşin bir de ekonomik boyutu var. İngiltere’deki “Premier League”in yıllık geliri 2,5 milyar dolar. İtalyanlar İngilizler’i 1,6 milyar dolarla, Almanlar’ın “Bundesliga”sı ise 1,5 milyar dolarla izliyor. İspanyollar’ın medar-ı iftiharı “Primera Liga” ise 1,4 milyar doları zorluyor. Fransızlar’ı hiç sormayın; gelirleri 1 milyar doların altında. Liverpool Üniversitesi’nde futbolun finansal yapısı üzerine çalışan Dr. Rory Miller’a göre bu fark, TV yayınları, diğer Avrupa ülkelerine göre çok daha pahalı olan bilet fiyatları ve yeni yapılan, ticari faaliyetlere çok uygun stadyumlardan kaynaklanıyor. İngiltere içinde yapılan başarılı pazarlama çalışmalarını da unutmamak lazım. Miller, bu konularda İngiliz kulüplerini başarılı bulsa da, genel kanının aksine, uluslararası pazarda İngilizler’in hâlâ biraz doldur boşalt yaptıklarını öne sürüyor. Miller Yeni Aktüel’e açıklamasında “Belki Manchester United’ı bunun dışında tutmak lazım, ancak diğer takımların finansal gücü ulusal pazardan geliyor. Örneğin, sponsorluk Alman kulüplerine daha çok para kazandırıyor” diyor.

Kulüplerin gelir kaynaklarıysa ülkeden ülkeye hatta kulüpten kulübe değişiyor. 2005 yılını 275 milyon Euro gelirle kapatan ve dünyanın en çok kazanan futbol kulübü olan Real Madrid, bu paranın yarısını ticari faaliyetlerden sağlıyor. Bunda, kulüp başkanı Florentino Perez’in “Galactico” adını verdiği Beckham, Nistelrooy, Cannavaro gibi yıldız futbolcuların payı büyük. Manchester’ı ikinci sıraya iten bu finansal hamle futbolda çok parlak sonuçlar getirmese de, Hollanda, İtalya ve İngiltere gibi orijinal ürünlerin daha çok satıldığı pazarlarda kulübe gelir sağladı. İkinci sıradaki United ise 246 milyon Euro’yu bulan gelirinin yüzde 42’sini stadyumdan sağlıyor. Üçüncü sıradaki Juventus’un gelirindeyse aslan payı yüzde 54 gibi bir oranla televizyondan. Juventus’un televizyon geliri 124 milyon Euro, stadyum gelirleri ise sadece yüzde 10’u, yani 23 milyon kadar.
Kendi kalemize bir göz atmak gerekirse, Türkiye’nin tüm kulüplere ödediği para 84 milyon Euro. Bu yılın şampiyonu Fenerbahçe’nin alacağı para ise sadece 10 milyon Euro civarında. Bu rakamlardan da görüldüğü gibi her ülke, futbol endüstrisini farklı bir yöntemle finanse ediyor. Çok net olan, tüm büyük kulüplerin futbol hastası Kore ve Çin gibi pazarlara girmek istemesi. Chelsea futbol takımının web sayfası bu pazarlama stratejisini çok açık gösteriyor. Web sayfasının İngilizce dışında iki ayrı dilde daha erişimi var: Çince ve Korece!

Ada kulüplerine yabancı ilgisi
İngiliz futbolundaki son hamleyse yabancı sermayeye yönelik oldu. Rus Petrol milyarderi Roman Abramoviç’in ateşlediği fitil, Manchester ve Liverpool kulüpleriyle devam etti. Amerikalı işadamı Malcolm Glazer, Manchester’ı almak için 1 milyar 400 milyon doları 2005’te gözden çıkardı. Bu rakam aşağı yukarı, Türkiye’nin en büyük petrokimya tesisi PETKİM’in özelleştirilmesi sonucu elde edilecek gelire eşit. Yine Amerikalı milyarderler George Gillett ve Tom Hicks, Liverpool için Şubat 2007’de 430 milyon dolar ödedi. Takımlarının değerleri de giderek artıyor. Abramoviç, Chelsea’ye 2003’te sadece 218 milyon dolar ödediğinde herkesin dudağı uçuklamıştı. Temmuz 2006’da Fransız işadamı Alexandre Gaydamak, ligin sonlarında yer alan Portsmouth için cebinden 125 milyon dolar çıkardı. Miller, bu konuda da herkesten farklı, “Yabancı yatırımların Chelsea dışında diğer kulüplere büyük finansal kaynak sağlamadığını” söylüyor.

İngilizler’in önündeki en büyük problem herhalde takımlarının başarısını ve ligin ekonomik gücünü milli takımlarına kaydıramamak. Burada oyun yapısı ve ülke insanının kuralcı, sistematik yapısıyla ilgili bir sorun göze çarpıyor. Gascoigne, Rooney gibi alışılmışın dışına çıkan daha çok futbolcuya ihtiyaçları var. Sanırım bu konuda İngiltere’ye göç eden Latin veya Güney Avrupa kökenli anne ve babalara çok iş düşecek. Zidane gibi melez bir yetenek, İngiltere milli takımını durmadan düştüğü ofsayttan kurtarıp topu ağlara gönderebilir.

Stadyumlar ve kapasiteleri
Manchester United - Old Trafford - 76 bin 212
Chelsea - Stamford Bridge - 42 bin 500
Arsenal - Emirates'i - 60 bin 432
Liverpool - Anfield – 45 bin 522
Evertoon – Goodison Park – 40 bin 569
Newcastle United - St. James' Park – 52 bin 394

Avrupa’nın en çok kazanan 20 futbol kulübü (milyon Euro)
Real Madrid 275,7
Manchester United, 246,4
AC Milan, 234
Juventus, 229,4
Chelsea, 220,8
FC Barcelona, 207,9
Bayern Munich, 189,5
Liverpool, 181,2
Inter, 177,2
Arsenal, 171,3
AS Roma, 131,8
Newcastle United, 128,9
Tottenham Hotspur, 104,5
Schalke 04, 97,4
Olympique Lyonnais, 92,9
Celtic, 92,7
Manchester City, 90,1
Everton, 88,8
Valencia, 84,6
SS Lazio, 83,1
Kaynak: Deloitte

Kulüplerin parası nereden geliyor? (milyon Euro)

Real Madrid
Maç gelirleri 63,7
Televizyon 88
Ticari 124

Manchester United
Maç gelirleri 102,5
Televizyon 71,7
Ticari 72,7

AC Milan
Maç gelirleri 38,1
Televizyon 138
Ticari 57,9

Lyon
Maç gelirleri 20,4
Televizyon 45,8
Ticari 26,7


“İngiliz kulüpleri iyi para kazanıyor ama iç pazardan”
DR. RORY MILLER (Liverpol Üniversitesi Futbol Endüstri Grubu)

* Uluslararası marka olan birkaç İngiliz kulübü var. İspanyol kulüpleri uluslararası pazarda İngilizler’den hâlâ daha iyi. Barcelona ve Real Madrid’in marka değeri özellikle Güney ve Kuzey Amerika’da daha yüksek. Bu biraz dil ve kültür ortaklığıyla da ilgili.
* Real ve Barcelona son 3-4 yılda çok iyi pazarlama stratejileri geliştirdi. İngiliz kulüpler iyi para kazanıyor ama bunlar iç pazardan geliyor. Premier Lig’in daha fazla ülkede yayınlanması aslında bir avantaj. Kendilerini uluslararası pazarlar konusunda geliştirirlerse işe yarayabilir.
* Takımların yabancı oyuncu almaları da bunun bir parçası. Everton ve Manchester City’nin Çinli oyuncuları bariz örnekler. Afrikalı oyuncular için bunu söylemek doğru olmaz. Afrika’ya bu oyuncuların tişörtlerini götürseniz bile taklit ürün sorunu var. Telif haklarının korunduğu Kuzey Amerika ve Japonya doğru pazarlar ancak bu defa da büyük takımlarda oynayacak kalitede futbolcu bulmak zor.
* İngiltere’deki holiganizm tam olarak bitmedi. Yunanistan’daki finali Manchester United ve Liverpool oynasaydı büyük sorunlar çıkması kaçınılmazdı. İngiltere’de polis taraftarları çok iyi tanıyor yurtdışında polisler bu konuda aynı derecede başarılı değil.

“Holiganizm azaldı ama bitmedi”
DR GEOFF PEARSON (Futbol Endüstrisi Grubu, Program Direktörü

* Stadyumlardaki şiddet olayları azaldı ama stadyum dışında hâlâ sorunlar var. Stadyumdaki başarının ardında kapalı devre kamera sistemleri yer alıyor. Suç işleyen kişi anında bulunup, hayat boyu futbol müsabakaları izlemekten mahrum edilebiliyor. Bu küçük suçları önlemede etkili olmasa da, “holigan firmaları” durdurmakta etkili oldu. Stadyumlarda içki satışının yasaklanması ve maçlar için toplu taşıma yöntemleri ise bence sorunu çözmedi daha da arttırdı.
* Holiganizmin bitmesinin futbol kalitesini arttırdığı görüşüne katılmıyorum. Holiganları engellemek için arttırılan bilet fiyatları kulüplere daha iyi futbolcular alması için gerekli olan daha çok parayı getirdi, o kadar. Britanya’da polis, 1960 ve 70’lerde gördüğümüz toplum polisi örneğinden daha zeki bir polislik yapmaya başladı. Taraftarlarla iyi ilişkiler kurdular ve üstlerine düşen rol daha çok izleyicinin kontrolü ve güvenliği üzerine oldu.

“Türkiye nükleer silahlanma yarışına itiliyor”

Geçen hafta, aceleyle TBMM’den geçirilen dört sayfalık bir yasayla Türkiye’de nükleer santral kurmak isteyen firmaların önü bir nebze de olsa açıldı. Bu vesileyle tartışma yeniden alevlendi. Ortada nükleer konusunda ikiye bölünmüş bir Türkiye kamuoyu olduğuna göre, bir uzmana danışmak zaruri hale geldi… Nükleer fizikçi Prof. Dr. Hayrettin Kılıç, yeni kitabında nükleer santrallerin, ürettiği enerji kadar tükettiğini savunuyor.

Özgür Gürbüz-Yeni Aktüel / 17-23 Mayıs 2007

1978’de Amerika’da yaşanan Üç Mil Adası Kazası ve ardından Çernobil Felaketi nükleer enerjiyi gözden düşürmüştü. Son birkaç yıldır, küresel ısınmaya çözüm olacağı iddialarıyla gündeme gelen nükleer enerji eski bir tartışmayı tekrar alevlendirdi. Çalışmalarını yıllardır yurtdışında sürdüren nükleer fizikçi Prof. Hayrettin Kılıç, bu iddianın doğru olmadığını savunuyor.

Kılıç’ın ilk karşı çıktığı nokta nükleer enerjinin bir rönesans yaşadığı iddiası. Ona göre olayı başlatanlar, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) ve nükleer şirketler. “Nükleer endüstri Batı’da zorlandığı için hedefleri ikinci ve üçüncü dünya ülkeleri” diyen Kılıç ilginç bir noktaya dikkat çekiyor: “Bir nükleer santralden elektrik üretmek için, gerekli yakıtın hazırlanmasından atıkların saklanmasına kadar harcanan elektriğin miktarının bazı zamanlar üretilenden çok.” Kılıç, “Bin megavat kurulu gücündeki bir reaktör için her yıl yüzde 3 oranında zenginleştirilen 30 ton uranyum gerekiyor. Bunu elde etmek için tam 650 ton uranyum cevheri çıkarılmalı” diyor. Madenin çıkarılmasında iş makineleri binlerce litre petrol harcıyor. Çıkarılan uranyum sırasıyla öğütme, işleme, zenginleştirme, yakıt üretimi aşamalarından geçiyor. Kılıç, özellikle dünyada sayılı ülkede yapılan zenginleştirme işlemi sırasında oldukça fazla enerji harcandığına dikkat çekiyor. “Fransa’daki bir zenginleştirme tesisi için gereken enerjiyi iki adet reaktör sağlıyor. Kitap basılmadan 4-5 hafta önce biri Hollandalı, diğeri Brezilyalı iki nükleer fizikçi, bu çevrimi üretilen enerji bakımından takip etti ve nükleer enerjinin borçlu çıktığını ortaya koydu.”

Prof. Kılıç’ın “nükleer çevrim” adını verdiği bu süreçte küresel ısınmaya yol açan tonlarca karbondioksit de atmosfere salınıyor. UAEA’nın Başkanı El Baradey’in, “Nükleer çevrim sırasında kilovat/saat başına 2 ila 6 gram karbon çıkıyor” açıklamasına kızan Kılıç, “Karbon enerji kaynağından çıktıktan sonra okside oluyor ve karbondioksit haline geliyor. Doğru rakam için söylenen miktarı 3,6 ile çarpmanız lazım. Oysa ki, WISE örgütünün (Dünya Enerji Bilgi Servisi), nükleer atık ve yakıtları yeniden işleme sürecini dahil ederek yaptığı çalışma bir reaktörün yılda 380 milyon tonun üzerinde karbondioksit saldığını gösteriyor. Bu rakamı halihazırda çalışan 436 reaktörle çarparsanız 160 milyar tonun üzerinde karbondioksit çıktığını görürsünüz” açıklamasını yapıyor.

Prof. Kılıç, Meclis’ten geçen nükleer yasayla Türkiye’nin gündemine tekrar giren nükleer enerji konusunda sorularımızı şöyle yanıtlıyor…

* Nükleer enerji ucuz mu?
2003’te Amerika’daki nükleer endüstri, Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’ne (MIT) bir rapor sipariş etti ve çıkan sonucun nükleer aleyhine olması nedeniyle Amerika’da nükleer gözden düştü. MIT’nin raporu, nükleer enerjinin en pahalı, yapımı en uzun, atık ve çevre sorunları halledilememiş bir enerji kaynağı olduğu sonucuna vardı. Nükleer enerji ile ilgili veriler Güney Kore ve Rusya gibi birçok ülkede gizleniyor. En doğru verilere ABD’de ulaşabilirsiniz. Nükleer endüstri, propagandalarında çok basit şemalar ya da deniz kenarına kurulmuş reaktör resimleri kullanıyor; bu doğru değil. Bir defa, reaktörün çalışması sırasında üretilen belli radyoaktif gazlar var ve bu gazları belli aralıklarla sızdırma hakkınız var. Ufak tefek olaylarda da, çaktırmadan sızdırabiliyorsunuz. Ayrıca soğutma sistemleri için nehirlerden, göllerden alınan sulara da radyoaktif maddeler karışıyor.

* İşin arkasında nükleer silah mı var?
1953’te Amerika’da “Barış İçin Atom” projesi başladığında hükümet firmalara kredi ve yakıtı bedava vereceğini söyledi. Karşılığında, firmalardan nükleer bomba yapımında kullanılan plütonyum istedi. Reaktörlerin yapım fiyatları o yıllarda çok düşük, yatırım yapan şirket sayısı da fazla. O tarihte nükleer silahların sayısına bakın; 30 binin üzerine çıkmış. Paralelliği görüyorsunuz. 1980’lerde başlayan nükleer silahların sökülmesi, işi değiştiriyor. O tarihlerde ABD’de bir adet yeni sipariş yok. Son sipariş 1973’te. Nükleer silahların dikey yayılması yani ABD, Rusya gibi ülkelerin elindeki nükleer silah sayısının artması durdu ve sayılar azalmaya başladı. Endüstri, şimdi yeni ülkeler bulmak zorunda.

* İran bomba peşinde mi?
İlk İslam bombasını yapan ülke Pakistan. 1989’da, Nobel ödülü alan ilk Müslüman Abdüsselam’la Trieste’deki Uluslararası Kuramsal Fizik Merkezi’nde tanıştım. Abdüsselam orada bize “İnşallah we will win” (İnşallah kazanacağız) diyordu. O sırada, Avrupa ülkelerinden parçalar kaçırıyordu. Pakistan bombayı yaptı ama İslam dünyasına uzak olduğu için lider olamadı. Sadece Hindistan’la dengeyi kurabildi. Daha sonra Saddam bu işe soyundu; İsrail ve İran bombaladı ve milyarlarca dolarlık tesisler yok oldu. Şimdi İslam dünyasında liderliğe İran soyundu. Batı, bunu hep İsrail’e ve Batı’ya karşı bir hareket olarak gördü. Bence başka bir problem daha var. İslam dünyasında da bitmemiş hesaplar var. Şiiler, İslam dünyasında hep ikinci sınıf oldular. Tarihte ilk kez böyle bir fırsatı yakaladılar. İran’ın nükleer santrali ortaya çıkar çıkmaz Türkiye’de nükleerin gündeme gelmesi de bir rastlantı değil. Batı, İslam dünyasında dengeyi kurmak zorunda. Türkiye bir nükleer silahlanma yarışının içine itiliyor. İslam ülkeleri içinde çoğunluğu Sünni olan iki aday var. Biri Mısır, biri Türkiye. Mısır’la da çalışmalar başladı. İki ülkeden biri politik olarak kullanılacak. Türkiye bundan hiç kârlı çıkmaz.

* Türkiye’de bir grup, doğal uranyumla çalışan Kanada’nın CANDU santrallerini savunuyor; Bakanlık ise Amerikan veya Fransız teknolojisinden yana görünüyor. Siz ne düşünüyorsunuz?
CANDU santralleri doğal uranyumla çalışıyor. Bakanlık ise anladığım kadarıyla basınçlı bir reaktör yapmak istiyor. Aralarında bir sürtüşme var. CANDU’nunki silah yapmak için en uygun reaktör dizaynı. Basınçlı bir reaktörden yakıt çubuklarını çıkarmanız için reaktörü soğutmanız gerek. Bu, elektrik üreten reaktörde bir aksilik yoksa en az 1-2 aylık bir problem. CANDU’da ise tam tersi. Yakıt çubuklarını bir günde çıkarırsınız, UAEA’nın ruhu bile duymaz. Hindistan da böyle yaptı. Türkiye basınçlı reaktör alırsa yakıt dışarıdan gelecek, yakıtı bizim yapmamız en az 50 yıl. Gelen yakıt belli, kullandığınız belli. Batı, yeşil ışığı yakarken büyük bir ihtimale bunu yapamazsınız dedi ki, bakanlığın planlarında CANDU yok.

* Toryum rezervlerimiz var deniyor; bunlar kullanılabilir mi?
Toryumla çalışan hiçbir reaktör yok. Üçüncü nesillerde de, önümüzdeki 50 yılda kullanılması düşünülen dördüncü nesil reaktörler için de böyle bir plan yok. Toryumu yakıt olarak kullanmak için uranyum ve plütonyumla karıştırmanız lazım. Bu, öyle tahtaya yazdığınız gibi olmuyor. Büyük bir miktarda Plütonyum-241 yaratabilirsiniz ki, bu bilinen en tehlikeli radyoaktif madde. Bu konu teknik olarak çözülmedi.

* Karslı biri olarak Ermenistan’daki Metzamor Santrali hakkında ne düşünüyorsunuz?
Her an patlamaya hazır bir reaktör, yılda sadece altı ay kullanılabiliyor. Hidroelektrik santrallerini tam kapasiteyle çalıştırmıyorlar. 2 milyon insanın yaşadığı bir vadide ömrü dolmuş bir santrali çalıştırmanın başka bir nedeni olmalı. Ermenistan’ın nükleer programından da şüphem var.

PROF. HAYRETTİN KILIÇ KİMDİR?
Kars’ın Sarıkamış ilçesinde dünyaya gelen nükleer fizikçi Kılıç, İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü’nü bitirdi. ABD Stevens Teknoloji Enstitüsü’nde mastır ve doktorasını yaptı. Doktora sırasında New Jersey’deki PSE&G Elektrik Şirketi’nde fisyon-füzyon hibrit reaktörlerinin fizibilite projelerinde çalıştı. Plazma fiziğinin kurucularından Prof. Dr. Winston Bostik’le yaptığı doktora çalışmasından sonra Yale Üniversitesi Uygulamalı Fizik Bölümü’nde araştırmacı oldu. Daha sonra da Stanford Üniversitesi’nde çalışmalarına devam etti. İtalya Ferrera Üniversitesi’ne araştırma profesörü olarak atandı. Kılıç, Amerika New Jersey’de faaliyet gösteren “Green Think Tank of Turunch Foundation” ya da Turunç Vakfı’nın da kurucusu. Vakıf, nükleer enerjinin güvenlik ve çevre sorunlarıyla ilgili çalışmalar yapıyor. Turunch Vakfı dışında Avrupa-Akdeniz Yerel ve Bölgesel İşbirliği Komitesi ile Aydın Üniversitesi Bilim Kurulu’nda görevli.

Camiden sonra gökdelen tartışması!

Göztepe’deki sayılı yeşil alanlardan Meteoroloji Müdürlüğü’ne ait araziye 157 metre yüksekliğinde dört adet gökdelen yapılacağı iddiaları tartışma başlattı. Vatandaşlarsa bazı evlerin güneşe hasret kalacağı ve Kadıköy’ün siluetinin bozulacağı gerekçesiyle projeye karşı çıkıyor. Özgür Gürbüz-Yeni Aktüel / 26 Nisan - 3 Mayıs 2007* Geçen iki yılın en hararetli gündem maddelerindendi Göztepe Parkı’na cami tartışması. 2005 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin aldığı cami kararının önünde, askı sürecindeki imar planlarına yapılan itirazların reddedilmesiyle 2006’da bir engel kalmamış, ancak 2007 başında üç kadının başvurusu üzerine belediyenin kararı mahkemeden dönmüştü. Ama yeşil alanlara imarla ilgili tartışmalar, parklarını mahkeme kararıyla kurtaran Göztepeliler’in yakasını bırakmayacak gibi. Çünkü bu defa da Göztepe’deki Özgürlük Parkı’nın hemen karşısında yer alan Meteoroloji Müdürlüğü’ne ait araziye, Taşyapı firması tarafından dört adet 157 metre yüksekliğinde gökdelen yapılması gündemde! Bölgedeki sayılı yeşil alanlardan olan araziye yapılacağı savunulan dört kulenin 49 katlı ve 157 metre yüksekliğinde olması planlanıyor. Sabancı Holding’e ait ikiz kulelerin bile 130 ve 135 metre olduğu düşünülürse, projenin çok tartışılacağı kesin. Meteoroloji Müdürlüğü’ne bağlı arazinin daha önce de konut ve otopark olarak kullanılması gündeme gelmiş, ancak Mimarlar Odası’nın açtığı dava sonucu 2004 yılında çıkarılan yürütmeyi durdurma kararıyla ihale iptal olmuştu. Bu defa işler daha da karışık! İstanbul Mimarlar Odası Anadolu Şube Başkanı Arif Atılgan, Mimarlar Odası’nın plan tadilatı yapılmasına yönelik olarak söz konusu parselle ilgili açtığı davanın sürdüğüne dikkat çekiyor ve Kadıköy Belediyesi’nin dava sonucunu beklemeden “imar durumu” vermesini eleştiriyor. Kadıköy Belediyesi ise firmaya dava kararı belli olana kadar ruhsat vermeyeceğini belirtiyor ancak o safhaya gelene kadar yapılması gereken işlemlerin, dava sonucu beklenmeden yapılmasına izin veriyor! “Şirketin, imar durumu aldıktan sonra ruhsata kadar olan çalışmaları yapması demek, binlerce YTL harcaması anlamına geliyor” diyen Atılgan, bu kadar masrafı yapan firmaları durdurmanın daha da zor olacağını belirtiyor. Arif Atılgan, gerekli izinler için başvurularını hızlandıran bir inşaat firmasının Maliye Bakanlığı ile kat karşılığı anlaştığını, bu yönde yapılmış bir sözleşmenin ellerinde olduğunu da iddia ediyor! “Kadıköy’ün silueti bozulacak” Arazinin “bölge parkı” olarak değerlendirilmesini isteyen Arif Atılgan, ayrıca verilen kat izninin de olması gerekenden fazla olduğunu öne sürüyor. Atılgan, “Kat hesabı yapılırken, hesapların arsanın brüt değeri olan 44 bin metrekareden değil net değeri olan 19 bin üzerinden yapılması gerekirdi. Bu yapılsaydı, bu kadar yüksek bir binaya izin alınamazdı” açıklamasını yapıyor. Arazinin yeşil alan olarak kalması talebini mahalle sakinleri de daha önce dile getirmiş, ÇEKÜL Vakfı ile birlikte tam 1200 adet fidan dikimi gerçekleştirilmişti. Proje hayata geçerse civardaki birçok binanın güneş görmesinin zor olacağı ve Kadıköy’ün siluetinin bozulacağı, getirilen diğer eleştirilerden sadece birkaçı… “Adalardan Kadıköy’e bakıldığında ikinci “Gökkafes” gibi görünecek” denerek eleştirilen dört kule projesinin Göztepeliler tarafından nasıl karşılanacağı merak konusu… *Yayımlanan yazı güncellenmiştir.

Çernobil ve Nükleer Enerji Gerçeği (Yazı Dizisi - 3 gün)

Özgür Gürbüz
Bu yazı dizisi, Birgün Gazetesi'nde 27-28-29 Nisan 2007 tarihlerinde yayımlandı.

 
Aradan geçen 21 yıla rağmen, tarihin en büyük nükleer kazasının ardından temizlik çalışmalarına katılan 800 bin kişinin akıbeti hala bilinmiyor. Tasfiyeci adı verilen ve çoğu asker olan bu 800 bin kişiden, 25 bininin öldüğü, 70 bininin sakat kaldığı Sovyetler Birliği dağılmadan önce elimize ulaşan tek resmi bilgi. Bazı bağımsız kaynaklar ise ölü sayısının toplam 60 bin ve sakat kalanların ise 165 bin olduğunu söylüyor. Tasfiyecilerin bir kısmı hala Çernobil kazasının sonuçlarına katlanmak zorunda olan Ukrayna, Belarus ve Rusya’da yaşıyor. Bir kısmı da, kazadan sonra ölen insan sayısının tam olarak hesaplanamaması için bilerek gönderildikleri eski Sovyetler Birliği’nin değişik ülkelerindeler           ya da çoktan öldüler.
Çernobil Kasabası’nın merkezindeki itfaiye müfrezesinin tam önünde, 4 numaralı reaktördeki patlamaya müdehale eden itfaiyeciler adına dikilen bir anıt var. O anıtta, “Dünyayı kurtarmak için öldüler” yazıyor. 26 Nisan 1986 yılında, sabah bir buçuğa doğru kontrolden çıkan ve patlayan reaktördeki yangını söndürmek için alevlerin içine atlayan bu insanlar için söylenebilecek tek cümle bu olsa gerek. Tam 1800 uçuş yapan helikopterlerin 5 bin tona yakın kum ve kurşunu yangını söndürmek için reaktörün tepesine boşalttığını da söylersek sanırım bu kazanın büyüklüğü hakkında doğru bir fikir vermiş oluruz.
Çernobil’in sonuçları, nükleer santral planlarını etkilediği için saklanıyor
Kazanın ilk anında yaşananlar tam bir trajedi olsa da, içindeki radyasyonun havaya ve toprağa bulaşmasıyla etki ettiği alan ve tehdit ettiği insan sayısı da arttı. İlk olarak 27 Nisan’da, santrale 3 kilometre uzakta olan Pripyat Kasabası’ndaki 45 bin kişi başka bölgelere göç ettirildi. Bugün bilebildiğimiz, toplam 400 bin kadar insanın başka bölgelere göç ettirildiği. Radyoaktif bulutlar, Rusya, Belarus ve Ukrayna’da 7 milyon insanın yaşadığı bir alanı etkiledi. Daha sonra ise hepimizin bildiği gibi rüzgarların etkisiyle neredeyse tüm dünyaya yayıldı. Edirne ve Karadeniz’de yağan yağmurların da etkisiyle toprağa ve suya karıştı. Mayıs başında Edirne derken Karadeniz ve tüm Türkiye bu bulutlardan nasibini aldı.
Geçen yıl Türk Tabipler Birliği ve Hopa Belediyesi’nin yaptığı ortak çalışma gerçekleri gözler önüne serdi. Hopa’da son 3 yılda meydana gelen ölümlerin yüzde 47’sinin nedeni kanser olarak açıklandı. Ama bu rapor da görmezden gelindi aynı, kazanın olduğu yıl çayda bulunan radyasyonun görmezden gelindiği gibi. Zamanın Başbakanı Turgut Özal, “Radyoaktif çay daha lezzetlidir” derken dönemin Sanayi ve Ticaret Bakanı Cahit Aral, “Biraz radyasyon iyidir” gibi halkı rahatlatacak açıklamalar yapıyor, televizyon karşısında çay içiyorlardı. O zaman Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nun başında olan Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre de, çaydaki radyasyonun tehlikeli olmadığını söylüyor, bir yandan da yaptıkları analizlerde yüksek seviyede radyasyon bulan ODTÜ Kimya Bölümü’nden Dr. Olcay Birgül, Dr. İnci Gökmen ve Biyoloji Bölümü’nden Dr. Aykut Kence’nin hazırladığı raporun basına sızmasından dolayı rektör Mehmet Gönlübol’a hiddetli bir mektup yazıyordu. “Çayda Radyoaktivite Ölçümleri” adlı raporda, 1985 tarihli bazı Çay Çiçeği paketlerinde yüksek radyoaktiviteye rastlandığı belirtiliyor, bulunan oranların bildirilen yüzde 3’ten çok daha yüksek olduğu ve yüzde 65’leri bulduğu açıklanıyordu. Bilinen eşik değerleri geçmek için her gün bu çayla demlenmiş 5 bardak “tavşan kanı”na ihtiyacınız vardı. Kaldı ki raporda da belirtildiği gibi radyasyonda eşik değer yoktu ve temel amaç mümkün olan en az radyasyona maruz kalmak olmalıydı. Raporu hazırlayanlar hamile kadınlar ve çocukların daha az çay içmeleriyle başlayan bir dizi öneride bulunuyordu ama sorumluların sesi daha gür çıkıyordu. Zaten bir süre sonra böyle raporlar hazırlamak ve sunmak da kontrol altına alındı; YÖK işbaşındaydı. Radyasyonla ilgili sorularınızı artık malum yetkililere sormak zorundaydınız ama aldığınız yanıtlar pek tatmin edici olmuyordu. Hele de radyasyon düzeyleriyle ilgili rakamları sorarsanız şöyle yanıtlar alabiliyordunuz: “Radyoaktiviteyi bilmeyen halkım rakamı ne yapsın? Çernobil’le ilgili olarak benden başka kimsenin konuşmaması için emir verdim. Ben Osmanlı devlet geleneğinden geliyorum ve bu hiyerarşi anlayışını benimsiyorum”. (Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre, 6 Haziran 1986 TAEK Başkanı)
Greenpeace’in 1996 yılında yayınladığı raporda da açıkça ortaya konduğu gibi radyasyonlu çayı halka içirmenin tek yolu, “temizdir” demek değildi. İlginç yöntemler ortaya çıktı. Örneğin harmanlama tekniği; 1985 yılı çaylarıyla yeni hasat edilmiş çaylar harmanlanıp yeniden paketleniyordu. Sözümona radyasyon seviyesinin düşürüldüğü söylenen bu teknik tam tersine, tüm çayları kirletiyor ve herkese radyasyonlu çay servisi yapıyordu. 30 Aralık 1986’da, 58 bin ton çayın gömülmesi için karar alındı ancak bu karar ancak Ocak 1998 yılında Resmi Gazete’de yayınlandıktan sonra yürürlüğe girdi. Depolarda bekleyen çaylar kaçırıldı. Dere kenarlarında bekletilenler suya, yakılan çaylardan çıkan radyoaktivite havaya karıştı. Yakma seçeneğinden vazgeçildi ancak tüm bu kargaşada 130 bin ton çay tüm Türkiye’ye afiyetle içirildi.
O gün, çaydaki, topraktaki ve havadaki radyasyonu saklamanın tek bir nedeni vardı. Türkiye’ye nükleer santral kurulmak isteniyordu ve nükleer enerjinin maskesini düşüren bu kazanın etkilerinin tam olarak bilinmesi nükleer lobinin işine gelmiyordu. Geçen yıl Hopa’da açıklanan raporun görmezden gelinmesi ve Karadeniz insanıyla adeta alay edercesine, çığ gibi artan kanser vakalarını sigaraya ya da insanların psikolojilerine bağlamanın ardında da aynı neden var. AKP Hükümeti, kolları sıvamış, nükleer lobiye Türkiye’de uygun bir yuva bulmaya çalışıyor. Böylesine büyük ihaleler gündemde olduğu sürece, binlerce insanın önemsiz hayatlarını konu alan raporların tabi ki değeri olmayacak. Çünkü işin ucunda büyük paralar diğer tarafta ise ucuz hayatlar var. 
Nükleer enerji geri mi geliyor?
Amerika’daki Üç Mil Adası ve ardından meydan gelen Çernobil kazası nükleer endüstriye büyük bir darbe vurdu. O güne kadar pek konuşulmayan, atık sorunu, gerekli güvenlik önlemleri alınsa bile sıfıra indirilemeyen büyük risk ve elektrik üretim maliyetleri daha dikkatli incelenmeye başlandı. Bu ince hesapların ardından yeni siparişler iptal edildi ve birçok ülke arka arkaya nükleer santrallerini kapatma kararı aldı. 103 reaktörü olan ABD’de 1978 yılından sonra yeni bir sipariş olmadı. Hatta 1973 yılından sonra alınanlar da tamamlanmadı. Bugün söylenenin aksine, en başta gelişmiş ülkeler nükleer enerjiden vazgeçti. Avusturya tek reaktörü Zwentendorf’u (Siemens yapımı) 1978 yılında hiç çalıştırmadan kapattı. Bugün Avusturya elektriğinin % 70’ten fazlasını yenilenebilir enerjiden sağlıyor. Hiç nükleer santral kurmayan Norveç’te bu oran daha da yukarıda. İtalya, 4 reaktörünü de kapattı. İsveç’te referandum sonuçları uygulanmaya başlandı. 1999’da Barseback I, Haziran 2005’te ise Barseback II kapatıldı. 
11 Mayıs 2005’te, Almanya’da Obrigheim(357MW) reaktörü kapatıldı ve nükleer enerjiden vazgeçme yönünde alınan karar uygulanmaya başlandı. Bu reaktörü Stade(672MW) izledi. Bir sonraki durak ise bu yıl kapatılacak olan Biblis A(1225MW) reaktörü. İspanya 30 Nisan’da Jose Cabrera santralini kapatarak çalışır reaktör sayısını 8’e indirdi. 7 nükleer santrali olan Belçika, santrallerini en fazla 40 yaşlarına kadar çalıştırmayı ve daha sonra kapatmayı kabul etti. 2025 yılında Belçika’da nükleer santral kalmayacak. İngiltere’de ise şu andaki durumda bir değişiklik olmazsa aynı tarihte sadece 1 santral çalışıyor olacak. Halihazırda 1 adet reaktörü olan Hollanda’da yeni reaktör yapmama kararı aldı. Avrupa’da 1989 yılında 172 olan reaktör sayısı şu anda 145’e düşmüş durumda. Tüm bu kararlar, küresel ısınma yüzünden kömür ve doğalgaz santrallarından da kurtulmaya çalışan bu ülkelerde hala değişmedi. Zaten, yaşlanan reaktörlerin yenilerinin yapılması yönünde bir karar alınsa bile nükleer enerjinin düşüşü engellenecek gibi gözükmüyor. Nükleer santraller ilk yatırım maliyetlerinin pahalı olması, en erken 8-10 yılda inşa edilmeleri, nükleer atık sorunun halledilememiş olması nedeniyle enerji sektörü tarafından çok sevilen bir seçenek değil. Buna, inşaat sırasında çıkan gecikmeler, kamuoyu baskısı ve rüzgar, güneş, biyokütle ve küçük hidro gibi yenilenebilir enerjilerin önelemez yükselişi de eklenince nükleer lobi gözünü bu hesapların daha fazla kapalı kapılar ardında yapıldığı Türkiye gibi ülkelere dikiyor. Yapılan tüm bu propagandaya rağmen ükleer enerjinin çaresizliğini en iyi, Uluslarararası Enerji Ajansı’nın, Dünya Durum Raporu 2006’daki tahmini özetliyor. Elektrik enerjisi üretiminde nükleerin %16 olan bugünkü payı 2030’da %10’a gerilerken, hidroelektrik hariç tutulmasına rağmen yenilenebilir enerjinin %2 olan payı, %7’ye çıkıyor. Nükleer karşıtlarına inanmayanlar bakalım UEA’ına inanacaklar mı?


Nükleer enerji ucuz mu?
Çoğu kez unutulan bir gerçek nükleer enerji santrallerinin radyoaktif atıkları saymazsak ürettiği tek şeyin “elektrik enerjisi” olduğu. Nükleer santrali olan bir ülkenin aya gideceği masallarıyla nükleer mühendis yetiştirildiği ülkemizde, bu da pek konuşulmayan acı bir gerçek. Nükleer santrallar da aynı, hidroelektrik, doğalgaz, kömür ve rüzgar santralleri gibi elektrik üretiyor. Bu nedenle de atlanılan önemli nokta nükleer santrallerin diğerlerine göre ne kadar ucuza ya da pahalıya elektrik ürettiği.
Bugün, bir kömür santrali ya da doğalgaz santralinde üretilen 1 kilovatsaat elektriğin kaça malolduğu, yakıtın fiyatına, işletme giderlerine, santralin verimliliğine ve ilk kuruluş maliyetine bağlı olarak değişir. Çevre bilinci gelişmiş bazı ülkelerde bu hesaplara “harici maliyetler” ya da “çevresel/toplumsal maliyetler” de katılır. Bugün çok konuşulan karbon vergileri de aslında bu tür bir hesaplamanın sonucu. Örneğin Yatağan termik santrali yüzünden etrafındaki zeytin ağaçları zarar görmüşse, bu ağaçlardan normal şartlarda elde edilmesi beklenen gelir santralin maliyet hesaplarına eklenir. Böylece gerçek maliyetler hesaba katılmış olur. Kyoto Protokolü’nün iklim değişikliği için önerdiği mekanizmalardan biri olan “Emisyon Ticareti” de benzer bir mantıkla çalışır. Bu maliyetlerin hesabı nükleer santrallerde gerçekten çok zor. Nükleer sızıntı ya da kazanın getireceği toplumsal maliyetlerin hesaplanamayacak kadar büyük olması, santrallerden çıkan ve binlerce yıl radyoaktif kalan atıkların ekonomik külfetinin nasıl hesaplanacağının bilinmemesi ekonomistleri oldukça zorlayan konular. Tüm bu belirsizlikler nükleer santrallerin maliyetlerini hesaplamayı zorlaştırsa da, daha kolay hesaplanabilir verilerle yapılan araştırmalar bile nükleer enerjiye neden eskisi kadar sıcak bakılmadığını ortaya koymaya yetiyor. 



2003 yılında Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nün (MIT) “Nükleer Enerjinin Geleceği” raporu aslında nükleer enerjinin hangi koşullarda diğer kaynaklarla başedebileceğini araştırmak için yapılmış bir anlamda “taraf” bir çalışma. Nükleer santraller için ilk yatırım maliyetlerinin 1 kilovatlık kurulu güç için 2000 dolara düşmesi ve işletme-bakım giderlerinin üretilen her kilovatsaat için 1,5 sent olması durumunda ortalama maliyetin ne olacağı araştırılmış. Burada unutulmaması gereken, Finlandiya’da kurulan reaktöre verilen ve damping yapıldığı gerekçesiyle AB içinde mahkemelik olan santralin bile ilk yatırım maliyetinin 1 kilovat için 2310 dolar olduğu ve bu rakamın da, daha inşaatın 18 ayında yaşanan aksilik sonucunda şimdiden 3000 doları bulduğudur. Tüm dünyaya en modern nükleer reaktör olarak lanse edilen bu modelin inşaasının şimdiden 18 ay geciktiğini de belirtmek lazım. Yine, bilinen en ucuz işletme ve bakım giderlerinin de çalışmadaki iyimser rakamın üsütünde, 2 sent civarında olduğunu da anımsamakta fayda var. Bu hesaplamada biraz önce bahsettiğimiz çevresel maliyetler yer almazken, atıklar ve sökümle ilgili maliyetler de hesap dışı bırakılmış. Nükleerle karşılaştırılan doğalgazın ise fiyat artışı gözönüne alınmış. İşte tüm bu nükleerin lehine yapılan tahminlere rağmen, nükleer santraller 25 ve 40 yıl çalıştıkları varsayılan iki senaryoda da kömür ve doğalgaz (yüksek fiyat senaryosu bizim ödediğimiz miktara yakın) santrallerinden pahalıya elektrik üretiyor.


25 yıl
40 yıl
Nükleer santral
7,9 sent
7,5
Kömür santrali
4,8
4,6
Doğalgaz santrali
5,5
5,7
Future of Nuclear Power, MIT

Nükleer enerji oldukça uzun deneyimleri olan ülkelere baktığınızda bu ekonomik tablonun ne kadar doğru olduğunu görebilirsiniz. Bugün örnek gösterilen Fransa’nın elektrik şirketi EDF’in nükleer santral kaynaklı borcu 30 milyar doları aşmıştır. Bir devlet politikası olarak 1973’teki petrol krizinden sonra benimsenen nükleer enerji politikası sonucu Fransa bugün bir Türkiye kadar, 40 bin MW’lık fazla güce sahiptir. Diğer ülkelere maliyetine elektrik satarak zararını kapamaya çalışan Fransa’da bazı nükleer santraller hafta sonları kapatılıyor. Çünkü elektrik ihraç edilen komşu ülkelerin sanayi tesisleri hafta sonu elektrik talep etmiyor! Bugün 59 nükleer santrali olan Fransa ile 17 santrali olan Almanya’da elektrik fiyatları aynı seviyelerde seyretmektedir ama Türkiye’de açıklama yapan kimi yetkililer hala 2 sent’e elektrik üretildiğini iddia ettikleri nükleer santralleri hayata geçirmeye çalışmakta. Eğer Türkiye bundan sonraki enerji politikalarını nükleere dayandırma niyetindeyse, doğalgazdan sonra ikinci bir krizin de nükleer enerji yüzünden yaşanacağı açık. Kanada’da son 50 yılda nükleer endüstriye verilen sübvansiyonların miktarı 17,5 milyar doları bulmuş[1]. Türkiye’de herkes pahalı elektrikten yakınır ama bir yandan da nükleer enerji gibi ülkeleri finansal bataklığa sürükleyen seçeneklere sübvansiyon verilmesi söz konusu olmasına rağmen sesini çıkarmaz.

Yenilenebilir enerji kaynakları ve enerji verimliliği
Bugün bahsi geçen yenilenebilir enerji kaynakları içinde rüzgar enerjisinin kilovatsaat maliyetleri 4-6, hidroelektriğin 3-7, jeotermalin 4-7, biyokütlenin ise 5-12 sent arasında[2]. Bu maliyetler ülkeden ülkeye görede değişmekte. İşçiliğin ucuz olduğu ya da rüzgarın Türkiye gibi kuvvetli ve düzenli olduğu ülkelerde maliyetler daha da aşağıya iniyor. Bozcaada rüzgar santrali yüzde 40’lara varan kapasite faktörüyle Almanya ortalaması olan yüzde 20’lerin çok daha üstünde bir verimliliğe sahip. Bugün Almanya’da 20 bin MW’ın üstünde rüzgar kurulu gücü varken Türkiye’de bu rakam 50 MW’a ancak gelebildi. Yenilenebilir enerji kaynakları, enerjinin startejik araçlardan biri olarak benimsendiği günümüzde, gerek teknolojisi gerek yakıta ihtiyaç duymayışıyla dışa bağımlı kaynaklara göre önemli avantajlara sahip. Bir başka avantaj ise istihdam yaratması. Bugün sadece Almanya’da yenilenebilir enerji kaynaklarında çalışan insan sayısı 220 binlere yaklaştı.
Almanya'da hali hazırda 20 bin 622, İspanya'da 11 bin 615, ABD’de 11 bin 603, Danimarka'da 3 bin 136 ve Portekiz, İtalya ve İngiltere’de 2 bin MW civarında kurulu güçler var. Almanya tek başına Türkiye'nin tüm enerji santrallerinin sahip olduğu kurulu gücünün yarısına yakın rüzgar gücüne sahip. Türkiye'de 2020 yılına kadar kurulması gerekli denilen 2-3 nükleer santralin sağlayacağı elektrik enerjisini rüzar enerjisinden daha ucuza ve çok daha kısa bir sürede sağlamak mümkün. Almanya’da 2006 yılında eklenen rüzgar kurulu gücü 2 bin 233 MW. Nükleer enerji için bu, hayal bile edilemeyecek bir hız ve eğer acil enerji yatırımlarıyla korkutulan halka ciddi ve hızlı bir çözüm önermek istiyorsanız bunun adı nükleer değil rüzgar olmalı.
Bugün gerek “iklim değişikliği”nin önüne geçmek gerekse temiz bir çevrede yaşayabilmek için yenilenebilir enerji kaynaklarına geçmek, daha az tüketmek ve enerji verimliliğini ciddiye almak çok önemli. Türkiye enerji savurganı bir ülkedir. Resmi rakamlar , kayıp kaçak oranının %20 civarında olduğunu gösteriyor. OECD ortalaması ise sadece %7'dir. Türkiye bir güneş ülkesi olmasına rağmen gerek yalıtım, gerek plansız yapılaşma ve yanlış yapı malzemelerinin kullanılması yüzünden, Türkiye'de bir evin ısınması için Almanya'dan 6 kat fazla enerji harcanıyor. Beş kat az enerji harcayan ve 10 yıl daha uzun ömürlü olan verimli ampullerin kullanımı için bile bir kampanya veya teşvik yok. Halbuki Türkiye'nin en büyük ve bağımsız enerji kaynağı, enerji verimliliği ve tasarrufu için yapacağı çalışmalar olmalı. Bugün Gayri Safi Milli Hasıla’da 1000 Avro yaratmak için Türkiye 450 kilogram civarı petrol harcamak zorunda. Almanya aynı katkıyı 158 kilo eşdeğeri petrol, enerji savurganı ABD bile 313 kilogram ile sağlayabilmektedir. Üstelik tüm dünyada “enerji yoğunluğu” dediğimiz bu kavram giderek aşağıya çekilirken Türkiye neredeyse yerinde saymış ama pahalı petrol ve doğalgaz fiyatlarından yakınmayı sürdürmüştür. Öyle ki, yürürlükte olan yenilenebilir enerji yasasını BP, Shell ve Amerikan Enerji Ajansı’nın görüşünü alarak[3] aylarca bekleten Ali Babacan bile bugün cari açığın büyümesinde pahalı petrol fiyatlarının etkili olduğundan yakınmaktadır.

Nükleer atık sorunu çözüldü mü?
Nükleer santrallerin başımıza açtığı tüm sorunlar ne yazık ki maliyet hesaplamalarıyla açıklanacak kadar basit değil. Nükleer atıkların, özellikle de yüksek seviyeli radyoaktif atıkların yarattığı sorun, matematik ve ekonomi bilimlerinin sınırlarını zorlar. Prof. Dr. Hayrettin Kılıç, bu sorunu gayet iyi özetlemiştir. “Bir nükleer reaktör normal operasyonlar sırasında bile atmosfere ve kuruldukları yerlerdeki nehir, göl ve denizlere, düzenli olarak radyoaktif gazlar ve radyoaktif izotopları içeren soğutma sularını deşarj etmektedir. Buna ek olarak kullanılmış nükleer yakıt çubuklarının yeniden ayrıştırma tesislerine gitmeden, santral civarındaki havuzlarda soğutulması gerekmektedir. Bu tonlarca kullanılmış yakıt çubukları, bozunma ömürleri yüzbinlerce yıl olan, binlerce yeni radyoaktif izatop ihtiva eder.” TAEK’in web sayfasında 2 yıl öncesine kadar yer alan şu bilgi de nükleer atık sorununun ciddiyeti hakkında bizlere bilgi vermektedir. Ortalama 1000 MW gücündeki bir reaktör bir yılda 30 ton yüksek düzeyde, 300 ton orta ve 450 ton düşük düzeyde atık üretir.
Nükleer atık denildiğinde hep nükleer santrallerden çıkan atıktan bahsederiz ama aslında uranyum madenciliğinden başlayan tüm nükleer yakıt zinciri içinde radyoaktif atıklar üretilir ve birçoğu binlerce yıl boyunca tehlike yaratacak radyoaktif bir tarihi gelecek kuşaklara bırakırlar. Nükleer reaktörlerde ise yüksek radyoaktivite içeren atıkların düzenli bir şekilde reaktörlerden alınması gerekir ve bu kullanılmış yakıt çoğu santrallerde su dolu havuzlarda soğutmaya alınır. Bağımsız uzmanlara göre, kullanılmış yakıt miktarı 2010’a gelindiğinde 322 bin tonu bulacaktır. 50 yıllık nükleer macera boyunca değişik öneriler konuşulup durulsa da, hala nükleer atıkları doğadan tamamiyle izole edilecek bir yöntem bulunabilmiş değildir. Yeraltındaki depolara gömeriz diyenler, atıkların gömülmüş olduğu bir tek son depolama alanı gösteremezler. İçlerinde Plütonyum-239 gibi tam 240 bin yıl radyoaktif kalan atıkların oraya buraya atılabileceğine hangi 5 yıllık hükümetin karar vereceği de ciddi bir politik sorundur.

Çernobil son nükleer kaza mıydı?
9 Ağustos 2004’te, Mihama Nükleer Santral’inde meydana gelen kazayı, BBC, Japonya’nın tarihinde yaşadığı en büyük nükleer kaza olarak duyurdu. Mihama nükleer santralinin bir türbininden sızan 200 derecedeki buhar, 5 kişinin ölümüne, 18 kişinin yaralanmasına yol açtı. En üst düzeyde güvenlik önlemlerinin alındığı söylenen bir nükleer santralde, korozyon ve kontrol yetersizliği gibi basit nedenlerden dolayı böyle kazalar yaşanması insanları ürkütüyor. Bu kaza, nükleer enerji konusunda örnek gösterilen Japonya’nın yaşadığı tek macera da değil. Japonya’nın bundan önce yaşadığı ve o zamana kadar en tehlikleli nükleer kaza olarak bilinen Tokaimura kazasında (29 Eylül 1999), radyasyon sızıntısı olmuş ve ölçülen radyasyon düzeyinin normal seviyeden 15 bin kat fazla olduğu ortaya çıkmıştı. Reaktörde çalışan 400’den fazla insanın radyasyona maruz kalmasının yanı sıra, reaktörün etrafında yaşayan binlerce insan, yetkililer tarafından evlerinden çıkmamaları için uyarıldı. Herhangi bir yağış halnde elbiselerin hemen yıkanması söylendi. Aralık 21’de de bu kazanın ilk kurbanı 35 yaşındaki Hisashi Ouchi hayatını kaybetti. Japonya’daki kazalar da gösteriyor ki, güvenli nükleer santral diye bir şey yok. Nükleer santraller “tıkır tıkır” çalışan teknoloji örnekleri değiller. Alınan risk, trafik kazalarıyla karşılaştırılamayacak derecede yüksek ve bu risk, sadece eski reaktörlerde değil en modern teknolojilerin kullanıldığı, örneklerde bile mevcut. Uzay mekiklerinin başına gelenler bize risk faktörünün, yüksek teknoloji kullanılarak sıfırlanamayacağının en büyük kanıtı. Riskin yüzde kaç olduğu değil aldığınız riskin büyüklüğü önemli. Bugün hiçbir sigorta şirketi bir nükleer facianin sonuçlarını sigortalamaya işte bu yüzden yanaşmıyor.

Japonya’daki diğer kazalardan örnekler
Nisan 1998
Tokyo Elektrik Firması’na ait reaktör, soğutma pompasının bozulması sonucunda kapatıldı.
Temmuz 1997
Tokyo Elektrik Firması’na ait bir başka reaktörde radyasyon sızıntısı
Kasım 1997
Tokyo yakınlarındaki uranyum zenginleştirme labaratuvarında yangın çıktı.
Ağustos 1997
Tokaimura santralinde, 2000 çelik varil içinde bekletilen atıklarda sızıntı meydana geldi.
Mart 1997
Tsuruga reaktöründe çalışan 35 işçi radyasyona maruz kaldı.
Aralık 1995
Tsuruga’da soğutma sisteminden kaynaklanan sızıntı yüzünden santral bir yıl kapatılmak zorunda kaldı.
Kaynak: BBC

Kazalar halktan gizleniyor!
Nükleer kazalar Japonya ile sınırlı değil. Çernobil kazasının 2 gün boyunca dünyadan saklanmaya çalışıldığı gibi dünyanın hemen hemen her ülkesinde bu kazalar halktan gizleniyor. En güncel örneği 18 Nisan 2007 yılında TASAM tarafından “Stratejik Rapor No:18” adı verilen belgenin 25. sayfasında yazılı. Uzun yıllar Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nda çalıştığı belirtilen Önder Öner’le Prof. Vural Altın arasında geçen konuşma metne aynen şöyle aktarılmış: Ya, Önder Bey; bu Koreliler reaktörlerini A’dan Z’ye kendileri yapıyor.Sanki işi Japonya’dan bile iyi götürüyorlar. Çünkü orada ikide birde kazalar, sızıntılar filan oluyor. Hatta ölümler de oldu. Bu nasıl iş? Bir an durup düşündükten sonra, “Japonlar daha açık bir toplum dedi; “Bu konuda daha hassaslar, Hiroşima ve Nagazaki nedeniyle. Koreliler bazı şeyleri daha iyi gizliyor...” Bu tüyler ürpertici konuşma yıllardır Çernobil konusunda yaşadığımız gizemin nedenini de gayet iyi açıklıyor. Çernobil’in 21. yıldönümünde yapılan bu itiraf kulaktan kulağa yayılacak cinsten. Yayılmalı ki, nükleer kazaların halk sağlığı hiçe sayılarak gizlendiği gerçeğini bilmeyen kalmasın.




[1] Financial Meltdown, Federal Nuclear Subsidies to AECL, November 2000
[2] Renewable Energy Global Status Report 2005 – Worldwatch Institute
[3] 18 Ekim 2004, Dünya Gazetesi

***
“Radyasyondan Korunmanın En İyi Yolu Kaçmaktır”
28 Nisan 1986’da kazanın duyulmasıyla kendini Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği sınırları dışına atanlardan biri olan Catriona Munro, kaza olduğunda Minsk’te bir bir öğrenci pansiyonunun çatısında güneşleniyordu. Haberi, BBC Dünya Servisi’nden duydu. İngiliz Havayolları kendisini Londra’ya getirmeden önce, Moskova’daki bir klinikte bazı testlerden geçmesi istendi. Gayger cihazıyla ölçümler yapıldı; kan testi, kilosu ve boyu ölçüldü. Londra’da kendisini fotoğraf makinalarıyla gazeteciler ve ellerinde gayger cihazlarıyla Ulusal Radyoloji Kurulu üyeleri karşıladı. Munro, radyasyondan korunmanın en iyi yolunun kaçmak olduğunu öğrendiğini söylüyor. Orada yaşayanlar için durumun daha acı olduğuna da değinen Munro, geride bıraktığı dostlarından birinden aldığı mesajı anlatıyor BBC’ye; “Sizin gidişinize gülmüştük ama şimdi benim çocuklarım devamlı hasta. Ormandan topladığımız mantarları yiyemiyor, gölde de yüzemiyoruz”.
Kaynak: BBC

Çernobil’deki yasak alan
Kazadan 21 yıl geçmiş olmasına rağmen santralin etrafını çevreleyen 30 kilometrelik alana girmek hala izinlere bağlı. İzin alabilirseniz, bu alanda rehber eşliğinde dolaşabiliyorsunuz, toprağa ve binalar değmemeniz öğütleniyor. Radyasyon uyarı levhalarıyla çevrili bu alandan çıkarken hem araçların hem de tek tek tüm insanların vücutlarındaki radyasyon seviyesi ölçülüyor.
Yüksek dozda radyasyon varsa, ölçüm yapan aletin sağ tarafındaki kapı açılmıyor ve siz alan içinde kalıyorsunuz. Yeşil ışık yandığında ise kapı açılıyor. Gözle görülemeyen sinsi düşman radyasyonu görmenin birkaç yolu da bu dedektörler. Bugün başta Belarus olmak üzere birçok ülkede kirlilik devam ediyor. Belarus’un yüzde 22’si 1986’da kirlenmişti ve bu oran şu anda sadece yüzde 21’e gerileyebildi. 
“Çernobil insanların kobay olarak kullanıldığı bir labaratuvara beziyor”
Eğer buradaki tüm farklı tıp enstitülerini gezerseniz hepsi size hastalıkların sayısında bir artış gördüklerini söyleyecektir. Neden böyle bir artış var? Dilediğiniz tahmini yapabilirsiniz. Çernobil, Ukrayna’da insanların kobay olarak kullanıldığı büyük bir labaratuvara benziyor. ...Çernobil’den önce çocukların kanser olması akla gelmez bir şeydi. Yılda en fazla 2 ya da 3 vakaya rastlıyorduk. 1989’da 7 vakaya rastladık. 1991’de 21 oldu. 1992-94 arasında 41 civarındaydı. Daha sonra 48, 50 42 vaka şeklinde yükseldi.
İgor Komisarenko
Komisarenko Endokronoloji ve Metabolizma Enstitisü Direktörü


“Çocuklarımız temiz süt içebilmeli”
Kırsalda yaşıyorsan neye ihtiyaç duyarsın? Arazi, su ve yol; sonrası mutlu bir hayat! Köyümüzde, gazın bitiği için şikayet etmezsin. Burada güzel bir toprağın varsa patatesini eker, temiz samanını biçersin. Çocuklarımız temiz süt içebilmeli. Şu an radyoaktiviteyle kirlenmiş durumda. Çernobil olmasaydı topraklarımız temiz olacak, burada yaşayanlar için hayat daha kolay olacaktı.
Danilo Vyzhichanin
Yelno Köyü Muhtarı

“Hükümet yaşamımıza son noktayı koydu”
“Sovyetler Birliği’nde insan yaşamının değeri yoktu. Orta yaşta, halihazırda ailesi ve çocukları olan insanları çağırmalıydılar. Benim gibi gençleri Çernobil’e göndermemeliydiler. Hükümet yaşamımıza son noktayı koydu. Geleceğimizi yok etti”. Sergey, Çernobil kazası sırasında Ermenistan’da askerdi. Kazadan sonra temizlik çalışmalarında görevlendirildi ve reaktöre 18 km. uzakta bir okulda kaldı. Her gün tasfiyecileri taşıyan aracı kullanıyordu. Şimdi her ay burun kanamaları ve şiddetli baş ağrıları çekiyor. 1989 yılında vücudunun sağ yanındaki kan damarlarının daha küçük olduğu ortaya çıktı. Riga’daki doktoru Çernobil’deki tasfiyecilerin yaşıtlarına göre 10-15 yıl yaşlandığını söylüyor.
Sergey Volkovs
Çernobil’deki tasfiyecilerden. Şimdi Latviya’da yaşıyor.
“Artık yeter, başka Kazımlar ölmesin”
Kazım Koyuncu 25 Haziran 2005’te aramızdan ayrıldığında sadece 33 yaşındaydı. Çernobil kazası olduğunda ise sadece 14 yaşındaydı. "Neredeyse her ailede bir kanser vakası var ve bu tesadüf değil" diyor ve ekliyordu: "Eğer bu insanlar karşımızda çay içeceklerine erken teşhis için birtakım çalışmalar yapsalardı, sonuç daha farklı olurdu. Şimdi bunlar cinayet değil mi? Buna karşı önlem almamak o çok korktukları terörden daha kötü değil mi?" 33 yıla sığdırdığı kocaman bir müzik öyküsü ve Lazca müziğe yaptıkları unutulacak gibi değil. Trabzonspor’a olan aşkı da. Kazım Koyuncu’nun unutulmayacağını, 2005 yılında Hopa’daki cenaze töreninde herkes gördü. O Hopa ki, 2006 yılında Türk Tabipler Birliği ve Hopa Belediyesi’nin yaptığı araştırmaya göre kanserden adeta kan ağlıyordu. Yapılan araştırma sonucu Hopa’da son 3 yılda meydana gelen ölümlerin yüzde 47,9’unun kanser kaynaklı olduğu ortaya çıktı. Hopa Belediye Başkanı Yılmaz Topaloğlu, “Türk Tabipler Birliği ile ortak yürüttüğümüz bir çalışmada ilçede toplam bin 939 evde yedi bin 831 kişiyle konuşuldu. Son üç yılda hayatını kaybedenlerin sayısının 96 olduğu ve bunların yüzde 48’inin sebebinin kanser olduğu belirlendi. Afyonkarahisar’a bağlı Çobanlar ilçesinde son 5 yılda kanserden ölenlerin sayısı 26 iken, Hopa’da son üç yılda 46 olarak gözüküyor” açıklamasını yapıyordu.