En hızlıları İsmail'di. Bu sabah onları yakalamaya gelen belediye görevlilerinden istese kaçabilirdi. Onların önüne geçerek Zeynep’in kaçmasını sağladı ve kendini feda etti.
Özgür Gürbüz-BirGün/30 Eylül 2012
İsmail’i
arkası kapalı kamyonete attılar, üstüne de kapıyı kapattılar. İnce tel
örgüyle kapatılmış camdan dışarıya bakarak uzun sure bağırdı ama sesini
duyuramadı. Yanındakiler kamyonetin kasasında bir o tarafa bir bu tarafa
savrulmaktan yorulmuş, baygın yatıyorlardı. Çıkardıkları sesler
bağırmaktan çok inlemeye benziyordu.
Zeynep
şanslıydı ama şansına sevinemedi. Onu bugün de yakalayamadılar fakat en
yakın arkadaşı İsmail’i belki de bir daha hiç göremeyecek. Daha dün
gece, İsmail'le İstanbul’un tüm sokaklarını dolaşmışlardı. Kokoreççi
yine cömert davranmış, gece üçten sonra yeni müşteri gelmeyeceğini
düşünerek kalan kokoreçleri onlara vermişti. İki dakikada yediler
hepsini. Hiç sevmedikleri baharata bile alışmışlardı. Gece sokaklarda
yatmaya, yağmurda ıslanmaya, sabah uyurlarken birdenbire karınlarına
tekme yemeye. Her şeye alışmışlardı. Sevgisiz insanlara, aç dolaşmaya,
yazları susuz kalmaya. Dün gece deniz kenarına gidip Boğaz’ı
seyretmişlerdi. Gece boşalan dar sokaklarda koşturmuşlardı. En hızlıları
İsmail'di. Bu sabah onları yakalamaya gelen belediye görevlilerinden
istese kaçabilirdi. Onların önüne geçerek Zeynep’in kaçmasını sağladı ve
kendini feda etti. Şimdi İsmail’i bir ormana götürecekler. Önce
kısırlaştıracaklar sonra da orada bırakacaklar.
5199
sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nda değişiklik öneren tasarı Meclis’ten
geçerse, geceleri insanların sokaklardan çekilmesiyle bir nebze olsun
huzur bulan hayvanların bu şansı da kalmayacak. Hepsi toplatılacak ve
yer varsa barınaklara yoksa bir dağ başına bırakılacak. Bu tehlikeyle
karşı karşıya kalan hayvanların adları benim öykümde Arsız ya da Biber
değil; İsmail ve Zeynep. Daha kolay empati kurabilesiniz diye. Bu
dünyada yaşama hakkının sadece insanlara ait olmadığını düşünenler bugün (30 Eylül 2012) saat 14:00’te meydanlara çıkıyor. İstanbul'da adres Taksim. Umarım siz
de orada olursunuz.
SORUNUMUZ HAYVANLAR DEĞİL İNSANLAR
Açık
konuşalım. Sokaktaki hayvanların insanların hayatını tehdit eden
canlılar olduğunu ve bir an önce ortadan kaldırılmaları gerektiğini
düşünüyorsanız bence sizin aklınızdan zorunuz var. Umut Vakfı’nın 2007
yılında elde ettiği resmi verilere göre Türkiye’de tam 2 milyon 500 bin
adet ruhsatlı silah var. Vakıf, ateşli silahlarla işlenen suçların yüzde
85’inin ruhsatsız silahlarla işlendiğini buradan yola çıkılırsa
Türkiye’de 17 milyon adet de ruhsatsız silah olduğunu tahmin ediyor.
Toplamda 20 milyon adet silahtan bahsediyoruz. Her silahlı kişinin bir
silahı olsa, beşimizden biri silahlı demektir. Sizce sokakta dolaşan
köpekler ve kediler mi daha tehlikeli yoksa 20 milyon silahlı insan mı?
Tuttuğu takım gol atınca silahına sarılan o insanlar mı sizi daha çok
korkutuyor yoksa üstlerine yürümedikçe, gözlerinin içine korkuyla
bakmadıkça size dokunmadan yanınızdan geçip giden köpekler mi? Hangisi
sizi ve sevdiklerinizi bir anda öldürebilir? Gazetelerde ve
televizyonlardaki haberleri aklınıza getirin. Her gün trafikte, okulda,
kahvede silahına sarılıp birilerini kurşunlayanları düşünün. Onlar kedi
mi, köpek mi yoksa insan mı? Hangi hayvan türü daha tehlikeli? Eli
silahlı insanları toplayıp kulaklarından fişleseniz millet belki biraz
rahatlar. Gazetelerde, “Fındık kendisini terk eden karısını kurşun yağmuruna tuttu” başlıklı bir haber okudunuz mu hiç? “15 yaşındaki A. Ş.’ye silah zoruyla tecavüz eden Mırmır suçunu itiraf etti” dendiğini gördünüz mü? Cinnet geçiren Karabaş ailesini çocukları önünde kurşunlasaydı emin olun insanlar tüm köpekleri meydanlara yığıp yakarlardı.
Bir anket yapsalar, çocuklarımızın oynadığı sokaklarda eli silahlı
insanların dolaşmasına izin verip, masum hayvanları dağ başına bırakmalı
diyen milletvekillerinin toplatılıp dağ başına bırakılmaları yönünde
fikir beyan ederdim. Mümkünse kısırlaştırılmadan; o kadar vicdansız
değilim. Şansıma kimse böyle anketler yapmıyor da hâlâ hayattayım.
Vekillerin çoğunun zaten silahı var, zabıtaya falan bırakmaz vururlar
beni. Sahi, milletvekilinin silahı olur mu? Fikirlerini savunmaya insan
silahla mı gider?
Orman
Bakanlığı sakın Avrupa'yı örnek göstermesin. Batı, hayvan hakları
konusunda sıkıntılı. Hayvanları birer süs oyuncağı yapıp onları yaşam
alanlarından almış, evlerin içine hapsetmişler. Bizim aynı hatayı tekrar
etmemiz gerekmiyor. Bireysel silahlanmanın önüne geçme konusunda ise
bizden iyi durumda çok ülke var. İngiltere’de bırakın sivilleri, belinde
silah taşıyan polis görmek bile zor. Çin’de sivillerin silah sahibi
olması yasak. Bu yüzden de silahlı suç oranı ülkenin büyüklüğü ve
nüfusuna rağmen çok düşük. Son
sözüm Ankara’ya. Hayvanların nasıl “bertaraf” edileceğini
düşüneceğinize, düğünde, trafikte, sokakta insanları öldüren şu
insanları nasıl silahsızlandıracağız diye düşünseniz daha iyi olmaz mı?
Özgür Gürbüz tarafından kaleme alınan makale, analiz ve haberlere bu adresten ulaşabilirsiniz. Yazıları başka bir yerde yayımlamak için izin almalısınız. E-posta: ozgurgurbuzblog(at)gmail.com
Ve AKP Tanrı'yı yarattı
Bu yeni tanrının kudretini, gücünü kaybetmeden yaşayabilmesi için
işçilerin ölmesi, tanrıya kurban edilmesi gerek. Büyüme tanrısını mutlu
etmek için her gün verdiğimiz kurbanlardan biri insan yaşamı, diğeri
doğa.
Özgür Gürbüz-BirGün/23 Eylül 2012
Şubat, Yağmur’un gözlerinin içine bakmış, yönetmenin istediği, binlerce dizi izleyicisini birkaç saat daha uyutacak o müthiş bakışı yakalamıştı. Belki de tam o sırada oldu trafik kazası. TRT’de yayınlanan Şubat dizisinin sahnesini kuran altı set işçisi o günkü işlerini bitirmiş İstanbul'dan İzmit’e dönüyorlardı. Onları taşıyan minibüs yolda bir kamyona çarptı. Üç set işçisi, Ertaç Sevim, Ömer ve Abdullah Pektaş hayatını kaybetti. Bu kaza senaryoda yoktu. Dizinin bir sonraki bölümünde veya haberlerde de gösterilmeyecekti. Kaç saat ya da kaç gün uykusuz çalıştıklarını kimsenin bilmesi gerekmiyordu. O gün bayramın ikinci günüydü. Sahi, devletin “resmi” kanalı için “resmi” tatil değil miydi o gün? Ya sigortaları var mıydı? Kimin umurunda; birkaç saatliğine beynimizi uyuşturan sonu gelmez diziler uğruna uykusuz, sevdasız kalan ve sonunda cansız yere düşen bedenlerden bahsediyoruz.
Ertaç, Ömer ve Abdullah, Ağustos ayında ölen 71 işçiden üçü. Adlarını tahminen hiç öğrenemeyeceğim 18 işçi ise geçen ay memleketin dört bir yanına dağılmış tarlalarında can verdi. Kimi pamuk topluyordu, kimi fındık. Mevsimlik işçiler ömürlerini yaz mevsiminin kavurucu rüzgarlarına bırakıp göçtüler bu dünyadan.
Tarlalardaki işçilerin ölümünden kaçımızın haberi oldu; bilmiyorum. Giydiğimiz pamuklu kumaşın ya da yediğimiz çikolatanın bedelini onlar ödüyor. Muğla’da orman yangınını söndürmeye çalışırken ölen beş işçinin haberi belki daha çok duyuldu. Yine de kimse onların heykelini dikmekten bahsetmedi. Futbolcu Alex ise karşılığında milyonlarca lira kazandığı işinin hakkını verdiği için artık heykeli dikilmiş bir kahraman. Yangını söndürme pahasına ölmeyi değil gol atmayı bilmek lazım bu memlekette.
Ağustos ayında madenlerde çalışan altı işçi can verdi. Enerji sektöründe ise çoğu elektrik çarpmasından dokuz kişi aramızdan ayrıldı. Ağustos ayında toplam 71 işçi öldü. Temmuz’da 110, Haziran’da 59, Mayıs’ta 69, Nisan’da 87. Yazmam lazım. Şubat’ta 42, Ocak’ta 62, Aralık’ta ise 52. 2011’in Kasım ayında slikozis nedeniyle bu defa kot işçileri değil diş teknisyenleri öldü. Belki de böyle apaçık, “öldüler” diye yazmak lazım. Hayatını kaybetti, aramızdan ayrıldı demek yetmiyor. Dört diş teknisyeni birkaç gün arayla öldü. 2011 Kasım’ı da 2012’nin herhangi bir ayından farklı değildi; 57 işçi öldü, 1976’sı ise yaralandı. Hepsi ekmek parası peşinde koşan emekçiler, hepsi iş kazası...
Mayıs ayında Giresun’daki HES inşaatında ölen dört işçiyi hatırlayın. Toprak kayması sonucu hayatını kaybeden işçilerin aileleri kazadan bir süre önce heyelan uyarısı yapıldığını ama firma yetkililerinin önlem almadığını söylemişlerdi. Aynı inşaatta, bu kazadan altı ay önce bir başka işçinin yine toprak kaymasından dolayı öldüğünü yazsam ne değişir bilemiyorum. Teoride insanlar her şeye muktedir. Elektrik çarpmadan yeni iletim hatları döşemeye, kaza yapmadan araç sürmeye, toprak altında kalmadan baraj yapmaya bir engel yok. İş kazalarının sayısının ülkeden ülkeye değişmesi bile buna bir örnek. Bir işçinin çalışırken ölmesi kimi ülkede büyük suç kimilerinde ise “takdir-i ilahi”; yani Tanrı’nın takdiri.
TAKDİR-İ İLAHİ
Evet, bana sorarsanız tüm bu işçi ölümleri takdir-i ilahi. Şaşırdığınızı biliyorum, neden böyle düşündüğümü matematikle açıklayayım. Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu Başkanı Hasan Köktaş geçenlerde bir demeç verdi. Doğu Karadeniz’de HES(hidroelektrik santrali) sayısı 375’i bulabilirmiş. Her biri için Giresun'daki gibi beş işçi feda etsek, hepsi tamamlandığında ölecek işçi sayısı bin 875'i bulur. Şu ana kadar tamamlanan HES sayısı ise 45 taneymiş. Evrensel Gazetesi bugüne kadar HES inşaatlarında ölen işçi sayısının 300’ü bulduğunu yazmıştı (15 Mayıs 2012). Bölün 45’e, sonuç 6, 6. Giresun’da inşaatı süren HES inşaatında ölen işçi sayısından farklı değil. Bu sadece bir rakam değil, bu bir cinayetin matematiksel tarifi; gerçeğin sağlaması. Büyüklüğüne küçüklüğüne aldırmadan, bu ülkenin yetkililerinin her bir HES inşaatı için 5-6 işçiyi gözden çıkardığını söylersek çok da yanlış yapmış olmayız diye düşünüyorum.
Sadece HES mi? AVM inşaatlarında, yol yapımında, tarlalarda, maden ve tersanelerde işçilerin ölümü tesadüf mü? Çok mu şaşırıyoruz ölüm haberi geldiğinde? İşler yavaşlatılsa, kar marjları düşürülse, tüketim çılgınlığının önüne geçilse memlekette bu kadar insan ölmez. Ölmez ama takdir-i ilahi diye bir şey var. Nedir ilahi olan? İlahi olan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yarattığı ve adına “ekonomik büyüme” dediğimiz bu yeni tanrı. Bu yeni tanrının kudretini, gücünü kaybetmeden yaşayabilmesi için işçilerin ölmesi, tanrıya kurban edilmesi gerek. Büyüme tanrısını mutlu etmek için her gün verdiğimiz kurbanlardan biri insan yaşamı, diğeri doğa. Öyle vahşi, doymaz bir tanrı yarattılar ki, onu mutlu etmek için bu ülkenin insanları her gün canlarını, doğası ise ağaçlarını, nehirlerini, suyunu, denizini, ormanını ve temiz havasını kurban ediyor. Karadeniz'e yapılacak 350 HES'in üzerine kurulacağı nehirleri düşünün. Madencilere peşkeş çekilen Kazdağları'nı, çimento fabrikalarına kurban edilen Pazarcık-Narlı Ovası'nı, sanayi atıklarıyla doldurulan Küçü Menderes Nehri'ni, Marmara Denizi'ni, tarihe tanıklık etmiş Allionai'yi ve daha nice kültürel ve doğal mirası kendi elimizle yarattığımız bu tanrıya kurban etmedik mi? Dicle üzerine kurulan Ilısu Barajı bir tanrı gibi Hasankeyf'in canını almayacak mı? Adaklar tükendiğinde adak taşına konacak başın bize ait olacağının farkında değil miyiz?
Hepsinden geçtim, insan eliyle tanrı yaratıp ona adaklar sunmak putperestlik sayılmaz mı?
***
İşçi ölümleriyle ilgili rakamların birçoğu guvenlicalisma.org sitesinden alınmıştır.
Özgür Gürbüz-BirGün/23 Eylül 2012
Foto: www.birgun.net |
Ertaç, Ömer ve Abdullah, Ağustos ayında ölen 71 işçiden üçü. Adlarını tahminen hiç öğrenemeyeceğim 18 işçi ise geçen ay memleketin dört bir yanına dağılmış tarlalarında can verdi. Kimi pamuk topluyordu, kimi fındık. Mevsimlik işçiler ömürlerini yaz mevsiminin kavurucu rüzgarlarına bırakıp göçtüler bu dünyadan.
Tarlalardaki işçilerin ölümünden kaçımızın haberi oldu; bilmiyorum. Giydiğimiz pamuklu kumaşın ya da yediğimiz çikolatanın bedelini onlar ödüyor. Muğla’da orman yangınını söndürmeye çalışırken ölen beş işçinin haberi belki daha çok duyuldu. Yine de kimse onların heykelini dikmekten bahsetmedi. Futbolcu Alex ise karşılığında milyonlarca lira kazandığı işinin hakkını verdiği için artık heykeli dikilmiş bir kahraman. Yangını söndürme pahasına ölmeyi değil gol atmayı bilmek lazım bu memlekette.
Ağustos ayında madenlerde çalışan altı işçi can verdi. Enerji sektöründe ise çoğu elektrik çarpmasından dokuz kişi aramızdan ayrıldı. Ağustos ayında toplam 71 işçi öldü. Temmuz’da 110, Haziran’da 59, Mayıs’ta 69, Nisan’da 87. Yazmam lazım. Şubat’ta 42, Ocak’ta 62, Aralık’ta ise 52. 2011’in Kasım ayında slikozis nedeniyle bu defa kot işçileri değil diş teknisyenleri öldü. Belki de böyle apaçık, “öldüler” diye yazmak lazım. Hayatını kaybetti, aramızdan ayrıldı demek yetmiyor. Dört diş teknisyeni birkaç gün arayla öldü. 2011 Kasım’ı da 2012’nin herhangi bir ayından farklı değildi; 57 işçi öldü, 1976’sı ise yaralandı. Hepsi ekmek parası peşinde koşan emekçiler, hepsi iş kazası...
Mayıs ayında Giresun’daki HES inşaatında ölen dört işçiyi hatırlayın. Toprak kayması sonucu hayatını kaybeden işçilerin aileleri kazadan bir süre önce heyelan uyarısı yapıldığını ama firma yetkililerinin önlem almadığını söylemişlerdi. Aynı inşaatta, bu kazadan altı ay önce bir başka işçinin yine toprak kaymasından dolayı öldüğünü yazsam ne değişir bilemiyorum. Teoride insanlar her şeye muktedir. Elektrik çarpmadan yeni iletim hatları döşemeye, kaza yapmadan araç sürmeye, toprak altında kalmadan baraj yapmaya bir engel yok. İş kazalarının sayısının ülkeden ülkeye değişmesi bile buna bir örnek. Bir işçinin çalışırken ölmesi kimi ülkede büyük suç kimilerinde ise “takdir-i ilahi”; yani Tanrı’nın takdiri.
TAKDİR-İ İLAHİ
Evet, bana sorarsanız tüm bu işçi ölümleri takdir-i ilahi. Şaşırdığınızı biliyorum, neden böyle düşündüğümü matematikle açıklayayım. Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu Başkanı Hasan Köktaş geçenlerde bir demeç verdi. Doğu Karadeniz’de HES(hidroelektrik santrali) sayısı 375’i bulabilirmiş. Her biri için Giresun'daki gibi beş işçi feda etsek, hepsi tamamlandığında ölecek işçi sayısı bin 875'i bulur. Şu ana kadar tamamlanan HES sayısı ise 45 taneymiş. Evrensel Gazetesi bugüne kadar HES inşaatlarında ölen işçi sayısının 300’ü bulduğunu yazmıştı (15 Mayıs 2012). Bölün 45’e, sonuç 6, 6. Giresun’da inşaatı süren HES inşaatında ölen işçi sayısından farklı değil. Bu sadece bir rakam değil, bu bir cinayetin matematiksel tarifi; gerçeğin sağlaması. Büyüklüğüne küçüklüğüne aldırmadan, bu ülkenin yetkililerinin her bir HES inşaatı için 5-6 işçiyi gözden çıkardığını söylersek çok da yanlış yapmış olmayız diye düşünüyorum.
Sadece HES mi? AVM inşaatlarında, yol yapımında, tarlalarda, maden ve tersanelerde işçilerin ölümü tesadüf mü? Çok mu şaşırıyoruz ölüm haberi geldiğinde? İşler yavaşlatılsa, kar marjları düşürülse, tüketim çılgınlığının önüne geçilse memlekette bu kadar insan ölmez. Ölmez ama takdir-i ilahi diye bir şey var. Nedir ilahi olan? İlahi olan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yarattığı ve adına “ekonomik büyüme” dediğimiz bu yeni tanrı. Bu yeni tanrının kudretini, gücünü kaybetmeden yaşayabilmesi için işçilerin ölmesi, tanrıya kurban edilmesi gerek. Büyüme tanrısını mutlu etmek için her gün verdiğimiz kurbanlardan biri insan yaşamı, diğeri doğa. Öyle vahşi, doymaz bir tanrı yarattılar ki, onu mutlu etmek için bu ülkenin insanları her gün canlarını, doğası ise ağaçlarını, nehirlerini, suyunu, denizini, ormanını ve temiz havasını kurban ediyor. Karadeniz'e yapılacak 350 HES'in üzerine kurulacağı nehirleri düşünün. Madencilere peşkeş çekilen Kazdağları'nı, çimento fabrikalarına kurban edilen Pazarcık-Narlı Ovası'nı, sanayi atıklarıyla doldurulan Küçü Menderes Nehri'ni, Marmara Denizi'ni, tarihe tanıklık etmiş Allionai'yi ve daha nice kültürel ve doğal mirası kendi elimizle yarattığımız bu tanrıya kurban etmedik mi? Dicle üzerine kurulan Ilısu Barajı bir tanrı gibi Hasankeyf'in canını almayacak mı? Adaklar tükendiğinde adak taşına konacak başın bize ait olacağının farkında değil miyiz?
Hepsinden geçtim, insan eliyle tanrı yaratıp ona adaklar sunmak putperestlik sayılmaz mı?
***
İşçi ölümleriyle ilgili rakamların birçoğu guvenlicalisma.org sitesinden alınmıştır.
Nükleer enerjiye neden hayır?
Fukuşima kazasından önce de nükleer enerjinin tehlikeli olduğunu söylüyorduk. Çernobil benzeri bir kazanın her an başka bir ülkede gerçekleşebileceğini anlatmaya çalışıyorduk. Sanıyorum 2005 yılıydı, Referans gazetesinde çalışıyordum ve bir arkadaşımla nükleer enerji üzerine konuşuyorduk. Bana büyük bir nükleer kaza olma olasılığı en yüksek ülkenin hangisi olduğunu sorduğunda ona hiç tereddütsüz, Japonya yanıtını vermiştim. Çünkü Japonya'dan çok sık kaza haberleri geliyordu. Medya genelde bu küçük kaza ve sızıntı haberlerini önemsemez, insan ölmedikçe haber yapmaz. Halbuki bunlar izlenmesi gereken işaretlerdir, güvenlik önlemlerinin zaaflarını gösterir.
O günlerde kaza tehlikesini abarttığımızı söyleyenler, nükleer enerjinin pahalı olduğunu da inkar ediyordu. Şimdi her şey ortada. Nükleer enerjinin pahalı, çevreye zararlı ve tehlikeli bir seçenek olduğunu verilerle, güncel örneklerle anlatmaya devam ediyoruz. Sunumum, nükleer enerjinin dünyadaki son durumu, nükleer enerjinin ekonomisi, nükleersiz bir Türkiye'nin seçenekleri ve tabi sizin sorularınızdan oluşan soru-cevap bölümünden oluşacak.
Merak edenler için bu seferki adres Makina Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi. 22 Eylül 2012, saat 14:00. Katılım ücretsiz ve herkese açık.
Sensin alternatif!
2011 sonunda Almanya’da güneşten üretilen elektriğin
miktarı 18,5 milyar kilovatsaate ulaştı. Kabaca söylersek Türkiye’nin elektrik
üretiminin yüzde 8'ine bedel bir üretimi evlerin çatılarına konan panellerle
güneş enerjisi santrallerinden yaptılar.
Özgür Gürbüz-BirGün/16 Eylül 2012
Almanya’da güneş enerjisini elektriğe çeviren fotovoltaik panellerin kurulu gücü 30 bin megavatı geçti. Bu cümlenin Türkçe mealini de yazalım. Türkiye’deki tüm elektrik üreten enerji santrallerinin toplam kurulu gücü 55 bin megavat civarında. Bunun sadece “6” megavatı fotovoltaik. Almanya’da ise sadece fotovoltaik dediğimiz güneşten gelen ışınları elektrik enerjisine çeviren santrallerin kurulu gücü 30 bin. Almanya'da, Türkiye'deki tüm barajların, termik santrallerin yarısı kadar güneş enerjisi var. Aynı kurulu güce sahip farkı tipteki santraller aynı miktarda elektrik üretmez ama bu 30 binlik kapasite gerçekten de çok ciddi bir rakam.
Almanya’da güneş var mı? Alanya’daki Almanya kökenli
turistlere sorarsanız yok. En azından bizdeki kadar uzun süreli ve kuvvetli değil,
o yüzden tatile buraya geliyorlar. İş güneş enerjisinden elektrik üretmeyi
görmeye gelince ise sizin Almanya’ya gitmeniz gerekiyor. Halbuki tam tersi
olmalı. Türkiye’nin en az güneş alan bölgesi Karadeniz’de güneşlenme süresi
yılda 1971 saat. Almanya’nın en iyi güneşlenme sürelerine sahip bölgelerinde bu
rakam aşağı yukarı Karadeniz'le aynı, 1900 saat civarında. Türkiye‘nin en
güneşli bölgeleri Güneydoğu Anadolu ile Akdeniz. Buralarda 2 bin 900 saatlere
varan güneşlenme süreleri var. Nem oranından, panellerin konumuna kadar birçok
etken elektrik üretimini etkilese de, kaba bir hesapla söylersek, Almanya’da
koyduğunuz güneş panelinin aynısını Antalya‘ya koysanız 1,5 kat fazla elektrik
üretmeniz mümkün. Özetlersek, petrol ve doğalgaz fakiri Türkiye, iş güneş
enerjisine gelince çok şanslı. Bu potansiyeli ciddiye aldığımız ise söylenemez.
Gazetelerde “kıytırık” bir petrol rezervi bulunduğunda “köşeyi döndük”
cinsinden haberler yapılıyor ama çok ciddi güneş enerjisi potansiyeline sahip
Türkiye'de birçok kişi güneşin kıymetinin farkında bile değil.
Özgür Gürbüz-BirGün/16 Eylül 2012
Almanya’da güneş enerjisini elektriğe çeviren fotovoltaik panellerin kurulu gücü 30 bin megavatı geçti. Bu cümlenin Türkçe mealini de yazalım. Türkiye’deki tüm elektrik üreten enerji santrallerinin toplam kurulu gücü 55 bin megavat civarında. Bunun sadece “6” megavatı fotovoltaik. Almanya’da ise sadece fotovoltaik dediğimiz güneşten gelen ışınları elektrik enerjisine çeviren santrallerin kurulu gücü 30 bin. Almanya'da, Türkiye'deki tüm barajların, termik santrallerin yarısı kadar güneş enerjisi var. Aynı kurulu güce sahip farkı tipteki santraller aynı miktarda elektrik üretmez ama bu 30 binlik kapasite gerçekten de çok ciddi bir rakam.
İspanya'da bir güneş santrali. Foto: O. Gurbuz |
Peki, bu güneş potansiyelini kullanıyor muyuz? Tabi
ki hayır. Hükümet, adını da koyalım, Adalet ve Kalkınma Partisi, güneş
enerjisinin önünü açacak düzenlemeleri yapmakta işi ağırdan alıyor. Nükleere,
kömüre gelince iki günde yasa çıkaranlar, güneş enerjisi söz konusu olunca
nasıl işi kolaylaştırırız diye değil, nasıl şu güneşin yolunu tıkarız diye kafa
yoruyor. Art niyet aramıyorum; hâşâ! Memlekette güneş bol, başımıza güneş geçti
kanaatindeyim.
ELEKTRİĞİN YÜZDE 4'Ü GÜNEŞTEN
2011 itibariyle Almanya’da 24 bin 800 megavatlık
(MWp) güneş paneli kuruluydu. 2012 bitmeden bu rakama 6 bin megavat daha
eklediler. Bu ilk değil. 2011’de 7 bin 500, 2010’da ise 7 bin 400 megavat
gücünde güneş panelini elektrik üretim kapasitelerine eklemişlerdi. 2011
sonunda Almanya’da güneşten üretilen elektriğin miktarı 18,5 milyar
kilovatsaate ulaştı. Yine kabaca söylersek Türkiye’nin elektrik üretiminin
yüzde 8’ine bedel bir üretimi evlerin çatılarına konan panellerle güneş
enerjisi santrallerinden yaptılar. Geride ne nükleer atık, ne de kesilmiş bir
ağaç bıraktılar. Bu yıl sonunda Almanya’nın elektrik üretimin tahminen yüzde
4’ü güneşten sağlanacak. 2020 tahmini ise yüzde 10. Sadece Almanya değil,
İtalya'da elektriğin yüzde 4'ü, tüm Avrupa'da ise yüzde 2'si güneşten
üretiliyor.
TEMİZ ENERJİ 381 BİN KİŞİYE İŞ SAĞLADI
2011 sonunda ülkede üretilen elektrik miktarının
yüzde 20’si yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlandı. Rüzgar enerjisi yüzde
8 ile başı çekiyor. Onu yüzde 6 ile biyokütle ve yüzde 3’lük paylarla
hidroelektrik ve güneş izliyor. 2011’de tam 381 bin 600 kişi yenilenebilir
enerji sektöründe iş sahibiydi. Bundan 11 yıl önce 100 bin kişiden
bahsediyorduk.
Güneşe hasret Almanya’da bunların olması, güneş
ülkesi Türkiye’de ise güneş enerjisinden üretilen elektrik miktarının
istatistiklere bile girmemesi bir rastlantı değil. Almanya’da halk bastırdı,
kömüre ve nükleere hayır dedi. Fukuşima tuz biber oldu. Merkel hükümeti kaza
sonrası ülkedeki tüm santrallerin kapatılması kararını almak zorunda kaldı.
Ülkedeki sekiz reaktör hemen kapatıldı, kalan dokuz reaktör de 2022’ye kadar
kapatılacak. Uzun yıllar önce verilen teknoloji destekleri, güneşten üretilen
elektriğe verilen alım garantileri bugünleri hazırladı. Türkiye’de ise 2005 yılında
çıkarılan kanunda verilen alım garantisi güneş enerjisinin maliyetlerini
karşılamaktan uzaktı. Daha sonra revize edilen ve şu anda yürürlükte olan
kanunda bu rakam kilovatsaat başına 13,3 dolar sente çıkarıldı. Alım
garantisinin süresi ise 10 yıl. Radyoaktif atıklardan felaket boyutundaki
kazalara kadar onlarca tehlikesi bulunan ve dışa bağımlı bir kaynak olan
nükleere verilen alım garantisi ise 12,35 dolar sent. Süre de 15 yıl. Nükleerde
inşaata bugün başlansa ilk reaktör 2020’de devreye girecek. Ortalık bugünkü
fiyatlarla 8 yıl sonra devreye girecek nükleerin fiyatlarını kıyaslayan
milletvekilleri, bürokratlar veya akademisyenlerle dolu. O tarihe kadar güneş
enerjisinin maliyeti daha da düşecek, nükleerinki ise son yıllardaki eğilim
devam ederse daha da artacak. Almanya’da evinizin çatısına güneş paneli monte
etmenin bedeli Almanya’da son üç yılda yarı yarıya düştü. Bu gidişle her geçen
gün güneşten daha ucuza elektrik üretmek mümkün olacak.
Bugün güneşe pahalı diyenler (kaldıysa) bu basit
hesabı bile yapmıyor. Sosyal maliyetleri hesaba katmadan, dünyadaki gelişmeleri
takip etmeden “güneş pahalı” deyip geçiştiriyorlar. Hep söylüyorum, şu
insanoğlu bir garip. Güneşe “alternatif enerji” adını takmış. Bazı çevreci
arkadaşlar bile bu terminolojiyi kullanıyor. Bugün hayatta olmalarını sağlayan,
kemiklerinin gelişiminden yedikleri tüm besinlere kadar her şeyin, yaşamın
kaynağı güneşe alternatif, nükleere veya kömüre asıl enerji kaynağı diyenlere
yukarıda özetlediğim veriler ışığında bir çift sözüm var: Sensin
alternatif!
***
22 Eylül 14:30'da İstanbul Makina Mühendisleri
Odası'nda “Nükleere Neden Hayır” başlıklı bir sunum yapacağım, tüm BirGün
okurları davetlidir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)