Özgür Gürbüz-BirGün / 9 Eylül 2012
İnsanlar,
kendi sonunu getireceğini bilmesine rağmen dünyadaki diğer canlı türlerini ve
doğal kaynakları sınır tanımadan yok eden tek canlı olmalı. Belki de Matrix
filmindeki Ajan Smith'in insan ırkı için söyledikleri doğruydu. Smith,
insanları sınıflandırmaya çalışırken bizim aslında memeli olmadığımızı fark
ettiğini söylemişti. Memelilerin çevreleriyle uyum içinde yaşadığını ama
insanların çevresindekileri yok ettiğini, bu yüzden de insanların memeli değil
virüs olarak sınıflandırılması gerektiğini öne sürmüştü. Bunu, insanoğlunun
diğer canlılara oranla daha zeki olduğuna bağlamaya çalışanlar olabilir.
Onlarla tartışmaya hiç niyetim yok. Hayal dünyasının kapıları herkese açık. Ne
yazık ki dünyanın durumu insanların “zeki” olduğu savını çürütecek örneklerle
dolu. Rakamlar, insanların bu “üstün” zekaları sayesinde dünyayı nasıl yok
ettiklerini açık bir şekilde ortaya koyuyor.
Doğanın
Korunması İçin Uluslararası Birlik (IUCN) tarafından açıklanan rakamlara göre
değerlendirilmiş 52 bin 490 memeli türünün bin 142 tanesinin soyu tükenme
tehlikesiyle karşı karşıya, yani yüzde 21’i. Balıklarda bu oran yüzde 32,
bilinen 4 bin 443 balık türünün bin 414’ü yok olma tehlikesi altında. Çiçek
veren bitkilerde ise soyu tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olanların oranı
yüzde 73’ü buluyor. İnsanların fosil yakıt tüketimi (petrol, gaz, kömür)
nedeniyle meydana gelen küresel iklim değişikliği, aşırı tüketim ve daha birçok
nedenden ötürü binlerce bitki ve hayvan türü yok oluyor. “Zeki” olduğu öne
sürülen insanlar ise arıların yok olması halinde yiyecek bulmakta
zorlanacaklarını, ağaçlar olmadığında temiz hava soluyamayacaklarını veya
denizlerde balıklar kalmayınca aç kalabileceklerini düşünmek bile istemiyor.
Dilediği kadar balık avlamak, canlıların yaşam alanlarına binalar dikmek,
denizleri betonla doldurmak, çayırlardan otoyollar geçirmek, kısaca keyfini
bozmadan yaşamak istiyor. Öte yandan doğanın bozulmamasını, denizlerin
kirlenmemesini, balıkların bitmemesini, etlerini yediği hayvanların sağlıklı
olmasını talep ediyor. Öyle bir zekâ var ki şu insanoğlunda, kirlenmemiş
denizlerde yüzmek istiyor ama o denize çöplerini boşaltıp, sahilde pet
şişelerini bırakmanın bu isteğiyle çeliştiğini fark etmiyor. Pet şişe demişken…
DEPOZİTO
ŞART
Türkiye’de
damacana suların ne kadar temiz olduğu tartışmaları medyada saman alevi gibi
parladı ve söndü. Aslında damacanalarla ilgili sorulacak soru çok. Öncelikle bu
kadar suyun nereden geldiğini merak etmeliyiz. Zeki bir insan bence böyle
yapar. Suyun geldiği yerde ne kadar daha su olduğunu, kaynak suyu çıkarma izni
verilen firmaların çıkardığı kaynak suyu miktarının verilen izinlerdeki
rakamlarla örtüşüp örtüşmediğini de sormalıyız. Ve bu kaynak sularının ne kadar
süre boyunca bize yeteceğini sorgulamalıyız. Öyle ya, 40 yıl sonra bu sular
bitecekse şimdiden önlem almak zorundayız. Sorulacak soru çok ama bir de şu
damacana su-pet şişe meselesine değinmek lazım. Worldwatch Enstitüsü’nün
“Önemli İşaretler” (Vital Signs) adlı raporunda dünyada yaklaşık 200 milyar
litre şişe suyu tüketildiği belirtiliyor. En çok şişelenmiş su tüketen ülkeler
ABD, Meksika ve Çin. Dünyadaki şişelenmiş su tüketimin yüzde 30’una sahip
Avrupa’da ise Almanya, İtalya, İspanya ve Fransa başı çekiyor. Şişelenmiş su
kullanımı, insanın çevre bilincinin “zekadan” çok siyaset ve eğitimle
farklılaştığını gösteren iyi bir örnek çünkü her ülkede farklılıklar
gösteriyor. ABD’de tek kullanımlık pet şişeler toplam şişelenmiş su tüketiminin
yüzde 60’ını oluştururken, Almanya’da neredeyse tüm şişelenmiş su geri
dönüştürülebilir cam şişelerde satılıyor. Bunun tek nedeni Almanya’da teneke
kutu ve geri dönüştürülemeyen şişelere konulan yüksek depozito oranları. Smith
haklı olsa bile hâlâ umut var. İnsan memeliden çok bir virüse benziyor ama bu
virüsün kontrol altında tutulabilme şansı var; belki de tek umudumuz bu.
Plastik
meşrubat şişelerinin depozitolu olduğu günleri anımsıyorum. Kimse erinmiyor, o
şişeleri bakkala geri götürüyordu. Depozito kalktı, çevre kaygısı yok denecek
kadar azaldı ve şimdi her yerde pet şişeler var. Plajlar, ormanlar, sokaklar
pet şişelerle doldu. İşte bu yüzden damacana tartışması gibi birçok tartışma
Türkiye'de hep eksik kalıyor. Damacanaların ne kadar temiz olduğunu sorgulamak
tabi ki kötü değil ama her gün sokağa atılan binlerce plastik şişeyi bir gün
olsun gündeme getirmemek en basitinden kötü gazetecilik örneği. ABD'de 2008'de
yapılan bir araştırmada benzer sonuçlar elde edilmiş, şişelenmiş sularda dezenfeksiyon
sırasında çıkan yan ürünlere, ilaç ve gübre kalıntılarına rastlanmıştı.
BÜYÜKŞEHİR
MUSLUK SUYU SATSIN
Aslında
çözüm herkesin bildiği gibi musluk suyu kullanmakta. İngiltere’de, İsveç’te
insanlar nasıl musluktan su içebiliyorsa biz de gönül rahatlığıyla
içebilmeliyiz. Sadece sağlık yönünden değil enerji kullanımı açısından da
musluk suyu kullanmak önemli. ABD’de musluk suyu yerine şişe suyu tercih etmek
2 bin kat daha fazla enerji tüketimine neden oluyor. Musluk suyunu filtrelemek
de enerji tüketimi açısından daha çevreci. San Francisco ve New York'ta bazı
lüks restaurantlar filtre kullanmaya başlamış, Seattle ve San Francisco
belediyeleri ise kendi adlarına şişe suyu almayı bırakmışlar. Hedef bu olmalı.
Ben İstanbul'da musluk sularının temiz olduğunu düşünenlerdenim. Yemek ve çay
suyunu musluktan kullanıyorum. Büyükşehir Belediyesi de böyle düşünüyor, suyun
apartmanlara ulaştığında kirlendiğini söylüyor. Öyleyse harekete geçmesi ve
belediyeye ait tüm tesislerde şişe suyu satışını yasaklaması güzel bir girişim
olmaz mı? Yoksa belediyenin halka açık tesislerine gelen su da mı kirli?
Bakalım Büyükşehir musluk suyu kullanımında halka öncülük edecek mi yoksa
sadece “suyumuz temiz” deyip duracak mı?
Özgür Gürbüz tarafından kaleme alınan makale, analiz ve haberlere bu adresten ulaşabilirsiniz. Yazıları başka bir yerde yayımlamak için izin almalısınız. E-posta: ozgurgurbuzblog(at)gmail.com
Genetiği değiştirilmiş medya ve yazarları
Özgür Gürbüz-BirGün/3 Eylül 2012
Genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO) konusu gündemde ancak sorun yeni değil. GDO’ları savunan cephe yıllardır Türkiye pazarına girmek için uğraşıyor. GDO’lu hayvan yemi ithalatına izin verilmesiyle kapıyı araladılar. Gıda amaçlı GDO ürünlerinin ithalatı gerçekleşseydi, GDO’lu tohum ekimine giden yolda engel kalmayacaktı. Neyse ki, hem Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker hem de bazı üreticiler sağduyulu davrandı ve Türkiye Gıda ve İçecek Sanayi Dernekleri Federasyonu 29 adet GDO’lu ürünün ithalatı için Biyogüvenlik Kurulu’na yapığı başvuruyu geri çekti.
GDO karşıtları ve sofrasındaki yiyeceğin güvenli olup olmadığından emin olmak isteyen halk bir nefes aldı ama bu fırtınadan önceki sessizlik. Türkiye gıda pazarı çok uluslu şirketlerin kolay kolay vazgeçemeyeceği kadar büyük kârlar vaat ediyor. Tartışma sürecek ve her iki taraf da kamuoyu yaratmak amacıyla medyayı kullanmaya çalışacak, oyunun kuralı bu. Türkiye pazarının peşindeki şirketlerin sermayeyi ellerinde tutmaları ve reklam veren konumunda olmaları nedeniyle avantajlı oldukları söylenebilir. Etik değil ama alıştırıldığımız bir durum. Halkın bu koşullarda tek güvencesi “düzenleyici” rolü biçilen devlet ve onun akıl hocası olması gereken bilim. Bu iki odağın (devlet ve bilimin), sermayenin parasal ve dolayısıyla politik gücünden etkilenmemesi gerekiyor. Tam da bu noktada hem bilimin hem de medyanın kendilerini nasıl tarif ettikleri, üzerlerine düşen rolü ne kadar iyi kavradıkları bir başka sorun.
Hürriyet Gazetesi yazarı İsmet Berkan’ın GDO’yu öven yazıları, işte yukarıda belirttiğim bu soruna işaret ediyor. Berkan, GDO’ların zararlı olduğu savının aynen cep telefonu veya evimizde kullandığımız kablosuz internet bağlantısının kansere yol açtığı inancı gibi henüz ispatlanmamış olduğunu söylüyor. Hem cep telefonlarının hem de GDO’ların insan sağlığına zarar verdiğini ispatlayan onlarca çalışma olduğunu belirteyim ama Berkan’ın asıl hatası bu değil. Berkan,“…bu telefonların hizmete girdiği son 20 yıl içinde beyin kanseri oranlarında anlamlı bir artış olmadığı da ortada. 20 yıl kısa bir süre değil ama bu dediğim bu kanıt hiçbir zaman bulunmayacak anlamına da gelmez; bakarsın bir gün elektro manyetik dalgaların bazı kanserlere yol açtığı gerçekten kanıtlanabilir” diyor. İşte asıl sorun bu yanlış düşünme tarzını doğruymuş gibi yazabilmekte.
Bu satırları, arada sırada da olsa bilimle ilgili yazılar yazan birinin yazması ise durumu daha da vahimleştiriyor. İhtiyatlılık ilkesini hiçe sayan bu duruş, tam da şirketlerin hayalini kurduğu bir gazeteci duruşu olmalı. Bu ülkede, gazetecilerin “haktan ve halktan yana olma tavrı” elbirliğiyle “tu kaka” ilan edileli çok oluyor. Şimdi aynı senaryo bilim insanları için devrede. Bu tehlikeye dikkat çekmek amacıyla 25 Eylül 2011 tarihinde BirGün’deki bu köşede bakın neler yazmıştık:
Bilimin en önemli ilkelerinden biri, “ihtiyatlılık ilkesi” hiçe sayılıyor ve unutturulmak isteniyor. İhtiyatlılık ilkesi şunu söyler. Bir eylem ya da politik karar çevre ve insanlar için şüpheli sonuçlar doğurma olasılığına sahipse ve bilim insanlarının bu konuda ortak bir kararı yoksa bilim tavrını eylemsizlikten yana koyar. Yani, risk almaz. Örnek olarak baz istasyonlarını ele alalım. Baz istasyonlarının nüfus yoğunluğunun çok olduğu bölgelerde kurulmasının kansere neden olduğuna dair ciddi araştırmalar varsa bir bilim insanı, “bu araştırmalar yeterli değil o yüzden kullanmaya devam edin” demez, diyemez. Der ise bilimsel kimliği tartışılır. Çünkü asıl ispatlanması gereken baz istasyonlarının insan sağlığına etkisinin olmadığıdır. Bu ispatlanana kadar baz istasyonlarına ihtiyatlılık prensibi gereği şüpheyle yaklaşılır. Kullanımı kısıtlanır.
İhtiyatlılık ilkesi çevrecilerin uydurduğu, görmezden gelinecek bir kural değildir. 1992 yılındaki Dünya Zirvesi'nin sonunda açıklanan Rio Bildirgesi'nin 15. maddesi bu ilkeye ayrılmıştır. 15. madde şöyle der: “Çevreyi korumak amacıyla, ihtiyatlılık ilkesi, devletlerce imkanları dahilinde geniş bir biçimde kullanılmalıdır. Nerede ciddi ve geri dönüştürülemez bir tehlike varsa, tam bilimsel kesinliğin olmaması, çevresel bozulmanın önüne geçecek ekonomik uygulamaların ertelenmesi için bahane edilmemelidir”.
Böylesine uzun bir hatırlatma için özür dilerim ama İsmet Berkan’ın bilerek ya da bilmeyerek düştüğü tuzak bu. 20 yıl sonra falanca şirketin, “ürettiğimiz cep telefonları kanser yapıyormuş, özür dileriz” demenin kaç hayata mal olacağını iyi düşünmek lazım. İnsan veya diğer canlıların hayatı, üzerine bahis koyup kumar oynayacağınız bir şey değil. Çok merak ediyorum, bu görüşü savunanlar insanların şirketler için kobay olarak kullanıldıklarının farkında mı? Açık ve net olan şu: GDO’ya karşı çıkanların, genetiği değiştirilmiş ürünlerin zararlı olduğunu kanıtlama yükümlülüğü yok tam tersine GDO’yu savunanların GDO’ların asırlar boyunca canlılar için bir tehlike içermediğini bilimsel olarak ispatlama zorunluluğu var. Doğada var olmayanı doğaya monte etmeye çalışan onlar. Bence, doktorlar için “Hipokrat yemini” neyse bilim insanları için “ihtiyatlılık ilkesi” de odur. Sadece ben böyle düşünmüyorum tabi. Avrupa Birliği 2000 yılında ihtiyatlılık ilkesini benimsemiş ve çevre korumasında izlenmesi gereken bir yol olarak kabul etmiştir. İlgilenenler Lizbon Antlaşması’nın 191. maddesine bakabilir.
Bilimin tersyüz edilmesi çabaları nedeniyle sorulması gereken asıl soru da gözden kaçıyor. GDO’lar olmazsa aç mı kalacağız? Tabi ki hayır. Dünyada herkese yetecek kadar yiyecek var. Bunu, kimi zaman GDO lehine açıklamalar yapan FAO ( Dünya Gıda Örgütü) bile söylüyor . Dünyada herkese yetecek gıda var ama herkesin o gıdaları alacak parası yok. Sorun burada. Şirketlerin derdi ise başka. Genetiğini değiştirdikleri her tohumu, fabrikadan çıkarılmış bir ürün gibi patentini alarak tüm haklarına sahip olmaya çalışıyorlar. Asıl mesele bu çünkü gıda tüketicilerin muhtaç olduğu bir ürün ve her gelir grubunun zorunlu tüketim ürünleri asında yer alıyor.
Ne gariptir ki, bugün doğal olanı savunanlar neden doğalı savunduklarını açıklamakla suçlanılıyor. Medya da bu garipliğe işaret edeceğine, kâr peşinde koşan şirketlerin yoluna ışık tutuyor. Genetiği değiştirilmiş organizmaların bir yan etkisi de genetiği değiştirilmiş gazeteciler yaratması olabilir mi acaba?
Genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO) konusu gündemde ancak sorun yeni değil. GDO’ları savunan cephe yıllardır Türkiye pazarına girmek için uğraşıyor. GDO’lu hayvan yemi ithalatına izin verilmesiyle kapıyı araladılar. Gıda amaçlı GDO ürünlerinin ithalatı gerçekleşseydi, GDO’lu tohum ekimine giden yolda engel kalmayacaktı. Neyse ki, hem Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker hem de bazı üreticiler sağduyulu davrandı ve Türkiye Gıda ve İçecek Sanayi Dernekleri Federasyonu 29 adet GDO’lu ürünün ithalatı için Biyogüvenlik Kurulu’na yapığı başvuruyu geri çekti.
GDO karşıtları ve sofrasındaki yiyeceğin güvenli olup olmadığından emin olmak isteyen halk bir nefes aldı ama bu fırtınadan önceki sessizlik. Türkiye gıda pazarı çok uluslu şirketlerin kolay kolay vazgeçemeyeceği kadar büyük kârlar vaat ediyor. Tartışma sürecek ve her iki taraf da kamuoyu yaratmak amacıyla medyayı kullanmaya çalışacak, oyunun kuralı bu. Türkiye pazarının peşindeki şirketlerin sermayeyi ellerinde tutmaları ve reklam veren konumunda olmaları nedeniyle avantajlı oldukları söylenebilir. Etik değil ama alıştırıldığımız bir durum. Halkın bu koşullarda tek güvencesi “düzenleyici” rolü biçilen devlet ve onun akıl hocası olması gereken bilim. Bu iki odağın (devlet ve bilimin), sermayenin parasal ve dolayısıyla politik gücünden etkilenmemesi gerekiyor. Tam da bu noktada hem bilimin hem de medyanın kendilerini nasıl tarif ettikleri, üzerlerine düşen rolü ne kadar iyi kavradıkları bir başka sorun.
Hürriyet Gazetesi yazarı İsmet Berkan’ın GDO’yu öven yazıları, işte yukarıda belirttiğim bu soruna işaret ediyor. Berkan, GDO’ların zararlı olduğu savının aynen cep telefonu veya evimizde kullandığımız kablosuz internet bağlantısının kansere yol açtığı inancı gibi henüz ispatlanmamış olduğunu söylüyor. Hem cep telefonlarının hem de GDO’ların insan sağlığına zarar verdiğini ispatlayan onlarca çalışma olduğunu belirteyim ama Berkan’ın asıl hatası bu değil. Berkan,“…bu telefonların hizmete girdiği son 20 yıl içinde beyin kanseri oranlarında anlamlı bir artış olmadığı da ortada. 20 yıl kısa bir süre değil ama bu dediğim bu kanıt hiçbir zaman bulunmayacak anlamına da gelmez; bakarsın bir gün elektro manyetik dalgaların bazı kanserlere yol açtığı gerçekten kanıtlanabilir” diyor. İşte asıl sorun bu yanlış düşünme tarzını doğruymuş gibi yazabilmekte.
Bu satırları, arada sırada da olsa bilimle ilgili yazılar yazan birinin yazması ise durumu daha da vahimleştiriyor. İhtiyatlılık ilkesini hiçe sayan bu duruş, tam da şirketlerin hayalini kurduğu bir gazeteci duruşu olmalı. Bu ülkede, gazetecilerin “haktan ve halktan yana olma tavrı” elbirliğiyle “tu kaka” ilan edileli çok oluyor. Şimdi aynı senaryo bilim insanları için devrede. Bu tehlikeye dikkat çekmek amacıyla 25 Eylül 2011 tarihinde BirGün’deki bu köşede bakın neler yazmıştık:
Bilimin en önemli ilkelerinden biri, “ihtiyatlılık ilkesi” hiçe sayılıyor ve unutturulmak isteniyor. İhtiyatlılık ilkesi şunu söyler. Bir eylem ya da politik karar çevre ve insanlar için şüpheli sonuçlar doğurma olasılığına sahipse ve bilim insanlarının bu konuda ortak bir kararı yoksa bilim tavrını eylemsizlikten yana koyar. Yani, risk almaz. Örnek olarak baz istasyonlarını ele alalım. Baz istasyonlarının nüfus yoğunluğunun çok olduğu bölgelerde kurulmasının kansere neden olduğuna dair ciddi araştırmalar varsa bir bilim insanı, “bu araştırmalar yeterli değil o yüzden kullanmaya devam edin” demez, diyemez. Der ise bilimsel kimliği tartışılır. Çünkü asıl ispatlanması gereken baz istasyonlarının insan sağlığına etkisinin olmadığıdır. Bu ispatlanana kadar baz istasyonlarına ihtiyatlılık prensibi gereği şüpheyle yaklaşılır. Kullanımı kısıtlanır.
İhtiyatlılık ilkesi çevrecilerin uydurduğu, görmezden gelinecek bir kural değildir. 1992 yılındaki Dünya Zirvesi'nin sonunda açıklanan Rio Bildirgesi'nin 15. maddesi bu ilkeye ayrılmıştır. 15. madde şöyle der: “Çevreyi korumak amacıyla, ihtiyatlılık ilkesi, devletlerce imkanları dahilinde geniş bir biçimde kullanılmalıdır. Nerede ciddi ve geri dönüştürülemez bir tehlike varsa, tam bilimsel kesinliğin olmaması, çevresel bozulmanın önüne geçecek ekonomik uygulamaların ertelenmesi için bahane edilmemelidir”.
Böylesine uzun bir hatırlatma için özür dilerim ama İsmet Berkan’ın bilerek ya da bilmeyerek düştüğü tuzak bu. 20 yıl sonra falanca şirketin, “ürettiğimiz cep telefonları kanser yapıyormuş, özür dileriz” demenin kaç hayata mal olacağını iyi düşünmek lazım. İnsan veya diğer canlıların hayatı, üzerine bahis koyup kumar oynayacağınız bir şey değil. Çok merak ediyorum, bu görüşü savunanlar insanların şirketler için kobay olarak kullanıldıklarının farkında mı? Açık ve net olan şu: GDO’ya karşı çıkanların, genetiği değiştirilmiş ürünlerin zararlı olduğunu kanıtlama yükümlülüğü yok tam tersine GDO’yu savunanların GDO’ların asırlar boyunca canlılar için bir tehlike içermediğini bilimsel olarak ispatlama zorunluluğu var. Doğada var olmayanı doğaya monte etmeye çalışan onlar. Bence, doktorlar için “Hipokrat yemini” neyse bilim insanları için “ihtiyatlılık ilkesi” de odur. Sadece ben böyle düşünmüyorum tabi. Avrupa Birliği 2000 yılında ihtiyatlılık ilkesini benimsemiş ve çevre korumasında izlenmesi gereken bir yol olarak kabul etmiştir. İlgilenenler Lizbon Antlaşması’nın 191. maddesine bakabilir.
Bilimin tersyüz edilmesi çabaları nedeniyle sorulması gereken asıl soru da gözden kaçıyor. GDO’lar olmazsa aç mı kalacağız? Tabi ki hayır. Dünyada herkese yetecek kadar yiyecek var. Bunu, kimi zaman GDO lehine açıklamalar yapan FAO ( Dünya Gıda Örgütü) bile söylüyor . Dünyada herkese yetecek gıda var ama herkesin o gıdaları alacak parası yok. Sorun burada. Şirketlerin derdi ise başka. Genetiğini değiştirdikleri her tohumu, fabrikadan çıkarılmış bir ürün gibi patentini alarak tüm haklarına sahip olmaya çalışıyorlar. Asıl mesele bu çünkü gıda tüketicilerin muhtaç olduğu bir ürün ve her gelir grubunun zorunlu tüketim ürünleri asında yer alıyor.
Ne gariptir ki, bugün doğal olanı savunanlar neden doğalı savunduklarını açıklamakla suçlanılıyor. Medya da bu garipliğe işaret edeceğine, kâr peşinde koşan şirketlerin yoluna ışık tutuyor. Genetiği değiştirilmiş organizmaların bir yan etkisi de genetiği değiştirilmiş gazeteciler yaratması olabilir mi acaba?
Kara Ağaç ile Uzun Ağaç'ın hikayesi
Kara ağaçlar güneşi görmedikleri için,
uzun ağaçlar da susuz kaldıklarından kuruyup gittiler. Geriye bu iki ağaç
kaldı. Köylüler der ki, bu iki ağaç konuşmuş; birbirleriyle anlaşmış. Suyu da
güneşi de paylaşmışlar.
Özgür Gürbüz-BirGün/26 Ağustos 2012
Özgür Gürbüz-BirGün/26 Ağustos 2012
Güneşin terlettiği, yol boyunca uzanan evlerin
seyrekleştiği bir yerdeydik. Yol kenarlarında artık pek sık görülmeyen
çeşmelerden birinin başında durduk. Çeşmenin hemen ardında koca bir kayalık,
çeşme ile kayalığın arasında ise çeşmeye bitişik birbirine hiç benzemeyen iki
ağaç vardı. Biri kara ve kısa, kalın gövdeli; diğeri daha uzun, ince ve kavağa
benzer bir şeydi. Uzun olanın gövdesi beyaza çalıyordu; yapraklarını göğe doğru
uzatmıştı. Arkadaki kayalık, çeşmeye düşen güneşi tutuyordu. Su bu yüzden
soğuktu. Kayalığın sol yanından sızan güneş, uzun ağacın gövdesine vuruyor ama
kısa ve kara olanın üzerine düşmüyordu. Kara ağaç biraz yana yatmasa güneş
yapraklarına bile değmeden geçip gidecekti. Güneş ışınlarına yaklaşan dalları
zevkten yemyeşildi. Yanındaki ağacın tersine yapraklarını etrafına doğru açmış,
adeta sabah erkenden kalkıp yatağında gerinen bir insanın ellerini açması gibi
uzatabildiği kadar uzatmıştı. Kara ağacın gövdesinde, güneş görmeyen yerlerde
pek yaprak yoktu. Uzun Ağaç yapraklarını yukarı kaldırmasa belki de Kara
Ağaç güneşi hiç göremeyecek, kuruyup
gidecekti.
Kara Ağaç güneşi görmekte zorlanıyordu ama su
sıkıntısı çekmiyordu. Çeşmenin musluğu tam kapanmıyordu. Taşan su bayır aşağı
akıyor, sağındaki kara ağacın köklerinin üzerinden geçip yolun kenarından
süzülerek yine daha dik bir yokuşun akışına kendini bırakıveriyordu. Uzun
Ağaç'ın gövdesi belki de susuzluktan olsa gerek incecikti. Kuvvetli bir rüzgar
çıksa, “çıt” diye kırılacak bir dal gibiydi. Kökleri ise tam tersi. Zayıf bir
insanın ellerindeki damarlar gibi belirgindi. Toprağın üzerine çıkmış bir
tanesi, o dar çeşmenin ardından dolanıp Kara Ağaç'ın köklerinin hemen altından
yeniden toprağa giriyordu. Belli ki suya koşuyordu.
Kara Ağaç'ın dalları Uzun Ağaç'ı sarmalamıştı.
Uzun Ağaç dallarını yukarıya değil de yana uzatsa, Kara Ağaç'a güneşe uzanacak
yer kalmayacaktı. Kara Ağaç da kuvvetliydi, dipten giden köklerini şöyle biraz
yukarı kaldırsa Uzun Ağaç'ın suya erişen kökünü toprağın dışına itmesi hiç zor
olmazdı. Tüm su Kara Ağaç'ın olurdu.
Ağaçlara uzun uzadıya baktığımı gören
otobüsteki yaşlı bir yolcu, “Eskiden bu çeşmenin ardı ağaçlarla doluydu,
küçük bir orman gibiydi burası, bir uzunu bir kısası yan yanaydı” dedi.
Sesin geldiği yere döndüm. Belli ki oralıydı, kılığı kıyafeti öyle diyordu. “Ne
oldu onlara, insanlar mı kesti” diye sordum. “Yok, ağaçlar
birbirleriyle savaştı, birbirlerini yok ettiler” diye yanıtladı. Şöyle
bir baktım, “inanmıyorsun” değil mi diye sordu. “Ağaç ağacı yok eder
mi amca” dedim ardından da kibarca güldüm; o da güldü. “Bizden
öğrendiler” dedi ve devam etti:
“Öldürmek bir hastalık, insandan insana
bulaşır. Virüsün adı kin ve nefrettir.
Her ölümden sonra onlarca virüs yayılır ortalığa. Aşılanmamışsan, ruhunu
temizlememişsen sana da geçer. Öldürdüğünün aslında kendin olduğunu,içindeki
insanlık olduğunu bir süre sonra fark etmezsin bile. Panzehiri sevmektir,
affetmektir. Bu ağaçlar bu bölgede öyle zulümler, öyle nefretler gördüler ki
bizlere benzediler. Bir gün kara olanları toplandı ve aralarında anlaştılar.
Kökümüz derindedir, köklerimizle uzun ağaçlara yol vermezsek derindeki bütün su
bizim olur, uzunların boyları kısalır, bize benzerler diye düşündüler. Orman
fısıldar, fısıldaşır. Uzun ağaçlar da fısıltıları duyunca bir araya geldiler.
Yukarı kaldırdığımız dalları aşağı indirip güneşin önüne perde koysak bu tembel
kara ağaçlar güneşe ulaşmak için bizim gibi esner, gerinir, uzar; bizim
dilimizden konuşur ve bize benzerler. Suyun önünde de engel kalmaz diye
heveslendiler”.
“Sonra ne oldu”
diye sordum. “Ne mi oldu” diye hafifçe gülümsedi. “Oğul” dedi
elimi omzuma koydu ve devam etti: “Kara ağaçlar güneşi görmedikleri için,
uzun ağaçlar da susuz kaldıklarından kuruyup gittiler. Geriye bu iki ağaç
kaldı. Köylüler der ki, bu iki ağaç konuşmuş; birbirleriyle anlaşmış. Suyu da
güneşi de paylaşmışlar. Biliyorum, bana ağaçlar konuşur mu diye soracaksın.
Koca ormandan kala kala iki tane kalmışsan, işte o zaman konuşursun. Yalnız
kalınca ağaç da olsan konuşursun, ot da olsan konuşursun ve anlaşırsın. Mesele
kurumadan, yalnız kalmadan önce konuşmakta. Ardında nefret, ölüm kin dağları
biriktirmeden yüz yüze gelmekte. Çeşmenin gerisine bir bak, o koca ormanın
olduğu yer şimdi çorak bir toprak”.
Uzun Ağaç'la Kara Ağaç'ın aynı aileden olmadıkları
aşikardı. Yapraklarının desenleri, gövdelerinin rengi ve hatta konuştukları dil
bile farklıydı. Aynı rüzgar esiyordu ama yaprakları farklı farklı sallanıyordu.
Biri güneşin diğeri suyun dilinden konuşuyordu. Buna rağmen birbirlerini
anlıyor, aynı toprak üzerinde yaşamayı başarıyorlardı. Toplasan dört metrekare
etmeyecek bir toprak üzerindeydiler, ikisine de yetiyordu. Farklıydılar ama
özde aynıydılar. Elde avuçta ne varsa paylaştılar. Biri diğerine sen güneşsiz
yap, diğeri ötekine susuz yaşa demedi. Biri diğerine dallarında yaprak
bitireceksen aynı benimkilerden bitir diye emretmedi. Diğeri de ona benim
dilimden konuş, benim dinimden dua et demedi. İkisi de o çeşme başında yaşamayı
seçmemişlerdi; kim bilir hangi rüzgar atmıştı tohumlarını oraya. İkisi de çeşmenin
sahibi olmaya çalışmadı, paylaşmayı denedi. Hiçbiri hak ettiğinden fazlasına
göz koymadı, güneşe dalıyla, suya köküyle uzandı. Olmadığı yerde hak aramadı,
hakkım var demedi, fazlasını istemedi ve diğerini aza mahkum etmedi. Kara Ağaç
bir gün bile şu Uzun Ağaç ne garip şeydir demedi. Uzun Ağaç da Kara Ağaç için
hiçbir gün aklından bir kötülük geçirmedi.
Yaşlı adam omzumu hafifçe sarstı, dalmıştım. “Birinin
adı Mehmet, diğerinin ki Ciwan’dır” dedi”.
Beşiktaş'ın eksiği ne?
Özgür Gürbüz-BFSŞ/26 Ağustos 2012
Finansal sorunlar nedeniyle basketbol ve hentboldaki sportif başarıların konuşulmadığı bir yılı arkada bırakan Beşiktaş, futbolla birlikte hareketlenmeye başlayan yeni spor sezonuna adeta tüm branşlarda çoktan havlu atmış gibi başladı. Bu havanın yaratılmasında en büyük pay kuşkusuz kulübü çok zor bir duruma düşüren Yıldırım Demirören ve dönemin yöneticilerinin. Demirören sonrası sürecin de iyi yönetilmediği ortada. Bir analize ihtiyaç var ama bu yazı onu yapmayacak. Bu yazı sadece dün akşam oynanan Beşiktaş Galatasaray maçına ve Beşiktaş’ın eksikliklerine odaklanacak.
Finansal sorunlar nedeniyle basketbol ve hentboldaki sportif başarıların konuşulmadığı bir yılı arkada bırakan Beşiktaş, futbolla birlikte hareketlenmeye başlayan yeni spor sezonuna adeta tüm branşlarda çoktan havlu atmış gibi başladı. Bu havanın yaratılmasında en büyük pay kuşkusuz kulübü çok zor bir duruma düşüren Yıldırım Demirören ve dönemin yöneticilerinin. Demirören sonrası sürecin de iyi yönetilmediği ortada. Bir analize ihtiyaç var ama bu yazı onu yapmayacak. Bu yazı sadece dün akşam oynanan Beşiktaş Galatasaray maçına ve Beşiktaş’ın eksikliklerine odaklanacak.
Ligde iki maçı geride bırakan futbol
takımının hangi mevkilerde oyuncuya ihtiyaç olduğu dünkü
maçtan sonra daha iyi görülmeye başladı. Beşiktaş’ın artık
kangrenleşen kaleci sorununa bir çözüm şart. Allan McGregor bu
açığı kapatır diye her Beşiktaşlı gibi ben de umuyorum ama bu
durumda bile bir yedek kaleciye ihtiyaç var. Rüştü’yü çok
arıyoruz ve bu yönetim de çok arayacak. Keşke Fikret Orman daha
fazla gecikmeden Rüştü’den özür dilese ve kendisini
oyuncu-kaleci antrenör olarak Beşiktaş’a geri çağırsa. Çok
geç olmadan.
Defans hattında sorun yok
Beşiktaş’ın yıllardır sağ beki
yok. Hilbert gerçekten iyi bir iş çıkarıyor ama onun asıl yeri
orta saha, hatta sağ açık. Stuttgart’ın Bundesliga’yı
şampiyon bitirdiği 2007 yılında Hilbert’in atılan 61 golün
7’sine imza attığını unutmamak lazım. Hilbert’i orta sahaya
çıkaracak bir sağ bek önemli bir katkı olur ama kasada para
yoksa bu transfer bekleyebilir ne de olsa önde Holosko var. Royston
Drenthe haberi doğruysa ve bu oyuncu beklenen performansı ortaya
koyabilirse Beşiktaş’ın sol kanadı için iyi şeyler
söyleyebiliriz. İsmail savunma özelliklerini geliştirmek zorunda
ama Uğur Boral ve Drenthe ile bu kanat için idare edecek bir
formülün bulunacağını düşünüyorum. Orta sahanın solunda
oynayabilecek Olcay ve Veli’yi de unutmamak lazım. Defansın
ortası içinse bir şey yazmıyorum. Toraman, Escude, Sivok ve Adem
Gülüm’den iyi bir ikili çıkacağını düşünüyorum.
Orta sahada geçtiğimiz yıldan kalan
sorun devam ediyor. Bir de buna Ernst’in yokluğunda top kapıp o
topları olumlu kullanacak oyuncu eksiği eklendi. Fernandes baskı
altındayken oyun kuracak bir başka orta saha oyuncusuna ihtiyaç
var. İbrahim Toraman’ı orta sahada kesici göreviyle oynatmak
bence doğru değil. Onun yeri defansın ortası, tabi şu sinirli
hareketlerine, hakeme bağırıp çağırmalara bir son verirse. Veli
ve Necip’in de kazandıkları topları çok iyi kullanamadıkları
ortada. İş Fernandes’in üzerine kalırsa Beşiktaş zorlanır,
Fernandes de isyan eder. Muhammed Demirci ve Oğuzhan hakkında bir
şey söylemek için çok erken. Ya onlar bu rolü üstlenecek ya da
Beşiktaş Fernandes ayarında olmasa da ayağında top tutabilen bir
oyuncuyu transfer edecek. Galatasaray maçında Beşiktaş’ın topa
sahip olma istatistiği yüzde 42’ydi.
Batuhan çözüm olabilir mi?
Mustafa Pektemek’in sakatlığı hem
herkesi üzdü hem de hücum hattına bir transferi gündeme getirdi.
Almeida iyi bir hücum oyuncusu ama onun da sık sık sakatlandığı
unutulmamalı. Hem hava toplarında hem son vuruşlarda iyi bir
ikinci adam gerekiyor. Bobo gibi biri yani. İlk 11’de olmasa bile
kulübede böyle birine ihtiyaç var.
Beşiktaş’ın bu yıl başarılı
olması için takım içinde düzen kurması, herkesin üzerine
düşeni yapması gerekiyor. Yukarıda yazdığımız transferler
yapılırsa Beşiktaş “kesin şampiyon olur” diyemeyiz ancak
takım oyunu oynamak için gereken, “her mevkinin o mevkinin
oyuncusuyla doldurulması” şartı en azından yerine getirilmiş
olur. Gordon Milne’in başarısının ardında da bu vardı.
Yaratıcı oyuncu azdı ama oynadığı yerin sahibi oyuncu vardı.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)