Bir nükleer santralde kaç kişi çalışır?

Özgür Gürbüz-BirGün / 25 Aralık 2011 

Sizce bir nükleer santral kaç kişiye iş sağlar? Nükleer Enerji Enstitüsü’ne göre bu sorunun yanıtı 400 ila 700 arasında değişiyor. Nükleer enerji taraftarı bu enstitü, 1000 MW (megavat) kurulu güce sahip bir reaktörde kalıcı işçi sayısının 400 ila 700 arasında olduğunu söylüyor. Peki, Mersin Akkuyu’ya santral kurmaya çalışan Rus firmasının Genel Müdür Yardımcısı ne diyor? 20 bin kişiye iş kapısı açacağız! Aklıma “ufaklı, civcivli” bir söz geldi ama söylemeyeceğim.

Akkuyu Nükleer Güç Santrali A.Ş. Genel Müdür Yardımcısı Rauf Kasumov’un 8 Aralık tarihinde basında yer alan sözleri aynen şöyle: “Yapım aşamasında 2 bin 500- 3 bin kişilik mühendis ekibi görev yapacak. 3 bin kişi demekle 20 bin kişiye iş kapısı açmış oluyorsunuz. O kadar çok insan çalıştıracağız ki Gülnar ve Silifke'deki insanlar bile yetmeyecek diye düşünüyoruz. İnşaatın üst aşamasında ise 12 bin kişi çalışacak. Bunlardan 9 bini Türk uyruklu olacak.”

İnsan giriyor elektrik çıkıyor
Anlaşılan kurmaya çalıştıkları nükleer santral el yordamıyla çalışacak. En yüksek teknoloji dedikleri şey bu olsa gerek. İçine insan atıyorsun diğer taraftan elektrik çıkıyor. Biz de uranyumla çalışacak, radyasyon sızdıracak diye korkuyorduk; içimiz rahatladı. Santral insanla çalışacakmış hem de yüzde 75'i yerli! Eşini dostunu sevmeyen santrale işçi yazdırsın.

Akkuyu'ya kurulmak istenen dört tane 1200 MW gücünde reaktör. Hepsini ayrı ayrı düşünseniz, taş çatlasın 2 bin kişi eder. Bunların çoğu da Rusya'dan gelecek ve kalifiye eleman olacak. Nükleerci yetiştirmek için bursla Rusya'ya gönderilen öğrencilerle bu işi yürütemezsiniz. Türkiye'de bırakın santral çalıştırmayı, santralin içini görmüş mühendis sayısı herhalde 2 bini bulmaz. Yapım aşamasında 2 bin 500-3 bin mühendis nasıl çalışacak, ona da akıl erdirmek zor. Her bir A4 kağıdı dört mühendis tutacak herhalde. Kuzeyden, güneyden, sağdan ve soldan... Belki de mühendisler kum eleyip, harç karacak? Elektrik Mühendisleri Odası'na söyleyelim de Rusça türkü söylemesini öğretsinler mühendislere. Harç kararken türkü söylemek adettendir.

İnşaat beş yıl gecikti
Finlandiya'da yapımı yılan hikayasine dönen Olkiluoto nükleer reaktörü geciktikçe gecikiyor. En son açıklanan bitiş tarihi 2014 Ağustos ayı. Planlanandan beş yıl daha geç. 3 milyar avroya biter diyorlardı, bu gidişle 6 milyar avroya bile bitmeyecek. Tam bir fiyasko. Akkuyu'nun sonu da aynı olacak çünkü iki projenin ortak yanları çok. Rus firmasının Akkuyu'ya yapmak istediği reaktörler türünün ilk örneği. Çalışanı yok, denenmişi yok. Finlandiya'da yapılan da Fransız Areva'nın Avrupa Basınçlı Su Reaktörü (EPR). Çalışanı yok, denenmişi yok. Her ikisinin de son teknoloji ve en ileri jenerasyon reaktörler oldukları iddia ediliyor. Rusların tek avantajı, bizde Finlandiya'daki gibi işi denetleyebilecek bağımsız bir kuruluşun olmaması. Saldım çayıra mevlam kayıra! Orada hatalar tek tek tespit edildi, reaktörü adeta yeniden yaptırttılar. Bizde bırakın bağımsız kuruluşu, denetlemeyi yapacak merci bile yok. Depreme dayanıklı santral diyorlar, inanıyorsun. Zemin etüdünü bile onlar yapıyor. Akdeniz'de kaç tane deprem araştırman var? Rus şirketi ne derse o oluyor.

Finlandiya'da santral gecikince işçi sayısı arttırıldı. Her geçen gün Areva'nın zararı artıyor. Santralin biran önce çalışıp elektrik üretmesi gerek. Fransızlar siparişi veren şirketle mahkemelik oldu, tahkime gidildi. Buna rağmen firmanın rakamları çalışan sayısını 4 bin olarak gösteriyor. 55 ülkeden işçi getirmişler. Polonyalı işçiler isyanda, saati iki avrodan az bir paraya çalıştırılıyorlarmış. Avrupa'da günde 16 avro kazanın, karnınızı zor doyurursunuz.

Bu çalışanların çoğu da geçici işçi. Santral inşa edildikten sonra geriye mühendisler ve bekçiler kalacak, toplasan 400-500 kişi. İnşaat için 5 yıl süre biçiyorlar, santralin çalışacağı süre 60 yıl. Beş yıl çalışan işçi 55 yıl yine işsiz kalır. Daha önce uluslararası verilerden yola çıkarak yazmıştık, tekrar edelim. İmal ettiğiniz ve kurduğunuz 1 megavat (MW) gücündeki her elektrik üreten güneş paneli 30 kişiye istihdam sağlar. Rüzgar enerjisinde bu rakam 15. Türkiye'de her yıl 1000 MW gücünde güneş panelleri imal edip kursanız 30 bin kişiye, 1000 MW gücünde rüzgar türbinleri imal edip kursanız, 15 bin kişiye kalıcı iş sağlamış olursunuz.

Mersin veya Sinop'a kurulacak nükleer santraller Türkiye'nin istihdam sorununu çözemez, bu açık ve net. Şişirilmiş rakamlarla halkı kandıramazsınız. Hükümetin ve Rus firmasının nükleeri savunmak için nükleer enerjinin en zayıf özelliği, istihdam yaratma potansiyelini argüman olarak sunmaları çaresizliklerine işaret. Nükleer santral istemeyen kamuoyunu ikna etmek için ne yapacaklarını şaşırmış durumdalar.

Energy analyst Gürbüz: Preachers of Iraq and Libya were not present in Durban

Interview published at Today's Zaman... (19 December 2011)
A Turkish journalist who has been working on issues related to energy and the environment for the last 20 years, and who was at the Durban climate talks as an observer, said it was instructive to see once more how some developed countries like to lecture the world when it comes to democratic development -- in countries like Iraq and Libya which posses good oil reserves -- but remain silent and short-sighted when there are no material gains.
“Millions of people in the least developed countries are threatened by natural disasters, water scarcity, drought, emigration and so on. They are not responsible for climate change but they are the most vulnerable,” said Özgür Gürbüz, who was at the climate conference as an observer for the Heinrich Böll Stiftung, an independent German civil society organization.

“They do not want money nor do they beg for mercy. They want to secure their future and demand equality,” he added.

To read the rest of the article, please click here

Güney Afrikalı’nın “Deniz Feneri”ni kimse duymayacak

Özgür Gürbüz-Birgün / 18 Aralık 2011

Johannesburg-Nelson Mandela Meydanı
Foto: Özgür Gürbüz
Yabancı bir ülkeye gittiğimde o ülkenin kültürü ve politik gündemi hakkında bilgi sahibi olmaya çalışırım. Bir bakkala, süpermarkete gitmek size yemek kültüründen, sıradan insanların hayatına kadar birçok şey öğretir. Gazeteler, o ülkede nelerin konuşulduğunu anlatır ya da varsa mahallenin bakkalı. Süpermarketlerle dolu bir ülkede ne yazık ki bu şansınız yok.

İklim görüşmelerini izlemek için gittiğim Güney Afrika’da ilk günler güvenlik nedeniyle kendimi dört duvar arasında kapalı buldum. Oraya gitme vururlar, sokakta dolaşma soyarlar. Klise duvarlarında bile “izinsiz giren vurulur” yazılarını görüp, elektrikli telleri fark edince bu uyarıları ciddiye almaya karar verdim. Oturdum bir tomar gazete okudum. Bir baktım ki 10 küsür saatlik yolu boşuna gelmişim. Gündem neredeyse bizimkiyle aynı. Yelpazenin solundaki gazete de aynı dertten yakınıyor, sağındaki de. Konu basın özgürlüğü.

22 Kasım 2011 tarihinde Güney Afrika Cumhuriyeti Parlamentosu’nun alt kanadı “Gizlilik Yasası” adlı tasarıya 107’ye karşı 229 oyla evet dedi. Tasarı muhtemelen gelecek yıl parlamentonun üst kanadında tartışılacak ve oradan da geçerse Devlet Başkanı Jacob Zuma’nın onayına sunulacak. Yasa tasarısı, devletin en üst makamından belediyelere kadar her kurumuna istediği belgeye “gizli” damgası vurma hakkını veriyor. Bu belgeleri sızdıran, gazetelerde haberleştirenlerin de vay haline; 25 yıla kadar hapis onları bekliyor. Gazeteler bu güne “Kara Salı” ismini yakıştırdı.

Tasarıyı hazırlayan iktidardaki ANC (Afrika Ulusal Kongresi) partisi. ANC’nin Güney Afrika’nın ırkçılığa karşı mücadele tarihinde çok önemli bir yeri var. Güney Afrika’nın unutulmaz lideri Nelson Mandela’nın da başkanlığını yaptığı ANC, 1994 yılında ülkenin ırkçılığa veda etmesiyle birlikte iktidar koltuğuna yerleşmiş. 17 yıldır iktidardalar ve 2009’daki son seçimde yüzde 65 oranında oy toplamışlar. Mandela’nın ANC’nin silahlı kanadı Umkhonto we Sizwe’nin uzun yıllar liderliğini yaptığını da hatırlatalım.

ANC’nin “Gizlilik Yasası” 2-3 yıl önce de parti içinde gündeme gelmiş ancak parlamentoyu görmeden tasarıdan vazgeçilmiş. Güney Afrika’da yayımlanan Mail&Guardian gazetesinin, 1999 yılındaki bir yolsuzluk iddiasıyla ilgili haberleri tasarının yeniden yastık altından çıkarılıp acele bir şekilde parlamentoya sunulmasında etkili olmuş. 1999’daki yolsuzluk iddiasında Güney Afrika Devlet Başkanı Jacob Zuma’nın da adı geçiyor. O dönem, finans konularında Zuma’nın danışmanlığını yapan Schabir Shaik’in milyar dolarları bulan büyük bir silah ihalesinde Zuma’ya rüşvet verdiği iddia edilmişti. Shaik 2005 yılında suçlu bulunmuş ve 15 yıl hapis cezası almıştı. Zuma ise ceza almamayı başarmıştı.

Yasa tasarısına Güney Afrika’da tüm medya tepki gösteriyor. Sadece beyazlar değil, ANC’ye oy veren zenciler, solcu gazeteciler bile bu yasayı savunamıyor. Ülkede yolsuzluk sorunun dağ gibi büyüdüğünü görmeyen yok. Sorunu çözmenin yolu gizlemekten geçmiyor ama bunu ANC’ye ve Zuma’ya söylemek pek kolay değil. 17 yıllık iktidar ve yüzde 65’lerin üzerindeki oy potansiyeli, ANC yandaşlarını bile açık açık konuşmaktan alıkoyuyor sanki. Ne kadar kızsalar da, tahminen “bizdendir” deyip oylarını verecekler. Bizim buralarda olduğu gibi. Yine bizim buralarda olduğu gibi herkes susmuyor. Güney Afrika’nın politik sahnesinde artık fazla görünmeyen 93 yaşındaki Nelson Mandela yasa hakkında çekinceleri olduğunu söyledi. Nobel ödüllü Başpiskopos Desmond Tutu, tasarıyı “hakaret” olarak tanımlayarak, araştırmacı gazeteciliğe darbe vuracağına dikkat çekti. Güney Afrikalı gazeteciler ise ağızlarını siyah maskelerle kapatarak ANC’nin merkezinin önünde protesto gösterileri düzenlediler. Bu protestolar etkili olmazsa Güney Afrika basınında “Deniz Feneri” benzeri yolsuzluk dosyaları hiç yer alamayacak. Yolsuzluk olacak ama yok sayılacak, görülmeyecek.

Görülüyor ki, dünyada iktidarların medyayı susturmak ve kontrol etmek için yapmayacakları şey yok. Benzer taktikler ya birileri tarafından öğretiliyor ya da kulaktan kulağa her yere ulaşıyor. Türkiye’de izlenen yol daha zahmetli. Destekçilerini televizyon ve gazete açmaları için teşvik edeceksin. Mevcutları satın almaları için eşine dostuna baskı yapacaksın, rica edeceksin. Satın alamadığının üzerine vergi borcuydu, şuydu buydu diyerek yürüyeceksin. Parayla kontrol edemediğini terör örgütü üyesi ilan edeceksin, gazeteci değil diyeceksin. Uzun iş... Çıkar bir gizlilik yasası, bitir işi! Bak, elalem nasıl yapıyor.

Kyoto ölmedi ama ağır yaralı

Güney Afrika’nın Durban kentinde iki hafta süren görüşmeler iklim değişikliğini durdurmak için hangi ülkelerin niyetli hangi ülkelerin ise umursamaz olduğunu gösterdi. Maskeler düştü. İyi, kötü ve çirkin belli oldu.

Özgür Gürbüz-Birgün / 15 Aralık 2011

Durban’a giderken elde, gelişmiş ülkelerin seragazı emisyonlarını 2012 sonuna kadar 1990 yılı seviyesinin yüzde 5,2 aşağısına çekecek bir anlaşma vardı. Yasal bağlayıcılığı olan ve 192 ülke ile bir birliğin imzasını taşıyan eldeki tek metin Kyoto Protokolü’ydü. 2012 sonunda ilk yükümlülük dönemi bitiyordu ve yerine bir şey konmazsa (ikinci yükümlülük dönemi) iklim mücadelesi dipsiz kuyuya itilmiş olacaktı. Bilim, 2050’ye gelindiğinde gelişmiş ülkelerin seragazı emisyonlarını 1990’a göre yüzde 80 oranında azaltması gerektiğini söylüyor. Görüldüğü gibi daha işin başındayız. Tüm bunları bilerek gittiğimiz Durban’dan şu sonuçlarla döndük:
  • Kyoto Protokolü’nün ikinci yükümlülük dönemi belirlendi ve protokol hayatta kaldı. İkinci dönem 1 Ocak 2013’te başlayacak ve 31 Aralık 2017’de veya 31 Aralık 2020’de bitecek. Bitiş tarihi üzerinde yeni müzakerelere ihtiyaç duyulacak.
  • Seragazı emisyonlarının ne kadar indirileceği şimdilik belirsiz. Anlaşma metininde amaç 2020’ye kadar seragazı salımlarını 1990 yılına göre yüzde 25 ila 40 oranında azaltmak olarak belirtildi ancak bu hedef bağlayıcı değil. Bolivya bu konuda haklı bir itirazda bulundu ki ben de aynı görüşteyim. Hedefi aynı Kyoto’nun ilk döneminde olduğu gibi tek bir rakama bağlamak ve bağlayıcı bir hedef olarak belirlemek lazım. 
  • Kyoto’ya taraf, EK-1 diye adlandırılan listedeki gelişmiş ülkeler, 1 Mayıs 2012’ye kadar Sekretarya’ya ikinci döneme ilişkin hedeflerini bildirmek zorunda. Bu tarihte Kyoto’ya devam kararı alan ülkelerin asıl rakamlarını göreceğiz. Önümüzdeki kritik tarih 1 Mayıs. 
  • Kanada ve Japonya ikinci döneme katılmayacaklarını açıkladı. Rusya ise indirim hedefi belirtmeyeceğini söyledi. ABD yine yok. Böyle olunca küresel emisyonların neredeyse 3’te birini salan bu dört ülke sorumluluk almamış oluyor. Bu sürdürülebilir değil.
  • Durban’ın bir sonucu da, 2020 sonrası Çin ve Hindistan gibi büyük miktarda seragazı salımı yapan ülkelerin de bağlayıcı hedef alacaklarına dair verdikleri sinyallerdi. Ancak 2020’ye kadar seragazı indirimi konusunda gelişmiş ülkeler üzerlerine düşeni yapmazlarsa, Çin’in sürece katılmasının bir anlamı kalmayabilir. Çünkü bilimsel raporlar, küresel ve herkesin sorumluluk aldığı bir anlaşmanın hayata geçmesi için 2017’nin en son tarih olduğunu söylüyor.
  • Yeşil İklim Fonu’nun organizasyonu konusunda da anlaşıldı. 2020’den itibaren gelişmekte olan ülkelere her yıl 100 milyar dolar yardım yapılacak. Paranın kaynağı ise hala belli değil.
Durban’daki iklim konferansının ana sonuçları bunlar. Kyoto’nun hayatta kalması bir teselli olsa da acı gerçek dünyanın en büyük ekonomilerinin sorumlulukları arttıkça süreçten ayrılmaya başlaması oldu. Kötüler ortaya çıktı. ABD, Kanada, Rusya ve Japonya’yı bu listenin en başına yazabilirsiniz. İyiler kim derseniz, küçük ada devletleri, az gelişmiş ülkeler ve onları yalnız bırakmayan Avrupa Birliği diyebilirim. Çirkinler grubuna ise petrol kaynakları nedeniyle görüşmeleri tıkamaya çalışan Suudi Arabistan ve Venezüella konulabilir. Suudi Arabistan’ın petrol gelirleri azalacak argümanıyla tazminat istemesi, Venezüella’nın son gece Avrupa Birliği’ne yaptığı anlamsız çıkış sevimsizdi. Türkiye ise her zamanki gibi ortalarda görünmemeyi tercih etti. İki çevre bakanı da toplantılara gelmedi. İklim Baş Müzakerecisi Mithat Rende’nin belki de yüzyılın en önemli iklim toplantısında olmayışı anlaşılır gibi değildi.

Durban toplantısı bize bir kez daha acı gerçeği gösterdi. Milyarlarca canlının hayatını etkileyen bir anlaşmanın kararını verenler dünyadaki halklar değil hükümetleri kontrol eden birkaç büyük şirket oldu. Kamuoyu ve bilimin desteğine rağmen buradan dünyayı kurtaracak bir anlaşma çıkmaması başka nasıl açıklanabilir?