Yolsuzluk ortamında nükleer ihale olmaz!

Son nükleer ihalede, 50 milyon dolarlık rüşvet verildiği ifadelerde yer aldı. Böyle bir ortamda nükleerde tekrar ihaleye çıkılması sakıncalıdır. Buna rağmen ihalede ısrar edilecekse, TAEK dahil, bakanlıktaki tüm ilgili birimlerde çalışanların mal beyanında bulunmaları şart koşulmalıdır.

Özgür Gürbüz - Global Enerji / Mart 2008

Gün yok ki, gazetelerde Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'nda gerçekleştirilen bir yolsuzluk operasyonu karşımıza çıkmasın. Çok gerilere gitmeye gerek yok. Mavi Hat operasyonu kapsamında olan bitenleri hepimiz izliyoruz. Yakından takip edenler operasyon kapsamında adı geçen ve kilit isim olarak anılan İbrahim Selçuk'un telefon kayıtlarını, konuşmalarını ve kimlerle ilişkiye girdiklerini biliyor olmalılar. BOTAŞ ile başlayan yolsuzluk iddialarına Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'na ait diğer kurumlardan üst düzey yetkililerin de karıştığını görüyoruz. 21 Şubat tarihinde davaya bakan Ankara 7. Ağır Ceza Mahkemesi, görevsizlik kararı vererek dosyayı terör ve organize suçlarla ilgili davalara bakmakla yükümlü 11. Ağır Ceza Mahkemesi'ne göndermişti. 7. Ağır Ceza Mahkemesi kararında, "İddianameye göre, sanıkların haksız kazanç sağladıkları BOTAŞ'taki 10 ayrı ihaleye fesat karıştırma ve ihaleye katılan ya da katılmak isteyen kişi ve kuruluşlardan rüşvet alma suçlarını, kurdukları ve adına 'Tuzgölü Çetesi' dedikleri, TCK'nin 220. Maddesi'nde anlamını bulan suç işleme amacıyla kurulmuş örgüt vasıtasıyla gerçekleştirdikleri tartışmasızdır" diyor1.

Haberler sadece Mavi Hat ile ilgili olsa iyi; köstebekler kol geziyor, pastanelerde sütlaç alınıp satılacağına 100 bin avroluk çekler değiş tokuş ediliyor. Cumhuriyet Savcısı Mehmet Tamöz'ün Enerji Bakanı Hilmi Güler'e verdiği bilgilendirme sonucu, Güler'in isteğiyle yapılacak operasyonun ertelendiği ve bu nedenle polisi ve savcılığı zor durumda bıraktığı bile yazılıyor2.

Mal beyanı şart
Tüm bunlar nükleer ihale sürecine girdiğimiz günlerde yaşanıyor ve ilgili kurumların hemen hemen hepsi bu süreçte öyle ya da böyle yer alacak. Şimdi biraz geriye gitmekte fayda var. 2000 yılında Türkiye'nin yaşadığı en son nükleer ihale de benzer bir rüşvet ortamında ağır yara almış hatta batmıştı. Dönemin TEAŞ Genel Müdür Yardımcısı Ünal Peker'in ifadesinde, "Nükleer enerji ihalesi aşamasında altı Kanada firması tarafından bakanlık seviyesinde birilerine 50 milyon dolar verildiğini duydum. Bu paranın Anavatan Partisi adına alındığını Güriş firmasındaki Cem Özkök adında bir şahıstan duymuştum. Bu Enerji Bakanlığı'ndaki herkes tarafından bilinmektedir" deniyordu3.

Nükleer enerji firmalarının ihalelerde "kıran kırana" çarpıştığını hepimiz biliyoruz. CANDU'nun 1970'lerde Güney Kore ve Arjantin'e 22 milyon doları bulan rüşvet verdiği biliniyor. 1994 yılında AECL'nin üst dü zey bir temsilcisinin yine aynı nedenden Güney Kore'de hapse girdiği de4. Uzun lafın kısası, böyle bir ortamda nükleer ihale yapılması demek aynı filmin tekrar edileceği anlamına geliyor. Ne nükleer firmaların 15-20 milyar dolarları bulacak böyle bir ihaleyi "es" geçeceklerini, ne de bizim ne yazık ki genlerimize işlemeye başlamış kültürün bir günde değişeceğine inanıyorum. Eğer tüm bunlara rağmen ihalede ısrar edilecekse, nükleer faaliyetlerin düzenlenmesi ve denetlenmesinden sorumlu olan TAEK dahil, bakanlıktaki tüm ilgili birimlerde çalışanların tez elden mal beyanında bulunmaları şart koşulmalı. Yoksa bu maceranın sonu ihaleye girecek olan şirkete pahalıya mal olacak. Halihazırda, Nükleer Güç Santrallerinin Kurulması ve İşletilmesi ile Enerji Satışına İlişkin Kanun'un Anayasa Mahkemesi'nde inceleme altında olduğunu anımsatmaya gerek yok herhalde. Siyasi bir karar olan nükleer enerji santrali kurma kararını tartışmak başka, işi doğru dürüst yapmak başka. Kaldı ki, yıllardır bu ülkede nükleer santral kurulmasını isteyen birçok mühendis bile bu işin bu yasayla olmayacağını beyan etti. Olmayacak duaya amin deniyor sanki

Nükleer santral kaça patlar?
Nükleer santral tartışmalarında maliyet hesaplarının öne çıkmaya başladığı görülüyor. Rakamlar havada uçuşuyor. Bakıyorum kimse 2005 yılında temeli atıldığında övgüyle söz edilen Finlandiya'daki Olkiluoto santralinden bahsetmiyor. Yapımı, hisselerinin yüzde 90'ı Fransız devletine ait Areva ve Alman Siemens tarafından yürütülüyor. Bittiğinde Avrupa'nın ilk üçüncü kuşak (jenerasyon) nükleer santrali olacak. Yalnız işler planlandığı gibi gitmiyor. İnşaatın ilk iki yılı içerisinde ortaya çıkan hatalar ve güvenlik konusundaki eksiklikler, santralin açılışını şimdiden iki yıl geciktirdi. 2007 baharından bu yana inşaatta çalışan insan sayısı iki katına çıkarıldı ama en iyi tahminler elektrik üretimine 2011 yazında geçilebileceğini söylüyor5. İki yıllık gecikme sonucunda üretilemeyen elektrik de hesaba katıldığında gecikmenin maliyeti toplamda 1.6 milyar avroya ulaşıyor6. Yatırım maliyetini reaktörü inşa eden TVO firmasının İcra Kurulu Başkanı Pertti Simola, 21 Mart 2005'te Paris'te yaptığı bir sunumda 3 milyar avro olarak belirtmişti. Bu rakam doğruysa, gecikme sonucu oluşan maliyetle birlikte toplam fatura 1.600 megavatlık reaktör için 4.5 milyar avroya kadar çıkıyor. İnanması güç çünkü kilovat başına düşen ilk yatırım maliyeti 4 bin 200 doları geçiyor. Areva'nın ortağı EdF'nin tahmini pek doğru çıkmayacak gibi gözükse de kilovat başına 2 bin 200 avro7 hedefleniyordu. Bu gerçekleşseydi bile kurulum maliyeti kilovat başına 3 bin 200 doları geçecekti. Ayrıca bu hesaba atığı, söküğü, protestosu, davaları ve faizi de eklenmeli. Riskli yatırım dedikleri bu olsa gerek...

Kaçıncı kuşak santral?
Geçtiğimiz aylar içerisinde bir basın gezisi nedeniyle Hollanda Çevre Bakanı Jacqueline Cramer ile bizzat görüşme fırsatı yakaladım. Kendilerine, 34 yaşındaki tek nükleer reaktörlerinin akıbetini ve yeni nükleer reaktörlerin yolda olup olmadığını sordum. Mevcut reaktörü 2033'e kadar çalıştırma yönünde karar olduğunu belirttikten sonra yeni planlarla ilgili şu yanıtı aldım: "Dördüncü jenerasyon nükleer santralleri bekliyoruz. Üçüncü neslin atık ve güvenlik sorunu sürüyor; sürdürülebilir değil" diyordu. "Hollanda yeni jenerasyonu görmeden yeni nükleer santral yapma kararı vermeyecek" diye de ekliyordu.


Meraklısına...

Yenilenebilir Enerji 2007Küresel Durum Raporu
REN21 adlı organizasyon tarafından her yıl hazırlanan raporun 2007 versiyonu, 100 milyar doların, geçtiğimiz yıl içerisinde bu kaynaklara yatırıldığını belirtiyor. Yenilenebilir enerji kaynaklarının kurulu gücünün 240 bin megavata ulaştığı günümüzde rapor, her enerji kaynağı için oldukça detaylı analizler içeriyor. İngilizce olan rapor www.ren21.net adresinden ücretsiz indirilebilir.

Enerji PolitikalarıABD 2007
Uluslararası Enerji Ajansı (UEA), üyesi ülkelere ait enerji politikalarını içeren raporları yayınlamaya devam ediyor. Amerika Birleşik Devletleri de enerji arz güvenliğini arttırmanın ve aynı zamanda seragazı emisyonlarını azaltmanın formülünü arıyor. Makro politikalara ilgi duyanlar için ideal. www.iea.org adresinden kitaplığa erişerek satın alınabilir. PDF kopyası 60 avro ve İngilizce.

Orta Karadeniz Enerji Forumu
Samsun'daki mobil santraller, Ankara 10. İdare Mahkemesi kararıyla tekrar kapatıldı. Çarşamba ve Bafra ovalarına yapılması düşünülen yeni ithal kömürlü termik santrallerle ilgili tartışmalar da sürüyor. Bölge hakkında detaylı bilgi almak için geçtiğimiz eylül ayında Elektrik Mühendisleri Odası tarafından düzenlenen enerji forumunun kitabına göz atmakta fayda var. Ücretsiz olarak Samsun EMO'nun web sayfasından indirilebiliyor.


1 Anadolu Ajansı, 21 Şubat 2008 2 Hürriyet, 21 Şubat 2008 3 Radikal, 25 Mart 2001 4 The CANDU Syndrome, David H. Martin, Eylül 1997 5 ArevaSiemens sees Olkiluoto 3 reactor operational in summer 2011, 31 Aralık 2007 Forbes.
6 Power failure: What Britain should learn from Finland's nuclear saga, 16 Ocak 2008. The independent
7 The Economics of Nuclear Power, research report 2007, Stephen Thomas, Peter Bradford, Antony Froggatt and David Milborrow, Greenpeace, s. 6

“Politikacılar alınganlığı bıraksın, susuzluk kapıda!”

Özgür Gürbüz - Sabah / 21 Mart 2008*

Kışın sonuna gelinmesine rağmen barajlardaki doluluk oranının istenilen seviyeye gelmemesi herkesi endişelendiriyor. 22 Mart Dünya Su Günü nedeniyle bir toplantı düzenleyen Doğal Hayatı Koruma Vakfı (WWF), Türkiye’nin küresel ısınmaya bağlı olarak yaşadığı kuraklığa dikkat çekerek politikacı ve idarecilerden sorunların çözümü için kalıcı adımlar atmasını istedi. Su sorununu siyaset üstü bir konu olarak niteleyen WWF Türkiye Genel Müdürü Dr. Filiz Demirayak, politikacıları kişisel alınganlıkları bir yana bırakarak beraber çalışmaya çağırdı.

Kuraklık küresel ısınma kaynaklı
Türkiye’de son 20 yılda kişi başına düşen su miktarının 4 bin metreküpten bin 430’a düştüğünün belirten Demirayak, “2030 yılında nüfusumuz 100 milyonu bulacak ve kişi başına düşen su miktarı bin 100 metrekübe düşecek. Türkiye, su fakiri bir ülke olma yolunda hızla ilerlemektedir” uyarısında bulundu. Soruna dikkat çekmek için yaptıkları “Boruları yenile başkan” sloganlı kampanyalarının bazı politikacılarda alınganlık yarattığına da değinen Demirayak, “Yüzde 95’e hangi sihirli plan çerçevesinde ulaştıklarını göstersinler biz de Dünya Su Forumu dahil her yerde bu başarı öyküsü anlatalım. Su siyaset üstü ama politikasının oluşturulması lazım” dedi. Demirayak, Türkiye nüfusunun yüzde 40’ının yaşadığı 16 büyükşehirde şebeke kayıplarının ortalamasının yüzde 50’ye yakın olduğunu da sözlerine ekledi. Küresel ısınmanın kuraklıkla ilişkisinin ıspatlanmış olduğunu da belirten yekililer, İstanbul için Mart 2006’da yüzde 90’ları bulan doluluk oranının Mart 2007’de yüzde 54 bugün ise 37’lerde olduğuna dikkat çekti ve kuraklığın geçici bir olgu olmadığının altını çizdi.

Konya'da 41 bin kaçak kuyu var
2006 yılında başlattıkları “Suyumuza Sahip Çıkalım” adlı kampanya hakkında bilgi veren Su Kaynakları Programı Müdürü Buket Bahar Dıvrak da tarımda ve su havzalarındaki sorunlara dikkat çekti. Dıvrak, kendilerine ulaşan son bilgilere göre Konya Havzası’ndaki 60 bin civarı kuyunun 41 binin kaçak olduğunun öğrenildiğini söyledi.

-----
Ilısu Barajı’na bilirkişi darbesi

Doğa Derneği tarafından yapılan açıklamaya göre Ilısu Barajı’nın inşa edilebilmesi için Devlet Su İşleri’nin yerine getirmesi gereken 153 ön şartı denetleyen uluslararası bilirkişi heyeti, bu güne kadar şartların hemen hiçbirinin gerçekleştirilmediğini belirtti. Açıklamada eksiklikler nedeniyle, barajı finanse eden Alman, Avusturyalı ve İsviçreli kredi kuruluşları projenin geleceğini konuşmak üzere Türkiye’ye gelecekleri belirtiliyor.

*Orjinali

Askerden kaçan vicdani retçiye destek kampanyası başladı

Özgür Gürbüz - Sabah / 20 Mart 2008 *

Tam yedi ay askerlik yaptıktan sonra askerden kaçan ve vicdani retçi olduğunu açıklayan İsmail Saygı’nın yakalanmasının ardından savaş karşıtları ve diğer vicdani retçiler kendisine destek için kampanya başlattı. 15 Kasım 2006 tarihinde vicdani retçi olduğunu açıklayan Saygı, 16 Mart 2008 günü Üsküdar’da çalıştığı barda yakalanmış ve İstanbul’daki Maltepe Askeri Cezaevi’ne gönderilmişti. Saygı’nın önümüzdeki günlerde buradan Kağızman’daki askeri birliğine ya da Sarıkamış Askeri Cezaevi’ne gönderilmesi bekleniyor.

Öte yandan, 22 yaşındaki Saygı’nın serbest bırakılması için insan hakları örgütleri ve savaş karşıtları ortak bir basın açıklaması yaptı. İstanbul’da dün yapılan açıklamaya Kıbrıs Vicdani Ret İnsiyatifi’nden de destek mesajı geldi. Avukat Eren Keskin, İsmail Saygı’nın önce askerlik yapıp sonra kararını değiştirmesinin vicdani retçi olmak için bir engel teşkil etmediğini belirterek, “Bence bu davanın da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nce (AİHM) kabul edilmemesi için bir sakınca yok” dedi. AİHM’nin kararlarının anayasanın da üzerinde olduğunu belirten Keskin, sadece vicdani ret değil birçok konuda Türkiye’nin AİHM yokmuş gibi davrandığını da sözlerine ekledi.

Saygı’nın yine vicdani retçi olan arkadaşı S.K. ise arkadaşının Uşak’ta üniversiteye hazırlanırken aniden askere çağrıldığını, askerde gördüğü kötü muamele ve hapis olaylarından sonra vicdani retçi olmaya karar verdiğini söylüyor. S.K., “Saygı şiddet barındıran biri değildi. Bana kendime olan saygımı yitirmeye başladım dedi. Emre itaat etmediği için devamlı hapis cezası aldığını bu yüzden de askerliğinin hiç bitmeyeceğini söylüyordu. Ben bu kadar yaptın bitir dedim ama istemedi” açıklamasını yapıyor.

*Orjinali

Bin Milyar Kere Bin Lombar

Özgür Gürbüz-Sabah Kitap/22 Mart 2008*
Tek bir izin gününüz varsa her şeyi en hızlı bir şekilde yapmaya çalışırsınız. Kitapevinde dolaştığım sırada ben de bunu yapmaya çalışıyordum ki, duyduğum garip sevinç çığlıkları beni ister istemez arka tarafa, çığlıkların geldiği yere götürdü. Elinde tuttuğu genişçe kitabı sağa sola sallayan ve tek ayağının üstünde zıplayan orta yaşlarında bir adam, çılgınlar gibi, “Bin milyar kere bin lombar, İşte Tenten’in aradığım macerası!” diye bağırıyordu. Üzerinde küresel ısınmaya inat olsun diye giyildiğini düşündüğüm kalın boğazlı bir kazak, kalın siyah sakalı ve yine siyah renkte denizci şapkası vardı. Yanında Tenten’in hayvan dostu Milu ve Profesör Turnesol da olsa, kitabevinde gördüğüm adamın Kaptan Haddock olduğuna yemin edebilirdim. Bildiğiniz gibi Tenten onlarsız yapamaz; Dupont ve Dupond kardeşleri de unutmamak lazım tabii.
Kitapevinden çıktığımda elimde Tenten’in ‘Sidney’e 714 Sefer Sayılı Uçuş’ adlı macerası vardı. Uzun yıllar Türkçe’ye Yapı Kredi Yayınları tarafından kazandırılan dünyaca ünlü kahraman Tenten’in maceraları bu defa İnkılap Kitabevi tarafından piyasaya sürüldü. Ela Güntekin tarafından çevrilen bu macera Tenten karakterinin yaratıcısı Belçikalı çizer Herge tarafından 1968 yılında mürekkebe bulanmış. Asıl adı Georges Remi olan çizer 1907 yılında Brüksel’de doğdu. Daha 16 yaşında çizgilerini basılı yayınlara sokmaya başlayan Remi, 1924 yılında kendi imzasını da yarattı. Ad ve soyadının baş harflerinin yerlerini değiştirdi (R.G), ve onların Fransızca telaffuzundan ilham alarak ‘Herge’i kendisine takma ad yaptı. 1926’da Tenten’in atası sayılan Totor karakterini yarattı. 1929’da ‘Tenten ve Karbeyazı’ ortaya çıktı ardından da Tenten’in ilk kitabı olan ‘Gazeteci Tenten, Sovyet Topraklarında’. ‘Sidney’e 714 Sefer Sayılı Uçuş’ macerasında da Tenten uzak diyarlara gidiyor. Düşündüğünüz gibi uçakta geçen bir macera değil bu. Tenten ve arkadaşları, Endenozya’nın gizemli adalarının birinde, şans eseri tanıştıkları ve sinsi bir tuzak sonucu kaçırılan milyoner Carreidas’ı (Hiç gülmeyen adam) kurtarmaya çalışıyor. Tabii, kendilerini de. Her ne kadar bir köpeğin “hayvan herif” diye sinirlenmesine pek anlam veremesem de, Milu’nun bu seride önemli bir rol oynadığını söylemeliyiz. Maceranın sonu Tenten öykülerinin sürpriz sonlarına alışmış olanları bile şaşırtacak türden bir sona sahip. Profesör Turnesol’un Kaptan Haddock ve milyarder Carreidas ile olan söyleşileri ise tam bir klasik. Tenten’in azılı düşmanı Rastapopulos’un başına gelenler de (kelimenin tam anlamıyla) Tenten severleri çok eğlendireceğe benzer.
Herge tarafından yaratılan Tenten karakteri, hem çizgi roman kültüründe hem de yakın politik tarih içerisinde önemli bir yere sahip. Genç, akıllı, gözüpek bir gazeteciyle onun sakar ve eğlenceli dostlarından bahsediyoruz. Maceraları, hayal gücünün sınırlarını zorlamakla beraber, sıradan insanların zeka ve becerileriyle kurtarılan hayatlardan, yardımlaşmanın ve şansın yardımıyla çözülen büyük sırlardan oluşuyor. Bu noktada Tenten’in Amerikalı rakiplerinden ayrılarak tam bir Avrupalı tavrı sergilediğini söylemek mümkün. Özellikle son döneme bakıldığında, Amerikan çizerleri tarafından yaratılan kahramanlar, Batman gibi birkaç örnek dışında insanüstü özelliklere sahip olmalarıyla öne çıkıyor. Birçoğunun ‘mutant’ olduğunu belirtmekte de yarar var. Buna karşın tıpkı Tenten’de olduğu gibi Avrupa’nın yarattığı karakterler ‘içimizden biri’ olmaya devam ediyor. Bir anlamda Hollywood ile Avrupa sineması karşılaştırmasına benziyor bu farklılık. Çizgi romana da yansımış olan Avrupalıların gerçek hayattan kahraman çıkarma isteklerine karşın Amerikalılar hep mucizevi yaratıkların kendilerini kurtarmalarını bekliyor. Kahramanların çoğu istem dışı etkilerle ‘süper” oluyor. Avrupa’da ise gelenek daha çok yaratıcılık ve zekayla ‘süper’ olma yolunda. Red Kit ve Tenten'de olduğu gibi. Asteriks’te bile sihirli iksirin arkasında yetenekli bir büyücü var doğaüstü güçler değil. Belki de Avrupa kökenli çizgi romanları farklı kılan bu insani yanları olmalı.
Tenten’in diğer çizgi romanlarından farkı ise hem çizerinin hem de kendisinin zaman zaman politik tartışmalar içerisine çekilmiş olması. Herge, özellikle ilk çizgileri sırasında sık sık Avrupalı olmayan karakterleri aşağıladığı yönünde eleştirilere maruz kaldı. İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazilerin yönetimindeki bir dergide Tenten öykülerini çizmeye devam etmesi ise hiç unutulmadı. En son olarak İngiltere’deki Irksal Eşitlik Komisyonu, Tenten Kongo’da kitabını ırkçılıkla suçlamış, kitabın satışının yasaklanmasını dahi istemişti. Bu suçlamalar karşısında İngiltere’nin iki büyük kitabevi, Borders ve Waterstones kitabın satışını durdurmadı ancak Tenten’in bu macerasını çocuk reyonlarından büyük reyonlarına taşıdı. Tenten’in politikayla olan ilişkisi bu karakterin sol ve sağ partilerce zaman zaman sahiplenmek istemesiyle tekrar kuvvetlendi. Her ne kadar Belçikalı bir çizer tarafından yaratılmış olsa da 1999 yılında Fransız Parlamento’sunda Tenten’in sağcı bir milliyetçi mi yoksa solcu bir yurtsever mi olduğu tartışıldı. Chirac taraftarları, onun Sovyet ve petrol zengini kapitalist ülkelerin karşısında olduğunu savundu. Lionel Jospin’in Sosyalist Partisi’nden Yann Galut ise Tenten’i merkez solda tanımladı. Hatta Fransa’daki 68 öğrenci olaylarının lideri, bugün Avrupa Yeşilleri Eş Başkanı olan ‘Kızıl Dany’ lakaplı Daniel Cohn Bendit’e bile benzetti.1 Aşırı sağcı eğilimiyle bilinen Le Pen’in Tenten’e sahip çıkması da Fransa için ayrı bir olay oldu.
Son olarak Tenten’in Steven Spielberg ve Yüzüklerin Efendisi üçlemesinin yönetmeni Peter Jackson tarafından beyaz perdeye taşınmak üzere olduğunu da anımsatalım. Spielberg’in Tenten hayranı olduğu ve 25 yıldır onu sinemaya taşımak istediği biliniyor. Kağıt üzerinde durduğu kadar güzel durur mu bilinmez ama 200 milyondan fazla satan ve 50’inin üzerinde dile çevrilen Tenten kitaplarının okurları, meraktan bile olsa filmi izlemeye giderse salonların dolacağı kesin.
*** Kaptan Haddock’un Sözlüğü
Lombar: Gemi bordalarına, küpeştelerine açılan dörtgen biçiminde delik.
Zırtapozluk: Delişmen, zıpır, hayta.
Karabina: Namlusu genellikle yivli, kısa ve hafif bir tüfek, alaybozan.
Bocurgat: Ağır yükleri çekmek için manivelayla döndürülen ve döndürüldükçe, çekilecek şeyin bağlı bulunduğu urganı kendi üzerine saran çıkrık.
Satrap: Perslerde il yöneticisi, vali.
Kaşalot: (argo) Aptal, budala.
Kaynak: http://www.dildernegi.org.tr/
* Sabah Kitap'ta yazı kötü bir şekilde kısaltılmıştı, burada tamamı var.
1 Tintin on trial, BBC, 4 Şubat 1999