Ölenlerden en çok 3'ü sigortalı

Özgür Gürbüz - Sabah / 1 Şubat 2008

İstanbul Davutpaşa'daki kaçak atölye vahşeti, bölgedeki yüzlerce atölyede iptidai koşullarda, sosyal güvenlikleri olmadan çalışan işçilerin durumunu da yeniden gözler önüne serdi. İstanbul Büyükşehir Belediyesi yetkilileri, çöken binada patlayıcı yapılan bir işletmeye ruhsat verilmediğinin ve böyle bir başvurunun dahi olmadığının altını çiziyor. Patlamanın şokunu yaşayan işçiler ise son iki yıldır sıklaşan denetimler sonucu her atölyenin fişlendiğine dikkat çekiyor.

Zabıta burayı nasıl atlar?
Atölye sahiplerinden Mehmet Sarı, kapıdaki numarayı göstererek, tüm işyerlerinin kayıt altına alındığını, ne tür imalat yapıldığının zabıta ekiplerince bilindiğini söylüyor. Bir başka atölye sahibi ise özellikle son iki ayda zabıta ekiplerinin her iki günde bir kontrole geldiğini belirterek şaşkınlığını, "Zemin katta havai fişek imalatı varsa, bunu nasıl görmezler" sözleriyle dile getiriyor.

Ekmak parası abi, ne yaparsın?
Tekstil işiyle uğraşan Mehmet Ali Yaprak, patlamanın etkisiyle hâlâ titrediğini söylüyor. Ama birkaç kapı ötedeki atölyeden makine sesleri gelmeye devam ediyor. Onlarca insanın öldüğü, arkadaşlarının yaralandığı facianın hemen ardından çalışmaya başlayan işçilere soruyoruz. Aldığımız yanıt ise gayet kısa ve öz: "Ekmek parası..."

Kıyamet kadar sigortasız var
Karın tokluğuna çalışan işçilerin birçoğu sigortasız hatta bazı patronların bile sosyal güvencesi yok. Genel kanı, patlamada ölen 20 kişiden sadece üçünün sigortalı olduğu. "Sigortasız çalışanlar çok mu" sorusunun yanıtı ise çok çarpıcı: "Kıyamet kadar..." Sinan Kızılkaya tam bir yıldır sigortalı iş aradığı için işsiz gezdiğini söylüyor. İki çocuğunu, eşini ve yeşil kartı elinden alınmış hasta annesini Manisa'da bırakan Kızılkaya işverenlerin, "Sigorta isteme sana asgari ücret üstüne 100 YTL verelim" dediklerini söylüyor. Türk-İş'e bağlı Tekstil Sendikası sözcüsü Mete Bayındır da, "Tekstil sektöründe çalışan 4 milyon kişiden 2 milyonu kayıt dışı" diyor.

Patronlara değil işçilere bakılsın
Patlamanın olduğu bölgede fason üretim yapıldığına dikkat çeken Bayındır'a göre, "2-3 makine ve 10-15 kişiyle kayıtdışı üretim yapılıyor." Olay yerinde halka ve işçilere bir açıklamada bulunan Tekstil- Sen Başkanı Ayşe Yumli Yeter ise, Çalışma Bakanlığı'nın patronlara değil işçilere bakması gerektiği görüşünde.

Medyada radyoaktif saçmalama yarışı

Bütün radyoaktivitesi bol yazıların hiçbirinde, Türkiye'nin Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması'nı 1980 yılında onayladığına rastlamazsınız. Dolayısıyla zenginleştirme tesisi kursa bile Türkiye'nin nükleer silah yapamayacağı, yaparsa hem AB hem de NATO gibi üyesi olduğu birçok örgütten uzaklaşmak zorunda kalacağı bilgisini de göremezsiniz.
 
Özgür Gürbüz - Radikal 2 / 27 Ocak 2008
Bugünlerde nükleer enerji gündemde. "Bir kısım medya"mız için herhangi bir konu "popüler" olunca, ne yazıldığı veya yazılanın ne kadar doğru olduğu çok önemli olmaz. En kibar deyimiyle saçmalasanız bile olur, ne de olsa "reyting" garanti! Yalnız burada hükümetin kasıtlı olarak nükleer enerji konusunda net bir bilgi vermekten kaçınması ve gündemi saçmalıklarla meşgul etme çabası gözden kaçırılmamalı. Kamuoyunun nükleer enerjiye "evet" ya da "hayır"ı tartışmaması asıl amaç. AKP hükümeti toryum, uranyum zenginleştirme, Balıkesir'e nükleer santral gibi konularla hedef saptırarak, nükleeri tartışmak yerine, gündemi aslı astarı olmayan konularla meşgul etmeyi tercih ediyor. Balıkesir'e nükleer santral kurmak gibi. Balıkesir'e neden mi nükleer santral yapılmaz? Bu sorunun yanıtını Türkiye'nin sayılı nükleer fizikçilerinden Prof. Dr. Tolga Yarman versin: "Konya gibi, 'yer' diye işaret edilmiş birçok mevkii teknik mizah oluşturma hüviyetindedir. Türkiye'de, 1000 MW düzeyinde bir nükleer santral, ancak deniz kenarına kurulabilir. Türkiye'de hiçbir nehir debisi, gerekli soğutma suyunu (yuvarlak, saniyede 10 ton), sağlayamaz. Santralı, havayla soğutmaya kalkarsanız, astarı yüzünden pahalıya gelir".


Sadece bununla kalsa iyi. Geçtiğimiz günlerde Türkiye'nin hatırı sayılır bir gazetesi, Türkiye'de uranyum zenginleştirme tesisi kurulacağını öne sürdü. Aynı haber grubun birçok gazetesinde de yer aldı. Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Başkanı dahil birçok kişinin bu habere çok sinirlendiği kulağımıza kadar geldi ama muhtemelen bu görüşler basına pek yansımayacak. Çünkü hedef saptırma amacına hizmet eden haberin bir de medya için "seksiliği" var. Aynı bor ve toryum gibi. Bundan iyisi AKP için Şam'da kayısı. Bu nedenle Enerji Bakanı Hilmi Güler, haberin doğru olmadığını söylemeye çalışırken bile kafaları karıştırmaya devam etti. Uranyum zenginleştirme değilmiş ama yakıt imalatıymış yapılacak olan. Doğal uranyumla çalışan santrallar hariç nükleer reaktörlerde kullanılan yakıt zenginleştirilmiş uranyumdur. Yakıt imal edeceğim diyorsanız uranyumu zenginleştireceksiniz. Bizim, "hızlandırılmış trene" hızlı tren dememiz gibi, zenginleştirilmiş uranyumu yakıt çubuklarının içine koymayı imalat sayıyorsak o başka tabii.


Affedilmez
Türkiye'nin uranyum rezervi 9,129 ton olarak biliniyor. Bu rezerv, sadece iki reaktörün yakıt ihtiyacını 30-40 yıl boyunca karşılamaya yeter. Bu kadar az ve tenörü düşük uranyum rezervi için kimse maliyeti neredeyse bir nükleer reaktör kadar olan yakıt zenginleştirme tesisi kurmaz. Dünyanın en çok uranyum rezervine sahip birkaç ülkesinden Avustralya'da, yapılması düşünülen zenginleştirme tesisinin sadece yapım maliyeti 2 milyar 500 milyon dolar olarak tahmin ediliyor. Hadi, diyelim ki asıl amaç Türkiye'nin yakıt ihtiyacını karşılamak değil, İran'ı nükleer silah yapmaya götürecek zenginleştirme tesisini kurmaktan vazgeçirmek. Parayı "stratejik ortak" Amerika verdi, uranyumu Kanada gönderdi ve biz burada tesisi kurduk. İran'ın bu teklifi kabul edeceğini kim söyledi? 2005 yılında İran'a benzer bir teklif Rusya tarafından yapılmış ama kabul görmemişti. Bu konuda yazıp çizen yazarlar, konuyu manşetlerine taşıyan gazeteler, keşke neden İran'ın kendisine halihazırda yakıt gönderen, teknoloji desteği veren Rusya'ya değil de ABD'nin "stratejik ortağı" olduğunu söyleyen Türkiye'ye güveneceğini de açıklayıverselerdi! Ya da yazmadan önce biraz internette sörf yapsalardı!

Bütün bu radyoaktivitesi bol yazıların hiçbirinde, Türkiye'nin Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşmasını (NPT) 1980 yılında onayladığına rastlamazsınız. Dolayısıyla zenginleştirme tesisi kursa bile Türkiye'nin nükleer silah yapamayacağı, yaparsa hem AB hem de NATO gibi üyesi bulunduğu birçok örgütten uzaklaşmak zorunda kalacağı bilgisi bu haber ve yazılarda yok. Ne de olsa haberin "seksiliği"ne dokunmak karizmayı çizer. Yine bu yazıların hiçbirinde Türkiye'nin nükleer enerji üretme faaliyetleri içinde yapacağı tüm çalışmaların Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı tarafından denetleneceğini, en ufak bir "gizli" ya da "açık" silahlanma niyetinin dışa bağımlı bu teknolojinin destekçileri tarafından affedilmeyeceğini göremezsiniz. Kısaca, Türkiye'nin bir başka dışlanmış Pakistan ya da İran olmadan nükleer silaha sahip olamayacağını tüm nükleerciler dahil herkes bilir ama size söylemezler. Çünkü her an 'saldıraya uğrayacağız' korkusuyla yaşayan halkımız için nükleeri kabul etme gerekçesi olarak elde bir tek "nükleer güç" olma yutturmacası kalmış. Tehlikesi malum, fiyatı ortada, dışa bağımlı bir teknolojiden bahsediyoruz. Gerçek olmasa da bu yutturmaca, nükleer santral pazarlamasında işe yarıyor. Bu nedenle sevgili köşe yazarlarımıza fikir veren "nükleer uzmanlar"ın birkaçı dışında hepsi, bu konuda gizli bir ittifak yapmış gibi ses çıkarmıyor. Ayrıca, bu nasıl uzmanlıktır ki, dünyada toryumla çalışan, ticari bir tek nükleer reaktör dahi yokken herkes, "toryum bizi kurtaracak" çığlıkları atabiliyor?


Dikkatli baktığınızda falanca yerde santral yapılacak, zenginleştirme tesisi kurulacak haber ve yazılarının birçoğunda, haberin kaynağına da rastlayamazsınız. Kim demiş, ne zaman demiş belli değil. Gazetelerde yazan köşe yazarlarının pek çoğu her gün yazmak zorunda bırakıldığı ya da her gün yazma zorunluluğu hissettikleri için asıl amaç günü kurtarmaktır. Gazetelerde çalışan muhabirlerin uzmanlaş(tırıl)madığı, "uzman" muhabirlerin de çoğu zaman köşe tutanlardan daha fazla bildiği için pek sevilmediği durumu değişmedikçe bilgi kirliliği kaçınılmaz.




Yaşanan bilgi kirliliğinin tek ortak noktası ise nükleer enerjiyi öyle ya da böyle savunmak. Aklı başında yazarların da kolay kolay bu karambolde ortaya çıkıp "Nükleer enerji pahalıdır", "Nükleer atık sorunu on binlerce yıl başımıza bela olur" veya "Bunun sızıntısı, kazası var" diyecek cesareti kalmadı sanırım. Anlayacağınız durum gerçekten vahim. Sanki, Türkiye'de kamuoyu nükleer konusunda ikna olmuş, herkes evinin bahçesine nükleer santral kondurmak için harekete geçmiş gibi bir hava yaratılmak isteniyor. Nükleere ilgi gösteren firmaların en hassas olduğu konu, kamuoyunun tepkisi. Hükümet bunu biliyor ve gerçek ortaya çıkacak diye ödü patlıyor. Tartışmanın olmadık konular üzerinde yapılması için aslı astarı olmayan demeçler veriliyor. Tartışılacak mesele zorunlu bir tercih olmamasına rağmen nükleer santral kurmakta ısrar eden AKP'nin siyasi kararıdır, toryumla mı uranyumla mı çalışsın değil. Nükleer santralın en doğru yapılanı bile tüm dünyada büyük tartışmalara neden oluyor. Gerektiğinde bu milyarlık tesislerin kapısına kilit vurulabiliyor. Halka rağmen yapılacak bir nükleer santral, bu işe para yatıran şirketlere de, Türkiye'ye de yerli bir Çernobil'e malolabilir.

Çöpten enerjide Hollanda formülü

Denizin altındaki ülke Hollanda, evsel ve sanayi atıklarını enerji üretiminde değerlendiriyor. Burada üretilen elektriğin maliyeti 6-6.5 avro sent. Ayrıca, meydana gelen ısı evlerin ve fabrikaların ısıtılmasında kullanılıyor.

Özgür Gürbüz - Global Enerji / Ocak 2008

İster evsel ister endüstriyel olsun atıklar her yerde başa bela. 50 yıl öncesine kadar atıklarla baş etmenin en iyi yolu onları yakmak ya da toprağa gömmekti. Yükselen çevre standartları şimdi bu iki seçeneği de zorluyor. Özellikle de Hollanda gibi topraktan çok suyun üzerinde yaşıyorsanız bu iş daha da zor.

Hollanda'nın büyük bir bölümü deniz seviyesinin altında yer alıyor. Ülkenin sular altında kalmasını setler ve kanallar önlüyor. Hollanda'nın en derin noktası denizin 7 metre altında en yüksek noktası ise 300 metre üstünde. Hal böyle olunca, az sayıdaki toprağı çöple doldurmamak yapılacak en akıllı iş olarak öne çıkıyor. 1960 yılında atık sorununun büyüyeceğini gören Hollanda, toprağı kullanan düzenli depolamadan alınan vergileri yükselterek bu seçeneği cazip hale getiren nedenleri ortadan kaldırmaya başladı. Tüm atıklar kontrol altına alındı ve atık bertarafının ücretsiz ve kontrolsüz yapılma olasılığı en aza indirildi. Bunun doğal sonucu olarak 1960 yılında yüzde 5 olan geri dönüşüm oranı 2005'te yüzde 75'e ve günümüzde de yüzde 80'e kadar yükseldi.

Çöp dağlarından kayak pistlerine
Hollandalılara göre atıklarla baş etmenin en iyi yolu atığın çıkmasını engellemek, çıkan atığı yeniden kullanmak, o da olmazsa geri dönüştürmek. Tüm bu işlemlerden sonra geriye kalan atıkların bazıları yakılıyor, özellikle organik olanları ise "kompostlama yöntemi"yle düzenli depolama alanlarına götürülüyor. Bugün, Hollanda'da kayak pisti olarak kullanılan birçok yerin geçmişte düzenli depolama alanı olarak kullanılmış olduğunu bilmekte yarar var.

Hollanda'da üretilen atıkların yüzde 80'i geri kazanılıyor, yüzde 15'i yakılıyor ve sadece yüzde 5'i düzenli depolamaya gönderiliyor. Geri dönüştürülemeyen ve yeniden kullanılmayan atıklar için düzenli depolamadan önce sunulan yakma seçeneği de enerji üretimi açısından ciddi bir alternatif olarak geliştiriliyor. Amsterdam yakınlarındaki atık ve enerji firması olan Avfal Energie BedrijfWaste and Energy Company, 1993 yılında eski tip bir santralle atıktan enerji elde etmeye başlamış.

Yılda 1 milyon MWh elektrik üretecek
Yılda 930 bin ton atık işleyebilen tesis, ilk kurulduğunda, elektrik üretiminde yüzde 22.5 oranında verimlilikle çalışıyordu. 2007 yılında sisteme eklenen yeni santralle verimlilik yüzde 30'a yükselirken, atık işleme kapasitesi de yılda 1 milyon 600 bin tona çıkarıldı. Toplam kurulu gücü 125 megavat olan santralin, 2008 yılında elektrik enerjisi üretiminin 1 milyon megavat saati (MWh) bulması bekleniyor. Firmanın hesabına göre bu, Amsterdam'daki 161 bin evin elektrik enerjisi ihtiyacına karşılık geliyor. AEB firmasının Güvenlik ve İş Geliştirme Müdürü W. M. Sierhuis, üretilen elektriğin maliyetin 6-6.5 avro sent civarında olduğu bilgisini veriyor.

Santralin tek özelliği elektrik üretmesi değil. Elde edilen ısı enerjisi de değerlendiriliyor ve bulunduğu endüstri bölgesindeki firmalarla Amsterdam'ın batısındaki 15 bin evin ısıtılması sağlanıyor. 2008 yılında 250 bin gigajul (GJ) civarında ısı üretilmesi öngörülüyor. 1993 yılında hayata geçirilen santralin yatırım maliyeti 450 milyon avro. Yapımına 2004'te başlanan ve atık yakmalı enerji santrali olarak adlandırılan yeni tesisin yatırım maliyeti ise 370 milyon avro. Hollanda'nın atık politikaları gereği, çöpe attığınız her şey için bir bedel ödemeniz gerekiyor ve elektrik üretiminden sağlanan gelir bu yatırımın geri dönüşünü kolaylaştırıyor. AEB firmasının yıllık cirosu yaklaşık 110 milyon avro civarında. Atık işleme tesislerine getirilen atıklardan farklı ücretler alınsa da ortalama ton başına 80 avrodan bahsetmek mümkün.

Hollanda'da evsel atıkların kaynağında ayrılması, yıkılan binaların molozlarının çöpe karıştırılmaması gibi sıkı kurallar olması, firmanın işini daha da kolaylaştıran diğer faktörler. Bunun üzerine, yanan atıklardan elde edilen kül dahil birçok maddenin geri satılması da eklenirse, bir belediyenin neden bu kadar büyük yatırımlara güvenle girdiği anlaşılabilir. Yine Sierhuis'a göre, böyle bir santralin verimli çalışmasının ardında yatan en önemli konu ülkedeki atık politikası. W.M. Sierhuis, vahşi ve düzenli depolamanın vergilendirilmesiyle başlayan sürecin, tüm bu alternatif tesislerin gerçekleşmesi için hayati önem taşıdığını düşünüyor.

Kapısı herkese açık
Atık yakıtlı enerji santralinin bir başka özelliği ise, kapılarının sadece belediye tarafından toplanan atıklara değil bireylere de açık olması. Küçük işletmeler ve Amsterdam halkı da istediği zaman her türlü atığı kentte bulunan 6 toplama noktasına getirebiliyor; kullanılmış otomobil lastiklerinden ahşaba, eski yangın söndürücülerden elektrikli ev aletlerine kadar. Getirilen atıkların hepsi yakılabilir değil. Yaklaşık yüzde 25 oranındaki atıklar yakılamaz atık kapsamında. Birçok metal yeniden kullanılması için ayrı bir işleme tabi tutuluyor.

Nabucco öncelikli

Özgür Gürbüz - Global Enerji / Ocak 2008

Rusların destek vermekten kaçındığı Nabucco Doğalgaz Boru Hattı, AB için öncelikli projeler arasında yer alıyor. Bunun en önemli gerekçesi, önlem alınmazsa AB'nin 2020'de enerjide dışa bağımlılığının yüzde 70'lere çıkacak olması.

Enerji ihtiyacı her geçen gün artan Avrupa, kaynak çeşitliliği için çeşitli alternatifler üzerinde çalışıyor. Bunlardan biri de Nabucco Doğalgaz Boru Hattı. Türkmen gazını Kazakistan ve Rusya üzerinden Avrupa'ya götürecek olan Güney Akım Doğalgaz Boru Hattı projesine üç ülkeden verilen desteğin kesinleşmesiyle ağır yaralanan Nabucco Projesi, tüm bu olan bitene rağmen Avrupa'nın enerji güvenliği ve iklim değişikliği konularını öne çıkaran yeni planları içinde önemli bir yer tutuyor. Artan enerji talebi ve dışa bağımlılık, Avrupa Birliği'ni (AB) enerji kaynaklarını çeşitlendirmeye itiyor. 2007 yılında belirlenen Avrupa'nın yeni enerji politikaları içerisinde, Azeri ve İran gazı başta olmak üzere Hazar'daki kaynakları Türkiye üzerinden Avrupa'ya taşıyacak Nabucco Doğalgaz Boru Hattı da öncelikli projeler arasında yer alıyor.

Heinrich Böll Stiftung Derneği'nin düzenlediği "Avrupa'da Enerji Güvenliği" adlı toplantıya konuk konuşmacı olarak katılan Avrupa Komisyonu, Enerji ve Ulaşım Genel Direktörlüğü Enerji Danışmanı CristBurgos Alonso, Avrupa'nın enerji güvenliğinin sağlanması için belirlenen dört projenin içinde Nabucco'nun da yer aldığını anlatıyor. Alonso, bu projelerin, enerjisinin yüzde 25'ini doğalgazdan sağlayan AB'nin, kaynak çeşitliliği yaratmak için öne çıkarıldığını belirtiyor. Avrupa'nın enerji güvenliğini sağlamak için birçok yasal düzenleme yaptığına dikkat çeken Alonso, Almanya'yı Polonya ve Litvanya'ya; Fransa'yı İspanya'ya ve açıkdenizde kurulacak rüzgâr santrallerini Kuzey Avrupa'ya bağlayacak olan bağlantı projelerinin, AB için diğer üç önemli hedef olduğunu söylüyor. Politikalarda bir değişiklik yapılmazsa AB'nin enerjide dışa bağımlılık oranının 2020 yılında yüzde 70'lere yaklaşacağını belirten Alonso, "Avrupa içinde dört dörtlük çalışan dahili bir enerji pazarı, enerji güvenliğinin en büyük garantisi ve talebi doğru tahmin etmenin de en iyi yolu" diyor.

"Sarkozy, pazarlamacılık yapıyor"
7. Çerçeve Programı kapsamında, 2007-2013 yılları arasında yenilenebilir enerjilere verilen mali desteğin 2 milyar 350 milyon avro olarak belirlenmesi, buna karşılık nükleer enerjiye 2 milyar 751 milyon avro ayrılması ise, AB enerji politikaları içinde en çok tartışılan konulardan biri. Özellikle nükleere ayrılan paradan 2 milyara yakınının "füzyon reaktörü" araştırmalarına gitmesini eleştiren Avrupa Parlamentosu Enerji Komitesi Üyesi ve Avrupa Yeşilleri Eş Başkanı Claude Turmes, sonucu belli olmayan projelere kaynak ayırmak yerine enerji verimliliği ve yenilenebilir enerjinin desteklenmesi gerektiğini vurguluyor. Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy'yi de "Pazarlamacı Başbakan" olarak niteleyen Turmes, Fransa'nın tüm Ortadoğu ülkelerine nükleer santral teklif ederek dünya nükleer enerji devi Areva'yı zengin etmeye çalıştığını öne sürüyor.
Batı Avrupa'yı kontrol eden büyük elektrik üreticisi firmaların şimdi de Doğu Avrupa pazarı için çalışmalar yaptıklarını hatırlatan Turmes, "Ne kadar sıkı rekabet koşulları sağlanırsa o kadar iyi. Hep aynı firmalar kalırsa fiyatları istedikleri gibi ayarlarlar. Büyük enerji üreticileri daha fazla enerji tükettirmeye çalışıyor. Bu yüzden de en büyük mücadele enerji verimliliği konusunda olacak" öngörüsünde bulunuyor.