Futbolla yatıp futbolla kalkan İngilizler, yeniden dünya arenasında başa oynamaya başladı. Sorunların hepsi çözülmüş olmasa da, 20 yıl öncesine göre penaltı sahasına daha yakınlar. Bu defa sadece başarıya susamış takımlarıyla değil, dünyanın yıldız futbolcuları, tıka basa dolu stadyum ve para kasalarıyla geliyorlar. İngilizler, uzun topu bıraktı, yerden kısa paslarla oynuyor artık.
Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel / 25-30 Mayıs 2007
1985 Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası finalinde Liverpool taraftarlarının Juventus yandaşlarına saldırması sonucu 39 İtalyan hayatını kaybetmişti. Heysel faciası olarak anılan bu korkunç olaydan sonra İngiliz takımlarının uluslararası arenaya çıkışı beş, Liverpool’un ise yedi yıl boyunca yasaklandı. Heysel’den 20 yıl sonra Liverpool, İstanbul’da Şampiyonlar Ligi şampiyonu oldu. Bu yıl, Liverpool yine finalde ve yarı finale kalan dört takımdan üçü İngiltere menşeliydi. Bu geri dönüşün tek nedeniyse kasalarının dolu olması değil. İngiltere’de futbol topu yine yuvarlak, çimler yine yeşil ama geri kalan hemen her şey değişti.
Heysel sonrası cezayı yorumlayan dönemin İngiliz Futbol Federasyonu Sekreteri Ted Croker, ceza süresini sorunları halletmek için kullanacaklarını söylemişti. Yaşananların sadece bir takımın kusuru olduğu ve cezanın tüm İngiliz kulüpleri tarafından çekilmemesi gerektiğini öne sürenlere Croker, “Birçoğumuz, kendi evimizi düzene koymadan Avrupa’ya geri dönmememiz gerektiğini düşünüyor” diyerek sorumluluğu İngiltere’deki tüm futbol endüstrisine yüklüyordu. Bu anlayışla yola çıkan İngilizler, bizde TV yorumcularının pozisyonları ileri geri oynatması için kullanılan kameraları statlara yerleştirerek holigan avına çıktı. Bilet fiyatlarının artması da holiganları stadyum dışına iten bir başka etken oldu. Liverpool Üniversitesi’nde futbol endüstrisiyle ilgili MBA programını yürüten (FIMBA) ve holiganizm üzerine ders veren Dr. Geoff Pearson, bu durumu Yeni Aktüel’e “Stadyumlardaki kargaşa, kapalı devre kameralar ve yenilenmiş büyük stadyumlar sayesinde azaldı. Suç işleyenler anında bulunuyor ve müsabakalara gelmeleri yasaklanıyor” şeklinde açıklıyor. Hazır top taca çıkmışken belirtmekte yarar var, Futbol Endüstrisi Grubu, üniversite bünyesinde 12 yıldır aktif ve 10 yıldır da futbol üzerine MBA programı yürütüyor.
Stadyumlarda devrim
İngilizler’in başı Heysel’den sonra da beladan kurtulmadı. 1989’da Liverpool ve Nottingham Forest arasındaki kupa finali öncesinde stattaki turnike kapasitelerinin düşük olması büyük bir faciaya neden oldu. Yüksek çitler ve tel örgülerle çevrili konuk takım tribünündeki Liverpoollu taraftarlar, yaşanan izdihamda kaçacak yer bulamadılar. 96 kişi hayata gözlerini yumdu. Bu facia da, İngilizler’in stadyumlarını adam etmelerini sağladı. Faciadan ders alan taraftarlar artık en kritik maçlarda bile polis koruması olmaksızın yan yana oturabiliyor. Arsenal, Manchester United ve Chelsea gibi takımları izlemek için kombineler dışında bilet bulabilmek oldukça zor. Manchester’ın 76 bin kapasiteli stadının seyirci ortalaması 68 bin.
En çok kazanan İngiliz ligi
İşin bir de ekonomik boyutu var. İngiltere’deki “Premier League”in yıllık geliri 2,5 milyar dolar. İtalyanlar İngilizler’i 1,6 milyar dolarla, Almanlar’ın “Bundesliga”sı ise 1,5 milyar dolarla izliyor. İspanyollar’ın medar-ı iftiharı “Primera Liga” ise 1,4 milyar doları zorluyor. Fransızlar’ı hiç sormayın; gelirleri 1 milyar doların altında. Liverpool Üniversitesi’nde futbolun finansal yapısı üzerine çalışan Dr. Rory Miller’a göre bu fark, TV yayınları, diğer Avrupa ülkelerine göre çok daha pahalı olan bilet fiyatları ve yeni yapılan, ticari faaliyetlere çok uygun stadyumlardan kaynaklanıyor. İngiltere içinde yapılan başarılı pazarlama çalışmalarını da unutmamak lazım. Miller, bu konularda İngiliz kulüplerini başarılı bulsa da, genel kanının aksine, uluslararası pazarda İngilizler’in hâlâ biraz doldur boşalt yaptıklarını öne sürüyor. Miller Yeni Aktüel’e açıklamasında “Belki Manchester United’ı bunun dışında tutmak lazım, ancak diğer takımların finansal gücü ulusal pazardan geliyor. Örneğin, sponsorluk Alman kulüplerine daha çok para kazandırıyor” diyor.
Kulüplerin gelir kaynaklarıysa ülkeden ülkeye hatta kulüpten kulübe değişiyor. 2005 yılını 275 milyon Euro gelirle kapatan ve dünyanın en çok kazanan futbol kulübü olan Real Madrid, bu paranın yarısını ticari faaliyetlerden sağlıyor. Bunda, kulüp başkanı Florentino Perez’in “Galactico” adını verdiği Beckham, Nistelrooy, Cannavaro gibi yıldız futbolcuların payı büyük. Manchester’ı ikinci sıraya iten bu finansal hamle futbolda çok parlak sonuçlar getirmese de, Hollanda, İtalya ve İngiltere gibi orijinal ürünlerin daha çok satıldığı pazarlarda kulübe gelir sağladı. İkinci sıradaki United ise 246 milyon Euro’yu bulan gelirinin yüzde 42’sini stadyumdan sağlıyor. Üçüncü sıradaki Juventus’un gelirindeyse aslan payı yüzde 54 gibi bir oranla televizyondan. Juventus’un televizyon geliri 124 milyon Euro, stadyum gelirleri ise sadece yüzde 10’u, yani 23 milyon kadar.
Kendi kalemize bir göz atmak gerekirse, Türkiye’nin tüm kulüplere ödediği para 84 milyon Euro. Bu yılın şampiyonu Fenerbahçe’nin alacağı para ise sadece 10 milyon Euro civarında. Bu rakamlardan da görüldüğü gibi her ülke, futbol endüstrisini farklı bir yöntemle finanse ediyor. Çok net olan, tüm büyük kulüplerin futbol hastası Kore ve Çin gibi pazarlara girmek istemesi. Chelsea futbol takımının web sayfası bu pazarlama stratejisini çok açık gösteriyor. Web sayfasının İngilizce dışında iki ayrı dilde daha erişimi var: Çince ve Korece!
Ada kulüplerine yabancı ilgisi
İngiliz futbolundaki son hamleyse yabancı sermayeye yönelik oldu. Rus Petrol milyarderi Roman Abramoviç’in ateşlediği fitil, Manchester ve Liverpool kulüpleriyle devam etti. Amerikalı işadamı Malcolm Glazer, Manchester’ı almak için 1 milyar 400 milyon doları 2005’te gözden çıkardı. Bu rakam aşağı yukarı, Türkiye’nin en büyük petrokimya tesisi PETKİM’in özelleştirilmesi sonucu elde edilecek gelire eşit. Yine Amerikalı milyarderler George Gillett ve Tom Hicks, Liverpool için Şubat 2007’de 430 milyon dolar ödedi. Takımlarının değerleri de giderek artıyor. Abramoviç, Chelsea’ye 2003’te sadece 218 milyon dolar ödediğinde herkesin dudağı uçuklamıştı. Temmuz 2006’da Fransız işadamı Alexandre Gaydamak, ligin sonlarında yer alan Portsmouth için cebinden 125 milyon dolar çıkardı. Miller, bu konuda da herkesten farklı, “Yabancı yatırımların Chelsea dışında diğer kulüplere büyük finansal kaynak sağlamadığını” söylüyor.
İngilizler’in önündeki en büyük problem herhalde takımlarının başarısını ve ligin ekonomik gücünü milli takımlarına kaydıramamak. Burada oyun yapısı ve ülke insanının kuralcı, sistematik yapısıyla ilgili bir sorun göze çarpıyor. Gascoigne, Rooney gibi alışılmışın dışına çıkan daha çok futbolcuya ihtiyaçları var. Sanırım bu konuda İngiltere’ye göç eden Latin veya Güney Avrupa kökenli anne ve babalara çok iş düşecek. Zidane gibi melez bir yetenek, İngiltere milli takımını durmadan düştüğü ofsayttan kurtarıp topu ağlara gönderebilir.
Stadyumlar ve kapasiteleri
Manchester United - Old Trafford - 76 bin 212
Chelsea - Stamford Bridge - 42 bin 500
Arsenal - Emirates'i - 60 bin 432
Liverpool - Anfield – 45 bin 522
Evertoon – Goodison Park – 40 bin 569
Newcastle United - St. James' Park – 52 bin 394
Avrupa’nın en çok kazanan 20 futbol kulübü (milyon Euro)
Real Madrid 275,7
Manchester United, 246,4
AC Milan, 234
Juventus, 229,4
Chelsea, 220,8
FC Barcelona, 207,9
Bayern Munich, 189,5
Liverpool, 181,2
Inter, 177,2
Arsenal, 171,3
AS Roma, 131,8
Newcastle United, 128,9
Tottenham Hotspur, 104,5
Schalke 04, 97,4
Olympique Lyonnais, 92,9
Celtic, 92,7
Manchester City, 90,1
Everton, 88,8
Valencia, 84,6
SS Lazio, 83,1
Kaynak: Deloitte
Kulüplerin parası nereden geliyor? (milyon Euro)
Real Madrid
Maç gelirleri 63,7
Televizyon 88
Ticari 124
Manchester United
Maç gelirleri 102,5
Televizyon 71,7
Ticari 72,7
AC Milan
Maç gelirleri 38,1
Televizyon 138
Ticari 57,9
Lyon
Maç gelirleri 20,4
Televizyon 45,8
Ticari 26,7
“İngiliz kulüpleri iyi para kazanıyor ama iç pazardan”
DR. RORY MILLER (Liverpol Üniversitesi Futbol Endüstri Grubu)
* Uluslararası marka olan birkaç İngiliz kulübü var. İspanyol kulüpleri uluslararası pazarda İngilizler’den hâlâ daha iyi. Barcelona ve Real Madrid’in marka değeri özellikle Güney ve Kuzey Amerika’da daha yüksek. Bu biraz dil ve kültür ortaklığıyla da ilgili.
* Real ve Barcelona son 3-4 yılda çok iyi pazarlama stratejileri geliştirdi. İngiliz kulüpler iyi para kazanıyor ama bunlar iç pazardan geliyor. Premier Lig’in daha fazla ülkede yayınlanması aslında bir avantaj. Kendilerini uluslararası pazarlar konusunda geliştirirlerse işe yarayabilir.
* Takımların yabancı oyuncu almaları da bunun bir parçası. Everton ve Manchester City’nin Çinli oyuncuları bariz örnekler. Afrikalı oyuncular için bunu söylemek doğru olmaz. Afrika’ya bu oyuncuların tişörtlerini götürseniz bile taklit ürün sorunu var. Telif haklarının korunduğu Kuzey Amerika ve Japonya doğru pazarlar ancak bu defa da büyük takımlarda oynayacak kalitede futbolcu bulmak zor.
* İngiltere’deki holiganizm tam olarak bitmedi. Yunanistan’daki finali Manchester United ve Liverpool oynasaydı büyük sorunlar çıkması kaçınılmazdı. İngiltere’de polis taraftarları çok iyi tanıyor yurtdışında polisler bu konuda aynı derecede başarılı değil.
“Holiganizm azaldı ama bitmedi”
DR GEOFF PEARSON (Futbol Endüstrisi Grubu, Program Direktörü
* Stadyumlardaki şiddet olayları azaldı ama stadyum dışında hâlâ sorunlar var. Stadyumdaki başarının ardında kapalı devre kamera sistemleri yer alıyor. Suç işleyen kişi anında bulunup, hayat boyu futbol müsabakaları izlemekten mahrum edilebiliyor. Bu küçük suçları önlemede etkili olmasa da, “holigan firmaları” durdurmakta etkili oldu. Stadyumlarda içki satışının yasaklanması ve maçlar için toplu taşıma yöntemleri ise bence sorunu çözmedi daha da arttırdı.
* Holiganizmin bitmesinin futbol kalitesini arttırdığı görüşüne katılmıyorum. Holiganları engellemek için arttırılan bilet fiyatları kulüplere daha iyi futbolcular alması için gerekli olan daha çok parayı getirdi, o kadar. Britanya’da polis, 1960 ve 70’lerde gördüğümüz toplum polisi örneğinden daha zeki bir polislik yapmaya başladı. Taraftarlarla iyi ilişkiler kurdular ve üstlerine düşen rol daha çok izleyicinin kontrolü ve güvenliği üzerine oldu.
Özgür Gürbüz tarafından kaleme alınan makale, analiz ve haberlere bu adresten ulaşabilirsiniz. Yazıları başka bir yerde yayımlamak için izin almalısınız. E-posta: ozgurgurbuzblog(at)gmail.com
“Türkiye nükleer silahlanma yarışına itiliyor”
Geçen hafta, aceleyle TBMM’den geçirilen dört sayfalık bir yasayla Türkiye’de nükleer santral kurmak isteyen firmaların önü bir nebze de olsa açıldı. Bu vesileyle tartışma yeniden alevlendi. Ortada nükleer konusunda ikiye bölünmüş bir Türkiye kamuoyu olduğuna göre, bir uzmana danışmak zaruri hale geldi… Nükleer fizikçi Prof. Dr. Hayrettin Kılıç, yeni kitabında nükleer santrallerin, ürettiği enerji kadar tükettiğini savunuyor.
Özgür Gürbüz-Yeni Aktüel / 17-23 Mayıs 2007
1978’de Amerika’da yaşanan Üç Mil Adası Kazası ve ardından Çernobil Felaketi nükleer enerjiyi gözden düşürmüştü. Son birkaç yıldır, küresel ısınmaya çözüm olacağı iddialarıyla gündeme gelen nükleer enerji eski bir tartışmayı tekrar alevlendirdi. Çalışmalarını yıllardır yurtdışında sürdüren nükleer fizikçi Prof. Hayrettin Kılıç, bu iddianın doğru olmadığını savunuyor.
Kılıç’ın ilk karşı çıktığı nokta nükleer enerjinin bir rönesans yaşadığı iddiası. Ona göre olayı başlatanlar, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) ve nükleer şirketler. “Nükleer endüstri Batı’da zorlandığı için hedefleri ikinci ve üçüncü dünya ülkeleri” diyen Kılıç ilginç bir noktaya dikkat çekiyor: “Bir nükleer santralden elektrik üretmek için, gerekli yakıtın hazırlanmasından atıkların saklanmasına kadar harcanan elektriğin miktarının bazı zamanlar üretilenden çok.” Kılıç, “Bin megavat kurulu gücündeki bir reaktör için her yıl yüzde 3 oranında zenginleştirilen 30 ton uranyum gerekiyor. Bunu elde etmek için tam 650 ton uranyum cevheri çıkarılmalı” diyor. Madenin çıkarılmasında iş makineleri binlerce litre petrol harcıyor. Çıkarılan uranyum sırasıyla öğütme, işleme, zenginleştirme, yakıt üretimi aşamalarından geçiyor. Kılıç, özellikle dünyada sayılı ülkede yapılan zenginleştirme işlemi sırasında oldukça fazla enerji harcandığına dikkat çekiyor. “Fransa’daki bir zenginleştirme tesisi için gereken enerjiyi iki adet reaktör sağlıyor. Kitap basılmadan 4-5 hafta önce biri Hollandalı, diğeri Brezilyalı iki nükleer fizikçi, bu çevrimi üretilen enerji bakımından takip etti ve nükleer enerjinin borçlu çıktığını ortaya koydu.”
Prof. Kılıç’ın “nükleer çevrim” adını verdiği bu süreçte küresel ısınmaya yol açan tonlarca karbondioksit de atmosfere salınıyor. UAEA’nın Başkanı El Baradey’in, “Nükleer çevrim sırasında kilovat/saat başına 2 ila 6 gram karbon çıkıyor” açıklamasına kızan Kılıç, “Karbon enerji kaynağından çıktıktan sonra okside oluyor ve karbondioksit haline geliyor. Doğru rakam için söylenen miktarı 3,6 ile çarpmanız lazım. Oysa ki, WISE örgütünün (Dünya Enerji Bilgi Servisi), nükleer atık ve yakıtları yeniden işleme sürecini dahil ederek yaptığı çalışma bir reaktörün yılda 380 milyon tonun üzerinde karbondioksit saldığını gösteriyor. Bu rakamı halihazırda çalışan 436 reaktörle çarparsanız 160 milyar tonun üzerinde karbondioksit çıktığını görürsünüz” açıklamasını yapıyor.
Prof. Kılıç, Meclis’ten geçen nükleer yasayla Türkiye’nin gündemine tekrar giren nükleer enerji konusunda sorularımızı şöyle yanıtlıyor…
* Nükleer enerji ucuz mu?
2003’te Amerika’daki nükleer endüstri, Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’ne (MIT) bir rapor sipariş etti ve çıkan sonucun nükleer aleyhine olması nedeniyle Amerika’da nükleer gözden düştü. MIT’nin raporu, nükleer enerjinin en pahalı, yapımı en uzun, atık ve çevre sorunları halledilememiş bir enerji kaynağı olduğu sonucuna vardı. Nükleer enerji ile ilgili veriler Güney Kore ve Rusya gibi birçok ülkede gizleniyor. En doğru verilere ABD’de ulaşabilirsiniz. Nükleer endüstri, propagandalarında çok basit şemalar ya da deniz kenarına kurulmuş reaktör resimleri kullanıyor; bu doğru değil. Bir defa, reaktörün çalışması sırasında üretilen belli radyoaktif gazlar var ve bu gazları belli aralıklarla sızdırma hakkınız var. Ufak tefek olaylarda da, çaktırmadan sızdırabiliyorsunuz. Ayrıca soğutma sistemleri için nehirlerden, göllerden alınan sulara da radyoaktif maddeler karışıyor.
* İşin arkasında nükleer silah mı var?
1953’te Amerika’da “Barış İçin Atom” projesi başladığında hükümet firmalara kredi ve yakıtı bedava vereceğini söyledi. Karşılığında, firmalardan nükleer bomba yapımında kullanılan plütonyum istedi. Reaktörlerin yapım fiyatları o yıllarda çok düşük, yatırım yapan şirket sayısı da fazla. O tarihte nükleer silahların sayısına bakın; 30 binin üzerine çıkmış. Paralelliği görüyorsunuz. 1980’lerde başlayan nükleer silahların sökülmesi, işi değiştiriyor. O tarihlerde ABD’de bir adet yeni sipariş yok. Son sipariş 1973’te. Nükleer silahların dikey yayılması yani ABD, Rusya gibi ülkelerin elindeki nükleer silah sayısının artması durdu ve sayılar azalmaya başladı. Endüstri, şimdi yeni ülkeler bulmak zorunda.
* İran bomba peşinde mi?
İlk İslam bombasını yapan ülke Pakistan. 1989’da, Nobel ödülü alan ilk Müslüman Abdüsselam’la Trieste’deki Uluslararası Kuramsal Fizik Merkezi’nde tanıştım. Abdüsselam orada bize “İnşallah we will win” (İnşallah kazanacağız) diyordu. O sırada, Avrupa ülkelerinden parçalar kaçırıyordu. Pakistan bombayı yaptı ama İslam dünyasına uzak olduğu için lider olamadı. Sadece Hindistan’la dengeyi kurabildi. Daha sonra Saddam bu işe soyundu; İsrail ve İran bombaladı ve milyarlarca dolarlık tesisler yok oldu. Şimdi İslam dünyasında liderliğe İran soyundu. Batı, bunu hep İsrail’e ve Batı’ya karşı bir hareket olarak gördü. Bence başka bir problem daha var. İslam dünyasında da bitmemiş hesaplar var. Şiiler, İslam dünyasında hep ikinci sınıf oldular. Tarihte ilk kez böyle bir fırsatı yakaladılar. İran’ın nükleer santrali ortaya çıkar çıkmaz Türkiye’de nükleerin gündeme gelmesi de bir rastlantı değil. Batı, İslam dünyasında dengeyi kurmak zorunda. Türkiye bir nükleer silahlanma yarışının içine itiliyor. İslam ülkeleri içinde çoğunluğu Sünni olan iki aday var. Biri Mısır, biri Türkiye. Mısır’la da çalışmalar başladı. İki ülkeden biri politik olarak kullanılacak. Türkiye bundan hiç kârlı çıkmaz.
* Türkiye’de bir grup, doğal uranyumla çalışan Kanada’nın CANDU santrallerini savunuyor; Bakanlık ise Amerikan veya Fransız teknolojisinden yana görünüyor. Siz ne düşünüyorsunuz?
CANDU santralleri doğal uranyumla çalışıyor. Bakanlık ise anladığım kadarıyla basınçlı bir reaktör yapmak istiyor. Aralarında bir sürtüşme var. CANDU’nunki silah yapmak için en uygun reaktör dizaynı. Basınçlı bir reaktörden yakıt çubuklarını çıkarmanız için reaktörü soğutmanız gerek. Bu, elektrik üreten reaktörde bir aksilik yoksa en az 1-2 aylık bir problem. CANDU’da ise tam tersi. Yakıt çubuklarını bir günde çıkarırsınız, UAEA’nın ruhu bile duymaz. Hindistan da böyle yaptı. Türkiye basınçlı reaktör alırsa yakıt dışarıdan gelecek, yakıtı bizim yapmamız en az 50 yıl. Gelen yakıt belli, kullandığınız belli. Batı, yeşil ışığı yakarken büyük bir ihtimale bunu yapamazsınız dedi ki, bakanlığın planlarında CANDU yok.
* Toryum rezervlerimiz var deniyor; bunlar kullanılabilir mi?
Toryumla çalışan hiçbir reaktör yok. Üçüncü nesillerde de, önümüzdeki 50 yılda kullanılması düşünülen dördüncü nesil reaktörler için de böyle bir plan yok. Toryumu yakıt olarak kullanmak için uranyum ve plütonyumla karıştırmanız lazım. Bu, öyle tahtaya yazdığınız gibi olmuyor. Büyük bir miktarda Plütonyum-241 yaratabilirsiniz ki, bu bilinen en tehlikeli radyoaktif madde. Bu konu teknik olarak çözülmedi.
* Karslı biri olarak Ermenistan’daki Metzamor Santrali hakkında ne düşünüyorsunuz?
Her an patlamaya hazır bir reaktör, yılda sadece altı ay kullanılabiliyor. Hidroelektrik santrallerini tam kapasiteyle çalıştırmıyorlar. 2 milyon insanın yaşadığı bir vadide ömrü dolmuş bir santrali çalıştırmanın başka bir nedeni olmalı. Ermenistan’ın nükleer programından da şüphem var.
PROF. HAYRETTİN KILIÇ KİMDİR?
Kars’ın Sarıkamış ilçesinde dünyaya gelen nükleer fizikçi Kılıç, İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü’nü bitirdi. ABD Stevens Teknoloji Enstitüsü’nde mastır ve doktorasını yaptı. Doktora sırasında New Jersey’deki PSE&G Elektrik Şirketi’nde fisyon-füzyon hibrit reaktörlerinin fizibilite projelerinde çalıştı. Plazma fiziğinin kurucularından Prof. Dr. Winston Bostik’le yaptığı doktora çalışmasından sonra Yale Üniversitesi Uygulamalı Fizik Bölümü’nde araştırmacı oldu. Daha sonra da Stanford Üniversitesi’nde çalışmalarına devam etti. İtalya Ferrera Üniversitesi’ne araştırma profesörü olarak atandı. Kılıç, Amerika New Jersey’de faaliyet gösteren “Green Think Tank of Turunch Foundation” ya da Turunç Vakfı’nın da kurucusu. Vakıf, nükleer enerjinin güvenlik ve çevre sorunlarıyla ilgili çalışmalar yapıyor. Turunch Vakfı dışında Avrupa-Akdeniz Yerel ve Bölgesel İşbirliği Komitesi ile Aydın Üniversitesi Bilim Kurulu’nda görevli.
Özgür Gürbüz-Yeni Aktüel / 17-23 Mayıs 2007
1978’de Amerika’da yaşanan Üç Mil Adası Kazası ve ardından Çernobil Felaketi nükleer enerjiyi gözden düşürmüştü. Son birkaç yıldır, küresel ısınmaya çözüm olacağı iddialarıyla gündeme gelen nükleer enerji eski bir tartışmayı tekrar alevlendirdi. Çalışmalarını yıllardır yurtdışında sürdüren nükleer fizikçi Prof. Hayrettin Kılıç, bu iddianın doğru olmadığını savunuyor.
Kılıç’ın ilk karşı çıktığı nokta nükleer enerjinin bir rönesans yaşadığı iddiası. Ona göre olayı başlatanlar, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) ve nükleer şirketler. “Nükleer endüstri Batı’da zorlandığı için hedefleri ikinci ve üçüncü dünya ülkeleri” diyen Kılıç ilginç bir noktaya dikkat çekiyor: “Bir nükleer santralden elektrik üretmek için, gerekli yakıtın hazırlanmasından atıkların saklanmasına kadar harcanan elektriğin miktarının bazı zamanlar üretilenden çok.” Kılıç, “Bin megavat kurulu gücündeki bir reaktör için her yıl yüzde 3 oranında zenginleştirilen 30 ton uranyum gerekiyor. Bunu elde etmek için tam 650 ton uranyum cevheri çıkarılmalı” diyor. Madenin çıkarılmasında iş makineleri binlerce litre petrol harcıyor. Çıkarılan uranyum sırasıyla öğütme, işleme, zenginleştirme, yakıt üretimi aşamalarından geçiyor. Kılıç, özellikle dünyada sayılı ülkede yapılan zenginleştirme işlemi sırasında oldukça fazla enerji harcandığına dikkat çekiyor. “Fransa’daki bir zenginleştirme tesisi için gereken enerjiyi iki adet reaktör sağlıyor. Kitap basılmadan 4-5 hafta önce biri Hollandalı, diğeri Brezilyalı iki nükleer fizikçi, bu çevrimi üretilen enerji bakımından takip etti ve nükleer enerjinin borçlu çıktığını ortaya koydu.”
Prof. Kılıç’ın “nükleer çevrim” adını verdiği bu süreçte küresel ısınmaya yol açan tonlarca karbondioksit de atmosfere salınıyor. UAEA’nın Başkanı El Baradey’in, “Nükleer çevrim sırasında kilovat/saat başına 2 ila 6 gram karbon çıkıyor” açıklamasına kızan Kılıç, “Karbon enerji kaynağından çıktıktan sonra okside oluyor ve karbondioksit haline geliyor. Doğru rakam için söylenen miktarı 3,6 ile çarpmanız lazım. Oysa ki, WISE örgütünün (Dünya Enerji Bilgi Servisi), nükleer atık ve yakıtları yeniden işleme sürecini dahil ederek yaptığı çalışma bir reaktörün yılda 380 milyon tonun üzerinde karbondioksit saldığını gösteriyor. Bu rakamı halihazırda çalışan 436 reaktörle çarparsanız 160 milyar tonun üzerinde karbondioksit çıktığını görürsünüz” açıklamasını yapıyor.
Prof. Kılıç, Meclis’ten geçen nükleer yasayla Türkiye’nin gündemine tekrar giren nükleer enerji konusunda sorularımızı şöyle yanıtlıyor…
* Nükleer enerji ucuz mu?
2003’te Amerika’daki nükleer endüstri, Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’ne (MIT) bir rapor sipariş etti ve çıkan sonucun nükleer aleyhine olması nedeniyle Amerika’da nükleer gözden düştü. MIT’nin raporu, nükleer enerjinin en pahalı, yapımı en uzun, atık ve çevre sorunları halledilememiş bir enerji kaynağı olduğu sonucuna vardı. Nükleer enerji ile ilgili veriler Güney Kore ve Rusya gibi birçok ülkede gizleniyor. En doğru verilere ABD’de ulaşabilirsiniz. Nükleer endüstri, propagandalarında çok basit şemalar ya da deniz kenarına kurulmuş reaktör resimleri kullanıyor; bu doğru değil. Bir defa, reaktörün çalışması sırasında üretilen belli radyoaktif gazlar var ve bu gazları belli aralıklarla sızdırma hakkınız var. Ufak tefek olaylarda da, çaktırmadan sızdırabiliyorsunuz. Ayrıca soğutma sistemleri için nehirlerden, göllerden alınan sulara da radyoaktif maddeler karışıyor.
* İşin arkasında nükleer silah mı var?
1953’te Amerika’da “Barış İçin Atom” projesi başladığında hükümet firmalara kredi ve yakıtı bedava vereceğini söyledi. Karşılığında, firmalardan nükleer bomba yapımında kullanılan plütonyum istedi. Reaktörlerin yapım fiyatları o yıllarda çok düşük, yatırım yapan şirket sayısı da fazla. O tarihte nükleer silahların sayısına bakın; 30 binin üzerine çıkmış. Paralelliği görüyorsunuz. 1980’lerde başlayan nükleer silahların sökülmesi, işi değiştiriyor. O tarihlerde ABD’de bir adet yeni sipariş yok. Son sipariş 1973’te. Nükleer silahların dikey yayılması yani ABD, Rusya gibi ülkelerin elindeki nükleer silah sayısının artması durdu ve sayılar azalmaya başladı. Endüstri, şimdi yeni ülkeler bulmak zorunda.
* İran bomba peşinde mi?
İlk İslam bombasını yapan ülke Pakistan. 1989’da, Nobel ödülü alan ilk Müslüman Abdüsselam’la Trieste’deki Uluslararası Kuramsal Fizik Merkezi’nde tanıştım. Abdüsselam orada bize “İnşallah we will win” (İnşallah kazanacağız) diyordu. O sırada, Avrupa ülkelerinden parçalar kaçırıyordu. Pakistan bombayı yaptı ama İslam dünyasına uzak olduğu için lider olamadı. Sadece Hindistan’la dengeyi kurabildi. Daha sonra Saddam bu işe soyundu; İsrail ve İran bombaladı ve milyarlarca dolarlık tesisler yok oldu. Şimdi İslam dünyasında liderliğe İran soyundu. Batı, bunu hep İsrail’e ve Batı’ya karşı bir hareket olarak gördü. Bence başka bir problem daha var. İslam dünyasında da bitmemiş hesaplar var. Şiiler, İslam dünyasında hep ikinci sınıf oldular. Tarihte ilk kez böyle bir fırsatı yakaladılar. İran’ın nükleer santrali ortaya çıkar çıkmaz Türkiye’de nükleerin gündeme gelmesi de bir rastlantı değil. Batı, İslam dünyasında dengeyi kurmak zorunda. Türkiye bir nükleer silahlanma yarışının içine itiliyor. İslam ülkeleri içinde çoğunluğu Sünni olan iki aday var. Biri Mısır, biri Türkiye. Mısır’la da çalışmalar başladı. İki ülkeden biri politik olarak kullanılacak. Türkiye bundan hiç kârlı çıkmaz.
* Türkiye’de bir grup, doğal uranyumla çalışan Kanada’nın CANDU santrallerini savunuyor; Bakanlık ise Amerikan veya Fransız teknolojisinden yana görünüyor. Siz ne düşünüyorsunuz?
CANDU santralleri doğal uranyumla çalışıyor. Bakanlık ise anladığım kadarıyla basınçlı bir reaktör yapmak istiyor. Aralarında bir sürtüşme var. CANDU’nunki silah yapmak için en uygun reaktör dizaynı. Basınçlı bir reaktörden yakıt çubuklarını çıkarmanız için reaktörü soğutmanız gerek. Bu, elektrik üreten reaktörde bir aksilik yoksa en az 1-2 aylık bir problem. CANDU’da ise tam tersi. Yakıt çubuklarını bir günde çıkarırsınız, UAEA’nın ruhu bile duymaz. Hindistan da böyle yaptı. Türkiye basınçlı reaktör alırsa yakıt dışarıdan gelecek, yakıtı bizim yapmamız en az 50 yıl. Gelen yakıt belli, kullandığınız belli. Batı, yeşil ışığı yakarken büyük bir ihtimale bunu yapamazsınız dedi ki, bakanlığın planlarında CANDU yok.
* Toryum rezervlerimiz var deniyor; bunlar kullanılabilir mi?
Toryumla çalışan hiçbir reaktör yok. Üçüncü nesillerde de, önümüzdeki 50 yılda kullanılması düşünülen dördüncü nesil reaktörler için de böyle bir plan yok. Toryumu yakıt olarak kullanmak için uranyum ve plütonyumla karıştırmanız lazım. Bu, öyle tahtaya yazdığınız gibi olmuyor. Büyük bir miktarda Plütonyum-241 yaratabilirsiniz ki, bu bilinen en tehlikeli radyoaktif madde. Bu konu teknik olarak çözülmedi.
* Karslı biri olarak Ermenistan’daki Metzamor Santrali hakkında ne düşünüyorsunuz?
Her an patlamaya hazır bir reaktör, yılda sadece altı ay kullanılabiliyor. Hidroelektrik santrallerini tam kapasiteyle çalıştırmıyorlar. 2 milyon insanın yaşadığı bir vadide ömrü dolmuş bir santrali çalıştırmanın başka bir nedeni olmalı. Ermenistan’ın nükleer programından da şüphem var.
PROF. HAYRETTİN KILIÇ KİMDİR?
Kars’ın Sarıkamış ilçesinde dünyaya gelen nükleer fizikçi Kılıç, İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü’nü bitirdi. ABD Stevens Teknoloji Enstitüsü’nde mastır ve doktorasını yaptı. Doktora sırasında New Jersey’deki PSE&G Elektrik Şirketi’nde fisyon-füzyon hibrit reaktörlerinin fizibilite projelerinde çalıştı. Plazma fiziğinin kurucularından Prof. Dr. Winston Bostik’le yaptığı doktora çalışmasından sonra Yale Üniversitesi Uygulamalı Fizik Bölümü’nde araştırmacı oldu. Daha sonra da Stanford Üniversitesi’nde çalışmalarına devam etti. İtalya Ferrera Üniversitesi’ne araştırma profesörü olarak atandı. Kılıç, Amerika New Jersey’de faaliyet gösteren “Green Think Tank of Turunch Foundation” ya da Turunç Vakfı’nın da kurucusu. Vakıf, nükleer enerjinin güvenlik ve çevre sorunlarıyla ilgili çalışmalar yapıyor. Turunch Vakfı dışında Avrupa-Akdeniz Yerel ve Bölgesel İşbirliği Komitesi ile Aydın Üniversitesi Bilim Kurulu’nda görevli.
Camiden sonra gökdelen tartışması!
Göztepe’deki sayılı yeşil alanlardan Meteoroloji Müdürlüğü’ne ait araziye 157 metre yüksekliğinde dört adet gökdelen yapılacağı iddiaları tartışma başlattı. Vatandaşlarsa bazı evlerin güneşe hasret kalacağı ve Kadıköy’ün siluetinin bozulacağı gerekçesiyle projeye karşı çıkıyor.
Özgür Gürbüz-Yeni Aktüel / 26 Nisan - 3 Mayıs 2007*
Geçen iki yılın en hararetli gündem maddelerindendi Göztepe Parkı’na cami tartışması. 2005 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin aldığı cami kararının önünde, askı sürecindeki imar planlarına yapılan itirazların reddedilmesiyle 2006’da bir engel kalmamış, ancak 2007 başında üç kadının başvurusu üzerine belediyenin kararı mahkemeden dönmüştü. Ama yeşil alanlara imarla ilgili tartışmalar, parklarını mahkeme kararıyla kurtaran Göztepeliler’in yakasını bırakmayacak gibi. Çünkü bu defa da Göztepe’deki Özgürlük Parkı’nın hemen karşısında yer alan Meteoroloji Müdürlüğü’ne ait araziye, Taşyapı firması tarafından dört adet 157 metre yüksekliğinde gökdelen yapılması gündemde!
Bölgedeki sayılı yeşil alanlardan olan araziye yapılacağı savunulan dört kulenin 49 katlı ve 157 metre yüksekliğinde olması planlanıyor. Sabancı Holding’e ait ikiz kulelerin bile 130 ve 135 metre olduğu düşünülürse, projenin çok tartışılacağı kesin. Meteoroloji Müdürlüğü’ne bağlı arazinin daha önce de konut ve otopark olarak kullanılması gündeme gelmiş, ancak Mimarlar Odası’nın açtığı dava sonucu 2004 yılında çıkarılan yürütmeyi durdurma kararıyla ihale iptal olmuştu. Bu defa işler daha da karışık!
İstanbul Mimarlar Odası Anadolu Şube Başkanı Arif Atılgan, Mimarlar Odası’nın plan tadilatı yapılmasına yönelik olarak söz konusu parselle ilgili açtığı davanın sürdüğüne dikkat çekiyor ve Kadıköy Belediyesi’nin dava sonucunu beklemeden “imar durumu” vermesini eleştiriyor. Kadıköy Belediyesi ise firmaya dava kararı belli olana kadar ruhsat vermeyeceğini belirtiyor ancak o safhaya gelene kadar yapılması gereken işlemlerin, dava sonucu beklenmeden yapılmasına izin veriyor! “Şirketin, imar durumu aldıktan sonra ruhsata kadar olan çalışmaları yapması demek, binlerce YTL harcaması anlamına geliyor” diyen Atılgan, bu kadar masrafı yapan firmaları durdurmanın daha da zor olacağını belirtiyor.
Arif Atılgan, gerekli izinler için başvurularını hızlandıran bir inşaat firmasının Maliye Bakanlığı ile kat karşılığı anlaştığını, bu yönde yapılmış bir sözleşmenin ellerinde olduğunu da iddia ediyor!
“Kadıköy’ün silueti bozulacak”
Arazinin “bölge parkı” olarak değerlendirilmesini isteyen Arif Atılgan, ayrıca verilen kat izninin de olması gerekenden fazla olduğunu öne sürüyor. Atılgan, “Kat hesabı yapılırken, hesapların arsanın brüt değeri olan 44 bin metrekareden değil net değeri olan 19 bin üzerinden yapılması gerekirdi. Bu yapılsaydı, bu kadar yüksek bir binaya izin alınamazdı” açıklamasını yapıyor. Arazinin yeşil alan olarak kalması talebini mahalle sakinleri de daha önce dile getirmiş, ÇEKÜL Vakfı ile birlikte tam 1200 adet fidan dikimi gerçekleştirilmişti.
Proje hayata geçerse civardaki birçok binanın güneş görmesinin zor olacağı ve Kadıköy’ün siluetinin bozulacağı, getirilen diğer eleştirilerden sadece birkaçı… “Adalardan Kadıköy’e bakıldığında ikinci “Gökkafes” gibi görünecek” denerek eleştirilen dört kule projesinin Göztepeliler tarafından nasıl karşılanacağı merak konusu…
*Yayımlanan yazı güncellenmiştir.
Çernobil ve Nükleer Enerji Gerçeği (Yazı Dizisi - 3 gün)
Bu yazı dizisi, Birgün Gazetesi'nde 27-28-29 Nisan 2007 tarihlerinde yayımlandı.
Aradan geçen 21 yıla rağmen, tarihin en büyük nükleer kazasının ardından temizlik çalışmalarına katılan 800 bin kişinin akıbeti hala bilinmiyor. Tasfiyeci adı verilen ve çoğu asker olan bu 800 bin kişiden, 25 bininin öldüğü, 70 bininin sakat kaldığı Sovyetler Birliği dağılmadan önce elimize ulaşan tek resmi bilgi. Bazı bağımsız kaynaklar ise ölü sayısının toplam 60 bin ve sakat kalanların ise 165 bin olduğunu söylüyor. Tasfiyecilerin bir kısmı hala Çernobil kazasının sonuçlarına katlanmak zorunda olan Ukrayna, Belarus ve Rusya’da yaşıyor. Bir kısmı da, kazadan sonra ölen insan sayısının tam olarak hesaplanamaması için bilerek gönderildikleri eski Sovyetler Birliği’nin değişik ülkelerindeler ya da çoktan öldüler.
Çernobil Kasabası’nın merkezindeki itfaiye müfrezesinin tam önünde, 4 numaralı reaktördeki patlamaya müdehale eden itfaiyeciler adına dikilen bir anıt var. O anıtta, “Dünyayı kurtarmak için öldüler” yazıyor. 26 Nisan 1986 yılında, sabah bir buçuğa doğru kontrolden çıkan ve patlayan reaktördeki yangını söndürmek için alevlerin içine atlayan bu insanlar için söylenebilecek tek cümle bu olsa gerek. Tam 1800 uçuş yapan helikopterlerin 5 bin tona yakın kum ve kurşunu yangını söndürmek için reaktörün tepesine boşalttığını da söylersek sanırım bu kazanın büyüklüğü hakkında doğru bir fikir vermiş oluruz.
Çernobil’in sonuçları, nükleer santral planlarını etkilediği için saklanıyor
Kazanın ilk anında yaşananlar tam bir trajedi olsa da, içindeki radyasyonun havaya ve toprağa bulaşmasıyla etki ettiği alan ve tehdit ettiği insan sayısı da arttı. İlk olarak 27 Nisan’da, santrale 3 kilometre uzakta olan Pripyat Kasabası’ndaki 45 bin kişi başka bölgelere göç ettirildi. Bugün bilebildiğimiz, toplam 400 bin kadar insanın başka bölgelere göç ettirildiği. Radyoaktif bulutlar, Rusya, Belarus ve Ukrayna’da 7 milyon insanın yaşadığı bir alanı etkiledi. Daha sonra ise hepimizin bildiği gibi rüzgarların etkisiyle neredeyse tüm dünyaya yayıldı. Edirne ve Karadeniz’de yağan yağmurların da etkisiyle toprağa ve suya karıştı. Mayıs başında Edirne derken Karadeniz ve tüm Türkiye bu bulutlardan nasibini aldı.
Geçen yıl Türk Tabipler Birliği ve Hopa Belediyesi’nin yaptığı ortak çalışma gerçekleri gözler önüne serdi. Hopa’da son 3 yılda meydana gelen ölümlerin yüzde 47’sinin nedeni kanser olarak açıklandı. Ama bu rapor da görmezden gelindi aynı, kazanın olduğu yıl çayda bulunan radyasyonun görmezden gelindiği gibi. Zamanın Başbakanı Turgut Özal, “Radyoaktif çay daha lezzetlidir” derken dönemin Sanayi ve Ticaret Bakanı Cahit Aral, “Biraz radyasyon iyidir” gibi halkı rahatlatacak açıklamalar yapıyor, televizyon karşısında çay içiyorlardı. O zaman Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nun başında olan Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre de, çaydaki radyasyonun tehlikeli olmadığını söylüyor, bir yandan da yaptıkları analizlerde yüksek seviyede radyasyon bulan ODTÜ Kimya Bölümü’nden Dr. Olcay Birgül, Dr. İnci Gökmen ve Biyoloji Bölümü’nden Dr. Aykut Kence’nin hazırladığı raporun basına sızmasından dolayı rektör Mehmet Gönlübol’a hiddetli bir mektup yazıyordu. “Çayda Radyoaktivite Ölçümleri” adlı raporda, 1985 tarihli bazı Çay Çiçeği paketlerinde yüksek radyoaktiviteye rastlandığı belirtiliyor, bulunan oranların bildirilen yüzde 3’ten çok daha yüksek olduğu ve yüzde 65’leri bulduğu açıklanıyordu. Bilinen eşik değerleri geçmek için her gün bu çayla demlenmiş 5 bardak “tavşan kanı”na ihtiyacınız vardı. Kaldı ki raporda da belirtildiği gibi radyasyonda eşik değer yoktu ve temel amaç mümkün olan en az radyasyona maruz kalmak olmalıydı. Raporu hazırlayanlar hamile kadınlar ve çocukların daha az çay içmeleriyle başlayan bir dizi öneride bulunuyordu ama sorumluların sesi daha gür çıkıyordu. Zaten bir süre sonra böyle raporlar hazırlamak ve sunmak da kontrol altına alındı; YÖK işbaşındaydı. Radyasyonla ilgili sorularınızı artık malum yetkililere sormak zorundaydınız ama aldığınız yanıtlar pek tatmin edici olmuyordu. Hele de radyasyon düzeyleriyle ilgili rakamları sorarsanız şöyle yanıtlar alabiliyordunuz: “Radyoaktiviteyi bilmeyen halkım rakamı ne yapsın? Çernobil’le ilgili olarak benden başka kimsenin konuşmaması için emir verdim. Ben Osmanlı devlet geleneğinden geliyorum ve bu hiyerarşi anlayışını benimsiyorum”. (Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre, 6 Haziran 1986 TAEK Başkanı)
11 Mayıs 2005’te, Almanya’da Obrigheim(357MW) reaktörü kapatıldı ve nükleer enerjiden vazgeçme yönünde alınan karar uygulanmaya başlandı. Bu reaktörü Stade(672MW) izledi. Bir sonraki durak ise bu yıl kapatılacak olan Biblis A(1225MW) reaktörü. İspanya 30 Nisan’da Jose Cabrera santralini kapatarak çalışır reaktör sayısını 8’e indirdi. 7 nükleer santrali olan Belçika, santrallerini en fazla 40 yaşlarına kadar çalıştırmayı ve daha sonra kapatmayı kabul etti. 2025 yılında Belçika’da nükleer santral kalmayacak. İngiltere’de ise şu andaki durumda bir değişiklik olmazsa aynı tarihte sadece 1 santral çalışıyor olacak. Halihazırda 1 adet reaktörü olan Hollanda’da yeni reaktör yapmama kararı aldı. Avrupa’da 1989 yılında 172 olan reaktör sayısı şu anda 145’e düşmüş durumda. Tüm bu kararlar, küresel ısınma yüzünden kömür ve doğalgaz santrallarından da kurtulmaya çalışan bu ülkelerde hala değişmedi. Zaten, yaşlanan reaktörlerin yenilerinin yapılması yönünde bir karar alınsa bile nükleer enerjinin düşüşü engellenecek gibi gözükmüyor. Nükleer santraller ilk yatırım maliyetlerinin pahalı olması, en erken 8-10 yılda inşa edilmeleri, nükleer atık sorunun halledilememiş olması nedeniyle enerji sektörü tarafından çok sevilen bir seçenek değil. Buna, inşaat sırasında çıkan gecikmeler, kamuoyu baskısı ve rüzgar, güneş, biyokütle ve küçük hidro gibi yenilenebilir enerjilerin önelemez yükselişi de eklenince nükleer lobi gözünü bu hesapların daha fazla kapalı kapılar ardında yapıldığı Türkiye gibi ülkelere dikiyor. Yapılan tüm bu propagandaya rağmen ükleer enerjinin çaresizliğini en iyi, Uluslarararası Enerji Ajansı’nın, Dünya Durum Raporu 2006’daki tahmini özetliyor. Elektrik enerjisi üretiminde nükleerin %16 olan bugünkü payı 2030’da %10’a gerilerken, hidroelektrik hariç tutulmasına rağmen yenilenebilir enerjinin %2 olan payı, %7’ye çıkıyor. Nükleer karşıtlarına inanmayanlar bakalım UEA’ına inanacaklar mı?
Nükleer enerji ucuz mu?
2003 yılında Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nün (MIT) “Nükleer Enerjinin Geleceği” raporu aslında nükleer enerjinin hangi koşullarda diğer kaynaklarla başedebileceğini araştırmak için yapılmış bir anlamda “taraf” bir çalışma. Nükleer santraller için ilk yatırım maliyetlerinin 1 kilovatlık kurulu güç için 2000 dolara düşmesi ve işletme-bakım giderlerinin üretilen her kilovatsaat için 1,5 sent olması durumunda ortalama maliyetin ne olacağı araştırılmış. Burada unutulmaması gereken, Finlandiya’da kurulan reaktöre verilen ve damping yapıldığı gerekçesiyle AB içinde mahkemelik olan santralin bile ilk yatırım maliyetinin 1 kilovat için 2310 dolar olduğu ve bu rakamın da, daha inşaatın 18 ayında yaşanan aksilik sonucunda şimdiden 3000 doları bulduğudur. Tüm dünyaya en modern nükleer reaktör olarak lanse edilen bu modelin inşaasının şimdiden 18 ay geciktiğini de belirtmek lazım. Yine, bilinen en ucuz işletme ve bakım giderlerinin de çalışmadaki iyimser rakamın üsütünde, 2 sent civarında olduğunu da anımsamakta fayda var. Bu hesaplamada biraz önce bahsettiğimiz çevresel maliyetler yer almazken, atıklar ve sökümle ilgili maliyetler de hesap dışı bırakılmış. Nükleerle karşılaştırılan doğalgazın ise fiyat artışı gözönüne alınmış. İşte tüm bu nükleerin lehine yapılan tahminlere rağmen, nükleer santraller 25 ve 40 yıl çalıştıkları varsayılan iki senaryoda da kömür ve doğalgaz (yüksek fiyat senaryosu bizim ödediğimiz miktara yakın) santrallerinden pahalıya elektrik üretiyor.
25 yıl
|
40 yıl
| |
Nükleer santral
|
7,9 sent
|
7,5
|
Kömür santrali
|
4,8
|
4,6
|
Doğalgaz santrali
|
5,5
|
5,7
|
Future of Nuclear Power, MIT
Nükleer enerji oldukça uzun deneyimleri olan ülkelere baktığınızda bu ekonomik tablonun ne kadar doğru olduğunu görebilirsiniz. Bugün örnek gösterilen Fransa’nın elektrik şirketi EDF’in nükleer santral kaynaklı borcu 30 milyar doları aşmıştır. Bir devlet politikası olarak 1973’teki petrol krizinden sonra benimsenen nükleer enerji politikası sonucu Fransa bugün bir Türkiye kadar, 40 bin MW’lık fazla güce sahiptir. Diğer ülkelere maliyetine elektrik satarak zararını kapamaya çalışan Fransa’da bazı nükleer santraller hafta sonları kapatılıyor. Çünkü elektrik ihraç edilen komşu ülkelerin sanayi tesisleri hafta sonu elektrik talep etmiyor! Bugün 59 nükleer santrali olan Fransa ile 17 santrali olan Almanya’da elektrik fiyatları aynı seviyelerde seyretmektedir ama Türkiye’de açıklama yapan kimi yetkililer hala 2 sent’e elektrik üretildiğini iddia ettikleri nükleer santralleri hayata geçirmeye çalışmakta. Eğer Türkiye bundan sonraki enerji politikalarını nükleere dayandırma niyetindeyse, doğalgazdan sonra ikinci bir krizin de nükleer enerji yüzünden yaşanacağı açık. Kanada’da son 50 yılda nükleer endüstriye verilen sübvansiyonların miktarı 17,5 milyar doları bulmuş[1]. Türkiye’de herkes pahalı elektrikten yakınır ama bir yandan da nükleer enerji gibi ülkeleri finansal bataklığa sürükleyen seçeneklere sübvansiyon verilmesi söz konusu olmasına rağmen sesini çıkarmaz.
Yenilenebilir enerji kaynakları ve enerji verimliliği
Nükleer atık sorunu çözüldü mü?
Nükleer atık denildiğinde hep nükleer santrallerden çıkan atıktan bahsederiz ama aslında uranyum madenciliğinden başlayan tüm nükleer yakıt zinciri içinde radyoaktif atıklar üretilir ve birçoğu binlerce yıl boyunca tehlike yaratacak radyoaktif bir tarihi gelecek kuşaklara bırakırlar. Nükleer reaktörlerde ise yüksek radyoaktivite içeren atıkların düzenli bir şekilde reaktörlerden alınması gerekir ve bu kullanılmış yakıt çoğu santrallerde su dolu havuzlarda soğutmaya alınır. Bağımsız uzmanlara göre, kullanılmış yakıt miktarı 2010’a gelindiğinde 322 bin tonu bulacaktır. 50 yıllık nükleer macera boyunca değişik öneriler konuşulup durulsa da, hala nükleer atıkları doğadan tamamiyle izole edilecek bir yöntem bulunabilmiş değildir. Yeraltındaki depolara gömeriz diyenler, atıkların gömülmüş olduğu bir tek son depolama alanı gösteremezler. İçlerinde Plütonyum-239 gibi tam 240 bin yıl radyoaktif kalan atıkların oraya buraya atılabileceğine hangi 5 yıllık hükümetin karar vereceği de ciddi bir politik sorundur.
Çernobil son nükleer kaza mıydı?
9 Ağustos 2004’te, Mihama Nükleer Santral’inde meydana gelen kazayı, BBC, Japonya’nın tarihinde yaşadığı en büyük nükleer kaza olarak duyurdu. Mihama nükleer santralinin bir türbininden sızan 200 derecedeki buhar, 5 kişinin ölümüne, 18 kişinin yaralanmasına yol açtı. En üst düzeyde güvenlik önlemlerinin alındığı söylenen bir nükleer santralde, korozyon ve kontrol yetersizliği gibi basit nedenlerden dolayı böyle kazalar yaşanması insanları ürkütüyor. Bu kaza, nükleer enerji konusunda örnek gösterilen Japonya’nın yaşadığı tek macera da değil. Japonya’nın bundan önce yaşadığı ve o zamana kadar en tehlikleli nükleer kaza olarak bilinen Tokaimura kazasında (29 Eylül 1999), radyasyon sızıntısı olmuş ve ölçülen radyasyon düzeyinin normal seviyeden 15 bin kat fazla olduğu ortaya çıkmıştı. Reaktörde çalışan 400’den fazla insanın radyasyona maruz kalmasının yanı sıra, reaktörün etrafında yaşayan binlerce insan, yetkililer tarafından evlerinden çıkmamaları için uyarıldı. Herhangi bir yağış halnde elbiselerin hemen yıkanması söylendi. Aralık 21’de de bu kazanın ilk kurbanı 35 yaşındaki Hisashi Ouchi hayatını kaybetti. Japonya’daki kazalar da gösteriyor ki, güvenli nükleer santral diye bir şey yok. Nükleer santraller “tıkır tıkır” çalışan teknoloji örnekleri değiller. Alınan risk, trafik kazalarıyla karşılaştırılamayacak derecede yüksek ve bu risk, sadece eski reaktörlerde değil en modern teknolojilerin kullanıldığı, örneklerde bile mevcut. Uzay mekiklerinin başına gelenler bize risk faktörünün, yüksek teknoloji kullanılarak sıfırlanamayacağının en büyük kanıtı. Riskin yüzde kaç olduğu değil aldığınız riskin büyüklüğü önemli. Bugün hiçbir sigorta şirketi bir nükleer facianin sonuçlarını sigortalamaya işte bu yüzden yanaşmıyor.
Japonya’daki diğer kazalardan örnekler
Nisan 1998
Tokyo Elektrik Firması’na ait reaktör, soğutma pompasının bozulması sonucunda kapatıldı.
Tokyo Elektrik Firması’na ait reaktör, soğutma pompasının bozulması sonucunda kapatıldı.
Temmuz 1997
Tokyo Elektrik Firması’na ait bir başka reaktörde radyasyon sızıntısı
Tokyo Elektrik Firması’na ait bir başka reaktörde radyasyon sızıntısı
Kasım 1997
Tokyo yakınlarındaki uranyum zenginleştirme labaratuvarında yangın çıktı.
Tokyo yakınlarındaki uranyum zenginleştirme labaratuvarında yangın çıktı.
Ağustos 1997
Tokaimura santralinde, 2000 çelik varil içinde bekletilen atıklarda sızıntı meydana geldi.
Tokaimura santralinde, 2000 çelik varil içinde bekletilen atıklarda sızıntı meydana geldi.
Mart 1997
Tsuruga reaktöründe çalışan 35 işçi radyasyona maruz kaldı.
Tsuruga reaktöründe çalışan 35 işçi radyasyona maruz kaldı.
Aralık 1995
Tsuruga’da soğutma sisteminden kaynaklanan sızıntı yüzünden santral bir yıl kapatılmak zorunda kaldı.
Tsuruga’da soğutma sisteminden kaynaklanan sızıntı yüzünden santral bir yıl kapatılmak zorunda kaldı.
Kaynak: BBC
Kazalar halktan gizleniyor!
Nükleer kazalar Japonya ile sınırlı değil. Çernobil kazasının 2 gün boyunca dünyadan saklanmaya çalışıldığı gibi dünyanın hemen hemen her ülkesinde bu kazalar halktan gizleniyor. En güncel örneği 18 Nisan 2007 yılında TASAM tarafından “Stratejik Rapor No:18” adı verilen belgenin 25. sayfasında yazılı. Uzun yıllar Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nda çalıştığı belirtilen Önder Öner’le Prof. Vural Altın arasında geçen konuşma metne aynen şöyle aktarılmış: Ya, Önder Bey; bu Koreliler reaktörlerini A’dan Z’ye kendileri yapıyor.Sanki işi Japonya’dan bile iyi götürüyorlar. Çünkü orada ikide birde kazalar, sızıntılar filan oluyor. Hatta ölümler de oldu. Bu nasıl iş? Bir an durup düşündükten sonra, “Japonlar daha açık bir toplum dedi; “Bu konuda daha hassaslar, Hiroşima ve Nagazaki nedeniyle. Koreliler bazı şeyleri daha iyi gizliyor...” B u tüyler ürpertici konuşma yıllardır Çernobil konusunda yaşadığımız gizemin nedenini de gayet iyi açıklıyor. Çernobil’in 21. yıldönümünde yapılan bu itiraf kulaktan kulağa yayılacak cinsten. Yayılmalı ki, nükleer kazaların halk sağlığı hiçe sayılarak gizlendiği gerçeğini bilmeyen kalmasın.
[1] Financial Meltdown, Federal Nuclear Subsidies to AECL, November 2000
[2] Renewable Energy Global Status Report 2005 – Worldwatch Institute
[3] 18 Ekim 2004, Dünya Gazetesi
***
“Radyasyondan Korunmanın En İyi Yolu Kaçmaktır”
Yüksek dozda radyasyon varsa, ölçüm yapan aletin sağ tarafındaki kapı açılmıyor ve siz alan içinde kalıyorsunuz. Yeşil ışık yandığında ise kapı açılıyor. Gözle görülemeyen sinsi düşman radyasyonu görmenin birkaç yolu da bu dedektörler. Bugün başta Belarus olmak üzere birçok ülkede kirlilik devam ediyor. Belarus’un yüzde 22’si 1986’da kirlenmişti ve bu oran şu anda sadece yüzde 21’e gerileyebildi.
“Çernobil insanların kobay olarak kullanıldığı bir labaratuvara beziyor”
Eğer buradaki tüm farklı tıp enstitülerini gezerseniz hepsi size hastalıkların sayısında bir artış gördüklerini söyleyecektir. Neden böyle bir artış var? Dilediğiniz tahmini yapabilirsiniz. Çernobil, Ukrayna’da insanların kobay olarak kullanıldığı büyük bir labaratuvara benziyor. ...Çernobil’den önce çocukların kanser olması akla gelmez bir şeydi. Yılda en fazla 2 ya da 3 vakaya rastlıyorduk. 1989’da 7 vakaya rastladık. 1991’de 21 oldu. 1992-94 arasında 41 civarındaydı. Daha sonra 48, 50 42 vaka şeklinde yükseldi.
İgor Komisarenko
Komisarenko Endokronoloji ve Metabolizma Enstitisü Direktörü
“Çocuklarımız temiz süt içebilmeli”
Kırsalda yaşıyorsan neye ihtiyaç duyarsın? Arazi, su ve yol; sonrası mutlu bir hayat! Köyümüzde, gazın bitiği için şikayet etmezsin. Burada güzel bir toprağın varsa patatesini eker, temiz samanını biçersin. Çocuklarımız temiz süt içebilmeli. Şu an radyoaktiviteyle kirlenmiş durumda. Çernobil olmasaydı topraklarımız temiz olacak, burada yaşayanlar için hayat daha kolay olacaktı.
Danilo Vyzhichanin
Yelno Köyü Muhtarı
“Hükümet yaşamımıza son noktayı koydu”
“Sovyetler Birliği’nde insan yaşamının değeri yoktu. Orta yaşta, halihazırda ailesi ve çocukları olan insanları çağırmalıydılar. Benim gibi gençleri Çernobil’e göndermemeliydiler. Hükümet yaşamımıza son noktayı koydu. Geleceğimizi yok etti”. Sergey, Çernobil kazası sırasında Ermenistan’da askerdi. Kazadan sonra temizlik çalışmalarında görevlendirildi ve reaktöre 18 km. uzakta bir okulda kaldı. Her gün tasfiyecileri taşıyan aracı kullanıyordu. Şimdi her ay burun kanamaları ve şiddetli baş ağrıları çekiyor. 1989 yılında vücudunun sağ yanındaki kan damarlarının daha küçük olduğu ortaya çıktı. Riga’daki doktoru Çernobil’deki tasfiyecilerin yaşıtlarına göre 10-15 yıl yaşlandığını söylüyor.
Sergey Volkovs
Çernobil’deki tasfiyecilerden. Şimdi Latviya’da yaşıyor.
“Artık yeter, başka Kazımlar ölmesin”
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)