Bu yılın verileri gelmeye başladı ve durum pek farklı değil. 2005 yılı beklendiği gibi kayıtlı tarihin en sıcak yıllarından biri oldu. Tıpkı, bundan önceki son 4 yıl gibi.
Özgür Gürbüz - Referans / Kasım 2005
Büyük Britanya Meteoroloji Ofisi'ne göre, 2005 yılı dünyanın en sıcak ikinci yılı olarak tarihe geçecek. Artık insanların olduğu kadar hizmet ve sigorta sektörlerinin de yakından izlediği küresel ısınma eğiliminin devam ettiğini belirten yetkililer, Sibirya'nın reaksiyonuna göre 2005'in en sıcak ikinci veya üçüncü yıl olacağını belirtiyorlar. 1998 yılı, 1861 yılından beri ölçümlenen yıllar içinde en sıcak yıl olurken, onu sırasıyla 2002, 2003, 2004 ve 2001 izliyor. 2005'in de bu ilk 6'da yerini almasıyla küresel ısınma konusunda endişelenmek için artık bir başka nedeniniz daha olacak. Anımsayacağınız gibi 2003 yılındaki sıcak dalgası sadece Fransa'da resmi rakamlara göre 15 bin kişinin ölümüne neden olmuş ve o zaman yapılan yorumlar, bu anormal derecede sıcak geçen yılın gelecekte "olağan" sayılabileceğine dikkat çekmişti.
GeoData Enstitüsü proje müdürü Craig Hutton, bu son verilerin ışığında bilim insanlarının çok büyük bir çoğunluğunun artık iklim değişikliğinin insan kaynaklı olup olmadığını tartışmayacağını söylüyor. İnsan etkisi dendiğinde ilk akla gelenler, fosil yakıtlar olarak da bilinen petrol, kömür ve doğal gazın kullanımı, sanayi ve tarım kaynaklı sera gazlarının atmosfere salınması ve ormansızlaştırma sayılabilir. Bu yüzden de çözüm önerilerinde yine rüzgar, güneş, su ve biyokütle gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının adı sıkça geçiyor. Endüstrileşmiş ülkelerde enrji santrallerinden kaynaklanan sera gazlarının oranı yüzde 65 civarında olarak hesaplanıyor.
2005 yılı şu ana kadar, Amerika'daki iki büyük kasırgaya, İsviçre, Almanya, Avusturya, Bulgaristan ve Romanya'da çok şiddetli sellere sahne oldu. Portekiz ve İspanya tarihinin kaydedilmiş en kurak yıllarını yaşadılar. Ekim ayındaki muson yağmurları da Bangladeş'te yarım milyon insanı evsiz bıraktı ve 200 bin hektarlık ekili alana zarar verdi. İklim değişikliği konusunda çalışan uzmanların genel görüşü artan felaketlerin gelişmemiş ülkeleri daha da derinden etkileyeceği yönünde. Bu ülkelerin ekonomik olanaklarının kısıtlı olması, can kayıpları dışında ekonomiyi de etkiliyor. Uzmanlar, aynı Bangaladeş'te olduğu gibi, insanların geçim kaynaklarının zarar görmesi halinde bu ülkelerden göçmek zorunda kalacağına dikkat çekiyor ve "iklim göçmenleri" kavramından bahsediyorlar. İşin ilginç yanı, New Orleans'ta olduğu gibi, dünyanın devleri de küresel ısınmanın yarattığı sorunlar karşısında çaresizlik içinde kalabiliyor. New Orleans'ı vuran Katrina kasırgasının beşinci gününde Michael Moore'un Bush'a, "helikopterlerimizin nerede olduğuna dair bir fikrin var mı" diye sorması da bunun en çarpıcı örneklerinden biri oldu.
Özgür Gürbüz tarafından kaleme alınan makale, analiz ve haberlere bu adresten ulaşabilirsiniz. Yazıları başka bir yerde yayımlamak için izin almalısınız. E-posta: ozgurgurbuzblog(at)gmail.com
Olli Rehn'den Bakan Gül'e Allianoi'yi kurtar mektubu
Devlet Su İşleri'nin 15 Kasım'da su tutmaya başlayacağı Yortanlı Barajı'nın sular altında bırakacağı Allianoi antik kenti için, Olli Rehn'de devreye girdi.
Özgür Gürbüz-Referans / 29 Ekim 2005
AB Genişlemeden Sorumlu Komisyon Üyesi Olli Rehn, "sevgili Abdullah" diye başladığı mektubunda, Bergama yakınlarındaki Hellenistik devirden kalma eşsiz ılıca ve sağlık merkezi Allianoi'nin Türkiye’nin kültürel mirası kadar Avrupa'nın kültürel mirası için de çok önemli bir eser olduğuna değinerek Allianoi'yi sular altında bırakmayacak alternatif projelerin değerlendirilmesini öneriyor.
Rehn mektubunda,"Baraj projesinin çevre etkileri konusunda da kaygılar olduğu anlaşılıyor, bazı kaynaklar bu olası etkilerin yeterince araştırılmadığı kanısında. Her koşulda arkeologların buluntuları emniyetli bir depoloma alanına alabilmelerine imkan tanınmalıdır. Bu kalitedeki tarihsel hazinelerin korunma altına alınmaları için en uygun yer ise doğal olarak eserlerin bulunduğu orijinal yerleridir ve bu birçok uluslararası anlaşmalar bu temel prensibin üstünde durmuştur. Bu gerçeğin ve alternatiflerinin araştırılmasına yetersiz zaman tanınması yalnız Avrupa’nin kültürel anılarının yok olması değil, Türkiye'nin önemli turizm potansiyelinin kalkınmasında da büyük kayıplara yol açacaktır" diye yazdı.
Rehn ayrıca AB kamuoyunun üyelik görüşmeleri nedeniyle Türkiye ile her konuyla yakından ilgilendiğine dikkat çekerek bu konuda Avrupa Parlamentosu üyeleri dahil çeşitli kişilerden sorular ve yorumlar aldıklarını söyledi. Sivil Toplum Diyalogu projesi açısından da Avrupa Birliği halklarının Türkiye AB ilişkileriyle bu kadar yakından ilgilenmesinden memnuniyet duyduğunu söyleyen Rehn, Türkiye’nin Avrupa için önemli olan arkeolojik hazineleri yok etmesinin olumsuz bir imaj yaratacağının altını çizdi.
Allianoi Girişimi Grubu Sözcüsü Avukat Arif Ali Cangı'nın, Devlet Su işleri'ne(DSİ) gönderdiği "baraj gölünde birikecek suyu Kınık Ovası’na ve sulanması planlanan diğer alanlara taşıyacak kanaletlerin yapımına başlanmış mıdır" sorusuna DSİ'den verilen yanıt onu pek tatmin etmemişe benziyor. DSİ, "Yortanlı ve Çaltıkoru barajlarından sulanacak Kınık Ovası’ndaki Kınık Sol Sahil Sulaması inşaatı yüksek basınçlı borulu sistem olarak 1992 yılında ihale edilmiş olup halen inşaatı devam etmektedir, sulama şebekesinin % 51’i tamamlanmıştır. Kınık Sağ Sahil Sulamasının inşaatının ihalesi ise 2006 yılında yapılacaktır" diyor.
Arif Ali Cangı'ya göre bu durumda baraja 15 Kasım’da su tutulması hiç kimseye yarar sağlamayacak. Cangı, "Allianoi ve bizlerin sesi boğulmak isteniyor; 1992 yılında ihale edilen ve halen % 51 tamamlanmış olan Kınık Sol Sahil Sulaması bölgesi yaklaşık 6.000 hektarlık bir alanı kapsamakta. Henüz ihalesi dahi yapılmayan Kınık Sağ Sahil Sulaması bilgesi ise yaklaşık iki kat büyüklüğünde 11.000 hektarlık bir alanı kapsıyor. 1992 yılında ihale edilen 6000 hektarlık alanın sulama sisteminin yarısının henüz tamamlandığı ve 11000 hektarlık alanın ihalesinin de 2006 yılında yapılacağı göz önüne alınırsa, baraj suyundan en iyimser tahminle; 8-10 yıl sonra yararlanılabilecekler" yorumunu yapıyor. DSİ şu ana kadar bu barajın inşaatı için 11 milyon 792 bin YTL., kamulaştırmalar için de 1 milyon 776 bin YTL. harcandığını söylüyor ve kesin harcama miktarı işin bitmesinden sonra belli olacak diyor.
Gerçekten de enerji ve çevre konularında oldukça hareketli günler Türkiye'yi bekliyor. Enerji Bakanlığı ve DSİ'nin gerek hidroelektrik gerek sulama amaçlı projelere hız vermesi Türkiye'nin birçok yerinde benzer sorunları gündeme getirdi. Doğa Derneği, Ağustos ayında benzer bir problemle yüzleşen Hasankeyf için Haydarpaşa'dan Batman'a trenle bir yolculuk düzenlemiş, Türkiye'nin 266 Önemli Doğa Alanı'ndan biri olan Dicle Vadisi'nde bulunan ve Anadolu'nun ayaktaki tek ortaçağ kenti Hasankeyf, üzerinde bulunduğu vadiyle birlikte sular altında kalma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu söylemişti. Doğa Derneği de aynı Allianoi girişimi gibi, Ilısu Barajı'nın Dicle Nehri'ni durdurarak Türkiye'nin en önemli anıt kentlerinden Hasankeyf'i sular altında bırakacağını ve eşi benzeri olmayan bir doğal alanı sessizliğe gömeceğini öne sürerek baraj projesine karşı çıkmıştı.
Özgür Gürbüz-Referans / 29 Ekim 2005
AB Genişlemeden Sorumlu Komisyon Üyesi Olli Rehn, "sevgili Abdullah" diye başladığı mektubunda, Bergama yakınlarındaki Hellenistik devirden kalma eşsiz ılıca ve sağlık merkezi Allianoi'nin Türkiye’nin kültürel mirası kadar Avrupa'nın kültürel mirası için de çok önemli bir eser olduğuna değinerek Allianoi'yi sular altında bırakmayacak alternatif projelerin değerlendirilmesini öneriyor.
Rehn mektubunda,"Baraj projesinin çevre etkileri konusunda da kaygılar olduğu anlaşılıyor, bazı kaynaklar bu olası etkilerin yeterince araştırılmadığı kanısında. Her koşulda arkeologların buluntuları emniyetli bir depoloma alanına alabilmelerine imkan tanınmalıdır. Bu kalitedeki tarihsel hazinelerin korunma altına alınmaları için en uygun yer ise doğal olarak eserlerin bulunduğu orijinal yerleridir ve bu birçok uluslararası anlaşmalar bu temel prensibin üstünde durmuştur. Bu gerçeğin ve alternatiflerinin araştırılmasına yetersiz zaman tanınması yalnız Avrupa’nin kültürel anılarının yok olması değil, Türkiye'nin önemli turizm potansiyelinin kalkınmasında da büyük kayıplara yol açacaktır" diye yazdı.
Rehn ayrıca AB kamuoyunun üyelik görüşmeleri nedeniyle Türkiye ile her konuyla yakından ilgilendiğine dikkat çekerek bu konuda Avrupa Parlamentosu üyeleri dahil çeşitli kişilerden sorular ve yorumlar aldıklarını söyledi. Sivil Toplum Diyalogu projesi açısından da Avrupa Birliği halklarının Türkiye AB ilişkileriyle bu kadar yakından ilgilenmesinden memnuniyet duyduğunu söyleyen Rehn, Türkiye’nin Avrupa için önemli olan arkeolojik hazineleri yok etmesinin olumsuz bir imaj yaratacağının altını çizdi.
Allianoi Girişimi Grubu Sözcüsü Avukat Arif Ali Cangı'nın, Devlet Su işleri'ne(DSİ) gönderdiği "baraj gölünde birikecek suyu Kınık Ovası’na ve sulanması planlanan diğer alanlara taşıyacak kanaletlerin yapımına başlanmış mıdır" sorusuna DSİ'den verilen yanıt onu pek tatmin etmemişe benziyor. DSİ, "Yortanlı ve Çaltıkoru barajlarından sulanacak Kınık Ovası’ndaki Kınık Sol Sahil Sulaması inşaatı yüksek basınçlı borulu sistem olarak 1992 yılında ihale edilmiş olup halen inşaatı devam etmektedir, sulama şebekesinin % 51’i tamamlanmıştır. Kınık Sağ Sahil Sulamasının inşaatının ihalesi ise 2006 yılında yapılacaktır" diyor.
Arif Ali Cangı'ya göre bu durumda baraja 15 Kasım’da su tutulması hiç kimseye yarar sağlamayacak. Cangı, "Allianoi ve bizlerin sesi boğulmak isteniyor; 1992 yılında ihale edilen ve halen % 51 tamamlanmış olan Kınık Sol Sahil Sulaması bölgesi yaklaşık 6.000 hektarlık bir alanı kapsamakta. Henüz ihalesi dahi yapılmayan Kınık Sağ Sahil Sulaması bilgesi ise yaklaşık iki kat büyüklüğünde 11.000 hektarlık bir alanı kapsıyor. 1992 yılında ihale edilen 6000 hektarlık alanın sulama sisteminin yarısının henüz tamamlandığı ve 11000 hektarlık alanın ihalesinin de 2006 yılında yapılacağı göz önüne alınırsa, baraj suyundan en iyimser tahminle; 8-10 yıl sonra yararlanılabilecekler" yorumunu yapıyor. DSİ şu ana kadar bu barajın inşaatı için 11 milyon 792 bin YTL., kamulaştırmalar için de 1 milyon 776 bin YTL. harcandığını söylüyor ve kesin harcama miktarı işin bitmesinden sonra belli olacak diyor.
Gerçekten de enerji ve çevre konularında oldukça hareketli günler Türkiye'yi bekliyor. Enerji Bakanlığı ve DSİ'nin gerek hidroelektrik gerek sulama amaçlı projelere hız vermesi Türkiye'nin birçok yerinde benzer sorunları gündeme getirdi. Doğa Derneği, Ağustos ayında benzer bir problemle yüzleşen Hasankeyf için Haydarpaşa'dan Batman'a trenle bir yolculuk düzenlemiş, Türkiye'nin 266 Önemli Doğa Alanı'ndan biri olan Dicle Vadisi'nde bulunan ve Anadolu'nun ayaktaki tek ortaçağ kenti Hasankeyf, üzerinde bulunduğu vadiyle birlikte sular altında kalma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu söylemişti. Doğa Derneği de aynı Allianoi girişimi gibi, Ilısu Barajı'nın Dicle Nehri'ni durdurarak Türkiye'nin en önemli anıt kentlerinden Hasankeyf'i sular altında bırakacağını ve eşi benzeri olmayan bir doğal alanı sessizliğe gömeceğini öne sürerek baraj projesine karşı çıkmıştı.
Türkiye nükleer santral kurarsa atıkları satacak
Enerji Bakanı Dr. Hilmi Güler, Türkiye'nin nükleer santral kurması halinde ortaya çıkacak radyoaktif atıkları satacaklarını söyledi.
Özgür Gürbüz-Referans Gazetesi / 29 Ekim 2005
AKP hükümetinin planları arasında bulunan nükleer santraller enerji yatırımları içinde en çok tartışılan konulardan biri. Tartışılan konuların en önemlilerinden biri de nükleer atıklar. Enerji bakanı Hilmi Güler'in, nükleer atıklarla ilgili görüşünü merak ettik ve şu ana kadar hiç konuşulmamış bir öneriyle karşılaştık. Güler, nükleer atıkları satma planları olduğunu söyledi. Güler sorumuza, "Satarız, niye satmayalım? Almak isteyen var. Çünkü alıp başka şey yapıyor. Atığı alıp, enerjinin daha üst seviyesini kullanıyor, yeniden yeni ürünler üretiyor; istiyorlar yani" yanıtını verdi. Enerji Bakanı Hilmi Güler, nükleere karşı çıkanları anlayamadığını yineledi ve "keşke nükleeri çok daha fazla kursaydık da elektrikle ısınsaydık, doğalgaza hiç bağımlı kalmasaydık " dedi.
Türkiye Atom Enerjisi Kurumu(TAEK)verilerine göre, 1000 MW'lık kurulu güce sahip bir nükleer reaktör her yıl 800 ton kadar düşük ve orta seviyeli, 25 ton kadar yüksek seviyeli radyoaktif atık ortaya çıkarıyor. Oldukça radyoaktif olan kullanılmış yakıtlar, yeniden işleme denen kimyasal bir işlemden geçiriliyor. İçlerindeki parçalanabilir plütonyum ve uranyum yeniden kazanılıp yakıt haline getirilerek, bu yakıtı yakabilecek özel reaktörlerde kullanılıyor. Bu arada ortaya çıkan plütonyum nükleer silah yapımında da kullanılabiliyor. Öte yandan, bu işlem oldukça uzun yıllar aktif kalan radyoaktif materyallerin ortaya çıkmasına neden oluyor ki bu da yeniden işlemenin en büyük sorunlarından biri. Ticari reaktörlerin yaklaşık yarım asırlık geçmişlerine rağmen, dünyada henüz nükleer atıkların depolandığı bir son depoloma alanı bulunmuyor. Bütün nükleer atıklar, geçici depoloma alanlarında tutuluyor. Elektrik Mühendisleri Odası eski başkanlarından Ünal Erdoğan ise konuyla ilgili uzman olmayan kişilerin nükleer enerji konusunda yetkili kılındığına dikkat çekerek, nükleer reaktörün kendisinin bir nükleer atık olduğunu ve binlerce tonluk bu atığın kime, nasıl satılacağını sordu.
Gelişmiş ülkelerdeki muhalefet ve sıkı güvenlik tedbirleri yüzünden bu atıklarla ne yapacağını bilmeyen birçok ülke atıklarını diğer ülkelere göndermeye çalışıyor. Özellikle eski Sovyetler Birliği'nin nükleer atıklarına ev sahipliği yapan ülkelerde ise nükleer atık ihracına muhalefet oldukça fazla. 2004 yılında Kırgızistan Hükümeti'nin de araya girmesiyle İngiltere'nin BNFL'i tarafından gönderilen uranyumlu grafitin ihracatının engellenmesi en yeni örneklerden biri. 2001 yılında Kazakistan'da yaşananlar ise başka bir örnek. Eski Sovyetler Birliği'nden kalan nükleer denemelerin yapıldığı alanı diğer ülkelerle beraber kendi nükleer atıklarına açmayı planlayan Kazakistan da hayal kırıklığına uğradı. Oysa, Ulusal atom enerjisi firması Kazatomprom, 30 yıl içerisinde 35 ila 50 milyar dolar arasında para kazanabileceğini hesap etmişti. Bu rakam, AB ülkelerinin göndereceği nükleer atık için varil başına 5300 dolar isteneceği ve Kazakistan'ın varil başına 4200 dolar kar edeceği hesabından ortaya çıkmıştı. Halihazırda birçok ekolojik sorunun yanısıra 237 milyon tonluk nükleer atıkla da boğuşan Kazatomprom, bu konuda başarılı olamasa da, nükleer atıkların kabulünü sağlayacak yasal düzenlemeye karşı çıkan biyolojist Kaisha Atakhanova, Goldman Çevre Ödülü'ne layik görüldü. Kısacası, Güler'in bahsettiği satma işlemi aslında daha çok üzerine para verme esasına kurulu ama hem atıkları taşımada hem de alıcı bulmada birçok sorun yaşanıyor.
Dünyanın nükleer atık mezarlığı olmaya aday bir başka ülke ise Rusya. Rusya hükümeti, 2001 yılında yasalarında değişiklik yaparak ton başına 1000 dolar fiyatla nükleer atıkları "orta vade" için kabul edeceklerini söyledi. İşin açıkçası, Rusya'nın pek açık olmayan "orta vade"sinin aslında son depoloma olduğuydu. Tayvan, Güney Kore, İsviçre, İspanya ve Japonya'nın konuyla ilgilendiği görüldü. Ama şu ana kadar bu ülkeler ABD'den izin alamadılar. Reaktörleri ABD yapımı olduğu için böyle bir izne gereksinimleri vardı. Özellikle 1970-90 arasında eski doğu bloku ülkeleri atıklarını Sovyetler Birliği'ne gönderdiler. Bugün hala bunun devam ettiği söylenebilir ama başka bir yolla. Kullanılmış yakıtların bugün de yeniden işlenmek için bu işlemi yapabilecek özel tesislere gönderildiği biliniyor. Teoride bu işlemden sonra atıkların geri gönderilmesi gerekiyor ama çoğu zaman atıklar, yeniden işleme santrallerine sahip olan ve dışarıdan kullanılmış yakıt çubuğu kabul eden Fransa, İngiltere ve Rusya'da kalıyor. İngiliz hükümeti Sellafield'de, Fransızlar La Hague'de biriken nükleer atıklar konusunda artan şikayetlerle uğraşsalar da kimse Sibirya'daki Mayak yeniden işleme tesisi kadar kötü durumda değil. Greenpeace'e göre 1945'te askeri amaçlarla kurulduğu günden bu yana 272 bin kişinin kazalar ve bilinçli salınımlarla radyasyona maruz kaldığı Mayak'a 30 kilometre uzaktaki Muslomova köyünde neredeyse hasta olmayan yok. Köydeki 2500 kişinin bir çoğu, kalp hastalıkları, eklem hastalıkları ve astım gibi hastalıklarla uğraşırken aşağı yukarı köydeki erkek ve kadın nüfusunun yarısı kısır. Erken doğum oranı yüzde 10 ve her 3 çocuktan biri fiziksel bozulmayla karşı karşıya.
Trittin atık sorunun çözümsüz olduğunu söylüyor
Almanya'nın kısa bir süre sonra görevden ayrılacak olan Çevre Bakanı Jürgen Trittin, Almanya'nın nükleer santrallerini kapatma politikasında bir değişiklik olmayacağından emin gözüküyor. Trittin kısa bir süre önce BBC ile yaptığı bir söyleşide, nükleer enerjinin getirdiği risklerin geçen onca yıl boyunca azalmadığı tam tersine terorist saldırı olasığıyla daha da arttığını söylemiş ve nükleer atık sorununun çözümü için son 30 yılda daha akıllı hiçbir gelişmenin kaydedilmediğine dikkat çekmişti. Trittin, nükleer fizyon sonucu ortaya çıkan Plütonyum 239'un yarı ömrünün 24 bin yıl olduğunu, 24 bin yıl sonrasının değil nasıl olacağını bilmek, hayal etmenin bile zor olduğunu söylemişti. Almanya, elektrik tüketiminde yenilenebilir enerjinin payını 2020 yılında yüzde 20'ye, 2050'de ise yüzde 50'ye çıkarmak istiyor. Trittin, nükleer enerjinin baz yük olarak kullanılmasıyla ilgili soruyu, geçmişten kalan baz yük fikri esnek ve zeki elektrik üretimine geçişi planlayan Almanya'nın enerji dönüşümü projesinin önünde duruyor diye yanıtlıyor.
Özgür Gürbüz-Referans Gazetesi / 29 Ekim 2005
AKP hükümetinin planları arasında bulunan nükleer santraller enerji yatırımları içinde en çok tartışılan konulardan biri. Tartışılan konuların en önemlilerinden biri de nükleer atıklar. Enerji bakanı Hilmi Güler'in, nükleer atıklarla ilgili görüşünü merak ettik ve şu ana kadar hiç konuşulmamış bir öneriyle karşılaştık. Güler, nükleer atıkları satma planları olduğunu söyledi. Güler sorumuza, "Satarız, niye satmayalım? Almak isteyen var. Çünkü alıp başka şey yapıyor. Atığı alıp, enerjinin daha üst seviyesini kullanıyor, yeniden yeni ürünler üretiyor; istiyorlar yani" yanıtını verdi. Enerji Bakanı Hilmi Güler, nükleere karşı çıkanları anlayamadığını yineledi ve "keşke nükleeri çok daha fazla kursaydık da elektrikle ısınsaydık, doğalgaza hiç bağımlı kalmasaydık " dedi.
Türkiye Atom Enerjisi Kurumu(TAEK)verilerine göre, 1000 MW'lık kurulu güce sahip bir nükleer reaktör her yıl 800 ton kadar düşük ve orta seviyeli, 25 ton kadar yüksek seviyeli radyoaktif atık ortaya çıkarıyor. Oldukça radyoaktif olan kullanılmış yakıtlar, yeniden işleme denen kimyasal bir işlemden geçiriliyor. İçlerindeki parçalanabilir plütonyum ve uranyum yeniden kazanılıp yakıt haline getirilerek, bu yakıtı yakabilecek özel reaktörlerde kullanılıyor. Bu arada ortaya çıkan plütonyum nükleer silah yapımında da kullanılabiliyor. Öte yandan, bu işlem oldukça uzun yıllar aktif kalan radyoaktif materyallerin ortaya çıkmasına neden oluyor ki bu da yeniden işlemenin en büyük sorunlarından biri. Ticari reaktörlerin yaklaşık yarım asırlık geçmişlerine rağmen, dünyada henüz nükleer atıkların depolandığı bir son depoloma alanı bulunmuyor. Bütün nükleer atıklar, geçici depoloma alanlarında tutuluyor. Elektrik Mühendisleri Odası eski başkanlarından Ünal Erdoğan ise konuyla ilgili uzman olmayan kişilerin nükleer enerji konusunda yetkili kılındığına dikkat çekerek, nükleer reaktörün kendisinin bir nükleer atık olduğunu ve binlerce tonluk bu atığın kime, nasıl satılacağını sordu.
Gelişmiş ülkelerdeki muhalefet ve sıkı güvenlik tedbirleri yüzünden bu atıklarla ne yapacağını bilmeyen birçok ülke atıklarını diğer ülkelere göndermeye çalışıyor. Özellikle eski Sovyetler Birliği'nin nükleer atıklarına ev sahipliği yapan ülkelerde ise nükleer atık ihracına muhalefet oldukça fazla. 2004 yılında Kırgızistan Hükümeti'nin de araya girmesiyle İngiltere'nin BNFL'i tarafından gönderilen uranyumlu grafitin ihracatının engellenmesi en yeni örneklerden biri. 2001 yılında Kazakistan'da yaşananlar ise başka bir örnek. Eski Sovyetler Birliği'nden kalan nükleer denemelerin yapıldığı alanı diğer ülkelerle beraber kendi nükleer atıklarına açmayı planlayan Kazakistan da hayal kırıklığına uğradı. Oysa, Ulusal atom enerjisi firması Kazatomprom, 30 yıl içerisinde 35 ila 50 milyar dolar arasında para kazanabileceğini hesap etmişti. Bu rakam, AB ülkelerinin göndereceği nükleer atık için varil başına 5300 dolar isteneceği ve Kazakistan'ın varil başına 4200 dolar kar edeceği hesabından ortaya çıkmıştı. Halihazırda birçok ekolojik sorunun yanısıra 237 milyon tonluk nükleer atıkla da boğuşan Kazatomprom, bu konuda başarılı olamasa da, nükleer atıkların kabulünü sağlayacak yasal düzenlemeye karşı çıkan biyolojist Kaisha Atakhanova, Goldman Çevre Ödülü'ne layik görüldü. Kısacası, Güler'in bahsettiği satma işlemi aslında daha çok üzerine para verme esasına kurulu ama hem atıkları taşımada hem de alıcı bulmada birçok sorun yaşanıyor.
Dünyanın nükleer atık mezarlığı olmaya aday bir başka ülke ise Rusya. Rusya hükümeti, 2001 yılında yasalarında değişiklik yaparak ton başına 1000 dolar fiyatla nükleer atıkları "orta vade" için kabul edeceklerini söyledi. İşin açıkçası, Rusya'nın pek açık olmayan "orta vade"sinin aslında son depoloma olduğuydu. Tayvan, Güney Kore, İsviçre, İspanya ve Japonya'nın konuyla ilgilendiği görüldü. Ama şu ana kadar bu ülkeler ABD'den izin alamadılar. Reaktörleri ABD yapımı olduğu için böyle bir izne gereksinimleri vardı. Özellikle 1970-90 arasında eski doğu bloku ülkeleri atıklarını Sovyetler Birliği'ne gönderdiler. Bugün hala bunun devam ettiği söylenebilir ama başka bir yolla. Kullanılmış yakıtların bugün de yeniden işlenmek için bu işlemi yapabilecek özel tesislere gönderildiği biliniyor. Teoride bu işlemden sonra atıkların geri gönderilmesi gerekiyor ama çoğu zaman atıklar, yeniden işleme santrallerine sahip olan ve dışarıdan kullanılmış yakıt çubuğu kabul eden Fransa, İngiltere ve Rusya'da kalıyor. İngiliz hükümeti Sellafield'de, Fransızlar La Hague'de biriken nükleer atıklar konusunda artan şikayetlerle uğraşsalar da kimse Sibirya'daki Mayak yeniden işleme tesisi kadar kötü durumda değil. Greenpeace'e göre 1945'te askeri amaçlarla kurulduğu günden bu yana 272 bin kişinin kazalar ve bilinçli salınımlarla radyasyona maruz kaldığı Mayak'a 30 kilometre uzaktaki Muslomova köyünde neredeyse hasta olmayan yok. Köydeki 2500 kişinin bir çoğu, kalp hastalıkları, eklem hastalıkları ve astım gibi hastalıklarla uğraşırken aşağı yukarı köydeki erkek ve kadın nüfusunun yarısı kısır. Erken doğum oranı yüzde 10 ve her 3 çocuktan biri fiziksel bozulmayla karşı karşıya.
Trittin atık sorunun çözümsüz olduğunu söylüyor
Almanya'nın kısa bir süre sonra görevden ayrılacak olan Çevre Bakanı Jürgen Trittin, Almanya'nın nükleer santrallerini kapatma politikasında bir değişiklik olmayacağından emin gözüküyor. Trittin kısa bir süre önce BBC ile yaptığı bir söyleşide, nükleer enerjinin getirdiği risklerin geçen onca yıl boyunca azalmadığı tam tersine terorist saldırı olasığıyla daha da arttığını söylemiş ve nükleer atık sorununun çözümü için son 30 yılda daha akıllı hiçbir gelişmenin kaydedilmediğine dikkat çekmişti. Trittin, nükleer fizyon sonucu ortaya çıkan Plütonyum 239'un yarı ömrünün 24 bin yıl olduğunu, 24 bin yıl sonrasının değil nasıl olacağını bilmek, hayal etmenin bile zor olduğunu söylemişti. Almanya, elektrik tüketiminde yenilenebilir enerjinin payını 2020 yılında yüzde 20'ye, 2050'de ise yüzde 50'ye çıkarmak istiyor. Trittin, nükleer enerjinin baz yük olarak kullanılmasıyla ilgili soruyu, geçmişten kalan baz yük fikri esnek ve zeki elektrik üretimine geçişi planlayan Almanya'nın enerji dönüşümü projesinin önünde duruyor diye yanıtlıyor.
Altın Madenleri Peru'nun da başına dert oldu
Dünya bakır üretiminde 3, altın üretiminde 6. olan Peru'nun başı, çevre sorunlarıyla derde girdi. Hükümete bağlı Ulusal Çevre Konseyi, kapanmış madenlerin rehabilitasyonu için 1 milyar dolara ihtiyaç olduğunu söyledi.
Özgür Gürbüz -Referans Gazetesi / Ekim 2005
Türkiye'de Bergama köylülerinin mücadelesiyle gündeme gelen altın madeni krizinin bir benzeri de dünyanın en büyük bakır ve altın üreticilerinden Peru'yu karıştırdı. Ulusal Çevre Konseyi Başkanı Carlos Loret de Mola, eski madenlerin rehabilitasyonu için 500 milyon ile 1 milyar dolar civarında bir rakama ihtiyaç duyduklarını söyledi. Mola, "Diğer sektörlerin verdikleri zararları bilmiyoruz ama balıkçılık, tarım ve sanayi gibi sektörlerden bu hesapları yapmasını istedik. Bundan sonra temizlik çalışmalarına nereden başlayacağımızı görebileceğiz" diyor. Mola'nın verdiği rakamlara göre, Peru'nun şu ana kadar kapanmış madenler, kirlenmiş nehirler ve tarlalar için yaptığı harcamalar 150 milyon doları bulmuş. Çevre ile ilgili yönetmeliklerin yeterli olmayışı ya da eksikliği yüzünden, Peru'daki birçok terkedilmiş madenden çeşitli kimyasallar doğaya karışıyor.
Bu tartışmanın öte yanında yine tanıdık bir isim, Bergama Ovacık'taki altın madenini de bir süre işleten ve 2 Mart 2005 tarihinde 44.5 milyon dolara Koza Davetiye Mağaza İşletmeleri ve İhracat A.Ş.'ye satan Newmont firması var. Dünyanın en büyük altın üreticisi, Güney Amerika'nın en büyük altın madeni Yanacocha'ya sahip grup, Peru'lu ve Güney Amerika'lı madencilerle beraber temizlik çalışmaları için fon ayırmaya başladı ve geçen hafta sadece 2 milyon dolar ayırdı. Gerekli olan miktarı 1 milyar dolar civarında hesaplayan hükümet ise Dünya Bankası ve Amerika Ülkeleri Kalkınma Bankası'ndan kaynak arayacaklarını söylüyor. Ayrıca, çıkarılacak yeni yasalarla çevreyi kirlettiği kanıtlanan madencilerin lisanslarının askıya alınmasını kolaylaştırmaya hazırlanıyorlar. Madenciler ise böyle bir yasanın gereksiz olduğunu, madenlerin kapatılma planlarının işletmeye açılmadan önce hazırlandığını belirtiyor ve 2001'den bu yana daha çevreci teknolojilere 900 milyon dolar yatırdıklarını söylüyorlar.
Peru'da birçok fakir çiftçi, tarım alanlarının kaybolduğu ve nehirlerin zehirlendiği için madenlere karşı çıkıyor. 2003 yılı, tüm ülkede büyük bir dalga halinde yayılan protestolara sahne olmuştu. Peru'nun yarıdan fazla ihracatının madencilikten gelmesi ise durumu daha da zorlaştırıyor.
Bergama'da son durum
Hakkında birçok yürütmeyi durdurma ve iptal kararı olan Ovacık'taki maden, 20 Mayıs 2005 tarihinde Gayri Sıhhı Müesseseler Yönetmeliğine göre açılış ve çalışma ruhsatı alarak tekrar çalışmaya başlamıştı. Bu iznin alınması için engel teşkil eden tüm yönetmeliklerin titiz bir çalışmayla ilgili bakanlıklar tarafından değiştirildiğini iddia eden Bergamalılar ise konuyu yeniden AİHM'ne (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) götürdü. İç hukuk yollarının tıkandığı gerekçesiyle 19 Temmuz'da yaptıkları başvurularında konunun öncelikli olarak ele alınması gerektiğini söyleyen köylülerin bu talebi geçtiğimiz günlerde AİHM tarafından kabul edildi. Türkiye'de de dava süreci 3 işlemle ilgili olarak sürüyor. ÇED'in (Çevre Etki Değerlendirmesi), imar planının ve açılma ruhsatı'nın iptali için açılmış olan davalar sürüyor.
Özgür Gürbüz -Referans Gazetesi / Ekim 2005
Türkiye'de Bergama köylülerinin mücadelesiyle gündeme gelen altın madeni krizinin bir benzeri de dünyanın en büyük bakır ve altın üreticilerinden Peru'yu karıştırdı. Ulusal Çevre Konseyi Başkanı Carlos Loret de Mola, eski madenlerin rehabilitasyonu için 500 milyon ile 1 milyar dolar civarında bir rakama ihtiyaç duyduklarını söyledi. Mola, "Diğer sektörlerin verdikleri zararları bilmiyoruz ama balıkçılık, tarım ve sanayi gibi sektörlerden bu hesapları yapmasını istedik. Bundan sonra temizlik çalışmalarına nereden başlayacağımızı görebileceğiz" diyor. Mola'nın verdiği rakamlara göre, Peru'nun şu ana kadar kapanmış madenler, kirlenmiş nehirler ve tarlalar için yaptığı harcamalar 150 milyon doları bulmuş. Çevre ile ilgili yönetmeliklerin yeterli olmayışı ya da eksikliği yüzünden, Peru'daki birçok terkedilmiş madenden çeşitli kimyasallar doğaya karışıyor.
Bu tartışmanın öte yanında yine tanıdık bir isim, Bergama Ovacık'taki altın madenini de bir süre işleten ve 2 Mart 2005 tarihinde 44.5 milyon dolara Koza Davetiye Mağaza İşletmeleri ve İhracat A.Ş.'ye satan Newmont firması var. Dünyanın en büyük altın üreticisi, Güney Amerika'nın en büyük altın madeni Yanacocha'ya sahip grup, Peru'lu ve Güney Amerika'lı madencilerle beraber temizlik çalışmaları için fon ayırmaya başladı ve geçen hafta sadece 2 milyon dolar ayırdı. Gerekli olan miktarı 1 milyar dolar civarında hesaplayan hükümet ise Dünya Bankası ve Amerika Ülkeleri Kalkınma Bankası'ndan kaynak arayacaklarını söylüyor. Ayrıca, çıkarılacak yeni yasalarla çevreyi kirlettiği kanıtlanan madencilerin lisanslarının askıya alınmasını kolaylaştırmaya hazırlanıyorlar. Madenciler ise böyle bir yasanın gereksiz olduğunu, madenlerin kapatılma planlarının işletmeye açılmadan önce hazırlandığını belirtiyor ve 2001'den bu yana daha çevreci teknolojilere 900 milyon dolar yatırdıklarını söylüyorlar.
Peru'da birçok fakir çiftçi, tarım alanlarının kaybolduğu ve nehirlerin zehirlendiği için madenlere karşı çıkıyor. 2003 yılı, tüm ülkede büyük bir dalga halinde yayılan protestolara sahne olmuştu. Peru'nun yarıdan fazla ihracatının madencilikten gelmesi ise durumu daha da zorlaştırıyor.
Bergama'da son durum
Hakkında birçok yürütmeyi durdurma ve iptal kararı olan Ovacık'taki maden, 20 Mayıs 2005 tarihinde Gayri Sıhhı Müesseseler Yönetmeliğine göre açılış ve çalışma ruhsatı alarak tekrar çalışmaya başlamıştı. Bu iznin alınması için engel teşkil eden tüm yönetmeliklerin titiz bir çalışmayla ilgili bakanlıklar tarafından değiştirildiğini iddia eden Bergamalılar ise konuyu yeniden AİHM'ne (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) götürdü. İç hukuk yollarının tıkandığı gerekçesiyle 19 Temmuz'da yaptıkları başvurularında konunun öncelikli olarak ele alınması gerektiğini söyleyen köylülerin bu talebi geçtiğimiz günlerde AİHM tarafından kabul edildi. Türkiye'de de dava süreci 3 işlemle ilgili olarak sürüyor. ÇED'in (Çevre Etki Değerlendirmesi), imar planının ve açılma ruhsatı'nın iptali için açılmış olan davalar sürüyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)