000 Kitap - Dokunan Yanar

Özgürlükleri kısıtlamak isteyenlerin karşısında başımız dik duruyoruz çünkü doğrusu bu. Ben yanmasam, sen yanmasan, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?
Aşağıda bugün yapılan basın açıklaması var, fazla söze gerek yok...

Basın açıklamasının tam metni:
Bizler, kısaca ANGA’lar, yani Ahmet ve Nedim’in Gazeteci Arkadaşlarıyız. Meslektaşlarımız Ahmet Şık’ın ve Nedim Şener’in gazetecilik, sadece ve sahici gazetecilik yaptıkları için tutuklanmalarını basın özgürlüğüne, düşünce özgürlüğüne, demokrasiye yönelmişbir saldırı olarak gördük ve bir araya geldik.

Tutuklanması yetmiyormuş gibi Ahmet Şık arkadaşımızın kitabı İmamın Ordusu’nun daha yayınlanmadan yasaklanması, dahası bir suç kanıtı olarak gösterilmesi öfkemizi kabarttı, demokrasiyle ve özgürlüğe olan bağlılığımızı biledi.
Bizler gazetecilerin mesleklerini yaptıkları için tutuklanmadıkları, yaptıkları haberlerin engellenmediği, yazdıkları kitapların yasaklanmadığı bir Türkiye için mücadele ediyoruz.
Mesleğimiz inat ve sabır gerektirir. Bizler de sabırlı, inatçı ve kararlıyız. Ahmet Şık ve Nedim Şener arkadaşlarımız özgürlüklerine kavuşana dek sabrımızı bileyecek, inadımızı güçlendirecek, kararlılığımızı koruyacak ve itirazımızı sürekli kılacağız. Daha kestirme söyleyelim: Yansak da dokunacağız...
Bugün bizim için anlamlı bir gün. Çoğunluğunu gazetecilerin oluşturduğu, aralarında Ahmet Şık arkadaşımızın da yer aldığı 125 yazarın ortak ürünü olan bir kitap gün ışığına çıktı. Adı 000Kitap. Alt başlığı “Dokunan yanar”.
Şu anda elimizde tuttuğumuz bu kitabı biri yazdı; birileri düzeltti; birileri redakte etti; birileri noktalama işaretlerini denetledi; birileri yazım kusurlarını elden geçirdi; birileri düşük cümle olup olmadığını kontrol etti; birileri ön okuma; birileri son okuma süreçlerinde görev aldı ve 125 yazarın tümü de kitabın sorumluluğunu üstlendi.
Bu aydın imecesini ülkemizin demokrasi ve özgürlük mücadelesinde yürekli bir adım olarak görüyor ve yürekten selamlıyor, yürekten destekliyoruz.

Kütahya'daki gümüş madeni ve siyanür havuzu

Bu fotoğrafı şans eseri uçaktan çektim. Kütahya'daki gümüş madeninin siyanürlü atık barajındaki duvarlardan biri çökmüştü. Barajın ve madenin havadan görünümü. Çöken duvar çok net bir şekilde görülebiliyor. Bu kazadan sonra yetkililer sızıntı olmadığını söylemiş, Ekim ayında ise Eti Gümüş'e 5 milyon TL'nin üzerinde ceza kesilmişti.
Eti Gümüş'e ait maden ve siyanür havuzu. Foto: Ö. Gürbüz

Fukuşima, Van ve Akkuyu

Özgür Gürbüz-Birgün / 6 Kasım 2011

11 Mart 2011'de Japonya'daki depremin ardından Fukuşima Nükleer Santrali'nde dünyanın en büyük nükleer kazalarından biri meydana geldi. Yaklaşık 90 bin kişi evlerini terk etti. O gün bugündür prefabrik evlerde veya toplu halde belli merkezlerde yaşıyorlar. Santrale 20 km kala yasak bölge başlıyor. Mali değeri bugün 20 milyar doları bulan dört reaktör hurdaya çıktı. Nükleer santralin işletmecisi Tepco firmasının ödeyeceği tazminatların 52 milyar doları bulabileceği belirtiliyor. Kyodo kaynaklı bir habere göre radyoaktif kirliliğe maruz kalmış bölgelerin temizliği için ayrılan miktar da 2,87 milyar ABD doları.
 
İşçiler aylardır radyoaktif kirlenmeye maruz kalmış toprakları temizlemeye çalışıyor. Öncelikle okullar taranıyor. Radyasyon bulaşmış toprak ve malzemeler geçici merkezlere taşınıyor. Tüm bu kirlenmiş toprak ve malzeme insanlardan yıllarca uzak kalması gereken bir yerde toplanacak. Sadece toprak değil su da kirlendi. Fransız Nükleer Güvenlik Enstitüsü, dünya tarihinde denizlerdeki en büyük radyoaktif kirlenmenin gerçekleştiğini söylüyor. Tahminleri 27 bin tera bekerel değerinde radyoaktif sezyum-137'nin okyanusa sızdığı yönünde. Hiroşima'da bu rakam 89 tera bekereldi. Fukuşima ilindeki sularda yapılan ölçümler, bölgede bulunan sezyum-137 izotopunun 11 Mart öncesine göre 58 kat daha fazla olduğunu gösteriyor. Başka bir tahmin, havaya 35 bin 800 bekerel sezyum-137 bırakıldığını öne sürüyor. Sezyum-137'inin yarılanma ömrü 30 yıl. Etkisini yitirmesi için 10 ‘yarı ömür’ geçmeli. Bir başka deyişle 300 yıl boyunca radyoaktif.

Çernobil İtfaiyeciler Anıtı Foto: Ö. Gürbüz
Bu veriler en çok evlerine dönmek isteyen binlerce Japonu düşündürüyor olmalı. Santralde temizlik çalışmalarına devam eden işçilerin ölüm haberleri de gelmeye başladı. 6 Ekim 2011 tarihinde üçüncü işçi öldü. Tepco, bu ölümün de önceki iki ölüm gibi radyasyona maruz kalma nedeniyle gerçekleşmediğini açıkladı, fazla çalışmayla ilgili olmadığını da ekledi. 50 yaşlarında, adına gazete haberlerinde rastlayamadığım bu işçi, 5 Ekim Çarşamba sabahı rahatsızlanmış ve bir gün sonra ölmüş. Santralde ölümünden 46 gün önce işe başlamış. Çernobil'de, yangına hayatları pahasına müdahale eden itfaiyeciler için bir anıt var. Umarım Japonlar da bu isimsiz kahramanlarını unutmaz. Ölümlerin nedenini kesin olarak bilmek, açıklanan rakamların doğruluğuna inanıp inanmamak sizin elinizde. Her nükleer kazada olduğu gibi sivil halkın gerçek verilere ulaşması belki yıllar alacak.

1 MİLYON KİŞİYE ÇADIRINIZ VAR MI?
Ben bu satırları yazarken, kontrol altına alındığı sanılan nükleer reaksiyonun yeniden başladığına dair Fukuşima’dan haberler geliyordu. Ben bunları yazarken Van’da çadır tartışmaları sürüyor, Enerji Bakanı Taner Yıldız, Akkuyu’da fay hattının 120 kilometre uzakta olduğunu söylüyordu. Van’da fay hattı yok denilen yerde deprem olduğundan hiç bahsetmeden, Ecemiş Fay hattı’nı hiçe sayarak. Akkuyu’nun solu Alanya sağı Mersin. Nerden baksan 1 milyon nüfus. Olası bir nükleer kazada Kızılay’ın 1 milyon insana Konya Ovası’nda çadır dağıtmaya çalıştığını bir hayal edin.

Şimdi Akkuyu'daki balıkçı size, “derdiniz ne” diye sormaz mı? Sorar tabi. Son bir yıl içinde Kütahya ve Van depremini yaşayan bu ülkenin vatandaşları size, “canımıza kastınız mı var, neden bu nükleer inat” diye sormaz mı? Onlar da sorar ama yanıt alamaz. Çünkü hükümetin demokrasi kültürü eksik. İleri değil ‘geri’ demokrasi mübarek. Nükleer enerji konusunu şu ana kadar hükümetten kaç kişi karşımıza çıkıp tartışabildi? Sıfır! Akkuyu'da yaşayanların, balıkçıların sorularına kaç tanesi kayda değer bir yanıt verebildi? O da sıfır! Uzaktan gazetecilere haber yazdırmakla olmaz, çıkın da karşımıza biz biraz soru soralım.

Geçenlerde Taner Yıldız nükleer santralin stratejik bir proje olduğu için 'fizıbıl' (ekonomik) olamayabileceğini ima etti. Hatırlayın, nükleeri önce Ruslara bağımlıyız diye pazarlamak istediler sonra santrali Rus şirketine verdiler. Nükleer santraller depremden etkilenmez diyorlardı, Fukuşima sonrası bizimki en sağlamı olacak diye yarım yamalak yanıtlar verdiler. Nükleer ucuz diye bas bas bağırıyorlardı şimdi ise ucuz değil ama stratejik diyorlar. Nükleerin stratejik olan tek yanı, terör ve savaşta stratejik bir hedef olması. Batı’da en çok deprem ve terör konuları tartışılıyor, depremi, bombası eksik olmayan ülkemde ‘çıt’ yok. Akuyu'da halkı bilgilendirme ofisi açmak için kolları sıvayan Rus şirketine bir tavsiyem var. Bence o ofisi Ankara'da açın. Akkuyu'daki nükleeri biliyor ama nükleeri tüpgaz sanan Ankara’nın bilgisi hakkında ciddi şüphelerim var.

Deprem tehlikesi çılgın projelerin eseri

Özgür Gürbüz-Birgün / 30 Ekim 2011

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı dönemini anımsayın. Erdoğan ve arkadaşları İstanbul'un kronikleşmiş sorunlarını, kentin merkezini başka yerlere taşıyarak ve kente yeni merkezler kazandırarak çözeceklerini iddia ettiler. Plan buydu. İstanbul'un sağına ve soluna bir ucu gökte, bir ucu yerde yüzlerce bina diktiler. Bahçeşehir, Beylikdüzü, Altınşehir, Kurtköy, Başakşehir... Liste uzayıp gidiyor, şehre neredeyse bir o kadar şehir daha eklendi.

1997 yılında İstanbul'un nüfusu 9 milyondu. 2000'de 10’u, 2007'de 12,5 milyonu geçti. Bugün 14-15 milyonlardan bahsediliyor. Kentin merkezi hala aynı. Taksim, Eminönü, Kadıköy ve Bakırköy gibi merkezler boşalmadığı gibi bu merkezlerden yeni eklenen ilçelere ulaşmak için yapılan yolların içi araçlarla dışı da binalarla doldu taştı. İstanbul gibi tarihi bir kentin merkezinin taşınamayacağı aşikârdı aslında. Kent merkezini taşıyacağız, yeni merkezler yaratacağız sloganlarının Türkçesi, “yeni rant alanları yaratacağız”dan başka bir şey değildi. Bu rant hamlesi, müteahhitlere para kazandırmakla kalsa iyi, İstanbul ve diğer birçok büyük kentte depreme dayanıksız eski binaların yerine yenilerinin yapılmasını da engelledi. Nasıl mı? Anlatayım.

Bugün İstanbul'daki 3,5 milyon konutun 2 milyonunun yenilenmesi gerektiği söyleniyor. Yüzde 50’sinin kaçak olduğu belirtiliyor. İstanbul’da oturanların yarısından fazlası belki de depremde binalarının yıkılması riskiyle karşı karşıya. Bu binaların özellikle 1999’dan önce yapılanları dayanıklılık açısından çok tartışmalı. Nerede bu konutlar? Çoğu İstanbul’un eski semtlerinde; Beşiktaş’ta, Şişli’de, Kadıköy’de. Buralardaki binaların çoğu 30 yaşını doldurmuş. 1990’ların sonlarına doğru başlayan uydu kent projeleri olmasa, müteahhitler iş yapmak için bu eski yerleşim merkezlerine gitmek, oradaki eski binaları satın alıp yerine yenilerini yapmak zorunda kalacaktı. Kenti büyütme çabaları yüzünden bu mali imkânlar yeni uydu kentlerin yaratılması için kullanıldı. İstanbul’un göbeğindeki eski binayı 10’a alıp 20’ye satmak istemeyen müteahhit, İstanbul’un dışındaki arsalara yöneldi. Bire alıp yirmiye sattı. Belediye, merkezi hükümet bu ranta dönük yapılaşma hareketini durdurmayı veya sınırlamayı düşünmedi, aksine destek oldu; yol gösterdi. Hala da devam ediyor. 12 Haziran’daki genel seçimde açıklanan yeni uydu kent projeleriyle bu eski evler, içlerinde yaşayanların başına yıkılmak üzere kaderine terk edilmiş oldu. Peki, ne yapılmalıydı?

Kentlerin yeşil sınırları olmalı
Her şeyden önce İstanbul gibi büyük kentlerin sınırlarını çizmek gerekiyor. Ben buna ‘yeşil sınır’ diyorum. Sadece kâğıt üstünde değil, fiziksel olarak da kenti çevreleyen bir orman şeridinden bahsediyorum. Kentin etrafını saran bir orman şeridi. Bu sınır çizilince kentin büyümesinin önüne geçilecek. ‘Cazip’ yatırım fırsatları ortadan kalkacak. Kâr etmek isteyen inşaat firmaları ister istemez merkezde acilen yenilenmesi gereken binalara yönelecek. Teorisi böyle ama iş o kadar kolay değil, dikkat edilmesi gereken hassas bir nokta var. Eski bir binayı müteahhide verdiğinizde sizden yenisi için daha çok para ister. Oturanları mağdur etmemek için farkın devlet tarafından karşılanması veya vatandaşa çok düşük faizli kredi verilmesi gerekebilir. Deprem vergileri hükümetin cari açığını kapamak yerine bu projelere aktarılsaydı finansman sorunu çoktan hallolmuştu.

Tarihi binalar, kültürel mekanlar ve SİT alanları için farklı düşünmek lazım ama özelliği olmayan ve kumdan yapılmış dediğimiz birçok bina için bu formül hayata geçirilebilir. Geç kaldık ama zararın neresinden dönsek kâr. İstanbul’da yeni açıklanan çılgın projelerden, kanaldan ve üçüncü köprüden vazgeçip, yeşil sınırlarını çizdiğiniz bambaşka bir kent yaratabiliriz. Ankara, İzmir, Bursa da bundan farklı değil. Kentlerin yönetimi yerelin elinden alındığı için belediye başkanlarını göreve çağıramıyorum. Her şeyden önce Erdoğan’ın bu ‘ucube’ projelerden vazgeçmesi gerek. Başbakan’ın Van’daki depremden sonra yaptığı konuşma beni umutlandırmasa da bir kez daha çağrıda bulunmakta fayda var. Zaten konuşma ezberlediğimiz bir metin. İkitelli’deki sel felaketinden sonra da bunları duymamış mıydık? Kaçak yapılar yıkılacak, gecekondulara izin verilmeyecek falan filan. Sorun sadece kaçak olanlarla sınırlı değil ki! Ruhsatlı binalar çok mu sağlam?

Belki farkında değilsiniz ama uydu kentlere giden her kuruş, her yeni ‘modern hayat projesi’ sizin ölümü beklediğiniz binalardan kurtulup depreme dayanabilecek bina yapma şansınızı elinizden alıyor. Kentler büyütülüyor ve kontrol edilemez hale geliyor. Geçen hafta Yeşil Ekonomi Konferansı’da yeşil kentlerin sınırlarını tartıştık. Prof. Dr. Haluk Gerçek 2023’de 25 milyon nüfusa ulaşabilecek İstanbul’dan, Bursa’dan İkbal Polat ise kentin nüfusunu 2,5 milyondan 6,5 milyona çıkarabilecek planlardan bahsetti. Sağlam binalarda oturmak, yıkılan binalardan dostlarımızın, akrabalarımızın cesetlerini çıkarmak istemiyorsak bu çılgın projelere dur demek zorundayız. Sınırlı mali olanakları inşaat firmalarının daha az kar edeceği, hayat kurtaran, doğru kentsel dönüşüm projelerine yönlendirmeliyiz. Binalar birileri çok kâr etsin diye değil, insanlar içinde yaşasınlar diye yapılıyor. Yoksa olası bir depremde hayatta kalsak bile ömrümüz Kızılay’ın çadır kuyruklarında tükenebilir.