Muhalefet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Muhalefet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Seçimi ‘zor muhalefet’ kazandıracak

Özgür Gürbüz-BirGün / 13 Eylül 2024

Foto: O. Gurbuz
Türkiye, tarihinin en ağır ekonomik krizini yaşıyor desek herhalde itiraz eden çok olmaz. Evet, çok krizler gördük ancak bu defa sadece ekonominin kötü yönetilmesinin sonuçlarıyla yüzleşmiyoruz, çökmüş bir adalet sistemi, talan edilmiş doğal varlıklar, belli şirketlerle imzalanmış kapitülasyonlardan beter anlaşmalarla karşı karşıyayız.

2023 yılında yapılan bir hesaplama Türkiye’de nüfusun yüzde 98’inin yoksulluk ve açlık sınırının altında yaşadığını göstermişti. AKP-MHP koalisyonu öyle bir sistem kurdu ki 83 milyon varını yoğunu ortaya koyup geride kalan 1,5 milyonun daha zengin olması için çalışır hale geldi.

DİSK/Birleşik Metal-İş Sınıf Araştırmaları Merkezi’nin (BİSAM) Haziran 2024 tarihli araştırması, dört kişilik bir aile için açlık sınırının 19 bin 44 liraya, yoksulluk sınırının ise 65 bin 874 liraya yükseldiğini açıkladı. Tek başına yaşayan biri için de yoksulluk sınırı 30 bin TL oldu. Bu, bir haneye tek bir asgari ücret giriyorsa o evdeki herkes aç anlamına geliyor.

Böyle bir ülkede ekonomik eleştirilere dayalı muhalefetin halktan destek görmemesi, muhalefeti iktidara taşımaması sürpriz olur. Son yerel seçimlerde kötü ekonominin sandıkta tercihleri değiştirdiği görüldü. CHP’li belediyelerin bazı kentlerdeki olumlu icraatlarının da başka kentlerde bir değişim rüzgarı yarattığını da elbette hesaba katmak gerekir.

Kötü ekonomi ve derinleşen yoksulluğun devamı halinde iktidarın işi zor ancak iktidarın seçim öncesi sıcak para bulması, son cumhurbaşkanlığı seçiminde olduğu gibi yalan ve iftiralarla gündemi değiştirme olasılığı gibi manevra alanları olduğu da unutulmamalı. Bugün ekonomi üzerinden yapılan ‘kolay muhalefet’ yetersiz ya da eksik kalabilir.

Muhalefetin yaşanan büyük ekonomik krizin sadece faiz politikasından kaynaklanmadığını bildiğine eminim. Yapısal sorunlar denen, adaletten yolsuzluğa, üretim politikalarına kadar uzanan ve sistemi örümcek ağı gibi saran tüm yanlışların değiştirilmesi gerek. Bu da ‘zor muhalefet’i gerektiriyor. Başta CHP olmak üzere tüm muhalif partiler, toplumun iliklerine kadar işlemiş yanlışların olduğu bu zor alanlara girmeyi tercih etmiyor çünkü ‘kolay muhalefet’ şu an için seçimi kazandıracak gibi duruyor. Tek neden bu da değil, öyle olsa stratejik derdik. Türkiye’de merkeze yakın partiler aslında bu sistemle iç içe geçmiş durumdalar. Devletin alışılagelmiş işleyişini yanlış da olsa eleştirmekten kaçınırlar. Bu yüzden de halkın umudu, tutkusu olamazlar. Radikalizmden kaçma refleksi örgütlenmenin zayıflığının da nedenidir aslında. İktidarın biraz değişmiş bir modeli için kim örgütlü bir çalışmaya girer ki? Değişim umudu azaldıkça o değişim uğruna çalışma isteği de azalır. Olası bir siyasi yasak durumunda halkın kendisine destek vereceğini düşünen Ekrem İmamoğlu, umarım bu örgütsüzlük politikasını parti içinde de tartışmaya açmıştır.

Kadın ve çocukların öldürülmesinden trafikte maganda saldırılarına, çetelerin üssü olan Türkiye’den düğünlerde ‘kutlama kurşunlarıyla’ vurulan insanlara kadar her olayda karşımıza çıkan bireysel silahlanmaya karşı neden muhalefet bir söylem geliştirmez ya da bir kampanya yapmaz düşündünüz mü? Türkiye’nin Çin veya İngiltere gibi silah taşımanın ağır suç olduğu bir ülke olmasıyla hayatımızın iyileşeceği bu kadar netken neden muhalefetten bir çift söz durmayız?

Türkiye’de faiz oyunlarıyla emlak zenginleri yaratıldı ve nüfusun büyük bir bölümünün ev sahibi olma hayali bile kalmadı. Muhalefet neden belediye evleri, dar gelirlilere düşük kiralı konut gibi radikal politikalarla barınma sorununu çözeceğini gösteren projeler ortaya koymaz?

Başta Ankara’daki ‘kaçak saray’ olmak üzere, kamu arazilerini yasalara rağmen işgal eden örnekleri yıkacağını söyleyerek, ‘yapanın yanına kâr kalır’ anlayışını bu ülkenin hafızasından sileceğini neden söylemez?

Türkiye’de herkesin bu sisteme bir yerden bulaştığı ve köklü değişikliklerin kendisini de etkilemesinden korktuğunu itiraf edelim. Muhalefet de bu nedenle taşları yerinden oynatmaktan çekinen ‘kolay muhalefet’ stratejisine sığınıyor. Ama unuttukları şu. Belki de bu yüzden 22 yıldır iktidar ortağı bile olamıyorlar. Ve bu düzenden mağdur olanların tarihte hiç olmadığı kadar yüksek bir sayıya ulaştığının farkında da değiller.

Yüzde 2’den korkarak yüzde 98’in oyunu alabilir misiniz?

Muhalefetin ilacı dava siyaseti mi?

Özgür Gürbüz-BirGün / 31 Ocak 2024

Herhalde sizde benim gibi siyaset arenasında bir orada bir burada olan siyasetçilere bakıp şaşırıyorsunuz. Seçimden seçime parti değiştirenler kadar, aday gösterilmediğinde partisinden istifa edip, eski partisine demediğini bırakmayanlar da beni şaşırtıyor. Kendileri farklı bir yöntemle seçilmiş gibi, yeni tercihleri beğenmiyorlar. Bu davranışların temelinde ilkesizlik yatıyor.

Siyasetin ticarete döndüğü günümüzde, merkezdeki partilerde “dava siyaseti” yapan kalmadı. Daha çok sağ siyaset literatüründe rastladığımız bu kavram, ideal ya da ülkü demek. Arapça bir kelime. Yunanca karşılığı ‘ideal’. Sağ siyaset için kâğıt üstünde ülküden bahsetmek mümkün. Gerçekte ise kamu kaynaklarının, iktidarın ülküdaşlarına peşkeş çekilmesinden başka bir şey görmedik. Türk milliyetçiliğini savunan MHP’nin Hüdapar ile aynı koalisyonda olması dava siyasetinin sağ cenah için bittiğine dair herhalde en çarpıcı örnek. Hiç yoktu ki diyenleri de duyuyorum.

İşin merkez sol tarafı ne kadar farklı, ilkeler ve prensipler ne kadar yerli yerinde; o da tartışmalı. Oy oranları arttıkça siyasetin daha az ilkeyle yapıldığına tanıklık ediyoruz. Muhalefetin elbette hâlâ bir hatta birden çok amacı var. İktidarı tek adam yönetiminden almak, demokrasiyi güçlendirmek, Meclis’i yeniden işler kılmak gibi. İlkesiz ve idealleri (misyonu) olmayan bir hareketle bu amaçlara ulaşmak mümkün görünmüyor. Yıllardır patinaj yapılmasının nedeni de bu.

İktidar olmak için ‘dava partisi’ olmak gerekmez elbette. AKP bazen bir dava partisini anımsatsa da daha çok oportünist bir çizgide ilerledi. İktidara geldiğinde bir dava partisi değildi. Herkese gülücükler saçan, tek amacı iktidarın nimetlerini ele geçirmek olan bir partiydi. Daha sonra Gülencilerle birleşerek kendisine ‘laik orduyu’ ortadan kaldırmayı dava edindi. Liberallerin bazıları bu dava uğruna AKP’ye her istediğini verdi. Ordu etkisizleşince liberaller ve Gülencilerle vedalaşıldı. Tek adam yönetimiyle, padişahlık benzeri bir davayı güdenlere yaklaşıldı, aslında bu da ticari işlerin, kamunun ele geçirilmesini kolaylaştıran bir araçtı. Kürtlerle yollarını ayırdı. Bu da onları milliyetçilere ve onların davasına yaklaştırdı ve iktidarda kalmak için gereken oy desteğini aldı. Ümmetçilerin davasını da kapsar gibi görünmek için en son adımı tarikatları içine almak oldu. Devletin İslamlaştırılmasını isteyen tarikatlara Ayasofya’dan milli eğitime ve şeriat çağrılarına kadar verilen tavizler de bu davaya inananları AKP çatısı altında tutmaya yarıyor. Birçok davaları olduğunu da düşünebilirsiniz, ticaret dışında bir davaları olmadığını da.

Muhalefetin ise henüz sıkı sıkıya sarıldığı bir davası yok. Yaşam tarzı üzerinden kurulan birlikteliğin, daha geniş bir perspektifle, laiklik üzerinden bir davaya dönüştürülmesi mümkün. Söylemden öte, bu idealin yeniden tasvir edilmesi gerek. Yelpazenin solundaki Kürtler, emek hareketleri ve özgürlükçüler de laiklik davasından çok uzakta değiller. Bu hareketlerin, daha demokratik bir ülke idealini misyonlaştırmaları ve kitleleri tek bir amaç uğruna birleştirmeleri için laiklik bir birliktelik ideali olabilir. Demokrasinin olmadığı bir ülkede, özgürlüklerden de işçi haklarından da bahsedemeyiz. Ekonomiyi tüketim toplumunun prangalarından kurtarıp, daha az çalışarak, daha iyi paylaşarak yeşil bir dünya yaratmak da tüm dünyada hızla kabul gören ideallerden biri. Bu da bir veya birkaç partinin ideali olabilir.

Dava siyasetinin birkaç önkoşulu var. Siyasi partilerin siyasi iktidarı hedefledikleri ve üyelerinin birçoğunun da siyaseti bireysel çıkarlar için yaptıklarını görüyoruz. Dava siyaseti ise bunun tersini gerektiriyor. Partiler, yetiştirdikleri yöneticilere koltuğu bırakmayı öğretmeli; bu konu parti içi eğitimin bir parçası olmalı. Bunun birçok yolu var elbette ama bir tanesi parti içinde alınan tüm görevlere rotasyon şartı getirmek olabilir. Yönetici başarılı da olsa koltuğunu belli bir süre sonra yoldaşına bırakıp, arka planda kalmayı, ona destek olmayı öğrenebilir, partisine ve ideallerine her kademede hizmet etmenin değerini anlayabilir.

Bu kültürle yetişmiş partililer, günü geldiğinde makamlarını devretmeyi daha rahat kabullenebilir. Yıkıp dökmeden ilke ve idealleri için üye olduğu partilerde hizmet etmeye devam ederek, topluma siyaseti kişisel çıkarları için yapmadıklarını gösterebilirler. Davanın zaferi için önce kaybetmeyi ya da bırakmayı öğrenmeliyiz. Sağ ile sol siyaset arasında bir farka ihtiyaç var. Belki de bizi iktidara götürecek olan halkın iki taraf arasındaki ayrımı daha rahat yapmasını sağlayacak bu farktır.

Muhalefet iktidarın kötü bir kopyası mı oldu?

Özgür Gürbüz-BirGün / 16 Haziran 2023

Foto: Ferda Çağlayan
Seçimlerden önce yapılan birçok ankette halk, Türkiye’nin en büyük sorununun ekonomi olduğunu söylemişti. Sonra gidip ekonomiyi bu hale getiren hükümete oy verdi. Boş kasalar ve boş cepler sandıklarda oya dönmedi. Anketlerle sandık sonuçları arasındaki çelişkinin nedenlerini bulmak önemli. Biz bu çelişkiyi çevre konularında hep yaşıyoruz.

Nisan ayında Konda Araştırma, İklim Haber için “Türkiye’de İklim Değişikliği Algısı ve Enerji Tercihleri” adlı bir araştırma yayımlamıştı. Araştırmada, “iklim değişikliği konusunda endişeli misin” diye sorulan her 100 kişiden 83’ü, “endişeliyim” demişti. Nasıl endişeli olmasınlar? Her yıl can kayıplarına neden olan, kentleri yutan selleri, kuraklık uyarılarını, rekor sıcaklıkları görüyorlar.

Rakamlar net. Türkiye’de yaşanan aşırı hava olaylarının sayısı 2022 yılında 1030’a çıktı. Geçtiğimiz yıl tüm zamanların en çok aşırı hava olayı görülen yılı oldu. 10 yıl önce bu sayı 538’di. Aşırı hava olaylarının sayısı 10 yılda iki katına çıktı. Bu yıl da Samsun, Sinop, Urfa, Ankara’dan felaket görüntüleri geldi.

Halkın yüzde 78’i iklim krizinin insan faaliyetlerinin sonucu olduğunu düşünüyor. Eğitim seviyesi düştükçe veya kendini dindar veya muhafazakâr diye tanıyanlara ulaştıkça bu oran azalsa da iklim kriziyle insan arasında ilişki kuranların oranı yüzde 70’ler civarında. Eğitimli ve muhafazakâr olmayan kesimlere daha rahat ulaşılabiliyor olabilir. Kaderciliğin etkisi çok görünmüyor. Daha az endişe duyanlar muhtemelen konuyla ilgili daha az bilgi sahibi veya bu konuyla ilgili bilgi onlara ulaşmamış. Rakamları daha görünür kılmak, iklim krizini bilimsel verilere ilgi duymayanlara, üniversitede okumayanlara, kendini sofu olarak tanımlayanlara da anlatmanın yollarını bulmalıyız.

“İklim değişikliğinin başlıca üç nedeni nedir” sorusuna her 100 kişiden 65’i “orman kaybı” yanıtını vermiş. 40’ı ise petrol, kömür ve gaz demiş. 100 kişiden 33’ü de kömürlü termik santralları sorumlu göstermiş. Yurttaşlar, çözüm için de yeşil alanları korumalı, ulaşım kaynaklı karbondioksiti durdurmalı, enerjiyi verimli kullanmalı ve termik santralları kapatmalıyız diyor. Türkiye’nin iklim değişikliği için yeterli çabayı gösterdiğini düşünenlerin oranı da sadece beşte bir.

Gelelim en eğlenceli kısma. “Enerji santrallarından en çok hangi ikisine karşı çıkarsınız?” sorusuna halkın yüzde 77’si nükleer santral, yüzde 57’si kömür santralı yanıtını veriyor. “En çok hangi ikisini tercih edersiniz?” sorusunun yanıtı ise yüzde 87 ile güneş, yüzde 67 ile rüzgâr oluyor. Hükümet ise malum kömürcü ve nükleerci. Halk ne istemiyorsa yıllardır onu yapıyor ama seçiliyor.

Toparlayalım. Ülkenin büyük bir çoğunluğu iklim krizi konusunda endişeli ve sorunun insan faaliyetlerinden kaynaklı olduğunun farkında. Sorunun ormansızlaşmadan, petrol, kömür ve gaz kullanımından ve kömürlü termik santrallardan kaynaklandığının da farkında. Çözüm konusunda da fikirleri var. Nükleer ve kömürle bu işin olmayacağını biliyorlar, onların yerine güneş ve rüzgâr istiyorlar. Peki, neden tüm bu isteklerinin tersini yapan AKP-MHP koalisyonuna oy veriyorlar?

Seçim dönemini hatırlayalım. Seçim boyunca halkın bu isteklerini yüksek sesle dillendiren bir muhalefeti meydanlarda gördük mü? Görmedik. Sorun, muhalefetin iklim ve enerji konularında radikal bir programı yüksek sesle dillendirmeyerek fırsatı kaçırması, ya da önerdiği politikaların iktidarın mevcut politikalarına yakın olması olamaz mı? Ortak mutabakat metninde nükleer santral yapacağız, kömürü gazlaştıracağız, petrol aramaya destek vereceğiz, boru hatları yapacağız diyen muhalefet, iktidarın kopyası gibi davranmadı mı? Enerji dışındaki konularda da benzer söylemlere rastladık. Göçmen göndermeyi doğru politika kabul edersen, halkın onu en iyi yapacak olana, sağ partilere oy vermesine şaşırmamalıyız.

Almanya’da Yeşiller’i iktidara, radikal iklim ve enerji politikaları taşıdı desek abartmış olmayız. Çalışır 17 nükleer reaktörü kapatacağız dediler ve bu ülkenin enerji politikasının temeli oldu. Bizde ise altı partili muhalefet, güneşten altı kat pahalı Akkuyu santralını kapatacağız bile diyemedi, yerine küçük nükleer santral vaat etti. Halkın kara listesinin başında nükleer santral varken.

Anketler yanılabilir elbette ama muhalefetin değişim isteyen yurttaşlara umut veremediği için sınıfta kalmış olabileceği olasılığını da hafife almayalım.