Sarıkız nükleere karşı

Özgür Gürbüz-BirGün / 17 Temmuz 2011

Bu ülkede her hafta nükleer enerjiyi savunmak adına olmadık şeyler ağza alınıyor. 'Gaf' desen değil, 'laf' desen hiç değil. En sonuncusunun altında Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan'ın imzası var. Çağlayan nükleer enerjiye karşı çıkanlara şöyle seslenmiş, “...Peki kardeşim başımın üstünde yerin var. Koy bakalım yerine, ne koyacaksın? Tezekten mi enerji üreteceğiz? Varsa böyle bir teknoloji getir. Ama yok.”

Gerçekten yok mu böyle bir teknoloji? Yanıtı siz de tahmin ettiniz; tabi ki var. Yıllardır Türkiye'de binlerce aile, 'tezek' dediğimiz büyükbaş hayvan dışkılarıyla evini, ocağını ısıtıyor. Doğalgazda dışa bağımlılıktan her fırsatta yakınan Adalet ve Kalkınma Partisi'nin çabaları henüz her köye doğalgaz borusu döşemeye yetmedi. Bu çelişki ayrı bir yazı konusu ama başka bir zaman değinelim. Döşense ne yazar? O faturaları ödeyecek para kimde? Doğalgaz pahalı. Evinizi nükleer santrallerde üretilen elektrikle ısıtmak da ekonomik değil. Enerji çevrimindeki verim kaybı, çevreye verilen zarar ve ekonomik maliyet gibi üç kıstas ele alındığında, elektrik enerjisi kullanarak evinizi ısıtmanın listenin en sonunda yer alacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bizde son yıllarda çok moda olan elektrikli ısıtıcı kullanıcılarına da bu vesileyle küçük bir uyarı yapmış olalım. Uzun lafın kısası, tezekle ev ısıtmak, hoşunuza gitsin ya da gitmesin, doğalgaz veya elektrikle ısınmaktan çok daha ucuz. Kişi başına düşen gelir köylerde hatırı sayılır bir miktarda artmadıkça tezek köylülerin tercihi olmaya devam eder; etmelidir de. Önemli olan daha akılcı ve verimli yöntemlerle tezekten yararlanmak. Dilerseniz bundan sonrasını, tezeğin enerji üretimindeki önemini bize üreticisi eski dostumuz ‘Sarıkız’ anlatsın.

Bakan Çağlayan, Sarıkız ve arkadaşlarının dışkılarından enerji elde etmenin teknolojik yolu var mı diye sormuş. Yanıtımız evet. İşlem, Sarıkız ve arkadaşlarının yeşil sahalara çıkmasıyla başlıyor. Sarıkız sahadaki otları yiyor, yedikçe dışkı ya da tezek üretiyor. Hayvan dışkılarından, çeşitli bitkilerden, ağaçlardan, organik atıklardan, büyük ve küçükbaş hayvanlar ile tavuk dışkılarından elde ettiğimiz enerjiye biyokütle enerjisi diyoruz. Odun ve bazı bitkiler aynı kömür gibi yakılarak enerji elde ediliyor. Hayvan dışkıları ve organik çöpler biyogaz tesislerinde gazlaştırılarak yakılabiliyor ve elektrik bile üretilebiliyor. Nükleer santraller sadece elektrik üretebilirken, biyogaz tesislerinden elektriğin yanında ısı elde edilmesi de mümkün. Asıl önemlisi bu tesisler daha küçük ölçekte olduklarından yerel enerji ihtiyacını karşılamada daha etkinler. Hayvan çiftliklerinin yanına kurulan bir biyogaz tesisi, hem çiftliğin elektrik ve ısınma ihtiyaçlarını karşılıyor, hem de fazla elektriği satarak bu yatırımın kısa sürede kendisini amorti etmesini sağlıyor. Merak edenleri Osmaniye'nin Hemite köyündeki projeyi incelemeye davet ediyorum. Üretilen enerji o civarda kullanıldığı ve genelde bu gibi tesisler kent dışında yer aldığı için iletim kayıplarının da önüne geçiliyor. Yerli kaynak olduklarından enerji ithalatı azalıyor; yerel ve makro ekonomiye katkı sağlanıyor. Hayvan dışkılarından biyogaz elde edildikten sonra kalan atık da gübre olarak kullanılabiliyor. Nükleer santralden çıkan radyasyonlu atığı siz gübre olarak kullanabilir misiniz? Bu iğneleyici soruyla birlikte Sarıkız ve arkadaşları nükleer enerjiye ilk gollerini atıyor. Sarıkızspor 1- Atomspor 0.

Biyogaz üretiminde kullanılan kaynaklar organik oldukları için çevreye zararları oldukça sınırlı. Bu nedenle temiz enerji kapsamında değerlendiriliyor. Küresel ısınmaya en az neden olan enerji kaynaklarından biri biyokütle. Bitkiler büyürken fotosentez yapar, karbondiyoksit alıp oksijen verirler. Yakıldıklarında ise biriktirdikleri karbondiyoksiti atmosfere salarlar. Bu nedenle de küresel ısınma katkısı 'sıfır' kabul edilir. Biyokütleden hem elektrik hem de ısı elde edilirse bu değer ‘eksi’ bile olabilir. Bu da Sarıkız'ın dışkısının nükleere attığı ikinci gol olsun. Bakan üzgün, şike itirazları var ama sonuç değişmedi. Durum şimdi 2-0.

Taraftar oyundan memnun ama henüz tam anlamıyla tatmin olmadı. Bunlar iyi hoş da, Sarıkız ve arkadaşları koca koca nükleer santraller kadar elektrik üretebilir mi diye soruyorlar. Kocaeli Üniversitesi’nden Semra Öztürk, Mustafa Özcan ve Mehmet Yıldırım ilginç bir çalışmaya imza atmışlar. Yapılan hesaplamalar sonucunda Türkiye'de 42 milyar kilovatsaate (kWs) eşdeğer biyogaz potansiyeli olduğu sonucuna varmışlar. Türkiye’nin 2010 yılında 210 milyar kWs civarında elektrik tükettiği düşünülürse bu potansiyelin ‘dev’ bir potansiyel olduğu rahatlıkla söylenebilir. Ancak bu idialı bir çalışma. Örneğin, 16 büyükşehirin kentsel atıksu arıtma çamurlarının yüzde 100’ünün biyogaz üretiminde kullanıldığı varsayılmış. Fikir vermesi açısından araştırmadan başka bir örnek verelim. Türkiye'nin işlenebilir tarım alanlarının sadece yüzde 1’inden 26 milyar kWs civarında elektrik üretilebiliyor. Bu rakam neredeyse Akkuyu’ya kurulması düşünülen 1200 megavatlık üç reaktörün üreteceği elektrik kadar. Kaleci çaresiz, Sarıkız bu sefer kafayla ağları havalandırıyor. Atomspor çok zor durumda, skor 3-0 oldu.

Bakan Çağlayan bilmiyor ama Türkiye halihazırda biyokütle kullanıyor. Sarıkız ve arkadaşları sağ olsun, Türkiye'de üretilen birincil enerjinin yüzde 15'i biyokütle ve atıklardan sağlanıyor (Kaynak: Eurostat). Az üreten ve çok tüketen bir ülke için bu rakamın önemini anlatmaya gerek yok. Türkiye 2009 yılında 30 milyon 349 bin ton eşdeğeri petrolü bulan (toe) birincil enerji üretiminin, 4 milyon 636 bin tonunu biyokütle ve atıklardan elde etmiş. Hesap bu kadar açık ve net. Koskoca Ekonomi Bakanı'na bunu kimsenin söylememiş olması bir ayıp. Sarıkız ve arkadaşlarının bu ülkedeki insanlar için yaptığı 'fedakarlığın' böylesine hor görülmesi ise bir başka ayıp. Avrupa Birliği'nin 2020 yılında enerjisinin yüzde 20'sini yenilenebilir enerji kaynaklarından karşılama hedefi olduğunu, biyokütlenin de bu hedefte çok önemli bir yer tuttuğunu da hatırlatalım. Bu son golle birlikte hakem doksan dakikayı bitirdi. Sarıkızspor Atomspor'u 4-0 gibi farklı bir sonuçla yenmeyi başardı.

Bana hastalığını söyle, sana ne kadar zengin olduğunu söyleyeyim

Özgür Gürbüz - BirGün / 10 Temmuz 2011

Yüksek kolestrol, yüksek kan şekeri, şişmanlık, obezite, yüksek tansiyon ve nöropsikiyatrik bozukluklarla boğuşuyorsanız, büyük bir olasılıkla “modern dünya”nın hastalıklarından birine yakalandınız. Tahminen gökdelenlerin sayısının her gün ikiye katlandığı bir kenttesiniz, kalp ve damar hastalıkları, kanser gibi bir sorunlarla karşı karşıyasanız. Muhtemelen, dünyanın zengin ülkelerinden birinde yaşıyorsunuz. Bitmedi, dahası var...

Yaşadığınız ülke zenginleştikçe daha fazla et ve abur cubur yiyeceksiniz. Meyve ve sebze tüketiminiz azalacak, bunun sonucunda da yukarıda bir kısmını sıraladığım hastalıklardan birine yakalanma olasılığınızı artacak. Peşin peşin yazıyorum, sonra demedi demeyin. Tabutunuz da Sahra'nın aşağısındaki Afrika ülkelerindeki tabutlardan büyük olacak, çünkü bu dengesiz beslenme sonucunda şişmanlayacak, belki de hayata obez biri olarak veda edeceksiniz. Pazar pazar bu felaket tellallığı da nereden çıktı demeyin. Ben “modern dünya”nın falcısıyım.

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) rakamlarına göre, 2008 yılında zengin ülkelerde yaşayanların yüzde 6'sı nöropsikiyatrik bozukluklar nedeniyle hayatını kaybetmiş. Fakir ülkelerde ise ana ölüm kalemleri arasında ruhsal sorunların adı sanı geçmiyor. Bu ülkelerde ölümlerin dörtte biri parazit ve enfeksiyon kaynaklı. Zengin ülkelerde ise ölümlerin yüzde 64'üne kalp ve damar hastalıkları ile kanser neden oluyor. Zenginler, bulup da yemedikleri sağlıklı gıdalar yerine koydukları abur cuburlar yüzünden, fakirler ise zenginlerin ellerinin tersiyle ittikleri sebze ve meyveleri bulamadıkları için ölüyor.

Dünya nüfusunun yüzde 50'sinden fazlası artık kentlerde yaşıyor. 2050 yılında bu oran yüzde 70'e çıkacak. Anlayacağınız yanyana değil, üst üste oturacağız. Kırsaldan kente göç etmek hayat koşullarını değiştirecek; iyileştirecek mi orası belli değil. İstatistikler, yüksek ekonomik gelire sahip ülkelerde ortalama ömrün uzadığını gösterse de, zenginleşme sağlık sorunlarının bittiği anlamına gelmiyor. Bu defa sizi kirli sudan aldığınız bir parazit değil, obezite öldürebilecek, çocuk ölümleri değil şizofreni sorun olacak. Kanserin adını duymayanlar, türlerini ezbere bilir hale gelecek. Kısacası, cebe para girdikçe hayat tarzı değişiyor, hastalıklar farklılaşıyor. Örneğin, kentleşme arttıkça trafik gibi nedenlerle solunum yolu hastalıkları ortaya çıkıyor. Kısacası, fakir bir ülkede yaşıyorsanız hayatınızı ruh sağlığıyla veya kanserle ilgili bir hastalıktan çok, basit bir parazit ya da sakatlık tehdit ediyor.

Dünyada her ülke aynı modeli kopyaladığı için sonları da birbirine benziyor. Bugün fakir ülkeler grubunda yer alanlar 2030 yılına gelince zenginler gibi ölmeye başlıyorlar. Bu ülkelerde 2008'de kanser ölümleri ana ölüm nedenlerinden biri değilken, 2030'da ölümlerin yüzde 13'ünden kanser sorumlu hale gelecek. Bunlar, modern hayatın durmadan yüceltildiği şu dünyada aslında vaat edilenin bir cennet olmadığını anlamak açısından faydalı. Daha çok kazandığımız, daha uzun yaşadığımız ve dolayısıyla daha çok çalıştığımız doğru. DSÖ, kalkınma ve ekonomik büyümeyle orantılı bir şekilde artan hastalık risklerini kıyaslıyor ve şu sonuçları buluyor. Ekonomik büyüme ve kalkınmayla birlikte iş güvenliği yükseliyor, ağır iş yükü azalıyor ancak onların yerine aynı sağlıkta olduğu gibi başka dertler ortaya çıkıyor. Zenginleşen, kente yerleşen insan, çalışma hayatında daha fazla kimyasal ürüne, trafik kaynaklı kirliliğe ve strese maruz kalıyor. Sonucunda alkole, sigaraya, uyuşturucuya yöneliyor, ayrıca hareketsizleşiyor.

Bize sunulan modern hayat, birçok kişinin 40 yaşında bir parazitten ölmesine izin vermiyor belki ama 65'inde kanserin kucağına atıyor. Bunun yine de bir ilerleme olduğunu söyleyenler olabilir ve sanırım birçoğumuz da itiraz etmez. Ancak madalyonun diğer yüzüne de bakmak lazım. Bu duruma gelene kadar dünyanın birincil üretim potansiyelinin dörtte biri kullanıldı. Balık stoklarının yüzde 80'i bitti. 2050'de belki de hiç kalmayacak. Ormanların yıkımı son yıllarda yavaşladı ama yılda 50 bin kilometrekare gibi bir hızla ormansızlaşma devam ediyor. Modern hayatın herkesi kente davet ettiği dünyamızda, tahmin edilen yüzde 27'lik nüfus artışı ve yüzde 83'lik gelir artışının gerçekleşmesi halinde iki kat fazla tarımsal ürüne ihtiyaç duyulacak. Bu da tarım alanlarının yüzde 10 arttırılmasını gerektirecek. İnsanlar bu defa kırsala göçe zorlanırsa hiç şaşırmayın. Pinpon topu gibiyiz maşallah.

Son araştırmalar daha uzun yaşayacağımıza da işaret ediyor. Hayatını “uzun ömürü” araştırmaya adayan bilim adamı Aubrey de Grey, şu anda aramızda yaşayan bazı kişilerin 150 yaşı görebileceğini iddia ediyor. Şu andaki rekor, 122 yılla bir Japona ait. Bu kadar uzun yaşadığımızda hangi hastalıklarla karşılaşacağımız, yeni sorunlarımızın ne olacağı ise soru işareti.

Dünyanın sınırlı kaynaklarını yiyip bitirmemize rağmen bir arpa boyu yol gittik. Buna rağmen dünya nüfusunun yüzde 40'ının gideceği bir tuvaleti bile yok. Suçlu dünya değil tabi. Kaynakları kâr için, savaş için haracayan insan. İyi haber mi, kötü haber mi bilemedim ama söyleyivereyim. Bu kör talihi değiştirmek için umudumuz da yine insanda.

Çevre mühendislerine "neden açıklama yapıyorsun" davası

Çevre Mühendisleri Odası (ÇMO), Kütahya’daki siyanür barajındaki setlerden birinin çökmesi üzerine konuyla ilgili birçok açıklama yapmış, siyanür sızıntısına ve bölgede yaşayanların sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerine dikkat çekmişti. ÇMO'nun yaptığı açıklamalar nedeniyle işletmeci firma Eti Gümüş AŞ ise çareyi ÇMO’ya dava açmakta buldu. Eti Gümüş, basın açıklamalarının dava sonuna kadar durdurulmasını ve 30 bin TL değerinde tazminat ödenmesini istiyor. Bunun üzerine TMMOB’ye bağlı 19 meslek odası, ÇMO'ya destek vermek amacıyla 8 Temmuz 2011 tarihinde ortak bir açıklama yaptı.

Bilindiği gibi, Eti Gümüş AŞ'ye ait Kütahya‘daki gümüş işleme tesisinin atık havuzunun setlerinden bir bölümü 7 Mayıs 2011 tarihinde yıkılmıştı. Ortak açıklamada, atık barajının çökmesi nedeniyle meydana gelen siyanür sızıntısı üzerine ÇMO'nun mesleki kamusal-toplumsal sorumlulukları gereği bilimsel-teknik çerçevede kamuoyunu bilgilendirme amaçlı açıklamalar yaptığına ve bu açıklamaları hazmedemeyen Yıldızlar Holding'e bağlı ETİ Gümüş AŞ'nin, ÇMO aleyhine dava açtığı belirtildi.
Basın açıklamasında şu cümlerere yer verildi:

Açılan dava daha fazla rant ve azami kâr güdüsüyle, başta Çevre Mühendisleri Odamız olmak üzere, kamu yararını ve halk sağlığını zedeleyen faaliyetler ile ilgili olarak meslek kuruluşları ve demokratik kitle örgütlerince yapılan basın açıklamalarını engellemeye yöneliktir. Bu dava, mesleki kamusal-toplumsal sorumluluklarını yerine getiren Çevre Mühendisleri Odamız ve diğer Odalarımıza ve de üst birliğimiz olan Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği‘ne (TMMOB) açılan ne ilk davadır ne de sonuncusu olacaktır. Böyle onlarca, yüzlerce dava bulunmakta ancak bizlerin bilimsel mesleki gerçekler ışığında faaliyet yürüttüğümüz eylem ve etkinliklerimiz mahkeme kararlarıyla da teyit edilmektedir.

Bilinmelidir ki TMMOB ve bağlı Odaları için mesleki bilimsel doğrular ile kamu ve halk sağlığı esastır. Sanayi, çalışma yaşamı, işçi sağlığı ve iş güvenliği, yapı denetimi, imar, tarım, gıda, madencilik, orman, su kaynakları, enerji, çevre, kentleşme v.b. alanlar ile ilgili faaliyet ve açıklamalarımızdaki temel yaklaşım budur.

Yine bilinmelidir ki, Odalarımızın ve TMMOB‘nin ülke, kamu ve toplum zararına yol açan uygulamalara yönelik kamuoyunu bilgilendirme sorumlulukları engellenemeyecek, durdurulamayacaktır”.

Elektrik Mühendisleri Odası, Fizik Mühendisleri Odası, Gemi Makinaları İşletme Mühendisleri Odası, Gıda Mühendisleri Odası, Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası, İçmimarlar Odası, İnşaat Mühendisleri Odası, Jeofizik Mühendisleri Odası, Jeoloji Mühendisleri Odası, Kimya Mühendisleri Odası, Maden Mühendisleri Odası, Makina Mühendisleri Odası, Meteoroloji Mühendisleri Odası
Mimarlar Odası, Petrol Mühendisleri Odası, Peyzaj Mimarları Odası, Şehir Plancıları Odası, Tekstil Mühendisleri Odası ve Ziraat Mühendisleri Odası bu açıklamanın altına imzalarını attılar.

Nükleer santrali denizanaları bastı!

Özgür Gürbüz-BirGün / 3 Temmuz 2011

İskoçya’da bulunan Torness nükleer santralindeki iki reaktör 29 Haziran günü kapatıldı. Nedeni ne teknik bir sorun, ne de işçilerin greviydi. İki reaktörün ihtiyacı olduğu soğutma suyunu çeken filtreler yüzlerce ‘denizanası’nın istilasına uğradı. Bilindiği gibi nükleer reaktörler, reaksiyonu kontrol altında tutmak için yakındaki bir su kaynağından ciddi miktarda soğutma suyu çekmek zorunda. Suyun alındığı kaynakta yaşayan canlıların boruları tıkamasını önlemek için de doğal olarak filtreler kullanılıyor. (Nükleer reaktörün kontrol odasından bir yunus çıkmasını kim ister?) Torness nükleer santralinin işte bu filtreleri denizanalarıyla dolduğu için santralın soğutulmasında problemler yaşanmış ve reaktörler tehlike büyümeden kapatılmış. Görevliler denizanalarını bölgeden uzaklaştırmaya çalışıyor. Biliminsanları, iklim değişikliği ve balık stoklarındaki azalma nedeniyle artan denizanası nüfusuna dikkat çekiyor. İskoçya’daki istilanın da deniz seviyesindeki bir derecelik artıştan kaynaklandığı belirtiliyor.

Fransız EDF firmasına ait bu iki reaktörün 5 ve 6 Temmuz tarihlerinde yeniden çalıştırılması planlanıyor. Bir haftaya varan gecikmenin denizanaları yüzünden mi, yoksa santralin kapatılmasını fırsat bilerek yapılan bakım çalışmaları nedeniyle mi olduğu henüz açıklanmadı. Daha önce Japonya ve Amerika Birleşik Devletleri’nde benzer bir soruna yosunlar neden olmuştu. Santraller elektrik üretimine ara vermek zorunda kalmıştı.

Nükleer santraller son günlerde doğa olaylarına karşı bir sınav veriyor. ABD’deki Fort Calhoun ve Cooper nükleer santralleri Missouri nehrinin taşması nedeniyle günlerdir sel sularıyla boğuşuyor. Tamamen suyla çevrilen Fort Callhoun nükleer santralinde geçen Pazar günü sular bariyerleri aşmış, koruyucu yapıların ve elektrik trafolarının 60 cm su altında kalmasına neden olmuştu. Santralın yakıt yüklemesi nedeniyle nisan ayından bu yana devrede olmaması belki de bir başka faciayı önledi. Alınan önlemlere rağmen, suyun kurulan barajı aşıp içeri sızması ise nükleer santrallerde her şeyin hâlâ pamuk ipliğine bağlı olduğunu gösteriyor. ABD’de nükleer araştırmaların yapıldığı en önemli merkezlerden Los Alamos Ulusal Laboratuvarı ise yangın tehlikesi altındaydı. Tonlarca plütonyuma ev sahipliği yapan bu dev tesis (36 kilometrekarelik bir alana kurulu), alevlerin kapıya dayanması nedeniyle geçici bir süre için kapatıldı. 

ABD’de ‘su bolluğundan’ çalışamayan nükleer reaktörler Fransa’da ise ‘su kıtlığından’ mustarip. 59 nükleer reaktöre sahip Fransa, elektriğinin yüzde 78’ini nükleerden sağlıyor ve Avrupa’daki birçok ülkeye elektrik satıyor. Son 35, hatta son 50 yılın en kötü kuraklığıyla karşı karşıya kalan Fransa’nın nükleer santrallerinin üretime devam edip etmeyeceği ise şüpheli. Çünkü bu 59 reaktörün 44’ü soğutma suyunu nehirlerden karşılıyor. Nehirlerin debisi düştükçe, üretim de düşüyor. Nükleer reaktörler, 2003 yılında binlerce insanın ölmesine neden olan sıcak dalgaları Fransa’yı vurduğunda da elektrik üretmekte zorlanmıştı. Yani, bu ilk kez olmuyor. Fransa hükümeti kuraklık koşulları ve elektrik üretimini kontrol etmek için bir komite kurdu. Komite yakında yağmur duasına çıkarsa şaşırmayın.

Japonya’daki Fukuşima nükleer santralinde radyoaktif suyu boşaltma çabaları ise hâlâ sürüyor. Salı günü (28 Haziran) 15 ton radyoaktif suyun toprağa sızdığı ortaya çıktı. Bu sızıntının kaynağı bulundu ve durduruldu ama dahası var. Tüm sızıntıların önlenmesinin temmuz ortasını bulacağı belirtiliyor. Reaktörün kalbindeki uranyum yakıtının suyu ısıtamadığı, ‘soğuk kapalı’ denen aşamaya gelinmesi içinse belirlenen en yakın tarih ocak. Sinop’a nükleer santral kurmaya heveslenen Tokyo Elektrik Şirketi’nin (Tepco) bir başka derdi de, santralde temizlenmeyi ve oradan taşınmayı bekleyen radyoaktif suyu ne yapacakları. Hâlihazırda 110 bin ton radyoaktif su (40 olimpik yüzme havuzunu dolduracak kadar) santralin içerisinde temizlenmeyi bekliyor. Bu sudan radyoaktif maddelerin arıtılması ve arıtılmış suyun okyanusa bırakılması planlanıyor. Şirket, iş bitene kadar 235 bin ton suyun işlemden geçirileceğini hesaplıyor. Sadece bunun maliyeti 660 milyon doları bulacak. Nükleer için ‘sudan ucuz’ diye yazan meslektaşlarıma ithaf olunur.

Görüldüğü üzere, Fukuşima sonrası nükleer endüstrinin derdi bir değil. Çernobil kazası sonrası 25 yıl bekleyen, nükleerin artık güvenli ve ucuz olduğuna herkesi inandırmak için varını yoğunu ortaya koyan lobinin durumu feci. Ipsos adlı araştırma şirketinin 24 ülkede 18 bin 787 kişiyle yaptığı kamuoyu yoklaması, nükleer enerjiyi destekleyenlerin yüzde 38’e kadar gerilediğini gösteriyor. 16 puanlık bir düşüş söz konusu. Türkiye’de nükleere kesinlikle karşı çıkanların oranı yüzde 56, bir şekilde karşı olanların oranıysa yüzde 15. Toplayınca yüzde 71 yapıyor. Araştırmaya katılanların yüzde 95’i Fukuşima’daki kazadan sonra meydana gelen hasardan haberdar olduklarını söylüyor. Demek ki, bu 24 ülkede Fukuşima’nın sonuçlarını duymayan yüzde 5’lik bir kesim var. Büyük bir çoğunluğunun şu sıralar ‘Ankara’da olduğundan şüphe ediyorum. Bazıları hâlâ “tüpgaz” falan diyor…

Son söz: Deprem ve tsunami ile başlayan doğal felaketler nükleer santralleri hedef almaya devam ediyor. Çünkü doğa kendisine zarar vereni bilir.

Çin kimi kopyalıyor?

Özgür Gürbüz-BirGün / 26 Haziran 2011 


Paris değil Tianjin
Geçtiğimiz hafta haber bültenlerinde Çin'den bir haber vardı. Halkın sevdiği türden, klişeleşmiş bir “Çin haberi”. Avusturya'nın Unesco (Birleşmiş Milletler Eğitim, Kültür ve Bilim Kurumu) Dünya  Mirası Listesi'ne girmiş, 4 bin 500 yıllık geçmişe sahip Hallstatt kasabasının bir kopyasını Çinliler ülkelerinde inşa etmeye başlamış. Proje sahibi Çin'in maden ticaretiyle uğraşan en büyük firması Minmetals Grup. Minmetals, son yıllarda Çin'de ciddi kâr getiren emlak piyasasında da etkili bir şirket. Birçok Çinli dev firma gibi onların da sermaye sorunu yok. Çin kaynakları, proje bedelinin 15 milyar TL olduğunu söylüyor. Avusturyalılar ise hem kızgın hem şaşkın. Bin kişinin yaşadığı bu eski tuz madeni kasabasının sakinlerinin bazıları kendilerinden izin alınmadan evlerinin bir benzerinin yapılmasından şikayetçi. Bazıları ise orjinali burada, elbet Çinliler de eninde sonunda gerçeğini görmek isteyecekler diye düşünüyor ve keyiflerini bozmuyor. Kasaba sakinlerinin, Çinlileri yaşadıkları kentin birebir kopyasını çıkarırken farketmemiş olmaları da ayrı bir komedi tabi. Belli ki bayağı sessiz çalışılmış.

Çin'in Guandong eyaletine bağlı Huizhou'da (Huicou okunur) kurulmak istenilen bu Avrupa kasabası aslında Çin'deki ilk Avrupa kasabası değil. Çin'in hızla büyüyen ve önemli bir merkez haline gelen kentlerinden Tianjin'de de Avrupa'da eşine rastlayabileceğiz binalara rastlayabilirsiniz. Tianjin adeta bir gökdelenler şehri ancak kentte Fransız mimarisinden köprüler, Paris'i aratmayan altın sarısı heykeler görmek mümkün. Bunların kentin geçmişiyle, Fransızlara verilen imtiyazlarla da ilgisi var. Yenilenmiş olsalar da “klonlanmış” demek pek doğru olmaz. Ancak kentte bir de İtalyan mahallesi var. Burasının da geçmişi imtiyazlara dayanıyor ancak çoğu bina yeni veya yenilenmiş. Adı da, “İtalyan Stili Kasaba”. Adında ve sokaklarda İtalyan havası hakim olsa da, bar ve lokantaların olduğu sokakta Alman birası ve yemeklerine rastlamak da mümkün. Çoğu kişi buraya Avrupa'nın küçük bir kopyasını görmeye geliyor. Çin'de yaşayan yabancılar için memleket havası solunacak bir mekan, Çinliler içinse küçüğünden bir Avrupa turu denilenebilir. Bu bölge de tam derdimi anlatmıyor, sonuçta Avusturya örneğinden farklı; tam bir klonlama örneği değil. Ama bekleyin, dahası var...

İtalyan Sitili Kasaba
Birkaç hafta önce Tianjin'de büyük bir alışveriş merkezi açıldı. Yine İtalyan tarzı elbette ama bu defa daha özellikli, Floransa sitilinde bir alışveriş merkezi burası. Kanallar ve gondollar biraz kafaların karışmış olduğunu gösterse de, dünya markalarının İtalyan bayrakları altında Çin'de sergilendiği dev bir açık hava alışveriş merkezi burası. Kolezyum benzeri yapıların olduğu bu alışveriş cenneti 200 bin metrekare büyüklüğünde ve 220 milyon dolara mal olmuş.

Çin, Batı'yı casus uçağından kasabalarına kadar birçok konuda taklit ediyor (kim etmiyor ki?); bu doğru. Çinliler mutluysa çok da derdim değil diyebilirsiniz; buna da diyecek bir sözüm yok. Ancak sorun aslında bir tercih sorunu değil, bir sistem sorunu. Burada kopyalanan aslında binalar ve sokaklar değil bir hayat tarzı. Bugün Çin, dev alışveriş merkezleriyle, artan bireysel tüketimin en çarpıcı örnekleri yeni konutlar ve otomobillerin doldurduğu sokaklarıyla giderek daha fazla “Batı”ya benziyor. Özellikle de Amerika Birleşik Devletleri'ne (ABD). Örnek alınan modelin her ne kadar Çin'e özgü bir sosyalizm olduğu söylense de, kapitalizmin giderek daha fazla hissedildiği bir ülkeden bahsediyoruz. Bu kopyalama hikayesinin asıl can alıcı noktası da bu. Dünya tarihinde ekonomik mücadelenin kaba hatlarıyla işçilerin umut bağladığı sosyalist ekonomi ile sermaye sahiplerinin sevdiği kapitalist ekonomi arasında geçtiğini söyleyebiliriz. Bu iki modelin önder ülkeleri ise tartışmasız ABD ve eski Sovyetler Birliği'ydi. Soyetler Birliği bugün çok tartışılsa da farklı bir ekonomik ve politik bir model ortaya koymuş ve birçok ülkeyi de peşinden sürüklemişti. Bir başka ama farklı olarak niteleyeceğimiz model ise karma ekonomiydi. Çin'deki politik yapı çeşitli özgün öğeler içerse de, kimi zaman karma ekonomiye yakın yapılar görülse de, bugün piyasa ekonomisi büyük oranda ekonomik sistemin belirleyicisi. Bu gidişle gelecekte de rolü ve gücü artacak.

Çin'de bireysel tüketimin arttırılmasıyla desteklenen ekonomik büyüme (Gayri Safi Yurtiçi Hasıla), enflasyon oranındaki artışa rağmen devam ediyor. Enflasyon artışı giderek ciddi bir sorun haline geliyor. Enflasyon artışının önüne geçmesi düşünülen önlemler, bireysel harcamaları ve kredi kullanımını dizginlemeye yetmiyor. Dünyanın geleceği adına bu beni korkutuyor. Tüm bunların tüketim kültürünün Çin'de de yerleştiğinin bir göstergesi olduğunu düşünüyorum. Mayıs ayında açıklanan enfalsyon rakamı son 34 ayın en yüksek oranına, yüzde 5,5'a ulaşıldığını gösteriyor. 2010 Mayıs ayında enflasyon yüzde 3,1 idi. Sadece Mayıs ayında gıda fiyatları yüzde 11,7 oranında arttı. Bunda yaşanan sellerin de etkisi var ama enflasyondaki artış eğilimi son 30 günlük bir süreç değil. Çin Halk Bankası'nın (Merkez Bankası) mevduatlar için zorunlu karşılık oranını yüzde 21'e yükseltmesine rağmen kredi kullanımı azalmıyor. 2010 yılında kredi kullanımı yüzde 22 oranında artmıştı. Konut fiyatlarındaki artışın onca önleme rağmen değişmemesi de bir başka işaret.

Beğenin ya da beğenmeyin, ABD ve Sovyetler Birliği dünyaya farklı ekonomik modeller sundular. Avrupa Birliği, “Sosyal Avrupa” rüyası sona erene kadar yen bir seçenek olduğuna milyonları inandırmayı başardı. Küba, Bolivya veya Venezüela'da yaşananlar da yine farklı bir ekonomik yaşam mümkün mü sorusunu akla getiren örnekler. Yeşil ekonomi tartışmaları keza öyle. Çin'de uygulanan ekonomik sisteminin bugün için ABD'nin öncülüğünü yaptığı kapitalist sisteme verilecek bir yanıt olduğunu veya olacağını söylemekse şu anda zor. Gidişat, tüketim toplumunun kopyalandığı Çin'in farklı bir seçenek olmayacağını gösteriyor. Çin büyük bir güç olabilir hatta oldu bile ancak farklı değil. Bu da ister politik sonuçlarını düşünerek değerlendirin ister ekolojik sonuçlarını, bizi bulunduğumuz yerden çok uzağa götürmeyecek. Önümüzdeki günlerde umarım ben yanılmış olurum.

Önce Metin Lokumcu sonra İbrahim Çeşmecioğlu. Hepimizin başı sağ olsun.

Dünyanın en büyük güneş santrali

Özgür Gürbüz / 21 Haziran 2011
 
Dünyanın en büyük güneş santralinin inşasına Kaliforniya'da başlandı. 1000 megavat (MW) kurulu güce sahip olacak güneş santrali tamamlandığında 300 bin evin elektriğini karşılayabilecek.

Santral alanına çit döşeniyor
Blythe Güneş Enerjisi Projesi, Riverside İlçesi'nin doğusunda kurulacak ve projenin ilk bölümünün tamamlanıp elektrik üretimine başlaması 2013 yılında gerçekleşecek. Amerika Birleşik Devletleri Enerji Bakanlığı, projenin iki ünitesini (proje dört adet 250 MW'lık üniteden oluşuyor) şartlı olarak desteklediğini ve 2 milyar 100 milyon dolarlık kredi verdiğini geçtiğimiz Nisan ayında açıklamıştı.

Güneş termal santralin inşası sırasında 1066 kişi çalışacak. Proje tamamlandıktan sonra da 295 kişiye kalıcı iş yaratılmış olacak. Projenin hayata geçirilmesi de 7 bin 500 dolaylı istihdam yaratacak. Projeyi Solar Millennium adlı firma ile petrol devi Chevron hayata geçiriyor. Santrallerin kurulacağı alan yaklaşık 25 kilometrekare büyüklüğünde bir yer kaplıyor.

Dünyanın en büyük güneş santrali tamamlandığında her yıl 2 milyon ton karbondioksitin atmosfere bırakılmasının da önüne geçilecek. Bu rakam yaklaşık 300 bin otomobilin bir yıllık seragazı emisyonuna eşit. Santral her yıl 2 milyon 800 bin dolar turarında emlak vergisi de ödeyecek ve bu para Kaliforniya Eyaleti'nin kasasına girecek.

Malazgirt Meydan Muharebesi ve Nükleer Enerji

Enerji Bakanı Taner Yıldız seçimden birkaç gün önce Almanya'nın nükleer santrallerini ekonomik ömürleri dolduğu için kapattığını iddia etti. Tahmin ettiğiniz gibi Bakan Yıldız'ın bu iddiası da doğru değil. Yıldız daha önce de Fukuşima'da kaza yapan reaktörlerin 1. nesil, yani eski teknoloji olduklarını söylemişti. Halbuki, hepsi 2. nesildi. 

Özgür Gürbüz- BirGün / 19 Haziran 2011 

Avrupa'dan arka arkaya gelen nükleer karşıtı haberler, nükleer enerjiyi savunmayı adeta bir onur meselesi haline getiren Enerji Bakanı Taner Yıldız'ı köşeye sıkıştırıyor, garip demeçler verdirtiyor. Hatırlarsınız, Bakan Yıldız seçimden altı gün önce yaptığı açıklamada, henüz yapımına başlanmamış nükleer santrali 2071 yılında kapatacaklarını açıklamıştı. Neden 2071? Çünkü o gün Malazgirt Muharebesi'nin 1000. yıldönümü. Malum hükümetin takvimi farklı. O yüzden de çeşitli icraatlar için böyle tarihten yapraklar karşımıza çıkarılıyor. Cumhuriyetin 100. yılında “çılgın kentler” kuruluyor, Malazgirt'in 1000. yılında nükleer santral kapatılıyor. Henüz açıklanmadı ama tahminimce “Sarantaporon Muharebesi”nin 100. yıldönümünde de (2012) Anayasa değişikliği yapılacak. Öyleyse bizde meseleyi Bakan Yıldız'ın anlayacağı dilden anlatalım. Hesap kitap yapalım.

Mersin'de santral yapmayı planlayan Rus firması inşaata 2013 yılında başlamayı planlıyor. Rusya ile Türkiye arasında yapılan uluslararası anlaşmanın 6. maddesinin 2. fıkrası, ilk reaktörün en geç yedi yıl içinde tamamlanmasını öngörüyor. Bu da 2020'de, Malta Kuşatması'nın 455. yıldönümünde reaktörün çalışmaya başlamasını gerektiriyor. Rus dizaynı reaktörün 60 yıl çalışacak şekilde tasarlandığı da hesaba katılırsa (henüz dünyada bu kadar uzun süre çalışmış bir reaktör olmasa da), reaktörün normal şartlar altında 2080 yılında, yani Otranto Seferi'nin 600. yıldönümünde kapatılması gerekir. Nükleer reaktörün hangi gerekçeyle, ekonomik ömrünü doldurmadan dokuz yıl önce kapatılacağını anlamak zor. Yıldız'ın demecini ciddiye aldılarsa eminim bu soruyu Rus şirketi de Türkiye'ye soruyordur. Çünkü dokuz yıl az elektrik satılması firmanın ciddi zarara uğramasına yol açar. Bence bu tarih herhangi bir hesap kitaba dayanmıyor ve bir ciddiyetsizliğe işaret ediyor.

Gelelim asıl soruna. Taner Yıldız'ın demecinde, 2022 yılına kadar ülkedeki tüm reaktörleri kapatacağını açıklayan ve Fukuşima'daki kazadan sonra kontak kapattığı yedi reaktörünü şimdiden emekliye ayıran Almanya'nın kararı ciddi bir şekilde çarpıtılıyor. Yıldız, Almanya'daki santrallerin eski olduğunu, zaten kapatılacaklarını ima ederek tüm Türkiye'ye yanlış bilgi veriyor. Bir de, “Nükleer santrallar tehlikeli ise bu ülkeler niye yarın kapatmıyor da 2020'yi bekliyor? Bunlar 30-40 yılını doldurmuş santrallar, ekonomik ömürleri bitiyor” diyor.

Hemen yanıtlayalım. Dünyanın dördüncü büyük ekonomisinin elektriğinin yüzde 28'ini sağlayan nükleer santrallerin bir günde kapatılamayacağını bilmem benim bir enerji bakanına hatırlatmama gerek var mı? Kaldı ki Almanya, 17 reaktörün sekiz tanesini şimdiden kapattı. Kalan dokuz taneden üçü de halihazırda çalışmıyor. Bu dokuz rekatör 2021'ye kadar devreden çıkarılacak. Çok zorlanılırsa üç reaktör bir yıl daha açık kalacak. 2022'de Almanya'da çalışır bir nükleer santral kalmayacak.

İkinci yanlış iddia ise bu reaktörlerin ekonomik ömrünün dolduğu söylemi. Nükleer reaktörlerin ilk yatırım maliyetleri tüm maliyetler içinde önemli bir yer tutar. Bu nedenle de nükleer santraller ilk 10-15 yıldan sonra sahibine para kazandırmaya başlar. Çekilen büyük kredilerin ve faizlerin ödenmesi uzun sürer. Nükleer enerji şirketleri reaktörleri mümkün olduğunca uzun çalıştırmak için tüm dünyada hükümetlere baskı yapar. Fukuşima öncesi, Yıldız'ın “yaşlı” dediği santrallerin 2022 yerine ortalama 12 yıl geç kapatılması konusunda anlaşma sağlanmıştı. Almanya'daki nükleer enerji şirketleri, bu karar için ek bir vergi bile ödemeyi göze almıştı. Merkel daha sonra bu karardan vazgeçmek zorunda kaldı. Bu bile Yıldız'ın iddiasının doğru olmadığını gösteriyor. Biz yine de 40 yıl çalışmak üzere tasarlanmış bu reaktörlerin bugünkü ve kapatılma tarihlerindeki yaşlarını aşağıdaki tabloda özetleyelim.

Almanya'daki nükleer reaktörlerinin yaş durumu


Tabloda da görüldüğü gibi şu anda kapatılan 8 reaktörün yaş ortalaması 33. Halbuki bu reaktörlerin değil dizayn yaşı 40'a, Fukuşima öncesi yapılan düzenlemeye göre 50 yıla kadar çalıştırılması planlanıyordu. Aralarında 28 yaşında kapatılan bir reaktör (Kruemmel) bile var. Ger kalan dokuz reaktör de 2021 yılının sonuna kadar kapatılacak. Kapatıldıkları tarihte dokuz reaktörün yaş ortalaması 35 olacak. Unutmadan Taner Yıldız'ın, Kemal Kılıçdaroğlu'na nükleer enerji konusunda “brifing” vermeyi de önerdiğini hatırlatalım. Artık bir şey demiyorum. Zaten bu yıl Belgrad Seferi'nin 500. yıldönümü, bu kadar “gafın” üzerine nükleer santral planlarından vazgeçmenin tam zamanı.

İtalyanlar da nükleere hayır dedi

Dünyada duymayan kalmadı ama ben bir daha yazayım istedim. İtalya'da yapılan halk oylamasında ülkede yeni nükleer santral kurulmaması yönünde bir karar çıktı. Oylamanın geçerli sayılması için halk oylamasına katılımın en az yüzde 50 olması gerekiyordu. Katılım oranı yüzde 57'yi buldu. Nükleer santraller kurmak isteyen Berlusconi hükümeti, halk oylamasına katılımın düşük olmasını ve kural gereği tekrarlanmasını istiyordu.Böylece halkın Fukuşima'daki korkunç kazayı unutacağını ve nükleer enerji lehine oy kullanacağını düşünüyordu. Katılımcıların yüzde 90'ı İtalya'da yeni nükleer santraller kurulmasına hayır dedi. İtalyanlar, yeni bir nükleer maceraya kalkışmak istemediklerini açıkça ortaya koydu.

İtalya, Çernobil nükleer kazasından bir yıl sonra (1987) yine bir halk oylamasına (referandum) gitmiş, sandıktan o sırada çalışır durumda olan ülkedeki dört reaktörün kapatılması yönünde karar çıkmıştı. İlerleyen yıllarda bu reaktörler kapatıldı ve İtalya nükleer enerjiye veda etti. Berlusconi önderliğindeki sağ hükümetin nükleer enerjiye geri dönüş çabaları da bu son halk oylamasıyla sona erdi. İsviçre ve Almanya'nın aldığı kararlardan sonra Batı Avrupa'da bir ülke daha nükleer enerjiye hayır dedi.

Halk oylamasında sandık başına giden İtalyanlar ayrıca su dağıtım şebekesinin özelleştirilmesine ve kabinedeki bakanların dokunulmazlıklarının kaldırılmasına da hayır dedi. Tüm bu gelişmeler Başbakan Berlusconi'nin iktidarını zor durumda bırakıyor.

İtalya, Türkiye'den daha fazla doğalgaza bağımlı bir ülke olmasına rağmen nükleer enerjiden vazgeçme kararı aldı ancak Ankara, Avrupa ve dünyadaki nükleer karşıtı kararlara ve yerel muhalefete rağmen Rus şirketine yeşil ışık yakmaya devam ediyor. Rus şirketi, Akkuyu'da inşaata 2013 yılında başlamayı planlıyor.