GDO konusunda aklıma takılanlar…

Özgür Gürbüz / 14 Kasım 2009

Bazen aktif gazeteci olmanız düşüncelerinizi kamuoyuyla paylaşmaya yetmiyor. Günümüz Türkiye’sinde ve onun medyasında ise nedense bu duyguyu daha çok hissetmeye başladım. O nedenle, hazır araya “açılım” tartışmaları da girmişken, GDO konusunda eksik kalanları ya da medyanın olayı sorgularken eksik bıraktığı noktaları burada maddeler halinde özetlemeye çalışacağım. Sonuçta bu web sayfası içinizi dökmek için var öyle değil mi?

Görünüşe göre medyamız GDO’ların sağlıklı olup olmadığı konusuna kilitlenmiş gibi görünüyor. Bir o tarafa bir de bu tarafa sorarak sayfalarını doldurmaya çalışıyorlar. Asıl yapılması gereken ise, bilimde ihtiyatlılık ilkesini anımsamak olmalı. Kısaca özetlersek, GDO’ların sağlığa zararsız olduğunu kesin olarak kanıtlayamazsanız, bir bilim insanı olarak onların sağlığa zararsız olduğunu söyleyemezsiniz. İhtiyatlılık ilkesi bunu gerektirir. GDO’lar nispeten yeni bir teknoloji olduğu için uzun süre içerisinde; ekilen tohumların yan tarladaki diğer bitkilere, yenilen gıdaların insanlara ve verilen yemlerin hayvanlara nasıl etki edeceği daha uzun yıllar gözlenmek zorundadır. Bu olmadan GDO’lara yeşil ışık yakılması bilimsel değil siyasi bir tercih olur ki Türkiye'de yapılan da budur.

Yaklaşık 10 gündür, elimdeki Biyogüvenlik Kanun Taslağı’na bakıyorum. Medya bu taslağı birkaç gün önce keşfetti ve ne yazık ki en kritik noktayı görmeyi yine unuttu. Ben ise bu taslağın önemini gazeteme dahi anlatamadım. Alıştım artık, dilimde tüy bitti misali her çevre sorununda aynı şeyi yaşıyorum. Yasa tasarısı GDO’lu tohumların ekimine olanak tanıyor. Bu sitede daha önce de belirtmiştik, Avrupa’da altı ülke GDO ekimine izin vermiyor. Bu ülkeler arasında Fransa ve Almanya gibi iki büyük tarım devi de var. Kimse sormuyor mu bu ülkelere, "neden" diye?

En sona asıl sorunumuzu sakladım. Görebildiğim kadarıyla bu konuyu sadece Ziraat Mühendisleri Odası birkeç defa gündeme getirmeye çalıştı. "Türkiye neden GDO’lara yönelmeli" sorusuna doğru dürüst bir yanıt vermeden bu genetiği değiştirilmiş telaşımız nereden kaynaklanıyor bilemiyorum. Türkiye gıda krizi mi yaşıyor? Genetiği değişmeyen tohum ekmediğinizde bu ülkenin topraklarında ot mu bitmiyor? Kim bu GDO’lu bitkiler ve tohumların ülkeye getirilmesini istiyor?

Bu soruları sormadan doğru yanıt alabilir miyiz; emin değilim…
Bayer firmasının Teknoloji ve Çevre’den sorumlu Yönetim Kurulu Üyesi Dr. Wolfgang Plischke, gıda sorununu çözmek için bütünsel bir yaklaşım olmadığını, ülkelerin koşullarına göre karar alması gerektiğini söylüyor. Bayer bu yıl Ar-Ge’ye 2 milyar 900 milyon avro harcamayı planlıyor.

Özgür Gürbüz -Köln /14 Kasım 2009

Yaklaşık iki hafta önce, bitkilerin böceklere karşı direnciyle ilgili en zengin gen koleksiyonuna sahip Athenix firmasını 250 milyon avroya satın alan Bayer, GDO konusunda ülkelerin kendi ve bölgesel koşullarına göre karar vermesi gerektiğini söylüyor. Bayer’in İnovasyon, Teknoloji ve Çevre’den sorumlu Yönetim Kurulu Üyesi Dr. Wolfgang Plischke, “GDO’ların açlığa çözüm olabileceğini düşünüyor musunuz” sorumuza, “GDO’ların açlığa çözüm olarak önerildiğine düşünmüyorum. Bence gıda konusunda bütünsel bir çözüm olduğunu sanmıyorum. Örneğin Almanya tarım konusunda çok gelişmiş bir ülke. Eğer kendi olanaklarıyla bir ülke ihtiyaçlarını karşılayabiliyorsa bunu yapmalı. Ben GDO’lara karşı değilim. Hatta onların ileride daha faydalı olacağını düşünüyorum. Ama nasıl uygulanacağı, ülkelerin ve bölgelerin koşullarına göre dikkatlice gözden geçirilmeli” yanıtını veriyor. Plischke, GDO konusunda Avrupa Birliği olsun BM Birleşmiş Milltler olsun farklı görüşler olduğuna da dikkat çekiyor ve isteklerinin sivil toplum kuruluşları da dahil olmak üzere tüm ilgili kuruluşlarla diyalog içinde olmak olduğunu belirtiyor.

Sıtma vakalarında artış
Firmanın sürdürülebilirlik konusundaki çalışmaları da dikkat çekiyor. Geçtiğimiz günlerde yapılan uluslararası basın konferansında söz alan Yönetim Kurulu Başkanı Werner Wenning ise, 2009 yılında firmanın bütçesinden Ar-Ge’ye 2,9 milyar avro ayrıldığına (146 yıllık tarihinin en büyük rakamı) dikkat çektiği konuşmasında, seragazı salım hedeflerinin tutturulacağına dikkat çekti. İlk sosyal ve çevre raporunu 1976 yılında açıklayan Bayer, 2013 yılına kadar üretimde enerji verimliliğini 2008'e göre yüzde 10 arttırmayı planlıyor. Böylece yılda 350 bin ton CO2 emisyonu atmosfere bırakılmayacak. Yine araç filolarından kaynaklanan CO2 emisyonlarını da yıl sonuna kadar 2007’ye göre yüzde 10 azaltılmış olacak. 2008-2010 yılları arasında iklim bağlantılı çalışma ve projelere 1 milyar avro harcayacaklarını belirten Wenning, “İklim değişikliği sıtma vakalarında 40 ila 60 milyon arasında bir artışa yol açabilir. Bayer’in tarihinde ilk kez, sıtmayla ilgili en büyük bilgi bankalarından biri olan kütüphanemizi halka açma kararı aldık” dedi.

Çocuk anneler her yıl 14 milyon doğum yapıyor
Sosyal sorumluluk çalışmaları firmanın ana kolu olan sağlık alanında da devam ediyor. Dünyada her üç doğumdan biri plansız doğum olarak kaydediliyor. Her yıl 14 milyon çocuk 15-19 yaşları arasındaki anneler tarafından doğuruluyor. Doğum kontrol haplarında pazar lideri olan firma her yıl 110 milyon doğum kontrol hapını ücretsiz dağıtıyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün tahminlerine göre her yıl 2 milyon kişinin öldüğü tüberküloz tedavisi için yeni tedavi yöntemleri için çalışılıyor. Latin Amerika’da ve Afrika’da yaygın olan ve 14 milyona yakın kişinin hastalığa yakalandığı Chagas hastalığına karşı da 1 milyon 500 bin dolarlık yardımda bulunuyor.

Elektriksiz aydınlatma

Türkiye’nin en büyük elektriksiz aydınlanma sistemi Sabiha Gökçen Havalimanı’nda hayata geçecek. Gün ışığını özel borularla yansıtan 341 gün ışığı lambası, elektrik kullanmadan dev motor bakım merkezini aydınlatabiliyor.

Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 9 Kasım 2009

Sabiha Gökçen Havalimanı'nda yapımı süren “Pratt & Whitney, THY Teknik Uçak Motor Merkezi”, Türkiye'nin en büyük gün ışığı aydınlatma sistemine sahip olacak. Yıl sonunda açılması beklenen merkezde, 91 tanesi ofis bölümlerinde olmak üzere toplam 341 adet gün ışığı lambasının kullanılacak. Gün ışığı lambaları, merkezin çatısında topladıkları güneş ışınlarını bir tüp aracılığıyla taşıyarak bakım merkezine dağıtıyor. Böylece gün boyu aydınlanma için hiç elektrik harcanmıyor. Gece çalışmanın devam etmesi halinde ise klasik ampuller devreye giriyor.

Her bir lambanın yaklaşık 400 watlık halojen lambaya eş değer ışık verdiğini belirten Form Temiz Enerji Sistemleri Proje Mühendisi Mahmut Dede, ilk yatırım bedelinin 4 veya 5 yıl içerisinde geri ödendiğini sonraki yıllarda ise elektrik faturalarından büyük tasarruf yapıldığını belirtiyor. Dede, “Bir metrekare aydınlanma için yapılan yatırımın 30-35 dolar arasında. Açık alanda yuvarlak difüzör (dağıtıcı) kullandık ama ofisler için yapılacak uygulamada insanların ofislerde görmeye alışık olduğu kare dağıtıcıları kullanacağız” diyor.

Türkiye’de daha önce depo ve alışveriş merkezlerinde uygulama alanı bulan gün ışığı sistemi, ilk kez yaklaşık 9 bin metrekarelik bir kapalı alanda uygulanmış oluyor. İnşaatın devam ettiği merkezde çalışan işçiler aydınlanma ihtiyacını bu lambalardan sağlamış durumda. Merkezin çatısına yerleştirilen alıcılar, teknik özellikleri sayesinde ultraviyole ışınları engelliyor, ısıyı geçirmiyor. Böylece aydınlanma sağlanırken ısınma söz konusu olmuyor. Depo ve hangar için düşünülmese bile, istenirse gelen ışığın şiddetini azaltmak ya da tamamen kapatılmasını sağlamak da mümkün. Gün ışığı ile aydınlanmanın bir başka avantajı da çevreye olan katkısı. Yapılan hesaplara göre günde 6 saat, yılda 365 gün kullanılan 112 W’lık bir yapay ışık armatürü için 244,6 kW’lık elektrik enerjisi üretilmesi gerekiyor. Bu üretimin termik santrallerde yapılması halinde atmosfere küresel ısınmaya yol açan 8 kg eşdeğeri CO2 bırakılıyor.

Nasıl Çalışıyor?
Çatı üzerine konan özel fanuslar ışığı gün boyunca birçok açıdan yakalayıp, boru şeklindeki yansıtıcı sisteme yönlendiriyor. Boruların uzunluğu ve biçimi ayarlanabiliyor. Borudan geçen ışık en alttaki difüzör olarak adlandırılan dağıtıcı kapak sayesinde mekana eşit bir şekilde dağılıyor.

Bu pazarda naylon yasak

Türkiye’nin ilk organik ürün pazarı olan İstanbul Şişli %100 Ekolojik Pazar’da yasaklanıyor.

Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 7 Kasım 2009

Hormonlu, GDO’lu gıdaların etrafımızı sardığı şu günlerde temiz ve sağlıklı gıda bulmak isteyenlerin aklına ilk gelen adresler ‘ekolojik pazarlar’ oluyor. Tezgahlarında sadece organik ürünlerin satılmasına izin verilen Türkiye’nin ilk ekolojik pazarı kapılarını GDO’lu, hormonlu gıdalardan sonra naylon torbalara da kapıyor.

Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği ve Şişli Belediyesi işbirliğiyle kurulan “Şişli %100 Ekolojik Pazar” bugünden (7 Kasım 2009) itibaren naylon torba kullanımını yasaklıyor ve kumaştan bez çanta dikme atölyelerini düzenlemeye başlıyor. Artık kumaşlardan, kullanılmayan tişörtlerden bez torba dikme atölyesini “İTÜ Hayatı Poşetleme!” grubu düzenliyor. Kese kağıdı ve naylon torbaların çevreye verdiği zararlar hakkında da pazarda bilgilendirme yapılacak. Ekolojik Pazar Koordinatörü Batur Şehirlioğlu, “Bizim için nihai amaç kullan-at tüketimin değiştirilmesi. Naylon torba ve kese kağıdının yaşam döngüsü analizlerini karşılaştırdığınızda kese kağıdının da yeryüzünde en az naylon torba kadar büyük bir ekolojik ayak izi olduğu ortaya çıkıyor. Bu yüzden pazarda pamuklu bez çanta ve fileler bulunduracağız” diyor.

***
Dünya naylon torbadan vazgeçiyor
* Çin’de ince naylon torbalar tamamen yasaklandı.
* Güney Afrika ve Bangladeş’te logarları tıkayan ve sele sebep olan poşet kullanımı tamamen yasaklandı.
* San Fransisko, Amerika’da naylon poşetin yasaklandığı ilk şehir, Alaska ise ilk eyalet oldu.

KOBİ'leri krizden yazılım kurtaracak

Türkiye CRM pazarına Verimax'la ortaklık yaparak giren SAGE yazılım şirketi Orta Doğu Direktörü Vikram Suri, krizden çıkışı erken gören ve hazırlık yapan KOBİ'lerin kriz sonrası fırsatları daha iyi yakaladığını, CRM programlarının da buna ciddi katkısı olduğunu söylüyor.

Özgür Gürbüz / 7 Kasım 2009

Dünya CRM (Müşteri İlişkileri Yönetimi) pazarı her yıl yüzde 10 büyüyor ve 2008 sonunda 10 milyar doların üstünde bir büyüklüğe ulaştı. Yılda 3 milyon dolara yaklaşan cirosuyla dünya iş yönetim çözümleri pazarının yüzde 6’sına sahip olan SAGE, hızla büyümesi bekledikleri Türkiye pazarına ise Verimax’la ortaklık yaparak girme kararı aldı. Sage Orta Doğu Direktörü Vikram Suri, “Türkiye pazarı krizden sonra en çabuk ayağa kalkan pazarların başında geliyor. Bunu bir fırsat olarak algıladık ve kanal yapısı çok güçlü olan Verimax ile iş ortaklığına girme kararı aldık” açıklamasını yapıyor.

Suri’ye göre GSMH'sının yüzde 60'ına yakınını hizmet sektöründen elde eden Türkiye'de CRM yazılımlarının önü açık. Türkiye’nin 2002-2008 yılları arasında ekonomisi ortalama yüzde 7,4 olmak üzere en hızlı büyüyen ülkelerden birisi olması ve büyük özelleştirmeler sonucu para akışının Türkiye’ye yönelmesi de SAGE’in bu kararı almasındaki etkenlerden biri. Verimax ile olan ortaklıklarının tanıtımında soruları yanıtlayan Suri, kriz dönemlerinin ardından hızla açılan piyasalarda, çabuk karar verebilen ve değişen pazar koşullarına ayak uydurabilen KOBİ’ler başarılı oluyor. Kriz sonrası pazarlarda müşteri yakalamanın eskisine oranla zor olduğunu belirten Suri, “Krizden sonra her şey eskisi gibi olmayacak. Müşterilerin alışkanlıkları değişiyor, daha çok düşünüyorlar. Kar marjı düşüyor ve rekabetçi firmalar fiyatta, üründe daha agresif teknikler uyguluyor. Firmalar bu süreçte adaptasyon zorlukları yaşıyor” diyor. Bu ortamı fırsata çevirmek için hızlı ve esnek olmak gerektiğini belirten Vikram Suri, yazılım programlarının KOBİ’lere bu fırsatı yarattığına dikkat çekiyor.

Verimax Genel Müdürü Ahmet Parlakbilek ise "Bu birliktelik Türkiye CRM pazarını hareketlendirecek. Özellikle içinden geçtiğimiz kriz ortamında firmaların daha dikkatli olması gerekiyor. Devir verimlilik devri ve hiçbir işletme müşterisini ihmal ederek bu süreçten başarılı çıkamaz. Sage CRM ürünleri firmaların bu değişen ve zor koşullara ayak uydurmalarını sağlıyor" şeklinde konuştu.

Mısır ve pamukta ani verim artışının sırrı ne?

CHP, tartışmalı GDO’lu ürünler üzerine rapor hazırladı. Türkiye’de mısır ve pamukta yaşanan verim artışı, Hindistan, ABD ve Brezilya’da GDO’lu tohum kullanılmasından sonra meydana gelen artışı andırıyor. Oysa Türkiye’de GDO’lu tohumların ekimi yasak.

Özgür Gürbüz / 6 Kasım 2009

Geçtiğimiz hafta Resmi Gazete’de yayımlanan yönetmelikle ithalatı serbest bırakılan Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO) birçok tartışmayı da beraberinde getirdi. Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Bilim Yönetim Kültür Platformu tarafından hazırlanan ve 7 Ekim 2009 tarihinde Parti Meclis’ine sunulan raporda Türkiye’de konuyla ilgili yeterli düzenleme olmadığı, tüketici kaygılarının dikkate alınarak acilen gerekli düzenlemelerin yapılması gerektiği belirtiliyor. CHP raporunda çok zengin bir gen bankası niteliğinde olan Türkiye’nin tohum aracılığıyla dışa bağımlı kalınmaması için şeffaf, katılımcı bir yasa hazırlanmasını, teknolojinin kullanımı ve kontrolü için ülke yaklaşımının belirlenmesi gerektiğini ve öncelikle bir “biyogüvenlik stratejisi” hazırlanmasını istiyor.

Öneriler arasında yerli tohumların Türk Malı olarak tescil edilmesi, GDO analizi yapan laboratuvarların sayısının arttırılması ve gen teknolojisiyle yayılabilecek biyoterörizm tehdidine karşı eylem planı hazırlanması da yer alıyor.

Türkiye’de mısır ve pamukta verim artışı neden?
GDO’lu ürünlerin tarımsal ilaç kullanımını azaltıp verimi artırdığı yönündeki iddialara karşılık yapılan araştırmaların bunun tam tersini gösterdiği belirtiliyor. GDO’lu pamuk üretiminin yaygınlaşmasıyla Hindistan, Brezilya ve ABD’deki verim artışlarının dikkat çekici olduğunu belirten CHP Bilim Platformu Başkanı Ankara Milletvekili Nesrin Baytok, Türkiye’de de mısır ve pamukta ani verim artışı tespit edildiğini, GDO’lu tohum kullanılmadı iddiasına rağmen bu artışın gerçekleşmiş olmasının ilginç olduğuna dikkat çekiyor. “Şüphemiz çok” diyen Baytok, “Türk halkına kaç senedir GDO’lu ürün yediriliyor. Türkiye’nin mısır ve soya ithal ettiği ülkelere baktığımızda GDO’lu üretim yapan ülkeler karşımıza çıkıyor” diyor.

RTÜK’ten beter
Yönetmeliğin biran önce geri çekilip, halkın sağlığı ve Türkiye’nin çıkarları için bir biyogüvenlik yasasının hazırlanmasını isteyen Baytok, “Bir yönetmelik çıkarmışlar şirketlerin çıkarlarını koruyor. GDO kullanmadım diye etikete bile yazamıyorsunuz. Bu kadar ciddi ve çok sayıda iddia varken bu konu ticarete malzeme yapılmamalıdır” açıklamasını yapıyor. Denetlemeyi yapacak kurulun Tarım Bakanlığı’nın altındaki bir genel müdürülüğe bağlı olmasını ve kurula atanacak kişilerin bağımsızlığını, “RTÜK kadar bile bağımsız yapısı yok” sözleriyle eleştiren CHP milletvekili, verilecek cezaların da caydırıcılıktan uzak olduğunu, para cezalarının bile yasal boşluklardan dolayı uygulanamayabileceğine dikkat çekiyor.

***
Mısır üretiminde ani verim artışı
2000 ile 2007 yılları arasında GDO’lu mısır eken Hindistan’da yıllık verim artışı oranı yüzde 4,3. ABD’de bu oran yüzde 1,4, Brezilya’da ise 4,7. Aynı yıllar arasında Türkiye’de meydana gelen verim artışı ise yüzde 7,4 ile hepsinden daha yüksek. Pamukta da benzer bir durum söz konusu. 2000 ile 2007 yılları arasında Hindistan’da verim artışı yılda 13,6 ortalamayı buluyor. Brezilya’da bu oran 5,5, ABD’de 4,3 ve GDO’lu ürün kullanılmadığı söylenen Türkiye’de ise ortalama yıllık değişim yüzde 4,3.

Avrupa'da GDO'larla ilgili son durum

Türkiye’de tartışma yaratan GDO’lu ürünlerin ithalatına izin verilmesi kararı, benzer tartışmaların yaşandığı Avrupa Birliği’nde birçok yasal düzenlemeye rağmen çözülmüş değil. Altı ülke ekim yasağı uyguluyor, etiketleme şart.

Özgür Gürbüz/6 Kasım 2009

İşte madde madde Avrupa’daki son durum:

Hangi ülkeler GDO ekimini yasakladı?
Avrupa Komisyonu’nun 2003 yılında aldığı 1829 nolu regülasyon GDO’lu gıda ve yemlerin pazara girişine olanak tanıdı ancak GDO karşıtlarının muhalefeti ithalatçı firmalar önünde hala bir engel. GDO’lu tohumların ülke içinde ekimi ise daha sert tepkilere neden oluyor. Avrupa Birliği içerisinde altı ülke GDO’lu ürünlerin topraklarında ekilmesini yasakladı ya da sınırlama getirdi. Bu ülkeler, Fransa, Almanya, Avusturya, Yunanistan, Macaristan ve Lüksemburg.

Avrupa’daki GDO’lu ürünler
Avrupa’da ağırlıklı olarak GDO’lu pamuk, mısır, soya, şeker pancarı, kolza ve bazı mikroorganizmalar pazara yasal olarak sorunsuz çıkabiliyor. Bazı ülkelerin ürünlerin ülkelerine girmelerini engellemek için yaptığı çabalarsa Avrupa Komisyonu ile ilgili ülkeler arasında tartışmalar yaratıyor. İtalya, Yunanistan ve en son olarak da Polonya buna örnek verilebilir.

Etiket zorunluluğu
Eylül 1998’de AB, gıda üreticileri, toptancılar ve lokanta sahiplerine GDO’lu ürünlerini etiketleme zorunluluğu getirdi. Halen içeriğinde GDO’lu ürün bulunduran tüm paketlenmiş ürünlerin etiketlerinde “Bu ürün genetiği değiştirilmiş ürün içerir” yazılması zorunlu. Lonata, kantin gibi yerlerde ise toptan alınan ürün GDO içeriyorsa yiyeceğin gösterildiği yerde aynı içeriğe sahip uyarının teşhir edilmesi gerekiyor. Hayvan yemi için kullanılan genetiği değiştirilmiş ürünler (soya gibi) için de benzer kurallar geçerli. Bildirim zorunluluğu Avrupa’da GDO’lu ürün satan firma alıcıyı ürünün GDO’lu olduğuna dair bilgilendirmek zorunda. Bildirim sırasında GDO’lu ürünü de spesifik olarak tanıtmakla ve alıcının adını kayıtlara geçirmekle yükümlü. Bildirim zorunluluğunun amacı GDO’lu ürünlerin izini kaybetmemek ve nerede, kim tarafından kullanıldığını bilmek.

***
GDO nedir?

İnsanların ihtiyacı olan gıdalar bitkisel ve hayvansal olmak üzere ikiye ayrılıyor. Gıda ve hayvan yemlerinin kaynağı da yine aynı kaynaklar. Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO), son yıllarda ilerleyen gen teknolojisi sonucu yaşayan hücre ve organizmalar üzerinde yapılan değişiklikler sonucu meydana gelen yeni türler için kullanılan bir terim. Genetik karakterleri değiştirilen bitki veya hayvanlar yeni bir DNA yapısına kavuşuyor. Örneğin bir bitkinin zararlı böceklere karşı kendisini koruyan ilaçları genlerinde taşıması söz konusu olabiliyor. Besi değerleri arttırılabiliyor, üretim miktarı, büyüklüğü değiştirilebiliyor. Sağlık ve çevre üzerindeki etkileri ise ciddi soru işaretleri taşıyor.

GDO’lar helal mi, değil mi?

26 Ekim’de çıkarılan yönetmelikle Türkiye’ye ithalatına onay verilen Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar’a (GDO) İslami kanattan da “helal değildir” tepkisi geldi. GDO’larda domuz geni kullanılıp kullanılmadığı ise ayrı bir tartışma konusu.

Barış Erdoğan - Özgür Gürbüz
Gazete Habertürk /4 Kasım 2009
*

Kısaca GDO olarak tanımlanan ‘Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar’, 26 Ekim 2009 tarihinde yayımlanan yönetmelikle ülkeye giriş iznine kavuştu. Yönetmelikle beraber uzun yıllardır süren, “GDO insan ve çevre için zararlı mı” tartışması da tekrar alevlendi. Tartışmaya sağlık ve çevre açısından olduğu kadar dini açıdan yaklaşanlar da var. Bazen daha fazla ürün almak bazan da gıdaların dayanıklılığını artırmak için bitkilerin genetiğinin değiştirilmesi, bir çok Hristiyan ve Yahudi din alimi gibi Müslümanları da kızdırıyor. Özellikle de domuz geni kullanılma olasılığı İslami kesimden tepki topluyor. Müslümanlar, genetiğin değiştirilmesini Allah'ın yaratma sahasına müdahale ve doğanın dengesini bozma olarak görüyor.

Helal sertifikası vermiyoruz
Helal Gıda sertifikalama konusunda çalışan Gıda ve İhtiyaç Maddeleri Denetleme ve Sertifikalandırma Araştırmaları Derneği (GİMDES) Başkanı Dr. Hüseyin Kamil Büyüközer, genetiği değiştirilmiş organizmalara kesinlikle helal gıda sertifikası vermediklerini ve İslami olarak GDO’nun helal olmadığını söylüyor. Büyüközer, “Peygamberimizin bir hadisi şerifi var. Öyle bir dönem gelecek ki, fıtratı değiştirmeye çalışacaklar diye. İşte DNA'ları değiştiriyorlar, Allah'ın yarattığından farklı bir ürün yapmaya çalışıyorlar. Bu islama aykırıdır. GDO'ların içinde ayrıca domuzun genlerini kullanıyorlar. GDO'lar doğal ürünlerin sistemini de bozuyor. Sadece İslam değil, Yahudilik ve Hıristiyanlıkta da GDO'lar dinen hoş görülmüyor” diyor.

"GDO İslami açıdan doğru gözükmüyor"
Genetik bilimini İslam hukuku açısından inceleyen ve Genetik Kopyalamanın Fıkhi Yönü konusunda eseri bulunan Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden Doç. Dr. İbrahim Köksal domuz genin temel İslami kurallar aykırı olduğu için hiçbir şekilde bitkilerde kullanılmasının doğru gözükmediğini söyledi. Köksal, “Ayetlerde açıkça genetiği değiştirilmiş organizmalarla ilgili bir hüküm yok. Ancak yaratma konusu Allah'a mahsustur. Bu konuda açık ayet var. İnsanın yaratma konusuna müdahale etmesi doğru değil. Doğaya ekolojik sisteme müdahalenin sonuçlarını bilmiyoruz. Eskiden olmayan birçok hastalık var. Bunların GDO'lar yüzünden olduğu düşünülüyor. Peygamber Efendimiz hurma aşılamayı yasaklamamış ama bu işe sıcak da bakmamıştı. Bin dört yüz yıl öncenin insanlarına bu müdahalenin doğanın dengesine müdahale olduğunu anlatması zor olurdu” yorumunu yapıyor.

Domuz geni hiç kullanılmadı
Sabancı Üniversitesi’nden Prof. Dr. Selim Çetiner ise hem GDO’ların zararlı olduğu hem de domuz geni kullanıldığı iddialarını reddediyor. “Domuzlardan alınan genlerin bitkilere aktarılması şimdiye kadar söz konusu olmamıştır” diyen Çetiner, “Halen tüm dünyada yaygın olarak üretilip tüketilmekte olan dört ürün (soya, mısır, pamuk, kolza) bulunmaktadır. Bunların hiçbirisi de donuz geni taşımamaktadır. Bu iddia tamamen biyoteknoloji karşıtı grupların insanları teknolojiden soğutmak için kullandıkları propaganda taktiklerinden birisidir” açıklamasını yapıyor. Çetiner’e göre bu konuda ‘Helal Gıda Sertifikası’ verecek olan grupların fayda sağlama girişimi rol oynuyor. Çetiner, “Konuyu biraz derinlemesine inceleyecek olursanız görebileceğiniz üzere son bir iki yıldır GDO'lardan tamamen bağımsız olarak, bir kesim "girişimci" Helal Gıda Sertifikası" vererek bir kendilerine yarar sağlama çabasına girmişlerdir. Bu kişiler, gerek gıda güvenliğini gerekse bazı dini motifleri ve hassasiyetleri kullanarak TSE ve Diyanet İşlerini devre dışı bırakıp "Helal Gıda Sertifikası" düzenleme ve dolayısı ile bundan nemalanma gayret içerisindedirler” diyor.

Domuz geni kullanılmadı ama garantisi yok
Yıldız Teknik Üniversitesi Biyomühendislik Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Şeminur Topal, akrep ve domuz geni üzerine çok ça spekülasyon yapıldığını kendisinin domuz geni kullanıldığına dair bir bilgi sahibi olmadığını belirtiyor ancak, “Yarın öbür gün o da olabilir. Bunun karşımıza çıkmayacağının garantisi yok” diye de ekliyor. Topal, “İstediğiniz geni alıp istediğiniz manipülasyonu uygulayabilirsiniz. Yok olduğunu kesin söyleyemeyiz, labarotuvar testleri kolay değil. Bir avuç pirinç içerisine dalıyor, taş bulmaya çalışıyorsunuz. Taş tesadüfen elinize gelirse kanıtlayabiliyorsunuz birçok şeyi. Öyle transferler yapılmış olabiliyor ki kullandığınız yöntemlerle bunların hepsini yakalayamıyabiliyorsunuz” diyor. GDO’ların en çok netleştirilen sağlık etkilerinin başında alerji vakalarındaki artışın geldiğini belirten Topal, insanlar üzerindeki etkilerinin kullanım süresinin azlığı nedeniyle henüz görülmediğine dikkat çekiyor. Hayvan deneylerinde ise sonuçların alınmaya başladığına dikkat çeken Prof. Topal’a göre doğum ağırlıklarının azalması, çeşitli anomaliler ilk belirtiler arasında.

***
GDO'yu tüketmek de haramdır
Prof. Dr. Zekeriya Beyaz
Dinimizde haram anlamı yasaktır. Haram da zararlı ve tehlikeli şeylerdir. Bunun sınırı yoktur. Hayatın gelişimi içinde yeni yasaklar yeni haramlar çıkar. Genetiği değiştirilmiş organizmalar dediğimiz bu gıdaların tohumları insanlık için son derece tehlikeli ve zararlıdır. Bugünki insanlığın varlığı genetik yapısı klasik olan gıdalarla süregelmiştir. Bunu değiştirdiğiniz zaman bir tarafı eksik kalacağı için iyi beslenemeyeceksiniz, sağlı olamayacaksınız, cinselliğiniz ölecek. Tıp insanları da bu tehlikeyi açıkça söylüyor. O halde GDO'ları insanlara sunmak tehlikelidir, haramdır. Bunları yemek içmek de haramdır.

***
GDO olmasa insülin domuz pankreasından olurdu
Prof. Dr. Selim Çetiner
Mısır'daki El-Ezher Üniversitesi’nin bugün itibariyle GDO'lara karşı bir fetva vermemiştir. “Aslında mütedeyyin insanlarımızın, modern biyoteknolojiye dört elle sarılmaları ve bu teknolojiye teşekkür etmeleri gerekmektedir. Zira, GDO teknolojisinden önce dünyadaki tüm şeker hastaları domuz pankreasından elde edilen insülin kullanıyordu. Biyoteknolojinin gelişmesiyle birlikte şimdi tüm dünya, insan geninin klonlandığı GDO'lardan üretilen insülini kullanmaktadır. Diğer bir anlatımla, GDO'lar zorunlu olarak domuz insülini kullanan insanları bu mecburiyetten kurtarmıştır.

***
Çok ciddi faydası yoksa müdahale etmemeli
Doç. İbrahim Köksal
Eğer zararı faydasından fazla ise, yüzde 30 faydası, yüzde 70 oranında zararı varsa buna "haramdır" demek uygundur. Eğer faydası çok, zararı yüzde 30 aşmayacak ölçüdeyse buna da mekruh denilmelidir. Allah herşeyi yaratırken uygun sistemi koymuş. Çok ciddi bir faydası yoksa müdahale etmemeli.

***
Papa da karşı
GDO'lar sadece İslam dünyası tarafından değil Vatikan tarafından da şiddetle eleştiriliyor. 16'ıncı Benoit en son 20 Mart 2009 tarihinde Roma'da Afrikalı evekler meclisinin önünde yaptığı bir konuşmada GDO'lara ve bunları üreten şirketlere açıkça cephe aldı. Papa, GDO üreticilerini dünya gıda güvenliğini tehdit etmekle, gelişen ülkeleri fakirleştirmekle ve de küçük tarım işletmelerini yok etmekle suçladı.

*Tam metin

Evimizdeki Elektromanyetik Tehlike - 3

Habertürk Gazetesi'nde yayımlanan yazı üç günlük yazı dizisini, kısaltma, ekleme ve çıkartma yapılmamış haliyle burada bulabilirsiniz.

ELEKTROMANYETİK DALGALARLA ZİHİN KONTROLÜ

Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 31 Ekim 2009

Elektromanyetik alanların sağlık riskinin yanısıra tedirgin edici bir başka etkisi de var. Boğaziçi Üniversitesi’nden Prof. Dr. Selim Şeker, çeşitli frekanslardaki elektromanyetik dalgaların beynimizin kendi frekansı ile rezonansa (genliğin sınırsız artması sonucu dağılma, bozulma durumu) girebileceğini belirtiyor. İnsan vücudunun bu özelliği, zihin kontrolü, hipnoz ve uzaktan kumanda edilmeye yol açabiliyor. II. Dünya Savaşı’nda geliştirilen radar sistemlerinin kullanılması sırasında radar teknisyenlerinin mikrodalga radyasyona maruz kaldıkça garipten sesler duymaya başlaması ilk belirtilerden sayılıyor.

Son Kitabı “Cep Tehlikesi”nde konuya geniş yer veren Şeker, yine II. Dünya Savaşı sırasında Japonların Çinliler üzerinde beyin kontrol deneyleri yaptıklarını söylüyor. Dr. Rose Delgado’nun hayvan ve insanlar üzerinde yaptıkları deneyler sonucundaysa elektronik simülasyon ile kızgınlık, şehvet, hırs, yorgunluk gibi aşırı hisler oluşturulabileceğini gösterdiğini belirtiyor. Yine “hipnopedi” olarak bilinen uykuda öğrenmenin elektromanyetik modülasyon teknikleri ile daha etkin hale geldiğine dair birçok makale var. Avusturalya’lı bilim insanları tarafından geliştirilen ve insanların beyin dalgalarını kullanarak elektrikli aletleri çalıştırmaya yarayan “beyin anahtarı” ve Amerikan hükümetinin 24 milyon dolarlık fon ayırdığı beyin ve bilgisayarı birbirine bağlama araştırmaları da bu konuda verilen örneklerden. CIA ve Amerika’daki bazı tarikatların bu teknikleri kullandığı da sıkça dile getiriliyor.

Cep kullanırken nelere dikkat etmeli?
Elektromanyetik dalgalar aracılığıyla zihin kontrolü iddialarının son noktası ise cep telefonları. 31 Ocak tarihinde Hürriyet Gazetesi’ne konuşan Rus Kripto cihazını geliştiren mühendis Anatoliy Kelepov, “Yüzyılın süper silahı atom bombası değil cep telefonu. Dinleme cihazı olarak da kullanılabilen cep telefonuyla kişinin beynine komut yollamak bile mümkün” demişti. Bu ciddi iddialara rağmen kamuoyunda daha çok Radyo Frekanslı Radyasyon (RFL) yayan cep telefonu ve baz istasyonlarının insan sağlığına etkileri tartışılıyor. Bilim insanları, ihtiyatlılık ilkesi gereği zararsız olduğu kanıtlanıncaya kadar kullanımın sınırlandırılması, çocuklar ve hamile kadınların cep telefonundan uzak tutulması, kulaklık aracılığıyla kullanımın özendirilmesi, konuşma yerine mesaj atılmasını tavsiye ediyor. Radyo dinlemek için radyo, televizyon izlemek içinse televizyonun kullanılması, asansör, otobüs, uçak gibi dar alanlarda kullanımdan kaçınılması, telefonların vücuttan olabildiğince uzakta taşınması da diğer öneriler arasında.

AB ne diyor?
Avrupa Birliği, Acil ve Yeni Tanımlanmış Sağlık Riskleri Bilimsel Komitesi, 10 yıldan az süre kullanılan cep telefonlarının kanser riskini arttırmadığını belirtiyor ancak kesin bir şey söylenmesi için10 yıldan daha uzun süreli araştırmalar beklenmeli diyor. Bunun nedeni de çok az kişinin cep telefonlarını 10 yıldan fazla bir süredir kullanıyor olması. Baz istasyonları konusunda ise aynı komisyon, istasyonlara yakın olan insanların daha çok etkilendiklerini belirtiyor ancak sağlıkla ilgili olumlu ya da olumsuz net bir görüş ortaya koymuyor. Bilgisayar Monitörlerine dikkat Özellikle fazla çalışma alanı olmayan bürolarda bilgisayarların sırt sırta bakması, her iki taraftaki kullanıcının da manyetik alana maruz kalmasına neden oluyor ve risk artıyor. Evde veya işyerinde monitörlerin önünde 50 cm, arkasında 1 metre boşluk bırakılması öneriliyor.

***
"Kaldırılan bazın yerine yenisi kurulabiliyor"
Av. Yelda Kullap Baz-Dur Platformu Eş Sözcüsü

-Baz istasyonlarının kurulmasında aranan şartlar neler, nereye baz istasyonu kurulamaz? Elektronik Haberleşme Kanunu ve Telekomünikasyon Yönetmeliği’nde bildirilen tüm şartları yerine getiren şirketler GSM baz istasyonlarını kurabilir. Yasada, GSM istasyonlarının faaliyette bulunması için bir takım teknik limit değerler belirlenmiş ancak kurulmasının sakıncalı olduğu yerler yasa ve yönetmelikçe belirlenmemiş. Zaten yasa ve yönetmelik, kamu ve insan sağlına sakınca ve risk teşkil edecek şartları belirtmediği için, yurttaşlar Medeni Kanun’da bildirilen “Malik mülkünü kullanırken komşusuna zarar veremez” hükmüne istinaden baz istasyonlarının “sağlık üzerinde tehlike oluşturduğu” gerekçesi ile dava açabiliyor. Yasalardaki insan ve kamu sağlığına ilişkin eksiklikler en kısa zamanda giderilmeli, insanların yoğun olarak yaşadığı hastane, okul, kreş, üniversite, park gibi yer ve yakınlarına baz istasyonu kurulması yasaklanmalı.

-Baz istasyonlarının kurulmasında yerel yönetimler ne kadar söz sahibi?
Maalesef yerel yönetimlerin insiyatifi yasa ile ellerinden alınmış ve tek yetkili kurum Telekomünikasyon Kurumu’na verilmiştir. Esasında bu durum yasalar arasında bir çelişki arz ediyor çünkü valilik ve yerel yönetimin toplum sağlığını koruma yükümlülüğü var. Bodrum’da olduğu gibi bazı Belediye Meclisleri cesur davranarak baz istasyonlarının şehir dışına çıkarılması için kararlar aldılar. GSM istasyonları 24 saat çalışmak zorunda, evdeki aletleri ise biz istediğimiz an kapatabiliyoruz.

-Aynı çatıda birden çok baz istasyonu kurulabilir mi?
Bunun için hiçbir yasak ve sınırlama yok. Aynı binada birden fazla baz istasyonu kurulabilir. Üstelik dava yolu ile kaldırılsa bile aynı yere GSM istasyonu kurulmasına yine bir yasal engel yok.

-Bu güne kadar kaldırılan baz istasyonları var mı?
Yüzlerce Yargıtay kararı var. Bu da mevcut yasaların baz istasyonları konusundaki toplumsal sorunlara dar geldiğinin en büyük kanıtı. Yargıtay 4.Hukuk Dairesi’nin 11 Haziran 2009 tarihinde aldığı karara göre, Telekomünikasyon Yönetmeliği’nde yer alan limitler tek başına ele alınamaz. Zarar görenin zararı değil, tesis ve işletme sahibinin tesisin işletilmesinden dolayı kişilere ve çevreye bir zarar vermediğini kanıtlaması gerekir. Binaların yakınlığı, evde sürekli oturan yaşlı ve çocukların varlığı göz önüne alınmalı.

***
Ev ve işyerlerinde elektromanyetik alan üreten cihazlar

Saç kurutma makinesi
Saç kurutma makinaları, kuaförlerde bulunan ve saç boyama, perma gibi işlemler için başın içine sokulduğu ısıtıcılar, saç şekillendirici aletler elektromanyetik radyasyon yayar. Çoğu başın çok yakınında çalıştırılır. Gerekli değilse fazla kullanmamakta fayda var.

Mikrodalga fırın
Mikrodalga fırın çalıştırıldığında elektromanyetik enerji pişecek gıdanın içindeki su molekülleri tarafından soğrularak hızlı titreşime sebep olur. Eğer mikrodalga fırında kaçak varsa aynı durum çevresinde bulunan insanlarda oluşur. Özellikle su oranı yüksek dokulara sahip testis ve gözlerde elektromanyetik enerji soğrulması daha yüksek seviyede olur. Mikrodalga fırınlar 15 cm ötede 30 mikrotesla, 1 metre ötede ise 2 mikrotesla şiddetinde alan oluşturur. Ayrıca mikrodalga sızıntısı da yapar. Radyasyon kaçağı deri kanseri, hamile kadınlarda düşük, kalp pili etkisi gibi sonuçlara neden olduğu saptanmıştır. Çalışırken mutlaka 1 metreden daha uzakta bulunmalıdır.

Bilgisayar oyun setleri
Bu tür oyun setleri prize bağlı transformatörler içermesi nedeniyle yüksek şiddetle denebilecek elektrik alanı yayarlar. Kullanılmadıkları zaman fişin prizden çıkarılması, çocukların cihaza fazla yaklaşamadan oynamaları sağlanmalıdır. Elektrik süpürgesi Elektrik süpürgeleri, 30 santim uzaklıkta yaklaşık 20 mikroteslaya kadar manyetik alan üretirler. El ile tutulan süpürgeler ise vücuda yakın olması nedeniyle daha etkili emisyon verir.

Kaynak: Cep Tehlikesi / Prof. Dr. Selim Şeker

-YAZI DİZİSİ BİTTİ-

Evimizdeki Elektromanyetik Tehlike - 2

Habertürk Gazetesi'nde yayımlanan yazı üç günlük yazı dizisini, kısaltma, ekleme ve çıkartma yapılmamış haliyle burada bulabilirsiniz.

RADYASYON DUVARI GEÇER

Özgür Gürbüz - Gazete Habertürk / 30 Ekim 2009

Kirli bir denize girmeyerek ya da sarılık tehlikesine karşı aşı olarak kendinizi mikroplardan koruyabilirsiniz. Peki ya, görünmeyen bir düşmana karşı kendinizi nasıl savunursunuz. Evinizde hiçbir elektronik alet kullanmasanız bile komşunuzun ortak duvarınızın arkasına yerleştirdiği bir televizyon ya da bilgisayarın radyasyonuna maruz kalabilirsiniz. Televizyon ya da bilgisayar monitörü tarafından yayılan manyetik alanın duvardan da geçtiğini unutmamak gerekiyor. Bu nedenle evinizde veya işyerinde bu cihazların arka kısmının mümkün olduğunca bina dışına bakmasına gayret göstermek gerekiyor. Uzmanlar, özellikle manyetik alanın yaydığı radyasyona uzun süreli maruz kalınmasına yol açacağı için, aletlerin arkasına (arada duvar da olsa) yatak konulmamasına özen gösterilmesini istiyor. Evinizi bu bilgiler ışığında yeniden düzenlemek, belki birkaç elektrikli aletin gerekliliğini gözden geçirmek ve komşularınızla konuşmak çok zor olmayabilir. Ancak, kablosuz internet modemlerinin tüm mahalleye yayılan elektromanyetik dalgalarını kontrol etmek gerçekten iyi komşuluk ilişkilerinden fazlasını, ciddi bir araştırma ve yasal düzenlemeyi gerektiriyor. Bu konuda CHP Ankara Milletvekili Dr. Tekin Bingöl tarafından Meclis’e verilen kanun teklifiyle cep telefonu, baz istasyonu, bilgisayar, mikro dalga fırınlar ve diğer elektrikli eşyalardan yayılan, insan ve çevre sağlığına olumsuz etkileri olan iyonlaştırmayan elektromanyetik dalgalardan korunmak için bir kurul kurulması öneriliyor. İyonlaştırmayan Radyasyondan Korunma Kurulu’nun diğer görevleri arasında bilimsel çalışmalar yapmak, halkı bilgilendirmek ve uluslararası kuruluşlarla temasta bulunmak da yer alıyor. Teklif, 8 Mayıs 2008’den beri görüşülmeyi bekliyor.

Hangisi daha tehlikeli: Saç Kurutma Makinası mı matkap mı?

Elektrikli aletler sadece manyetik alan değil bir elektrik alanı da yaratarak kirliliğe neden olabiliyor. Oluşan elektrik alanın etkisi metre başına volt (V/m) ile gösterilirken, manyetik alan ise metre başına amper (A/m) cinsinden ifade ediliyor. Örneğin bir yıldırım esnasında 20 bin V/m değerinde bir elektrik alan oluşurken, 380 kV’luk bir iletim hattı da neredeyse yıldırımın üçte biri oranında, 6 bin V/m’lik bir elektrik alan oluşturuyor. Ev içinde döşenmiş elektrik kabloları için bu 5 V/m, elektrikli ütü içinse 200. Evlerimizde kullandığımız fırın ve saç kurutma makinaları ciddi bir manyetik alan yaratıyor. 2 bin A/m değerindeki manyetik alan, elektrik süpürgesi ve tost makinesinin 20 katı. Bir matkabın yarattığı manyetik alan (500 V/m) saç kurutma makinasından ve elektrikli tıraş makinasından (1000 A/m) daha az. Burada unutulmaması gereken, manyetik veya elektrik alanın şiddeti kadar, kullanım süresinin sağlık üzerindeki etkiyi arttırması. Günde 1-2 dakika saçını kurutan biriyle tüm gün matkapla çalışan bir işçinin aldığı elektromanyetik radyasyon aynı değil.

***
“Şikayet edebileceğiniz bir merci yok”

Prof. Dr. Selim Şeker
Boğaziçi Üniversitesi Elektrik ve Elektronik Mühendisliği Fak.

- Elektromanyetik kirlilik sağlımızı ne ölçüde tehdit ediyor?
Dünya Sağlık Örgütü’nün Ekim 2001’den beri yaptığı “Çok düşük frekanslı manyetik alanların kanser yapma ihtimali vardır” uyarısını gözardı edemeyiz. Ayrıca, Uluslararası Kanser Araştırma Ajansı’da (IARC) “elektromanyetik alanları” muhtemel kanserojenleri içeren 2-B grubuna aldı. - Evimizde ne gibi tehlikeler var? En başta binaya gelen elektrikle ilgili bir tehlike var. Apartmana gelen elektrik dairelere dağıtılmadan önce “kofra” dediğimiz siyah bir kutuya gelir. O kutu genelde bir dairenin duvarında olur. Burada büyük bir akım var, bu ana akımın geçtiği duvarın arkasında oturuyorsanız etki altındasınız. Baz istasyonunu çatıya koyduğunuzda yalıtım yapıyoruz diyorlar, bunu neden yalıtmıyorlar? Baz gibi de değil her evde var. Büyük sitelerde ise yüksek gerilimle gelen elektriği evde kullanmamız için indiren trafolar var onlar da tehlike arz ediyor. İşin kötüsü tüm bunları şikayet edebileceğimiz bir mekan yok.

-Çevreci lambalar ve infrared ısıtıcılar konusunda da uyarılarınız var.
Dünyanın pek çok yerinde enerji tasarrufu için enerji verimli CFL lambalar öneriliyor. Cıva oranı yüksek olduğu için çevreye, içindeki floresandan dolayı da insan sağlığına zararlı. Alternatif olarak, içerisinde demir göbek ve bakır sargıları olan magnetik CFL lambalar da var ama biraz daha pahalı. İnfrared ısıtıcıların ise iyonize eden radyasyon standartlarını sağlayıp sağlamadığına bakmak lazım. Cihazlar infrared spektrumun iyonize eden radyasyon bölgesinde (yaklaşık 300-1,000,000 GHz) çalışıyor. Cep telefonlarının güçleri 1 vattan az. Televizyon ve bilgisayarların güçleri 50 vat civarında. Bütün bu cihazlar için güvenlik standartları konup pek çok önlem tavsiye edilirken, 1000-3000 vatlık bir gücün yanımızda bulunması normal kabul edilebilir mi? Broşürlerinde yazdığı gibi 1 metreye kadar olan mesafe çok tehlikeli. Doğal güneşin negatif etkisine karşı önlem alıyoruz ama evimizdeki yapay güneşlere karşı önlem almamız gerekmez mi?

-Cep telefonları konusunda ise özellikle çocukların telefon kullanımına dikkat çekiyorsunuz. İngiltere Radyolojik Koruma Kurulu, cep telefonları küçük çocuklarda tümör riski yaratıyor dedi. Kurulun raporunda, özellikle sekiz yaşından küçük çocukların cep telefonu kullanmasına izin verilmemesi yolunda anne ve babalar uyarıldı. Finlandiya Radyoaktif Işınlara Karşı Korunma Merkezi (STUK), baş kemikleri daha ince, dış kulakları daha yumuşak olduğu için cep telefonunu kulaklarına tutarak konuşan çocukların yetişkinlere oranla iki kat daha fazla radyoaktif dalgaya maruz kaldığını söyledi.

***
Elektromanyetik radyasyon çeşitleri
* ELF (Çok düşük frekanslı radyasyon): Elektrik iletim hatları, dağıtım hatları, evlerdeki elektrik tesisatları, elektrikli ev aletleri, endüstride kullanılan elektrikli cihazlar.
* RF (Radyo frekanslı radyasyon): Cep telefonları, baz istasyonları, haberleşme cihazları, radar, mikrodalga fırın.

*** Ev ve işyerlerinde elektromanyetik alan üreten cihazlar

Dikiş makinası
Dikiş makinalarının motorları manyetik alan kaynağı, fişleri ise elektrik alanı üretir. Endüstriyel dikiş makinalarında çalışan kimselerde istatiksel olarak beyin kanseri ve Alzheimer vakasına çok sayıda rastlandığı görülmüştür.

Televizyon
Televizyon marka ve modellerine göre farklı faklı manyetik alanlar üretir. Renkli televizyonlar bir metre mesafede 30 volt/metre elektrik alanı ve 5 mG’a kadar manyetik alan üretebilir. Televizyon arkasındaki radyasyon miktarı önüne göre daha fazladır. Manyetik alanların duvarları geçtiğini unutmayın.

Dizüstü bilgisayar
Genelde düşük seviyede elektromanyetik alan üretirler ancak prize takılı çalıştırıldıklarında birkaç yüz volt/metreyi bulan yüksek şiddetli elektrik alan üretirler. Dizüstü bilgisayarları sizde uzak bir yerde şarj etmekte fayda var.

Elektrikli battaniye
Kışın yatakları ısıtmada kullandığımız bu battaniyeler yüksek seviyede elektromanyetik alan oluşturuyor. Çalışmasa bile prize takılı olması bile tehlike yaratmak için yeterli. Battaniyelerin kullanılması tavsiye edilmiyor.

Yatak odası aydınlatması
Yatağımızın baş ucundaki metal başlıklı lambalara dikkat. İki telli kablolar nedeniyle hayli yüksek seviyede elektromanyetik alan üretiyorlar. Floresan lamba kullanıyorsanız içerisindeki bir çeşit transformatör ve Ultraviyole ışınları nedeniyle risk artıyor.

Kaynak: Radyasyon Kuşatması / Prof. Dr. Selim Şeker – Prof. Dr. Osman Çerezci

YARIN: CEP TELEFONU VE BAZ İSTASYONLARI- ELEKTROMANYETİK ALANLARLA İNSAN ZİHNİ KONTROL EDİLEBİLİR Mİ?

Evimizdeki Elektromanyetik Tehlike - 1

Habertürk Gazetesi'nde yayımlanan yazı üç günlük yazı dizisini, kısaltma, ekleme ve çıkartma yapılmamış haliyle burada bulabilirsiniz.

ELEKTROMANYETİK RADYASYON HER YERDE

Başlarken...
Bugün, hayatımızı kolaylaştırdığını düşündüğümüz birçok yüksek teknoloji ürünü elektronik aletin aynı zamanda sağlığımız için bir risk oluşturup oluşturmadığı tartışılıyor. Kablosuz internetten, mikrodalga fırına, evimizdeki elektrikli ısıtıcılardan saç kurutma makinalarına kadar birçok cihaz çalışırken hatta sadece prize takılıyken çevrelerinde bir elektromanyetik alan oluşturuyor. Uzmanlar, elektromanyetik alanların şiddeti, kaynağına olan uzaklık ve maruz kaldığınız sürenin vücut üzerindeki etkileri değiştirdiğini söylüyor. Evimiz ve çevremizdeki elektromanyetik alan kaynaklarını bilmek, bu aletleri doğru kullanmak ve aşırı kullanımdan kaçınmak hayati önem taşıyabilir.

Özgür Gürbüz- Gazete Habertürk / 29 Ekim 2009

Size, kentten çok uzakta, ağaçlarla dolu bir ormanda havanın kirli olduğunu söyleseler herhalde inanmazsınız. Çünkü hava kirliliği denince akla hemen genzinizi yakan bir duman, gri bir bulut tabakası geliyor. Oysa, havamızı kirleten ve görünmeyen bir kirletici daha var: elektromanyetik dalgalar. Yabancı literatürde buna “elektronik pus” anlamına gelen “electrosmog” bile deniyor. Gözle görülmeyen bu elektromanyetik kirlilik, kimi zaman cep telefonunuzun çalmasıyla televizyonda karlanma yaparak, kimi zaman ise yüksek gerilim hatları yakınında uçan helikopterleri bile düşürerek kendini gösteriyor. 20. yüzyıl ile birlikte doğada da var olan bu manyetik alanlara insan yapımı olanlar da eklenmeye başladı. Bununla birlikte bu etkileri ölçümlemek için sayısız aştırma yapılmaya başlandı. Araştırmalar bu aletlerin yaydığı manyetik alanlara sınırlamalar getirdi ama tartışmalar bitmedi. Sınır değerlerin altında da olsa uzun süreli elektromanyetik radyasyona maruz kalan insanlarda ne gibi sağlık sorunlarının görüleceği ciddi bir tartışma konusu.

Avrupalı da bazdan endişeli
Avrupa Komisyonu tarafından Avrupa’daki 25 ülkede 2006 yılında yaptırılan araştırma, bu tartışmanın halk tarafından da ne kadar ciddiye alındığını ortaya koyuyor. Tüm çevre sorunlarıyla birlikte sorulduğunda halkın yüzde 75’i yüksek gerilim hatlarının sağlıklarını etkilediğini düşünüyor. Yine halkın yüzde 76’sı baz istasyonlarının, yüzde 73’ü ise cep telefonlarının sağlıkları için bir tehlike arz ettiğini düşünüyor. Yine büyük çoğunluk bilgisayar ve evlerindeki elektrikli aletlerin sağlık etkilerinden şüpheleniyor ancak bu iki başlıkta çok endişeli olanların sayısı daha önceki başlıklara göre yarı yarıya az. Genel anlamda elektromanyetik alanların olası sağlık risklerinden endişeli olanlar ise ankete katılanların yarısını oluşturuyor.

Sağlık Etkileri
Elektromanyetik alanların (EMA) insanlar üzerindeki etkileri çok çeşitli ve vücut yapılarına göre de değişiklik gösteriyor. Basit ve kısa süreli etkiler baş ağrısı, göz yanması, halsizlik ve baş dönmeleri olarak belirtiliyor. Uzun sürede ortaya çıkan etkiler ise bağışıklık sistemini zayıflatmak, hücrelerarası aktiviteyi, hormon salgısını etkilemek, şehvet (libido) azalmasına yol açmak ve embriyolarda anormal gelişmelere neden olmak sıralanabilir. Hücre yapılarının bozulması, kanser, beyin tümörü ve DNA hasarından söz etmek de mümkün.

Yüksek Gerilim Hatları
Yüksek gerilim hatlarının yarattığı manyetik alanların etkisi konusunda özellikle çocuklar üzerine yapılmış çalışmalar göze çarpıyor. 3-4 mG’luk manyetik alan etkileniminin çocukların lösemi geliştirme riskini iki katına çıkardığını ilk kez 1979 yılında Nancy Wertheimer ve Ed Leeper tarafından yapılan araştırma ortaya koydu. Yine, 2005 yılında İngiltere’de Çocukluk Kanser Araştırma Grubu tarafından yapılan bir başka araştırmada da yüksek gerilim hattına 200 metre uzaklıkta oturan çocukların iki kat daha fazla lösemi geliştirme riskine sahip oldukları görüldü. Avusturya’da 132 kilovoltluk iletim hatlarının 15 metre, 275 kilovoltluk hatların ise 25 metre yakınına bina izni verilmiyor. Türkiye’de ise yüksek gerilim hatlarının hemen altına evler hatta okul bile inşa edilebiliyor.

"Zararsız diyemeyiz"

Prof. Dr. Çağatay Güler

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi
Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi

-Elektromanyetik radyasyonun kansere neden olduğuna dair kesin bir çalışma var mı?
-Kesin, net bir şekilde ortaya koyan bir araştırmaya henüz ulaşamadık çünkü henüz istediğimiz kanıtları elde edecek kadar uzun süre geçmedi. Örneğin cep telefonunun kullanımının yaygınlaşmasından günümüze kadar kanser oluşturacak süre geçmedi. Bu konuda yapılacak saha araştırmaları güç ve pahalı. Bizim şüphelendiğimiz bazı belirtiler var, huzursuzluk, sinirlilik, baş ağrısı, yorgunluk gibi. Bunları ölçen alet henüz ölçülmedi, derecelendiremiyoruz. Bağlantı kurmak çok zor. Ama asıl önemlisi şu bunların zararsız olduğunu gösteren hiçbir araştırma, güvenilir, gerçek araştırma yok. Bir de araştırmaların standartı var. Zararsız olduğunu net söyleyebilecek araştırma yok bir de bu araştırmaları destekleyenlerinde sorun var. Bunların bazılarının firma destekli olması kuşku yaratıyor.

- O zaman ne yapmalı?
Kesin olarak zararsız olmadığını söyleyemiyorsak ihtiyatlılık ilkesini ortaya koymamız lazım. Çocukların gelecekte bizden daha uzun ömürlü olmalarını bekliyoruz. Ortalama insan ömrü uzuyor. O zaman çocukluktan itibaren etkilenen bir nesil gelecek. Bizim çocukluğumuzda cep telefonu, kablosuz internet icat edilmemişti ama onlar daha uzun süre etkilenmiş olacak. - Bir alt değer var mı? İngiltere’de günde 1 mili gausse olarak belirlenmiş. EMA’a maruz kalan bir işteyseniz 2 mG (mili Gauss). İsviçre’de ise her iki şartlar için 1 mG. Ülkeden ülkeye değişiyor. Benim kafama inen tokmağın kaynağı beni ilgilendirmiyor, sonuç beni ilgilendiren; elektromanyetik alan. Bireysel farklılıklar da çok. Bu gibi değerler belirlenirken 70 kg ağırlığında standart bir erkek belirleniyor. Hamileyse ne olacak, embriyo etkilendiyse ne olacak? Etkilenmenin süresi de önemli. Ben 30 mG’a bir dakika etkilendim, diğeri ise 5 mG’den 5 saat etkilendi. Diyabet hastası için farklı, şişman biri için farklı. O kadar karışık karmaşık etken var ki. Bu değerler üzerinden bir şey söylemek çok doğru değil.

-Önerileriniz neler?
Mümkün olduğu kadar sürenin kısaltılması. dinelemeyle ilgiliyse kafaya fazla yaklaştırılmamalı. Tıraş makinasının yarattığı elektromanyetik alan çok yüksek ama çok kısa süre kullanıyoruz. Cep telefonu daha düşük ama uzun süre kullanırsan farklı sonuç doğar. Mümkün olduğunca bu aletlerin kullanımından kaçının, etkileri aza indirecek bariyerlere, standartlara dikkat edin.

***
Ev ve işyerlerinde elektromanyetik alan üreten cihazlar


Bebek alarmı
Bebek alarmları eğer kullanılmak zorundaysa beşikten en az bir metre uzakta durmalı. Çocukları izleme alarm sistemleri radyo frekanslı enerji yayarlar. Beyin fonksiyonlarında hiperaktivite nedeniyle bebeğin uykuya geç dalması bir belirti olabilir.

Alarmlı saat ve radyolar
Elektrikle çalışan alarmlı saat ve radyoların yataktan en 1,5 metre uzakta olması gerekir. Bu tip aletler, 30 cm uzakta 2-5 mG (Gauss - manyetik alan gücünü ifade eden birim) manyetik alan oluşturur.

Elektrikli fırınlar
Elektrikli fırınlar çalıştıkları sırada mikrotesla seviyesinde hayli yüksek manyetik alan üetirler. Fırınlar çalışırken mümkün mertebe makul uzaklıkta durulması gerekiyor.

Elektrikli tıraş makinesi
Şarj edilebilir tıraş makineleri pilli olanlara göre daha az zararlı. Elektrikli olanlarda manyetik alan üretiyor. Elektrikli tıraş makinaları yerine jiletle tıraş olmak daha uygun.

Fotokopi makinaları
Özellikle ofislerde kullandığımız fotokopi makinaları da şiddetli manyetik alan üretir. Yüksek manyetik alana sahip bu makinalardan en az 50 cm. uzakta durmak gerekiyor.

Kaynak: Radyasyon Kuşatması / Prof. Dr. Selim Şeker – Prof. Dr. Osman Çerezci

YARIN: RADYASYON DUVARI GEÇER–SAÇ KURUTMA MAKİNASI MI MATKAP MI DAHA TEHLİKELİ?

Türkiye, GDO'ya kapılarını açtı

Önceki gün Resmi Gazete'de yayımlanan yönetmelikle, Türkiye'ye yasal yollardan GDO'lu ürün ve yem getirmenin önü açıldı. Prof. Dr. Tayfun Özkaya, yeni yönetmelikle beyana dayalı olarak GDO'lu ürünlerin ithalatının önünün açıldığına dikkat çekiyor. Hukukçular ise biyogüvelik kanunu olmadan çıkartılan yönetmeliğe sert eleştiriler yöneltiyor.

Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 28 Ekim 2009

Genetiği değiştirilmiş organizmaların (GDO) ithalatına izin veren yönetmeliğe itirazlar sürüyor. Resmi gazete 26 Ekim tarihinde yayımlanarak yürürlüğe giren yönetmeliğin, bugüne kadar ithaline izin verilmeyen GDO’lu ürünlere yeşil ışık yaktığını belirten GDO karşıtları ve çevreciler, risk faktörünün hiçe sayıldığını ve sürece dahil edilmemelerinden yakınıyor.

Ege Üniversitesi Tarım Ekonomisi Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Tayfun Özkaya, kimilerince yönetmeliğin, ‘GDO Türkiye’de yasaklanıyor şeklinde yanlış anlaşıldığını’ ancak durumun aksi yönde olduğunu belirtiyor. “Türkiye kapılarını GDO’ya resmen açtı” diyen Özkaya, “Resmi olarak gelmiyor dense de bu ürünler Türkiye’ye geliyordu. Mısırlarda yapılan analizler GDO olduğunu ortaya çıkarmıştı. Yönetmelikle GDO’lu ürünlerin ithalatı serbest bırakılıyor. GDO’lu ürünlerle yapılmış çikolatalar bile getirilebilecek” diyor.

Madem zararsız neden bebeklere yasak?
Yönetmeliğin 5. maddesinde yer alan, “GDO lu ürünlerin, bebek mamaları ve bebek formülleri, devam mamaları ve devam formülleri ile bebek ve küçük çocuk ek besinlerinde kullanılması yasaktır” hükmüne atıfta bulunan Özkaya, “GDO’nun insan sağlığına zararlı olduğu birçok araştırmayla kanıtlandı. Madem GDO zararsız, neden bebek mamalarında kullanılmasına yasak getiriliyor?” diye soruyor. Bebek mamalarında kullanılmasına izin vermiyorsunuz bunun zararlı olduğunu kabul ediyorsunuz diyen Özkaya’ya göre, GDO içermeyen ürünlerin etiketlerinde ‘GDO yoktur’ yazılmasının yasaklanması ise haksız rekabet yaratıyor.

GDO’ya Hayır Platformu Hukuk Komisyonu üyesi Ilgın Özkaya Özlüer, ürünün GDO’lu kabul edilmesini belirleyen oranların AB müktesabatından birebir alındığını ancak bilimsel anlamda hangi temele dayandığının açıklanmadığına dikkat çekerek, “Bu oranların nasıl belirlendiği bizimle tartışılmadı” diyor. Bandırma’dan gelen mısırların GDO’lu çıktığını ispatlamamızdan beri bu ülkeye giren GDO’lu mısırlar hakkında yasal işlem yapılmasını bekledik diyen Özlüer, “Biyogüvenlik sistemi kurulmadan ithalat, ihracat, kontrol ve denetimi içeren bir yönetmelik çıkarıldı. Çevre Hukuku’nun önemli bir parçası olan ihtiyatlılık ilkesi göz ardı edildi. Risk faktörünün bu kadar yüksek olduğu bu alanda insan ve çevre sağlığının korunması devreye sokulmalıydı” açıklamasını yapıyor.

Şirketlerin beyanına dayalı
Özlüer, “Uzun zamandır bir biyogüvenlik kanunu oluşturulacağı söylendi. Fakat yönetmelik düzeyinde bir sistem getirildi. Ne üretici, ne biyoçeşitlilik ne de hayvan sağlığı açısından yönetmelikte bir güvence göremedim. Kontrol ve denetim yönetmeliği olmuş olmasına rağmen bu denetim şirketlerin beyanları üzerinden yapılıyor. Bir risk durumunda ne olacağı, nasıl yönetileceği belli değil” diyerek hukuki süreç başlatmayı planladıkları yönetmeliği eleştiriyor.

***
GDO yoktur yazmak yasak!
Yönetmeliğin 5. maddesinin sekizinci bendi ‘GDO yoktur’ yazılmasını yasaklıyor. 6. ve 7. bentleri ise bir gıda ve yemin GDO’lu kabul edilmesi için aranan şartları ortaya koyuyor. Söz konusu gıda veya yemin en az yüzde 0,9 oranında GDO içermesi o ürünün GDO’lu kabul edimesini sağlıyor. Yönetmelikteki ilginç bir madde ise izin verilmeyen GDO’larla ilgili. Gıda veya yemin yüzde 0,5’tan fazla, izin verilmeyen GDO içermesi halinde ithalatına, işlenmesine, nakline, dağıtımına ve satışına izin verilmiyor. Yüzde 0,5’tan azsa izin verilmeyen GDO’da serbest bırakılıyor.

Kompozisyon yazdılar Çin’e seyehat kazandılar

Yön Radyo ve Çin Uluslararası Radyosu işbirliğiyle düzenlenen kompozisyon yarışmasının sonuçları açıklandı. “Ben ve Çin” adlı yarışmasının iki birincisi gelecek hafta Çin’e gidiyor.

Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 28 Ekim 2009*

Uzun bir süredir Çin Uluslararası Radyosu’nun(CRI) Türkçe servisiyle ortak yayınlar hazırlayan Yon Radyo, yine CRI ile birlikte düzenlediği kompozisyon yarışmasını sonuçlandırdı. “Çin ve Ben” adlı kompozisyon yarışmasının birincileri Leyla Ünver ile Mehmet Ali Öztürk, plaketlerini CRI Birinci Başkan Yardımcısı Xia Jixuan ve Yön Radyo Yönetim Kurulu Başkanı Yüksel Kılınç verdi. İki birinci, ödül olarak bir haftalık Çin gezisi de kazandılar ve önümüzdeki hafta Türk Hava Yolları’nın desteğiyle Çin’e uçuyorlar.

Çin Halk Cumhuriyeti’nin 60’ncı kuruluş yıldönümü nedeniyle düzenlenen yarışmada dereceye girenlere ödülleri, Grand Cevahir Otel ve Kongre Merkezi’nde düzenlenen törenle verildi. Törene CRI Birinci Başkan Yardımcısı Xia Jixuan başkanlığındaki beş kişilik Çin Heyeti ile Çin Halk Cumhuriyeti’nin İstanbul Başkonsolosu Zhang Zhil de katıldı.

Yön Radyo Yönetim Kurulu Başkanı Yüksel Kılınç törende yaptığı konuşmada, “Türkiye ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin iki seçkin kurumu, YÖN Radyo ve CRI, kamusal yayıncılığın güzel örneklerini uluslararası alana taşırken iki kültürün buluşması için yeni köprüler kurmaya devam edecekler” dedi. CRI Birinci Başkan Yardımcısı Xia Jixuan ise Çin Uluslararası Radyosu ile Yön Radyo’nun işbirliği gerçekleştirilen yarışmaya yaklaşık 4 bin kişinin katılması, Türk halkının Çin’e olan dostluğun bir ifadesidir” yorumunu yaptı. Jixuan, “Çin-Türkiye dostluğunun sürekli olarak pekiştirilmesi, her iki ülke halklarının ortak arzusu. Bu arzunun yerine getirilmesinde önemli rol oynayan Çin Uluslararası Radyosu olarak, Türk toplumunun bütün kesimlerinin desteğini de alarak Çin-Türkiye dostluğunun zeminini pekiştirmek için çabalarımızı sürdüreceğiz” şeklinde konuştu. Yarışmada özel ödüle değer bulunan Yurdanur Atadan ise ödülünü Radyo Televizyon Yayıncıları Meslek Birliği (RATEM) Başkanı Yusuf Gürsoy’dan aldı.

Ağırlıklı olarak halk müziği yayınları yapan Yon Radyo ve 59 farklı dilde yayın yapan CRI, önümüzdeki günlerde Çince türküleri Türkiye’de, Türkçe türküleri de Çin’de verecekleri konserlerle seslendirmeyi planlıyorlar.

*tam metin

Enerji Tüketmeme Hakkı

Bu yazıyı birkaç ay önce cevreciyiz.com adlı site için hazırlamıştım. Kopenhag'taki önemli toplantı öncesi günlüğe eklemenin doğru olacağını düşündüm.

İyi okumalar,

Özgür


Ötenazi hakkı dünyanın birçok ülkesinde tanınmıyor ve gündeme geldiğinde oldukça sert tartışmalara neden oluyor. İnsanların ne kadar umutsuz olurlarsa olsunlar, kendi hayatlarına son verme isteklerine pek sıcak bakılmıyor. Bu tavır sanırım sadece söz konusu olan bir birey olunca geçerli. Toplu ötenazi kavramsal olarak konuşulmasa da tüm dünyada serbest bırakılmışa benziyor. İnsanların kendilerinin ve diğer canlıların hayatlarına son vermek için ellerinden geleni yapmalarına aslında açıkça seyirci kalındığını söylemek de mümkün. Kullandığımız her fosil yakıt (petrol, doğalgaz ve kömür), boşa akıttığınız her damla su, gerçekten ihtiyacımız olmadığı halde tükettiğimiz her türlü hammadde ya da gıda bizi filmin son karesine daha da yaklaştırıyor. Hayatımızı kendi ellerimizle ve bilinçli bir şekilde yok ediyoruz ama kimse müdahale etmiyor. Çünkü bunun adı “ötenazi” değil “tüketim”; hatta kimi zaman “gelişme” ve “refah toplumuna geçiş” olarak bile adlandırılabiliyor. Paranın çoğalması karşılığında yaşamın azalmasının “iyi” olarak algılandığı bir dünyada yaşıyoruz.

Tüketmenin “medeni”, tüketmeyi reddetmenin “ilkel” bir davranış olarak gösterilmeye çalışıldığı bu yeni dünya düzeninde doğduk çoğumuz. Gazeteciler abartır derler ya, abartmadığımızı bir örnekle açıklamakta fayda var. Mersin Akkuyu’da kurulması düşünülen nükleer santrale karşı çevrecilerin argümanlarından biri, “Nükleer santrale evet demektense mum ışığında oturmaya razıyım” idi. Nükleeri savunanlar hemen bu argümanı kullanarak çevrecileri “gericilikle” suçlamış ve mağarada yaşamayı istemekle itham etmişti. Gördüğünüz gibi abartmamışız. Mum ışığı bir semboldü belki ama “yaşamı riske atmaktansa, bireysel konforumdan ödün veririm” diyebilen insanların davranışının “ilkel” olmadığı, tam tersine ilerici olduğu sanırım bugün daha net görülüyordur. Kendi ömürleri için gezegenin geleceğinden çalan anlayış, Sanayi Devrimi’yle birlikte, yani yaklaşık iki yüz elli yıl içerisinde, gezegenin her köşesindeki canlının yaşamını tehdit eden bir sistem kurmaya başardı. 1763 yılında İskoçya’da bulunan buharlı trenin dumanı bugün Kuzey Kutbu’ndaki kutup ayılarına kadar ulaşmış durumda. Ayıların burunlarının ucuna getirilen bu medeniyetten pek hoşlandıklarını söylemekse pek olası değil. Eriyen buzullar, azalan yiyecek stoku sonucu yaşam tehlikesi altındılar. Ortadan kaybolan arılardan, her yıl yangınlar sonucu azalan ormanlardan ve 2003 yılında meydana gelen aşırı sıcak dalgaları sonucu Avrupa’da hayatını kaybeden 35 bin insandan da haberdarız. Yapılan bilimsel çalışmalar, tüm bunların sorumlusunun insan kaynaklı iklim değişikliği ya da halk arasında bilinen adıyla küresel ısınma olduğunu kanıtlamış durumda.

Küresel Isınma Bir Varsayım Değil
İlk uyarı, 1981 yılında Profesör James Hansen tarafından “Science” dergisinde kaleme alınan ve atmosferdeki karbondioksit (CO2) artışının iklim değişikliğine yol açacağını belirten 10 sayfalık makalesiyle geldi. Sanılanın aksine, iklim değişikliğinin bir gerçek olarak kabul edilmesi, ne çevreci kuruluşların iddiaları ne de Al Gore’un filmi yüzünden oldu. 2007 Nobel Barış Ödülü’ne layık bulunan Uluslararası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO) ve BM Çevre Programı (UNEP) tarafından iklim değişikliği üzerine bağımsız araştırmalar yapması için 21 yıl önce, 1988 yılında kuruldu. Üç ayrı başlık altında çalışmalarını yürüten IPCC, olayın fiziki bilimsel temelini; etki, uyum ve zayıflıklarını araştırdı. 21 yıl içinde dört önemli rapora imza attı. Üçüncü değerlendirme raporu 2001 yılında yayımlanmıştı.

2007 yılında yayımladıkları 4. Değerlendirme Raporu’nun hazırlanması 6 yıl sürdü. 2007 Raporunun dört ayağından biri olan iklim değişikliğinin bilimsel temelleriyle ilgili bölüm 152 kişilik ana yazar (bilim insanı) kadrosu tarafından kaleme alındı. 30 ülkeden yazarlar katkıda bulundu ve yine 600 uzman tarafından gözden geçirildi. Hükümetlerin uzmanlarının katkıları da ayrıca alındı. Politika yapıcılar için bir sonuç niteliğinde olan özet bölüm 113 ülke tarafından onaylandı. Kısacası, küresel iklim değişikliğiyle ilgili bilimsel bulgular ne bir tek ülkenin ne de bir tek bilim insanının ürünü. 30 yılı aşkın süredir yapılan araştırmalar sonucunda, küresel iklim değişikliğinin varlığı ve insan kaynaklı olduğu, tüm dünyadan gelen bilim insanı ve hükümet yetkililerinin ortak kanısı olarak ortaya konmuştur.

Türkiye Yüzde 119 Artışla Birinci
‘İnsan kaynaklı’ kavramını da burada açmakta fayda var. İnsanın varoluşu değil, yaşam biçimi ve tercihleri iklim değişikliğine neden olmakta. İnsan oldukça meydana gelecek bir doğal afetten veya kaderden bahsetmediğimizin altını çizelim. Avrupa Komisyonu tarafından yapılan araştırmaya göre, Avrupa içerisinde ciddi bir koalisyon, küresel ısınmayı dünyanın en tehlikeli problemi kabul ediyor. Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan’ın başını çektiği bu ülkelerde dünyayı tehdit eden en büyük tehlikenin küresel ısınma olduğu yargısı %90’larla destek görürken Türkiye’de bu oran %60’larda kalıyor. Bu korkusuzluğumuz sade vatandaştan karar alıcılara kadar uzanıyor aslında. Türkiye’nin sera gazı emisyonlarına baktığımızda, bir azalma eğilimi görülmediği gibi aksine çok ciddi bir artış yaşandığı görülüyor. 1990 yılında 170,06 milyon ton olan sera gazı emisyonları (CO2 eşdeğeri) 2007 sonunda 372,6 milyon tona ulaştı. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS) kapsamında EK-1 ülkesi olarak adlandırılan grupta yer alan Türkiye, %119’luk artışla açık ara önde gidiyor. Türkiye’nin BMİDÇS’ye 2004 yılında taraf olmasına ve geç de olsa Kyoto Protokolü’ne 2009 yılında imza atarak bundan sonraki süreçte aktif rol alacağını beyan etmesine karşın, sera gazı artışının kontrolsüz büyümesi açıkçası kaygı verici. 1990’dan bu yana gerçekleşen en büyük yıllık artış, 40 milyon tonla 2006-2007 yılları arasında meydana geldi. Bu yıl (2009) sonunda Kopenhag’ta yapılacak 15. Taraflar Toplantısı’nda (COP-15) çıkacak kararlar hazırlıksız bir Türkiye’yi ciddi şekilde zorlayabilir. Mayıs ayında ortaya çıkan ilk taslak metinde, 2020 yılına kadar sera gazı emisyonlarını 1990 yılına göre %25 ile 45 oranında aşağı çekilmesini isteyen farklı hedefler var. Ayrıca, 2050 yılında yine 1990 yılına göre en az %75 azaltmayı hedefleyen iddialı ama bilim insanlarının tavsiyeleriyle paralellik gösteren öneriler var. Bu rakamları görünce, Türkiye’nin bugüne kadar olduğu gibi 2012’den sonra da elini kolunu sallaya sallaya atmosferi kirletmeye devam edebileceğini düşünmek biraz hayalperestlik olur.

Kyoto Protokolü imzalandığında kendisini biraz da farkında olmadan, gelişmiş ülkelerle aynı sınıfta bulan Türkiye, her ne kadar özel durumunu Marakeş’teki toplantıda tanıtmış olsa da, küresel ısınmaya yaptığı ülkesel katkının büyüklüğü ve artış potansiyeliyle, Kopenhag sonrasını ilk dönemde olduğu gibi yükümlülük almadan geçiremeyebilir. Bundan çok da korkmamak lazım. Kendini doğru yerde konumlamış bir Türkiye, Kyoto’daki gibi benzeri yaptırımlar içeren her türlü anlaşmayı ülkenin politikalarını yeşile döndürmek için fırsat olarak kullanabilecek potansiyele sahip. Çünkü iklim değişikliğini durdurmayı öneren tüm tedbirler, yenilenebilir enerji kaynakları (güneş, rüzgar, küçük hidro, jeotermal, dalga, biyokütle gibi), enerjinin verimli kullanılması, tüketim toplumunun sorgulanması gibi ana ekonomik temellere dayandırılıyor. Türkiye’de zaten sınırlı olan petrol, kömür, doğalgaz, uranyum gibi kaynakların yerine; rüzgar (Avrupa’nın ikinci en iyi potansiyeli), güneş (Avrupa’nın en iyi ikinci potansiyeli) ve jeotermal (dünyanın yedinci en iyi potansiyeli) gibi kaynakları kullanmayı teşvik eden ve gerekli destekleri sağlamayı taahhüt eden bir mekanizmadan bahsediyoruz. Üç tarafı denizlerle çevrili (açık deniz rüzgar enerjisi ve dalga), tarım için arazi ve insan kaynağı olan (biyokütle, biyoyakıt) bir ülkede bu geçişi yapmaktan neden bu kadar korktuğumuzu anlamak biraz zor.

Önce Enerji
Türkiye sera gazı emisyonlarını düşürmek istiyorsa işe enerjiden başlamak zorunda. 2007 yılındaki 40 milyon tonluk artışın %75’i enerji kaynaklı. Toplam rakama bakıldığında 372 milyon tonluk emisyonun 282 milyonunun enerji sektörü başlığının altında yer aldığını görüyoruz. Kömür ve doğalgazla çalışan santrallerin bu rakama katkısı büyük; %90’dan fazlasının kara yoluyla yapıldığı yük ve insan taşımacılığının da. Petrole, kömüre ve doğalgaza olan bağımlılık, bir başka deyişle dışa bağımlılık, iklim değişikliği sorununa Türkiye’nin katkısının da özünü oluşturuyor. Çözüm, bu santrallerin yerine yenilenebilir enerji kaynaklarından elektrik enerjisi üretmek mi sorusunun yanıtı evet ama işin bu kadar “basit” olduğunu söylemek sorunu fazla hafife almak olur. Sorun, ekonomik krizle birlikte düşse de artma eğiliminde olan enerji talebini kontrol edememekte yatıyor. Enerji Bakanlığı’nın girişine “Sınırsız enerji talebini sınırlı enerji kaynaklarıyla karşılayamazsınız” sözlerini büyük harflerle yazmayan hiçbir iktidarın sorunu çözme şansı bulunmuyor. Kömür, doğalgaz, petrol ve nükleer santralde kullanılan uranyumun sınırlı olduğu biliniyor. Literatürde sınırsız olarak adlandırılan ve güneş var olduğu sürece var olacak yenilenebilir enerji kaynaklarının da, güneş panelinden, rüzgar türbinine kadar hammaddelerinin sınırlı olması benzer bir sınırlamayı aslında onlar için de getiriyor. Bu durumda, sihirli formülün talebi kontrol etmek olduğu açık.

Talep Yönetimi Ve Enerji Yoğunluğu
Talebi ne kadar kontrol ettiğimizi ya da Türkiye için konuşursak ne kadar kontrol edemediğimizi enerji yoğunluğu verilerine bakarak anlayabiliyoruz. Türkiye’de 1000 Avroluk Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GHSYİH) yaratmak için 2006 yılında 446 kilogram eşdeğeri petrol (KEP) harcamak gerekirken, Avrupa’nın en iyisi konumundaki İsviçre’de 95 kilogram eşdeğeri petrolle aynı ürün elde edilebiliyor. İsviçre’ye göre yaklaşık 4,5 kat fazla enerji harcayarak aynı işi yapıyoruz. Japonya için bu rakam 114, Danimarka için 118 ve Almanya içinse 154 kilogram eşdeğeri petrol. Türkiye’den kötüleri de var, Bulgaristan (1554) ve Romanya (1128) gibi. Burada asıl dikkat etmemiz gereken, dünyada enerjiyi akıllı kullanmaya yönelik politik tedbirlerin alınmaya çalışılması ve enerji yoğunluğunun hemen hemen her ülkede giderek aşağıya çekilmesi. Listenin sonunda yer alan Bulgaristan, 1996 yılında 1000 Avroluk GSYİH için 2543 KEP harcıyordu. 10 yıl içerisinde yarıya yakın bir iyileştirme gösterdiler. Listenin başarılı isimlerinden Almanya bu rakamı 179’dan 154’e düşürmeyi başardı. Türkiye’de ise değişen fazla bir şey olmadı. 1996 yılında 486 KEP ile yaptığımız işi aradan 10 yıl geçmesine rağmen halen 446 KEP ile yapıyoruz.

Açıklanamayacak bir problem değil. Bugün hala, gelişmek için daha fazla enerji tüketmemiz gerektiğini söyleyen akademisyen, işadamı ve politikacılarla dolu eski bir zihniyetin politikalarını sürdürüyoruz. Kişi başına düşen enerji tüketiminin artışını, çıktılara bakmadan olumlu veri olarak kullanıyoruz. Türkiye’nin yapacağı en akıllı iş, kömür mü olsun rüzgar mı tartışmalarını bırakıp, enerji yoğunluğunu düşürecek verimli teknoloji kullanımının önünü açmak olmalıdır. Bunun için de enerji konusunda felsefi anlamda bir devrim yapmak şart görünüyor.

Uluslararası Enerji Ajansı’nın bugünkü politikaların sabit kaldığını varsaydığı senaryosuna göre 2030 yılında da fosil yakıtlar, birincil enerji kaynaklarının %80’ini oluşturacak. Böyle bir senaryonun gerçekleşmesinin iklim değişikliğini geri dönülmez noktalara getireceği gerçeğini bir yana bıraksak bile bu tablo alışılagelmiş enerji denkleminin bozulmasının çok zor olduğunu da gözler önüne seriyor. Türkiye’nin 50 civarında yeni kömür santrali inşa etmesi için kollarını sıvaması, sera gazı verilerine bakıldığında nasıl anlamsızsa, fosil yakıt tüketimine küresel anlamda devam etmek de o kadar anlamsız. Görünen o ki, enerjide fosil yakıtlardan güneş ve verimlilik ekonomisine geçmek, sektör içinde pozisyonlarını değiştirmek istemeyen şirketlerin gönüllü ya da zorunlu katılımıyla olacak. Zorunlu katılım için bireylerin elleri sanılandan daha güçlü. Enerji yoğunluğunu düşürmek için alınan tüm önlemler, firmaları kar için alan değiştirmeye zorlayacak. Evlerin çatılarına konan güneş panelleriyle, daha az elektrik harcayan buzdolaplarıyla bağımsızlaşmaya başlayan tüketiciler makro taleplerini de kabul ettirebildikleri anda dünya değişmeye başlayacak. Taleplerin temelinde ise, “Enerji Tüketmeme Hakkı” yatmak zorunda.

Tü-ket-ti-re-mez-si-niz!
Çevrecilerin enerji tüketiminin üzerinde bu kadar çok durmalarının nedeni sadece sera gazlarıyla açıklanamaz elbette. Nükleer atıklardan, tarım arazilerinin kül dağlarına dönüşmesine, Yatağan’da yok olan zeytinliklerden, astım ve solunum yolu hastalıklarına kadar birçok sorun konvansiyonel enerji kaynaklarıyla ilintili. Bir başka sorun ise enerjinin bugüne kadar verilen eğitim içerisinde adeta tüketmeye mecbur olunan bir kaynak gibi insanlara öğretilmesi. Sorunun çözümünü güçleştiren bu öğreti, milyonlarca insanın yaşadığı bir kentte metro yerine özel arabalarla ulaşıma zorlanan ve dolayısıyla enerji tüketmeye teşvik edilen insanların önündeki en büyük engellerden biri. Halbuki insanların her alanda enerjiyi daha az tüketmek için söz hakları olmalı ve bu haklarının olduğu, nasıl kullanılacağı onlara öğretilmeli. Metro yerine minibüse, otobüs yerine otomobile, güneş enerjisiyle aydınlanan sokak lambaları yerine kömür santrallerinden gelen elektrikle yakılan ampullerle yolunu bulmaya çalışan insanların, enerji tüketmeme / enerji kaynağını seçme haklarının gasp edildiğinden haberdar olmaları gerekiyor. Tüketmeme hakkımızı politik yoldan istemeyi öğrenmek zorundayız. Seçeneksiz bırakılmak aslında gizlice tüketmeye teşvik edilmektir. Kirleten teknolojilerle temiz teknolojilerin rekabet edebilmeleri için aynı elektrik piyasasında olduğu gibi bir düzenleme yapılması ve karbon vergisi gibi örneklerin tüm alanlara yayılması zorunlu kılınmalıdır. Yakıtı verimli kullanmayan bir motor ancak kirlettiği oranda cezalandırılırsa verimli ama ilk maliyeti yüksek olan motorlarla değiştirilebilir. Rüzgar enerjisi atmosfere salmadığı karbondioksit için kredilendirildiğinde gerçek maliyet hesabı ortaya çıkmış olur. Termik santral tarafından hastalanan insanların bakım giderleri o santralin işletme giderlerine katıldığında gerçekten hangi kaynağın pahalı olduğu anlaşılabilir.

Yaşamı ya da birbirimizi tüketmeye övgüler yaratan bu “medeniyetten” kaçmaya çalışan insanlar, enerji tüketmeme haklarını kullanabildikleri anda gerçek bir demokrasiye daha yaklaşmış olabileceğimiz kesin.

Ekonomik kriz iklime yaradı

Uluslararası Enerji Ajansı’nın tahminlerine göre küresel ekonomik ve finansal kriz nedeniyle, iklim değişikliğine yol açan karbondioksit emisyonları 2009 yılında yüzde 3 oranında düşecek. Tahminler gerçekleşirse bu, son 40 yıl içerisindeki en büyük düşüş olacak.

Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 17 Ekim 2009

Küresel ekonomik kriz binlerce kişiyi işsiz bırakmış olsa da küresel ısınmanın pençesinde boğuşan dünya için de bir umut ışığı yaktı. Uluslararası Enerji Ajansı’nin (UEA) tahminlerine göre her yıl artan küresel seragazları emisyonları bu yıl yüzde 3 oranında düşecek. Tahminler gerçekleşirse, küresel ısınmaya yol açan sergazlarında son 40 yılda meydana gelen en büyük düşüş yaşanmış olacak. Ajansın tahminleri, bu düşüşün 2020’deki emisyon rakamlarının da yüzde 5 oranında azalması anlamına geleceğine işaret ediyor. Bu rakam, küresel ısınma konusunda ek tedbirler alınırsa daha da aşağı çekilebilecek.

UEA, önümüzdeki günlerde yayımlanacak olan Dünya Enerji Görünümü 2009 adlı raporunun iklim değişikliği için ayrılan özel bölümünde bu düşüşü bir fırsat olarak niteliyor. Buna rağmen, dünyanın ortalama sıcaklığının 2 dereceden fazla artmaması için gerekli politikaların mutlaka tüm ülkeler tarafından uygulanması gerektiğini de ekliyor. Bilim insanları, 2 derecelik artışın geçilmemesi için atmosferdeki karbondioksit miktarının 450 ppm olan üst sınırın altında tutulması gerektiği konusunda hemfikir. UAE Başkanı Nobuo Tanaka, “Mesaj basit ve yalın. Eğer dünya bugünkü enerji ve iklim politikalarına devam ederse iklim değişikliğinin sonuçları sert olacak. Enerji sorunun kalbinde, o halde çözümün de özünü oluşturmalı” diyor.

Çözüm için “450 ppm” senaryosunu öneren Enerji Ajansı, 2020 yılına kadar fosil yakıt kullanımında tepe noktasının aşılacağı ve emisyonların 2020 yılında 2007’ye göre yüzde 6 oranında artacağını öngörüyor. Buna karşın, 450 ppm’in altında kalınması için 2020 yılına kadar 3,8 giga ton emisyon indirimi gerekiyor. Bunun 1,6 giga tonunun Türkiye’nin de içinde bulunduğu OECD ülkeleri tarafından, 1 milyar giga tonunun ise halihazırda konuştuğu politikaların hayata geçirilmesiyle Çin tarafından gerçekleştirilmesi öngörülüyor.

Boğaziçi Üniversitesi öğretim görevlisi Doç.Dr. Gürkan Kumbaroğlu da krizlerden fırsatlar çıkacağı görüşünde. “Dünyada iki büyük kriz var, biri ekonomik diğeri de ekolojik kriz” diyen Kumbaroğlu, “450 ppm senaryosuna ulaşmak için küresel çapta seragazlarını 3,8 gigaton oranında azaltmak gerekiyor. Bu aslında çok da korkunç bir rakam değil. Bugünkü seviyelerin yaklaşık yüzde 13 altı. Bu artışın nedeni fosil yakıt kullanımından kaynaklı. Yeni yatırımlarda fosil yakıt kullanımını azaltmak, mevcut kullanımını daha verimli hale getirmekle bu rakamı hızla aşağı çekmek mümkün. Bunun maliyetinin de enerji tasarrufundan sağlayacağımız gelirle karşılayabileceğimizi UEA da söylüyor” diyor.

Seragazı emsiyonlarının düşmesinde endüstriyel ve elektrik üretimindeki düşüş de önemli rol oynuyor. Eurostat’ın verilerine göre Avrupa Birliği’nde 2009 yılı endüstriyel üretim rakamları bir önceki yıla göre büyük düşüş içinde. 2009 Mart ayındaki endüstriyel üretim miktarı bir önceki yıla göre yüzde 18,1 azalmış durumda. Ağustos 2009’da ise kısmi iyileşme görülse de 2008 yılının aynı ayına göre üretimde yüzde -13,5’luk bir azalma meydana gelmiş durumda. AB-27’de enerji üretimi de Nisan 2009’da 2008 Nisan’ına göre yüzde -12’lik bir azalma göstermiş. Ağustos 2009’da ise fark yüzde -6,2’lere kadar gerilese de hala geçtiğimiz yılın aşağısında. En büyük seragazı üreticileri ABD ve Çin’de ise durum farklı. ABD’de sanayi üretimi Ağustos 2008’e göre yüzde 10.7 azalırken Çin’de 12,3’lük artış meydana geldi. Çin, Hindistan ve Güney Kore gibi ülkelerdeki artışa rağmen diğer ülkelerdeki düşüş seragazı emisyonlarını düşürmeyi başardı.

UEA’nın yaptığı hesaba göre işin en can alıcı noktası da bu hedefe ulaşmak için 2010-2030 yılları arasında enerji sektöründe yapılması gereken 10 trilyon dolarlık yatırım. Acilen yatırımların hayata geçirilmesini öneren Tanaka, gecikilen her yılın maliyetleri 500 milyar dolar arttırdığına dikkat çekiyor.

***
Ülkelere göre yakıt kaynaklı CO2 emisyonları (Mt)
Ülke 1990 2007 Değişim(%)
Çin 2244 6071,2 170,6
Türkiye 126,9 265,0 108,8
İspanya 205,8 344,7 67,5
Kanada 432,3 572,9 32,5
ABD 4863,3 5769,3 18,6
Japonya 1065,3 1236,3 16,1
İtalya 397,8 437,6 10
Fransa 352,1 369,3 4,9
Birleşik Krallık 553 523 -5,4
Almanya 950,4 798,4 -16

Kaynak: UEA

***
Sektörlere göre küresel seragazı emisyonları (2007)

Elektrik ve ısı üretimi %41
Ulaşım %23
Endüstri %20
Diğer %10
Konutlar %6

Kaynak: UEA

“Kapital”i okumamak için bahane kalmadı!

Karl Marx’ın başyapıtı sayılan “Kapital”in çizgi roman versiyonu da çıktı. “Manga” olarak bilinen Japonlara has çizgi roman formunda yayımlanan Kapital Manga 16 Ekim’de piyasada.

Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 16 Ekim 2009

Dünyada 2008 yılında Japon yayınevi East Press tarafından ilk olarak çizgi romanlaştırılan ve 100 binin üzerinde satan Karl Marx’ın “Kapital”i, türkçeye çevrildi. Yordam Kitap tarafından 16 Ekim’de satışa sunulacak Kapital, bir peynir fabrikasındaki üretim sürecini temel alarak bilimsel sosyalizmi, Japonlara has çizgi roman formu olan Manga ile birleştiriyor.

Eser, pazarda babasıyla birlikte peynir satarak hayatını kazanan Robin’in daha çok para kazanmak için kapitalist bir girişimci olan Daniel’le iş ortaklığına giderek bir peynir fabrikası açması üzerine kurulmuş. Robin, bir süre sonra işçileri acımasızca sömürmeden başarılı olmanın imkânsız olduğunu anlar görür ve büyük bir huzursuzluk yaşamaya başlar. Bu, en sosyalist Manga kitabında, Robin’in öyküsü üzerinden Marx’ın Kapital’indeki önemli notlar okuyucuya aktarılmaya çalışılıyor. Kapital manga’nın Yayın Yönetmeni Hayri Erdoğan, çizgi roman versiyonunu hem kitabı hiç okumamışlara hem de daha önce tamamını bitirmeyi başarmış olanlara tavsiye ediyor. Kitabın ilk baskısı 5 bin adet olarak basılmış ve Erdoğan, kısa sürede ikinci baskıyı yapacaklarını düşünüyor. Kapital Manga’nın ikinci cildi ise 4 Ocak 2010’da kitapçılarda yer alacak.

Komünist Manifesto sırada
Kapital’in çizgi roman çevirisi Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Japon Dili ve Edebiyatı bölümü öğretim üyesi H. Can Erkin tarafından yapılmış. Yayınevi ayrıca, sosyalizmin en yaygın eseri sayılan “Komünist Manifesto”yu da İtalyan grafik sanatçısı Rodolfo Mercenaro’nun çizgileriyle önümüzdeki haftalarda okurlara sunmaya hazırlanıyor. Yasaklanmamış olmasına rağmen bugün bile birçok cezaevine alınmayan Karl Marx’ın başyapıtı “Kapital”in çizgi roman versiyonunun bu yasaklardan nasibini ne kadar alacağı ise ayrı bir soru.

***
Manga Nedir?
Manga, kökleri Japon kültür tarihinin derinliklerine inen bir çizgi-roman türü. 18. yüzyıl başlarından itibaren geniş okuyucu kitlesine hitap eden bir tür olarak yaygınlaşmaya başlamış. Günümüz Japonya’sında ise yılda 10 binin üzerinde manga kitap ve üç yüzün üzerinde de süreli manga dergi yayınlanıyor, çizgi film ve dizileri de birçok dile çevriliyor.

Ermenistan yeni transit ülke olabilir

Özgür Gürbüz /14 Ekim 2009

Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı’nın (SETA) İstanbul’da düzenlediği Türkiye-Rusya İlişkileri Çalıştayı’nın davetlisi olarak Türkiye’ye gelen Doç. Dr. Yury Borovsky, Türkiye ve Ermenistan arasında imzalanan protokolün yeni bir enerji boru hattı olasılığı yarattığını söylüyor. Moskova Uluslararası İlişkiler Devlet Enstitüsü öğretim görevlisi olan Borovsky, “Ermenistan da transit bir ülke olabilir. İran-Ermenistan arasında halihazırda bir boru hattı var. Azerbaycan’ı by-pass edecek yeni bir rota olabilir, böyle bir olasılık var” diyor.

Türkiye-Avusturya arasında inşa edilmesi planlanan Nabuko Doğal Gaz Boru Hattı projesinin geleceği hakkında ise çok iyimser değil. Her yıl 30 milyar metreküp gaz taşınması planlanan boru hattı için yeterli gazın bulunmadığına değinen Borovsky, “Nabuko projesinin geleceğini şüpheli görüyorum. Bu boru hattı için yeterli gaz yok. Azerbaycan her yıl 7-8 milyar metreküp verebilir. Olası tedarikçiler, Türkmenistan, İran, Irak ve Katar ama önemli problemler var” diyor. Türkmen gazını Nabuko’ya bağlamanın imkansız olduğunu söyleyen Rus enerji uzmanı, özellikle Hazar Denizi’ni geçecek bir boru hattının inşasında hukuki engeller olduğunu belirtiyor. Hazar Denizi üzerindeki uluslararası haklar üzerinde anlaşmazlık olduğuna ve ortada çok taraflı bir anlaşma olmadığına değinen Borovsky, Azerbaycan, Kazakistan ve Rusya arasında anlaşma olmasına rağmen inşaat başladığında İran’ın itiraz edebileceğini söylüyor.

Nabuko’daki belirsizliği fark ettiği için Türkiye’nin Rusya ile Güney Akım projesine imza attığını belirten ve Türkiye’nin doğru bir iş yaptığını söyleyen Borovsky, Mavi Akım projesinin hayata geçmesi için de anahtarın başta İsrail olmak üzere Suriye, Lübnan, Ürdün gibi Orta Doğu ülkelerinde olduğuna değiniyor. Bu ülkelerden talep olmazsa boru hattının yapılmayacağını söyleyen Yury Borovsky, talep olursa 2014-2015 yılına kadar hattın inşaatının bitirilebileceğini söylüyor.

Doğal olarak karşı çıktılar

Türkiye’nin önde gelen çevrecileri, İstanbul’a yapılması düşünülen üçüncü boğaz köprüsüne karşı tek vücut oldu. Doğa Derneği, TEMA, Türçek ve WWF-Türkiye, üçüncü köprünün sadece İstanbul’un değil Türkiye’nin sorunu olduğunda hemfikir.

Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk /13 Ekim 2009

İstanbul Çevre Düzeni Planı’nda yer almamasına rağmen bir anda Türkiye’nin gündemine giren üçüncü Boğaziçi Köprüsü projesine çevrecilerden sert tepki geldi. Türkiye’nin belli başlı çevre kuruluşlarından Doğa Derneği, TEMA, Türçek ve WWF-Türkiye, köprü planlarının iptali için birlikte hareket etme kararı aldı. Çevrecilere göre, üçüncü köprü sadece İstanbul’un doğasına ve sakinlerine değil, Türkiye’ye yapılacak bir haksızlık olacak. Birlikte sonuna kadar hareket etme kararı alan dört kuruluş, kampanya sloganı olarak da “Boğazımızı sıkmayın” da karar kıldı.

Su havzaları tehlikede
Ortak basın toplantısında söz alan çevre kuruluşları temsilcileri, İstanbul’u daha ne kadar büyütmek istiyoruz” sorusunun yanıtı bilimsel olarak verilmedikçe hiçbir kamu kurumunun ülke kaynaklarını bu projeye yönlendirme hakkı yoktur açıklamasını yaptı. WWF-Türkiye Doğa Koruma Müdürü Sedat Kalem, “Üçüncü köprü projesiyle, İstanbul’un iki yakası üzerinde bulunan yedi su havzasıyla birlikte yaşam kalitemiz de etkilenecek” uyarısında bulunurken, projeyi, toplu taşımadan çok bireysel taşımaya önem veren, iklim değişikliğine yol açan karbon salımını arttıran bir proje olarak niteledi.

Ne kadar çok köprü, o kadar çok araç
TEMA adına söz alan Yönetim Kurulu Üyesi Deniz Ataç ise, “Ülkenin sosyal sorunlarına ek problemler çıkaran bu kararların alınması acıklı. Birinci ve ikinci köprünün şehre, ülkeye ne getirdiği iyi analiz edilmeli. Sadece Anadolu yakasında 17 bin 150 hektarlık orman alanı ikinci köprü ve TEM otoyolu kenarında yok edildi. Bu alanların artık tekrar orman olma şansı yok” dedi. TÜRÇEK adına toplantıya katılan Yönetim Kurulu Başkanı Doç. Dr. Barbaros Gönençgil, ciddi bir ÇED sürecinin yapılması gerektiğine işaret ederek, artan köprü sayısının insan değil araç geçişini arttırdığına dikkat çekti. “ikinci köprünün yapımından sonra araç geçişi yüzde 1180 arttı” diyen Gönençgil, transit taşımacılığın İstanbul trafiğindeki payının yüzde 6 olduğuna değinerek, “Bu, yüzde 6’lık transit taşımacılığı için yapılan bir proje değil. Üçüncü köprü İstanbul’un projesi değil, İstanbul hazırlamadı. Kim hazırladıysa sahibi ortaya çıksın” çağrısında bulundu.

“Eroğlu, doğanın seri katili”
Böyle önemli bir konuyu tek bir bakanın, başbakanın kararıyla açıklamak mümkün değil diyen Doğa Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Güven Eken, Çevre Bakanı Veysel Eroğlu’nu da sert bir şekilde eleştirdi. Türkiye’nin sulak alanlarının yarıdan fazlasının kaybedildiğini söyleyen Eken, “Geçtiğimiz üç yılda bütün derelerin su kullanım hakkı satıldı. Dünyanın terk edildiği nükleer enerjiye kapılar açıldı. 2B alanları satışa çıkarıldı. Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu, son 5 yılda (gerek DSİ gerekse Çevre Bakanlığı’nda) yaptığı icraatlarla Türkiye doğasının seri katilidir. Söyleyecek başka kelime bulamıyorum” dedi.