Türkiye, GDO'ya kapılarını açtı

Önceki gün Resmi Gazete'de yayımlanan yönetmelikle, Türkiye'ye yasal yollardan GDO'lu ürün ve yem getirmenin önü açıldı. Prof. Dr. Tayfun Özkaya, yeni yönetmelikle beyana dayalı olarak GDO'lu ürünlerin ithalatının önünün açıldığına dikkat çekiyor. Hukukçular ise biyogüvelik kanunu olmadan çıkartılan yönetmeliğe sert eleştiriler yöneltiyor.

Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 28 Ekim 2009

Genetiği değiştirilmiş organizmaların (GDO) ithalatına izin veren yönetmeliğe itirazlar sürüyor. Resmi gazete 26 Ekim tarihinde yayımlanarak yürürlüğe giren yönetmeliğin, bugüne kadar ithaline izin verilmeyen GDO’lu ürünlere yeşil ışık yaktığını belirten GDO karşıtları ve çevreciler, risk faktörünün hiçe sayıldığını ve sürece dahil edilmemelerinden yakınıyor.

Ege Üniversitesi Tarım Ekonomisi Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Tayfun Özkaya, kimilerince yönetmeliğin, ‘GDO Türkiye’de yasaklanıyor şeklinde yanlış anlaşıldığını’ ancak durumun aksi yönde olduğunu belirtiyor. “Türkiye kapılarını GDO’ya resmen açtı” diyen Özkaya, “Resmi olarak gelmiyor dense de bu ürünler Türkiye’ye geliyordu. Mısırlarda yapılan analizler GDO olduğunu ortaya çıkarmıştı. Yönetmelikle GDO’lu ürünlerin ithalatı serbest bırakılıyor. GDO’lu ürünlerle yapılmış çikolatalar bile getirilebilecek” diyor.

Madem zararsız neden bebeklere yasak?
Yönetmeliğin 5. maddesinde yer alan, “GDO lu ürünlerin, bebek mamaları ve bebek formülleri, devam mamaları ve devam formülleri ile bebek ve küçük çocuk ek besinlerinde kullanılması yasaktır” hükmüne atıfta bulunan Özkaya, “GDO’nun insan sağlığına zararlı olduğu birçok araştırmayla kanıtlandı. Madem GDO zararsız, neden bebek mamalarında kullanılmasına yasak getiriliyor?” diye soruyor. Bebek mamalarında kullanılmasına izin vermiyorsunuz bunun zararlı olduğunu kabul ediyorsunuz diyen Özkaya’ya göre, GDO içermeyen ürünlerin etiketlerinde ‘GDO yoktur’ yazılmasının yasaklanması ise haksız rekabet yaratıyor.

GDO’ya Hayır Platformu Hukuk Komisyonu üyesi Ilgın Özkaya Özlüer, ürünün GDO’lu kabul edilmesini belirleyen oranların AB müktesabatından birebir alındığını ancak bilimsel anlamda hangi temele dayandığının açıklanmadığına dikkat çekerek, “Bu oranların nasıl belirlendiği bizimle tartışılmadı” diyor. Bandırma’dan gelen mısırların GDO’lu çıktığını ispatlamamızdan beri bu ülkeye giren GDO’lu mısırlar hakkında yasal işlem yapılmasını bekledik diyen Özlüer, “Biyogüvenlik sistemi kurulmadan ithalat, ihracat, kontrol ve denetimi içeren bir yönetmelik çıkarıldı. Çevre Hukuku’nun önemli bir parçası olan ihtiyatlılık ilkesi göz ardı edildi. Risk faktörünün bu kadar yüksek olduğu bu alanda insan ve çevre sağlığının korunması devreye sokulmalıydı” açıklamasını yapıyor.

Şirketlerin beyanına dayalı
Özlüer, “Uzun zamandır bir biyogüvenlik kanunu oluşturulacağı söylendi. Fakat yönetmelik düzeyinde bir sistem getirildi. Ne üretici, ne biyoçeşitlilik ne de hayvan sağlığı açısından yönetmelikte bir güvence göremedim. Kontrol ve denetim yönetmeliği olmuş olmasına rağmen bu denetim şirketlerin beyanları üzerinden yapılıyor. Bir risk durumunda ne olacağı, nasıl yönetileceği belli değil” diyerek hukuki süreç başlatmayı planladıkları yönetmeliği eleştiriyor.

***
GDO yoktur yazmak yasak!
Yönetmeliğin 5. maddesinin sekizinci bendi ‘GDO yoktur’ yazılmasını yasaklıyor. 6. ve 7. bentleri ise bir gıda ve yemin GDO’lu kabul edilmesi için aranan şartları ortaya koyuyor. Söz konusu gıda veya yemin en az yüzde 0,9 oranında GDO içermesi o ürünün GDO’lu kabul edimesini sağlıyor. Yönetmelikteki ilginç bir madde ise izin verilmeyen GDO’larla ilgili. Gıda veya yemin yüzde 0,5’tan fazla, izin verilmeyen GDO içermesi halinde ithalatına, işlenmesine, nakline, dağıtımına ve satışına izin verilmiyor. Yüzde 0,5’tan azsa izin verilmeyen GDO’da serbest bırakılıyor.

Kompozisyon yazdılar Çin’e seyehat kazandılar

Yön Radyo ve Çin Uluslararası Radyosu işbirliğiyle düzenlenen kompozisyon yarışmasının sonuçları açıklandı. “Ben ve Çin” adlı yarışmasının iki birincisi gelecek hafta Çin’e gidiyor.

Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 28 Ekim 2009*

Uzun bir süredir Çin Uluslararası Radyosu’nun(CRI) Türkçe servisiyle ortak yayınlar hazırlayan Yon Radyo, yine CRI ile birlikte düzenlediği kompozisyon yarışmasını sonuçlandırdı. “Çin ve Ben” adlı kompozisyon yarışmasının birincileri Leyla Ünver ile Mehmet Ali Öztürk, plaketlerini CRI Birinci Başkan Yardımcısı Xia Jixuan ve Yön Radyo Yönetim Kurulu Başkanı Yüksel Kılınç verdi. İki birinci, ödül olarak bir haftalık Çin gezisi de kazandılar ve önümüzdeki hafta Türk Hava Yolları’nın desteğiyle Çin’e uçuyorlar.

Çin Halk Cumhuriyeti’nin 60’ncı kuruluş yıldönümü nedeniyle düzenlenen yarışmada dereceye girenlere ödülleri, Grand Cevahir Otel ve Kongre Merkezi’nde düzenlenen törenle verildi. Törene CRI Birinci Başkan Yardımcısı Xia Jixuan başkanlığındaki beş kişilik Çin Heyeti ile Çin Halk Cumhuriyeti’nin İstanbul Başkonsolosu Zhang Zhil de katıldı.

Yön Radyo Yönetim Kurulu Başkanı Yüksel Kılınç törende yaptığı konuşmada, “Türkiye ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin iki seçkin kurumu, YÖN Radyo ve CRI, kamusal yayıncılığın güzel örneklerini uluslararası alana taşırken iki kültürün buluşması için yeni köprüler kurmaya devam edecekler” dedi. CRI Birinci Başkan Yardımcısı Xia Jixuan ise Çin Uluslararası Radyosu ile Yön Radyo’nun işbirliği gerçekleştirilen yarışmaya yaklaşık 4 bin kişinin katılması, Türk halkının Çin’e olan dostluğun bir ifadesidir” yorumunu yaptı. Jixuan, “Çin-Türkiye dostluğunun sürekli olarak pekiştirilmesi, her iki ülke halklarının ortak arzusu. Bu arzunun yerine getirilmesinde önemli rol oynayan Çin Uluslararası Radyosu olarak, Türk toplumunun bütün kesimlerinin desteğini de alarak Çin-Türkiye dostluğunun zeminini pekiştirmek için çabalarımızı sürdüreceğiz” şeklinde konuştu. Yarışmada özel ödüle değer bulunan Yurdanur Atadan ise ödülünü Radyo Televizyon Yayıncıları Meslek Birliği (RATEM) Başkanı Yusuf Gürsoy’dan aldı.

Ağırlıklı olarak halk müziği yayınları yapan Yon Radyo ve 59 farklı dilde yayın yapan CRI, önümüzdeki günlerde Çince türküleri Türkiye’de, Türkçe türküleri de Çin’de verecekleri konserlerle seslendirmeyi planlıyorlar.

*tam metin

Enerji Tüketmeme Hakkı

Bu yazıyı birkaç ay önce cevreciyiz.com adlı site için hazırlamıştım. Kopenhag'taki önemli toplantı öncesi günlüğe eklemenin doğru olacağını düşündüm.

İyi okumalar,

Özgür


Ötenazi hakkı dünyanın birçok ülkesinde tanınmıyor ve gündeme geldiğinde oldukça sert tartışmalara neden oluyor. İnsanların ne kadar umutsuz olurlarsa olsunlar, kendi hayatlarına son verme isteklerine pek sıcak bakılmıyor. Bu tavır sanırım sadece söz konusu olan bir birey olunca geçerli. Toplu ötenazi kavramsal olarak konuşulmasa da tüm dünyada serbest bırakılmışa benziyor. İnsanların kendilerinin ve diğer canlıların hayatlarına son vermek için ellerinden geleni yapmalarına aslında açıkça seyirci kalındığını söylemek de mümkün. Kullandığımız her fosil yakıt (petrol, doğalgaz ve kömür), boşa akıttığınız her damla su, gerçekten ihtiyacımız olmadığı halde tükettiğimiz her türlü hammadde ya da gıda bizi filmin son karesine daha da yaklaştırıyor. Hayatımızı kendi ellerimizle ve bilinçli bir şekilde yok ediyoruz ama kimse müdahale etmiyor. Çünkü bunun adı “ötenazi” değil “tüketim”; hatta kimi zaman “gelişme” ve “refah toplumuna geçiş” olarak bile adlandırılabiliyor. Paranın çoğalması karşılığında yaşamın azalmasının “iyi” olarak algılandığı bir dünyada yaşıyoruz.

Tüketmenin “medeni”, tüketmeyi reddetmenin “ilkel” bir davranış olarak gösterilmeye çalışıldığı bu yeni dünya düzeninde doğduk çoğumuz. Gazeteciler abartır derler ya, abartmadığımızı bir örnekle açıklamakta fayda var. Mersin Akkuyu’da kurulması düşünülen nükleer santrale karşı çevrecilerin argümanlarından biri, “Nükleer santrale evet demektense mum ışığında oturmaya razıyım” idi. Nükleeri savunanlar hemen bu argümanı kullanarak çevrecileri “gericilikle” suçlamış ve mağarada yaşamayı istemekle itham etmişti. Gördüğünüz gibi abartmamışız. Mum ışığı bir semboldü belki ama “yaşamı riske atmaktansa, bireysel konforumdan ödün veririm” diyebilen insanların davranışının “ilkel” olmadığı, tam tersine ilerici olduğu sanırım bugün daha net görülüyordur. Kendi ömürleri için gezegenin geleceğinden çalan anlayış, Sanayi Devrimi’yle birlikte, yani yaklaşık iki yüz elli yıl içerisinde, gezegenin her köşesindeki canlının yaşamını tehdit eden bir sistem kurmaya başardı. 1763 yılında İskoçya’da bulunan buharlı trenin dumanı bugün Kuzey Kutbu’ndaki kutup ayılarına kadar ulaşmış durumda. Ayıların burunlarının ucuna getirilen bu medeniyetten pek hoşlandıklarını söylemekse pek olası değil. Eriyen buzullar, azalan yiyecek stoku sonucu yaşam tehlikesi altındılar. Ortadan kaybolan arılardan, her yıl yangınlar sonucu azalan ormanlardan ve 2003 yılında meydana gelen aşırı sıcak dalgaları sonucu Avrupa’da hayatını kaybeden 35 bin insandan da haberdarız. Yapılan bilimsel çalışmalar, tüm bunların sorumlusunun insan kaynaklı iklim değişikliği ya da halk arasında bilinen adıyla küresel ısınma olduğunu kanıtlamış durumda.

Küresel Isınma Bir Varsayım Değil
İlk uyarı, 1981 yılında Profesör James Hansen tarafından “Science” dergisinde kaleme alınan ve atmosferdeki karbondioksit (CO2) artışının iklim değişikliğine yol açacağını belirten 10 sayfalık makalesiyle geldi. Sanılanın aksine, iklim değişikliğinin bir gerçek olarak kabul edilmesi, ne çevreci kuruluşların iddiaları ne de Al Gore’un filmi yüzünden oldu. 2007 Nobel Barış Ödülü’ne layık bulunan Uluslararası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO) ve BM Çevre Programı (UNEP) tarafından iklim değişikliği üzerine bağımsız araştırmalar yapması için 21 yıl önce, 1988 yılında kuruldu. Üç ayrı başlık altında çalışmalarını yürüten IPCC, olayın fiziki bilimsel temelini; etki, uyum ve zayıflıklarını araştırdı. 21 yıl içinde dört önemli rapora imza attı. Üçüncü değerlendirme raporu 2001 yılında yayımlanmıştı.

2007 yılında yayımladıkları 4. Değerlendirme Raporu’nun hazırlanması 6 yıl sürdü. 2007 Raporunun dört ayağından biri olan iklim değişikliğinin bilimsel temelleriyle ilgili bölüm 152 kişilik ana yazar (bilim insanı) kadrosu tarafından kaleme alındı. 30 ülkeden yazarlar katkıda bulundu ve yine 600 uzman tarafından gözden geçirildi. Hükümetlerin uzmanlarının katkıları da ayrıca alındı. Politika yapıcılar için bir sonuç niteliğinde olan özet bölüm 113 ülke tarafından onaylandı. Kısacası, küresel iklim değişikliğiyle ilgili bilimsel bulgular ne bir tek ülkenin ne de bir tek bilim insanının ürünü. 30 yılı aşkın süredir yapılan araştırmalar sonucunda, küresel iklim değişikliğinin varlığı ve insan kaynaklı olduğu, tüm dünyadan gelen bilim insanı ve hükümet yetkililerinin ortak kanısı olarak ortaya konmuştur.

Türkiye Yüzde 119 Artışla Birinci
‘İnsan kaynaklı’ kavramını da burada açmakta fayda var. İnsanın varoluşu değil, yaşam biçimi ve tercihleri iklim değişikliğine neden olmakta. İnsan oldukça meydana gelecek bir doğal afetten veya kaderden bahsetmediğimizin altını çizelim. Avrupa Komisyonu tarafından yapılan araştırmaya göre, Avrupa içerisinde ciddi bir koalisyon, küresel ısınmayı dünyanın en tehlikeli problemi kabul ediyor. Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan’ın başını çektiği bu ülkelerde dünyayı tehdit eden en büyük tehlikenin küresel ısınma olduğu yargısı %90’larla destek görürken Türkiye’de bu oran %60’larda kalıyor. Bu korkusuzluğumuz sade vatandaştan karar alıcılara kadar uzanıyor aslında. Türkiye’nin sera gazı emisyonlarına baktığımızda, bir azalma eğilimi görülmediği gibi aksine çok ciddi bir artış yaşandığı görülüyor. 1990 yılında 170,06 milyon ton olan sera gazı emisyonları (CO2 eşdeğeri) 2007 sonunda 372,6 milyon tona ulaştı. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS) kapsamında EK-1 ülkesi olarak adlandırılan grupta yer alan Türkiye, %119’luk artışla açık ara önde gidiyor. Türkiye’nin BMİDÇS’ye 2004 yılında taraf olmasına ve geç de olsa Kyoto Protokolü’ne 2009 yılında imza atarak bundan sonraki süreçte aktif rol alacağını beyan etmesine karşın, sera gazı artışının kontrolsüz büyümesi açıkçası kaygı verici. 1990’dan bu yana gerçekleşen en büyük yıllık artış, 40 milyon tonla 2006-2007 yılları arasında meydana geldi. Bu yıl (2009) sonunda Kopenhag’ta yapılacak 15. Taraflar Toplantısı’nda (COP-15) çıkacak kararlar hazırlıksız bir Türkiye’yi ciddi şekilde zorlayabilir. Mayıs ayında ortaya çıkan ilk taslak metinde, 2020 yılına kadar sera gazı emisyonlarını 1990 yılına göre %25 ile 45 oranında aşağı çekilmesini isteyen farklı hedefler var. Ayrıca, 2050 yılında yine 1990 yılına göre en az %75 azaltmayı hedefleyen iddialı ama bilim insanlarının tavsiyeleriyle paralellik gösteren öneriler var. Bu rakamları görünce, Türkiye’nin bugüne kadar olduğu gibi 2012’den sonra da elini kolunu sallaya sallaya atmosferi kirletmeye devam edebileceğini düşünmek biraz hayalperestlik olur.

Kyoto Protokolü imzalandığında kendisini biraz da farkında olmadan, gelişmiş ülkelerle aynı sınıfta bulan Türkiye, her ne kadar özel durumunu Marakeş’teki toplantıda tanıtmış olsa da, küresel ısınmaya yaptığı ülkesel katkının büyüklüğü ve artış potansiyeliyle, Kopenhag sonrasını ilk dönemde olduğu gibi yükümlülük almadan geçiremeyebilir. Bundan çok da korkmamak lazım. Kendini doğru yerde konumlamış bir Türkiye, Kyoto’daki gibi benzeri yaptırımlar içeren her türlü anlaşmayı ülkenin politikalarını yeşile döndürmek için fırsat olarak kullanabilecek potansiyele sahip. Çünkü iklim değişikliğini durdurmayı öneren tüm tedbirler, yenilenebilir enerji kaynakları (güneş, rüzgar, küçük hidro, jeotermal, dalga, biyokütle gibi), enerjinin verimli kullanılması, tüketim toplumunun sorgulanması gibi ana ekonomik temellere dayandırılıyor. Türkiye’de zaten sınırlı olan petrol, kömür, doğalgaz, uranyum gibi kaynakların yerine; rüzgar (Avrupa’nın ikinci en iyi potansiyeli), güneş (Avrupa’nın en iyi ikinci potansiyeli) ve jeotermal (dünyanın yedinci en iyi potansiyeli) gibi kaynakları kullanmayı teşvik eden ve gerekli destekleri sağlamayı taahhüt eden bir mekanizmadan bahsediyoruz. Üç tarafı denizlerle çevrili (açık deniz rüzgar enerjisi ve dalga), tarım için arazi ve insan kaynağı olan (biyokütle, biyoyakıt) bir ülkede bu geçişi yapmaktan neden bu kadar korktuğumuzu anlamak biraz zor.

Önce Enerji
Türkiye sera gazı emisyonlarını düşürmek istiyorsa işe enerjiden başlamak zorunda. 2007 yılındaki 40 milyon tonluk artışın %75’i enerji kaynaklı. Toplam rakama bakıldığında 372 milyon tonluk emisyonun 282 milyonunun enerji sektörü başlığının altında yer aldığını görüyoruz. Kömür ve doğalgazla çalışan santrallerin bu rakama katkısı büyük; %90’dan fazlasının kara yoluyla yapıldığı yük ve insan taşımacılığının da. Petrole, kömüre ve doğalgaza olan bağımlılık, bir başka deyişle dışa bağımlılık, iklim değişikliği sorununa Türkiye’nin katkısının da özünü oluşturuyor. Çözüm, bu santrallerin yerine yenilenebilir enerji kaynaklarından elektrik enerjisi üretmek mi sorusunun yanıtı evet ama işin bu kadar “basit” olduğunu söylemek sorunu fazla hafife almak olur. Sorun, ekonomik krizle birlikte düşse de artma eğiliminde olan enerji talebini kontrol edememekte yatıyor. Enerji Bakanlığı’nın girişine “Sınırsız enerji talebini sınırlı enerji kaynaklarıyla karşılayamazsınız” sözlerini büyük harflerle yazmayan hiçbir iktidarın sorunu çözme şansı bulunmuyor. Kömür, doğalgaz, petrol ve nükleer santralde kullanılan uranyumun sınırlı olduğu biliniyor. Literatürde sınırsız olarak adlandırılan ve güneş var olduğu sürece var olacak yenilenebilir enerji kaynaklarının da, güneş panelinden, rüzgar türbinine kadar hammaddelerinin sınırlı olması benzer bir sınırlamayı aslında onlar için de getiriyor. Bu durumda, sihirli formülün talebi kontrol etmek olduğu açık.

Talep Yönetimi Ve Enerji Yoğunluğu
Talebi ne kadar kontrol ettiğimizi ya da Türkiye için konuşursak ne kadar kontrol edemediğimizi enerji yoğunluğu verilerine bakarak anlayabiliyoruz. Türkiye’de 1000 Avroluk Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GHSYİH) yaratmak için 2006 yılında 446 kilogram eşdeğeri petrol (KEP) harcamak gerekirken, Avrupa’nın en iyisi konumundaki İsviçre’de 95 kilogram eşdeğeri petrolle aynı ürün elde edilebiliyor. İsviçre’ye göre yaklaşık 4,5 kat fazla enerji harcayarak aynı işi yapıyoruz. Japonya için bu rakam 114, Danimarka için 118 ve Almanya içinse 154 kilogram eşdeğeri petrol. Türkiye’den kötüleri de var, Bulgaristan (1554) ve Romanya (1128) gibi. Burada asıl dikkat etmemiz gereken, dünyada enerjiyi akıllı kullanmaya yönelik politik tedbirlerin alınmaya çalışılması ve enerji yoğunluğunun hemen hemen her ülkede giderek aşağıya çekilmesi. Listenin sonunda yer alan Bulgaristan, 1996 yılında 1000 Avroluk GSYİH için 2543 KEP harcıyordu. 10 yıl içerisinde yarıya yakın bir iyileştirme gösterdiler. Listenin başarılı isimlerinden Almanya bu rakamı 179’dan 154’e düşürmeyi başardı. Türkiye’de ise değişen fazla bir şey olmadı. 1996 yılında 486 KEP ile yaptığımız işi aradan 10 yıl geçmesine rağmen halen 446 KEP ile yapıyoruz.

Açıklanamayacak bir problem değil. Bugün hala, gelişmek için daha fazla enerji tüketmemiz gerektiğini söyleyen akademisyen, işadamı ve politikacılarla dolu eski bir zihniyetin politikalarını sürdürüyoruz. Kişi başına düşen enerji tüketiminin artışını, çıktılara bakmadan olumlu veri olarak kullanıyoruz. Türkiye’nin yapacağı en akıllı iş, kömür mü olsun rüzgar mı tartışmalarını bırakıp, enerji yoğunluğunu düşürecek verimli teknoloji kullanımının önünü açmak olmalıdır. Bunun için de enerji konusunda felsefi anlamda bir devrim yapmak şart görünüyor.

Uluslararası Enerji Ajansı’nın bugünkü politikaların sabit kaldığını varsaydığı senaryosuna göre 2030 yılında da fosil yakıtlar, birincil enerji kaynaklarının %80’ini oluşturacak. Böyle bir senaryonun gerçekleşmesinin iklim değişikliğini geri dönülmez noktalara getireceği gerçeğini bir yana bıraksak bile bu tablo alışılagelmiş enerji denkleminin bozulmasının çok zor olduğunu da gözler önüne seriyor. Türkiye’nin 50 civarında yeni kömür santrali inşa etmesi için kollarını sıvaması, sera gazı verilerine bakıldığında nasıl anlamsızsa, fosil yakıt tüketimine küresel anlamda devam etmek de o kadar anlamsız. Görünen o ki, enerjide fosil yakıtlardan güneş ve verimlilik ekonomisine geçmek, sektör içinde pozisyonlarını değiştirmek istemeyen şirketlerin gönüllü ya da zorunlu katılımıyla olacak. Zorunlu katılım için bireylerin elleri sanılandan daha güçlü. Enerji yoğunluğunu düşürmek için alınan tüm önlemler, firmaları kar için alan değiştirmeye zorlayacak. Evlerin çatılarına konan güneş panelleriyle, daha az elektrik harcayan buzdolaplarıyla bağımsızlaşmaya başlayan tüketiciler makro taleplerini de kabul ettirebildikleri anda dünya değişmeye başlayacak. Taleplerin temelinde ise, “Enerji Tüketmeme Hakkı” yatmak zorunda.

Tü-ket-ti-re-mez-si-niz!
Çevrecilerin enerji tüketiminin üzerinde bu kadar çok durmalarının nedeni sadece sera gazlarıyla açıklanamaz elbette. Nükleer atıklardan, tarım arazilerinin kül dağlarına dönüşmesine, Yatağan’da yok olan zeytinliklerden, astım ve solunum yolu hastalıklarına kadar birçok sorun konvansiyonel enerji kaynaklarıyla ilintili. Bir başka sorun ise enerjinin bugüne kadar verilen eğitim içerisinde adeta tüketmeye mecbur olunan bir kaynak gibi insanlara öğretilmesi. Sorunun çözümünü güçleştiren bu öğreti, milyonlarca insanın yaşadığı bir kentte metro yerine özel arabalarla ulaşıma zorlanan ve dolayısıyla enerji tüketmeye teşvik edilen insanların önündeki en büyük engellerden biri. Halbuki insanların her alanda enerjiyi daha az tüketmek için söz hakları olmalı ve bu haklarının olduğu, nasıl kullanılacağı onlara öğretilmeli. Metro yerine minibüse, otobüs yerine otomobile, güneş enerjisiyle aydınlanan sokak lambaları yerine kömür santrallerinden gelen elektrikle yakılan ampullerle yolunu bulmaya çalışan insanların, enerji tüketmeme / enerji kaynağını seçme haklarının gasp edildiğinden haberdar olmaları gerekiyor. Tüketmeme hakkımızı politik yoldan istemeyi öğrenmek zorundayız. Seçeneksiz bırakılmak aslında gizlice tüketmeye teşvik edilmektir. Kirleten teknolojilerle temiz teknolojilerin rekabet edebilmeleri için aynı elektrik piyasasında olduğu gibi bir düzenleme yapılması ve karbon vergisi gibi örneklerin tüm alanlara yayılması zorunlu kılınmalıdır. Yakıtı verimli kullanmayan bir motor ancak kirlettiği oranda cezalandırılırsa verimli ama ilk maliyeti yüksek olan motorlarla değiştirilebilir. Rüzgar enerjisi atmosfere salmadığı karbondioksit için kredilendirildiğinde gerçek maliyet hesabı ortaya çıkmış olur. Termik santral tarafından hastalanan insanların bakım giderleri o santralin işletme giderlerine katıldığında gerçekten hangi kaynağın pahalı olduğu anlaşılabilir.

Yaşamı ya da birbirimizi tüketmeye övgüler yaratan bu “medeniyetten” kaçmaya çalışan insanlar, enerji tüketmeme haklarını kullanabildikleri anda gerçek bir demokrasiye daha yaklaşmış olabileceğimiz kesin.

Ekonomik kriz iklime yaradı

Uluslararası Enerji Ajansı’nın tahminlerine göre küresel ekonomik ve finansal kriz nedeniyle, iklim değişikliğine yol açan karbondioksit emisyonları 2009 yılında yüzde 3 oranında düşecek. Tahminler gerçekleşirse bu, son 40 yıl içerisindeki en büyük düşüş olacak.

Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 17 Ekim 2009

Küresel ekonomik kriz binlerce kişiyi işsiz bırakmış olsa da küresel ısınmanın pençesinde boğuşan dünya için de bir umut ışığı yaktı. Uluslararası Enerji Ajansı’nin (UEA) tahminlerine göre her yıl artan küresel seragazları emisyonları bu yıl yüzde 3 oranında düşecek. Tahminler gerçekleşirse, küresel ısınmaya yol açan sergazlarında son 40 yılda meydana gelen en büyük düşüş yaşanmış olacak. Ajansın tahminleri, bu düşüşün 2020’deki emisyon rakamlarının da yüzde 5 oranında azalması anlamına geleceğine işaret ediyor. Bu rakam, küresel ısınma konusunda ek tedbirler alınırsa daha da aşağı çekilebilecek.

UEA, önümüzdeki günlerde yayımlanacak olan Dünya Enerji Görünümü 2009 adlı raporunun iklim değişikliği için ayrılan özel bölümünde bu düşüşü bir fırsat olarak niteliyor. Buna rağmen, dünyanın ortalama sıcaklığının 2 dereceden fazla artmaması için gerekli politikaların mutlaka tüm ülkeler tarafından uygulanması gerektiğini de ekliyor. Bilim insanları, 2 derecelik artışın geçilmemesi için atmosferdeki karbondioksit miktarının 450 ppm olan üst sınırın altında tutulması gerektiği konusunda hemfikir. UAE Başkanı Nobuo Tanaka, “Mesaj basit ve yalın. Eğer dünya bugünkü enerji ve iklim politikalarına devam ederse iklim değişikliğinin sonuçları sert olacak. Enerji sorunun kalbinde, o halde çözümün de özünü oluşturmalı” diyor.

Çözüm için “450 ppm” senaryosunu öneren Enerji Ajansı, 2020 yılına kadar fosil yakıt kullanımında tepe noktasının aşılacağı ve emisyonların 2020 yılında 2007’ye göre yüzde 6 oranında artacağını öngörüyor. Buna karşın, 450 ppm’in altında kalınması için 2020 yılına kadar 3,8 giga ton emisyon indirimi gerekiyor. Bunun 1,6 giga tonunun Türkiye’nin de içinde bulunduğu OECD ülkeleri tarafından, 1 milyar giga tonunun ise halihazırda konuştuğu politikaların hayata geçirilmesiyle Çin tarafından gerçekleştirilmesi öngörülüyor.

Boğaziçi Üniversitesi öğretim görevlisi Doç.Dr. Gürkan Kumbaroğlu da krizlerden fırsatlar çıkacağı görüşünde. “Dünyada iki büyük kriz var, biri ekonomik diğeri de ekolojik kriz” diyen Kumbaroğlu, “450 ppm senaryosuna ulaşmak için küresel çapta seragazlarını 3,8 gigaton oranında azaltmak gerekiyor. Bu aslında çok da korkunç bir rakam değil. Bugünkü seviyelerin yaklaşık yüzde 13 altı. Bu artışın nedeni fosil yakıt kullanımından kaynaklı. Yeni yatırımlarda fosil yakıt kullanımını azaltmak, mevcut kullanımını daha verimli hale getirmekle bu rakamı hızla aşağı çekmek mümkün. Bunun maliyetinin de enerji tasarrufundan sağlayacağımız gelirle karşılayabileceğimizi UEA da söylüyor” diyor.

Seragazı emsiyonlarının düşmesinde endüstriyel ve elektrik üretimindeki düşüş de önemli rol oynuyor. Eurostat’ın verilerine göre Avrupa Birliği’nde 2009 yılı endüstriyel üretim rakamları bir önceki yıla göre büyük düşüş içinde. 2009 Mart ayındaki endüstriyel üretim miktarı bir önceki yıla göre yüzde 18,1 azalmış durumda. Ağustos 2009’da ise kısmi iyileşme görülse de 2008 yılının aynı ayına göre üretimde yüzde -13,5’luk bir azalma meydana gelmiş durumda. AB-27’de enerji üretimi de Nisan 2009’da 2008 Nisan’ına göre yüzde -12’lik bir azalma göstermiş. Ağustos 2009’da ise fark yüzde -6,2’lere kadar gerilese de hala geçtiğimiz yılın aşağısında. En büyük seragazı üreticileri ABD ve Çin’de ise durum farklı. ABD’de sanayi üretimi Ağustos 2008’e göre yüzde 10.7 azalırken Çin’de 12,3’lük artış meydana geldi. Çin, Hindistan ve Güney Kore gibi ülkelerdeki artışa rağmen diğer ülkelerdeki düşüş seragazı emisyonlarını düşürmeyi başardı.

UEA’nın yaptığı hesaba göre işin en can alıcı noktası da bu hedefe ulaşmak için 2010-2030 yılları arasında enerji sektöründe yapılması gereken 10 trilyon dolarlık yatırım. Acilen yatırımların hayata geçirilmesini öneren Tanaka, gecikilen her yılın maliyetleri 500 milyar dolar arttırdığına dikkat çekiyor.

***
Ülkelere göre yakıt kaynaklı CO2 emisyonları (Mt)
Ülke 1990 2007 Değişim(%)
Çin 2244 6071,2 170,6
Türkiye 126,9 265,0 108,8
İspanya 205,8 344,7 67,5
Kanada 432,3 572,9 32,5
ABD 4863,3 5769,3 18,6
Japonya 1065,3 1236,3 16,1
İtalya 397,8 437,6 10
Fransa 352,1 369,3 4,9
Birleşik Krallık 553 523 -5,4
Almanya 950,4 798,4 -16

Kaynak: UEA

***
Sektörlere göre küresel seragazı emisyonları (2007)

Elektrik ve ısı üretimi %41
Ulaşım %23
Endüstri %20
Diğer %10
Konutlar %6

Kaynak: UEA

“Kapital”i okumamak için bahane kalmadı!

Karl Marx’ın başyapıtı sayılan “Kapital”in çizgi roman versiyonu da çıktı. “Manga” olarak bilinen Japonlara has çizgi roman formunda yayımlanan Kapital Manga 16 Ekim’de piyasada.

Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 16 Ekim 2009

Dünyada 2008 yılında Japon yayınevi East Press tarafından ilk olarak çizgi romanlaştırılan ve 100 binin üzerinde satan Karl Marx’ın “Kapital”i, türkçeye çevrildi. Yordam Kitap tarafından 16 Ekim’de satışa sunulacak Kapital, bir peynir fabrikasındaki üretim sürecini temel alarak bilimsel sosyalizmi, Japonlara has çizgi roman formu olan Manga ile birleştiriyor.

Eser, pazarda babasıyla birlikte peynir satarak hayatını kazanan Robin’in daha çok para kazanmak için kapitalist bir girişimci olan Daniel’le iş ortaklığına giderek bir peynir fabrikası açması üzerine kurulmuş. Robin, bir süre sonra işçileri acımasızca sömürmeden başarılı olmanın imkânsız olduğunu anlar görür ve büyük bir huzursuzluk yaşamaya başlar. Bu, en sosyalist Manga kitabında, Robin’in öyküsü üzerinden Marx’ın Kapital’indeki önemli notlar okuyucuya aktarılmaya çalışılıyor. Kapital manga’nın Yayın Yönetmeni Hayri Erdoğan, çizgi roman versiyonunu hem kitabı hiç okumamışlara hem de daha önce tamamını bitirmeyi başarmış olanlara tavsiye ediyor. Kitabın ilk baskısı 5 bin adet olarak basılmış ve Erdoğan, kısa sürede ikinci baskıyı yapacaklarını düşünüyor. Kapital Manga’nın ikinci cildi ise 4 Ocak 2010’da kitapçılarda yer alacak.

Komünist Manifesto sırada
Kapital’in çizgi roman çevirisi Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Japon Dili ve Edebiyatı bölümü öğretim üyesi H. Can Erkin tarafından yapılmış. Yayınevi ayrıca, sosyalizmin en yaygın eseri sayılan “Komünist Manifesto”yu da İtalyan grafik sanatçısı Rodolfo Mercenaro’nun çizgileriyle önümüzdeki haftalarda okurlara sunmaya hazırlanıyor. Yasaklanmamış olmasına rağmen bugün bile birçok cezaevine alınmayan Karl Marx’ın başyapıtı “Kapital”in çizgi roman versiyonunun bu yasaklardan nasibini ne kadar alacağı ise ayrı bir soru.

***
Manga Nedir?
Manga, kökleri Japon kültür tarihinin derinliklerine inen bir çizgi-roman türü. 18. yüzyıl başlarından itibaren geniş okuyucu kitlesine hitap eden bir tür olarak yaygınlaşmaya başlamış. Günümüz Japonya’sında ise yılda 10 binin üzerinde manga kitap ve üç yüzün üzerinde de süreli manga dergi yayınlanıyor, çizgi film ve dizileri de birçok dile çevriliyor.

Ermenistan yeni transit ülke olabilir

Özgür Gürbüz /14 Ekim 2009

Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı’nın (SETA) İstanbul’da düzenlediği Türkiye-Rusya İlişkileri Çalıştayı’nın davetlisi olarak Türkiye’ye gelen Doç. Dr. Yury Borovsky, Türkiye ve Ermenistan arasında imzalanan protokolün yeni bir enerji boru hattı olasılığı yarattığını söylüyor. Moskova Uluslararası İlişkiler Devlet Enstitüsü öğretim görevlisi olan Borovsky, “Ermenistan da transit bir ülke olabilir. İran-Ermenistan arasında halihazırda bir boru hattı var. Azerbaycan’ı by-pass edecek yeni bir rota olabilir, böyle bir olasılık var” diyor.

Türkiye-Avusturya arasında inşa edilmesi planlanan Nabuko Doğal Gaz Boru Hattı projesinin geleceği hakkında ise çok iyimser değil. Her yıl 30 milyar metreküp gaz taşınması planlanan boru hattı için yeterli gazın bulunmadığına değinen Borovsky, “Nabuko projesinin geleceğini şüpheli görüyorum. Bu boru hattı için yeterli gaz yok. Azerbaycan her yıl 7-8 milyar metreküp verebilir. Olası tedarikçiler, Türkmenistan, İran, Irak ve Katar ama önemli problemler var” diyor. Türkmen gazını Nabuko’ya bağlamanın imkansız olduğunu söyleyen Rus enerji uzmanı, özellikle Hazar Denizi’ni geçecek bir boru hattının inşasında hukuki engeller olduğunu belirtiyor. Hazar Denizi üzerindeki uluslararası haklar üzerinde anlaşmazlık olduğuna ve ortada çok taraflı bir anlaşma olmadığına değinen Borovsky, Azerbaycan, Kazakistan ve Rusya arasında anlaşma olmasına rağmen inşaat başladığında İran’ın itiraz edebileceğini söylüyor.

Nabuko’daki belirsizliği fark ettiği için Türkiye’nin Rusya ile Güney Akım projesine imza attığını belirten ve Türkiye’nin doğru bir iş yaptığını söyleyen Borovsky, Mavi Akım projesinin hayata geçmesi için de anahtarın başta İsrail olmak üzere Suriye, Lübnan, Ürdün gibi Orta Doğu ülkelerinde olduğuna değiniyor. Bu ülkelerden talep olmazsa boru hattının yapılmayacağını söyleyen Yury Borovsky, talep olursa 2014-2015 yılına kadar hattın inşaatının bitirilebileceğini söylüyor.

Doğal olarak karşı çıktılar

Türkiye’nin önde gelen çevrecileri, İstanbul’a yapılması düşünülen üçüncü boğaz köprüsüne karşı tek vücut oldu. Doğa Derneği, TEMA, Türçek ve WWF-Türkiye, üçüncü köprünün sadece İstanbul’un değil Türkiye’nin sorunu olduğunda hemfikir.

Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk /13 Ekim 2009

İstanbul Çevre Düzeni Planı’nda yer almamasına rağmen bir anda Türkiye’nin gündemine giren üçüncü Boğaziçi Köprüsü projesine çevrecilerden sert tepki geldi. Türkiye’nin belli başlı çevre kuruluşlarından Doğa Derneği, TEMA, Türçek ve WWF-Türkiye, köprü planlarının iptali için birlikte hareket etme kararı aldı. Çevrecilere göre, üçüncü köprü sadece İstanbul’un doğasına ve sakinlerine değil, Türkiye’ye yapılacak bir haksızlık olacak. Birlikte sonuna kadar hareket etme kararı alan dört kuruluş, kampanya sloganı olarak da “Boğazımızı sıkmayın” da karar kıldı.

Su havzaları tehlikede
Ortak basın toplantısında söz alan çevre kuruluşları temsilcileri, İstanbul’u daha ne kadar büyütmek istiyoruz” sorusunun yanıtı bilimsel olarak verilmedikçe hiçbir kamu kurumunun ülke kaynaklarını bu projeye yönlendirme hakkı yoktur açıklamasını yaptı. WWF-Türkiye Doğa Koruma Müdürü Sedat Kalem, “Üçüncü köprü projesiyle, İstanbul’un iki yakası üzerinde bulunan yedi su havzasıyla birlikte yaşam kalitemiz de etkilenecek” uyarısında bulunurken, projeyi, toplu taşımadan çok bireysel taşımaya önem veren, iklim değişikliğine yol açan karbon salımını arttıran bir proje olarak niteledi.

Ne kadar çok köprü, o kadar çok araç
TEMA adına söz alan Yönetim Kurulu Üyesi Deniz Ataç ise, “Ülkenin sosyal sorunlarına ek problemler çıkaran bu kararların alınması acıklı. Birinci ve ikinci köprünün şehre, ülkeye ne getirdiği iyi analiz edilmeli. Sadece Anadolu yakasında 17 bin 150 hektarlık orman alanı ikinci köprü ve TEM otoyolu kenarında yok edildi. Bu alanların artık tekrar orman olma şansı yok” dedi. TÜRÇEK adına toplantıya katılan Yönetim Kurulu Başkanı Doç. Dr. Barbaros Gönençgil, ciddi bir ÇED sürecinin yapılması gerektiğine işaret ederek, artan köprü sayısının insan değil araç geçişini arttırdığına dikkat çekti. “ikinci köprünün yapımından sonra araç geçişi yüzde 1180 arttı” diyen Gönençgil, transit taşımacılığın İstanbul trafiğindeki payının yüzde 6 olduğuna değinerek, “Bu, yüzde 6’lık transit taşımacılığı için yapılan bir proje değil. Üçüncü köprü İstanbul’un projesi değil, İstanbul hazırlamadı. Kim hazırladıysa sahibi ortaya çıksın” çağrısında bulundu.

“Eroğlu, doğanın seri katili”
Böyle önemli bir konuyu tek bir bakanın, başbakanın kararıyla açıklamak mümkün değil diyen Doğa Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Güven Eken, Çevre Bakanı Veysel Eroğlu’nu da sert bir şekilde eleştirdi. Türkiye’nin sulak alanlarının yarıdan fazlasının kaybedildiğini söyleyen Eken, “Geçtiğimiz üç yılda bütün derelerin su kullanım hakkı satıldı. Dünyanın terk edildiği nükleer enerjiye kapılar açıldı. 2B alanları satışa çıkarıldı. Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu, son 5 yılda (gerek DSİ gerekse Çevre Bakanlığı’nda) yaptığı icraatlarla Türkiye doğasının seri katilidir. Söyleyecek başka kelime bulamıyorum” dedi.

Hakkını öğrenen kadın dayaktan kurtuluyor

Türkiye genelinde 15 yıldır sürdürülen Kadın İnsan Hakları Eğitim Programı, 42 ilde 7 bin 500 kadına ulaştı. Programa katılan kadınların yüzde 63'ünde aile içi fiziksel şiddet sona erdi.

Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk /12 Ekim 2009

“Ben şiddet ve dayakla büyüdüm, yaşamım boyu hak etmediğim bir şiddete maruz kaldım. Yarı görücü usulü evlendirildim. Dışarı çıkmak bile kolay olmadı benim için”. Bu sözler, Kadının İnsan Hakları Eğitim Programı’na (KİHEP) İzmir’den katılan Cemile adlı katılımcıya ait. Aynı katılımcı, dört ay süren eğitim programından sonra ise, “Ben hep böyle girişken, kendi haklarını bilen bir kadın değildim. Ekonomik özgürlük istiyorum. Tekrar okula başlama sebebim de bu zaten. En zor kısmını başardım” diyor.

Yüzde 13’ü kendi işini kurmuş
Türkiye’de maruz kaldığı şiddeti yine şiddetle çözebileceğini düşünen varsa bir daha düşünsün. Kadının İnsan Hakları – Yeni Çözümler Derneği tarafından 15 yıl boyunca 42 ilde verilen eğitimler gösteriyor ki, haklarınızı bilmek bile size uygulanan fiziki şiddeti büyük ölçüde durdurmaya yetiyor. 15 yılda eğitim alan 7 bin 500 kadının yüzde 63’ü, bilgilendikten sonra aile içindeki fiziksel şiddetin sona erdiğini söylüyor. Haklarını öğrenen kadınların yüzde 54'ü yeniden eğitime dönmüş, yüzde 29'u ücretli bir işe başlamış. Hatta yüzde 13’ü kendi işini kurmuş. Program, sadece kadınlara yönelik hak ihlallerine son vermiyor ayrıca onların çocuklarına karşı tekrarladığı yanlışlardan da dönmelerine neden oluyor. Katılımcıların yüzde 93’ünün çocuklarına yönelik tutumlarında düzelme görülmüş.

Basın toplantısıyla Kadının İnsan Hakları-Yeni Çözümler Derneği’nin çalışmalarını anlatan Başkan Doç. Dr. İpek İlkkaracan Ajas, eğitimin temel hedefini, kadınları bir birey, ailenin ve toplumun etkin birer üyesi olarak kendilerini ilgilendiren her konuda hakları üzerine bilgilendirmek ve bu hakları yaşamlarında uygulamaya koymaları için gerekli bilgi ve desteği vermek olarak açıklıyor. 16 ayrı modülden oluşan, 320 sayfalık eğitim programları, 1998 yılından itibaren Sosyal Hizmetler Müdürlüğü ve Çocuk Esirgeme Kurumu (SHÇEK) ile imzalanan protokol kapsamında SHÇEK’e bağlı Toplum Merkezleri’nde veriliyor. Dört ay süren eğitim süresince aynı bölgede yaşayan birçok kadın birbirlerini tanımaya başlıyor, sorunlarının kendilerine has olmadığını anlıyor. Eğiticileriyle sürekli iletişim içinde olan kadınlar için Ajas, “2-3 yıl merkeze gelmeye devam ediyorlar” diyor. Eğitim sonrası verilen destek, kadınlarla ilgili diğer çalışmalarda olduğu gibi, burada da kritik öneme sahip. Kadınların seslerini yükseltmeleri biraz da yalnız olmadıklarını bilmelerine bağlı.

Eğitimden erkekler de yararlanıyor
Kadınların haklarını öğrenmesi sadece onlara değil erkeklere de faydalı oluyor. Eğitime işsiz ve kendine özgüvenini çok düşük olduğu bir sırada katılan Dilek Uğur, eşini de “Baba Destek Programı”na katılmaya ikna etmiş. Eğitim sonucu özgüvenini tekrar kazandığını belirten Dilek Uğur’un eşi Ahmet Uğur’un "Eşimde olan değişikliği en çok ben fark ettim. Bir yaşındaki kızımızı kendi ayakları üzerinde duran biri olarak yetiştireceğiz" sözleri programın nerelere vardığının bir göstergesi.