Çevreci korkusuyla bankayı gizliyorlar

Hasankeyf'i 'yutacak' Ilısu Barajı'na kredi veren İsviçre bankası çekilince duran proje, bir Alman bankası devreye girince yeniden başladı. Ancak çevreciler tepki gösterir diye banka adı gizleniyor.

Özgür Gürbüz - Sabah / 2 Temmuz 2007

Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) kapsamında yapılması planlanan barajlar içinde en büyüğü olan ve tarihi Hasankeyf'i sular altında bırakacağı gerekçesiyle eleştirilen Ilısu Barajı, geçen ay ortasında ortaya çıkan kredi sorununu atlattı. Projeye kredi sağlayan İsviçre bankası Zurich Kanton Bank (ZKB) çevrecilerin baskısına dayanamayıp geri çekilince durma noktasına gelen baraj inşaatı, kısa sürede bir Alman bankasının devreye girmesiyle start aldı. Konsorsiyumun lideri Nurol İnşaat yetkilileri birkaç gün içinde baraj gövdesinin inşaatına başlanacağını söyledi.

3-4 GÜN İÇİNDE İNŞAAT BAŞLIYOR
Yaşanan süreci SABAH'a değerlendiren Nurol İnşaat'ın Ilısu Barajı Proje Koordinatörü Yunus Bayraktar, "Nedenini tam olarak bilemiyoruz ama 14 Haziran günü ZKB projeden çekildi. 15 Haziran günü sırada bekleyen 10 bankayla görüşmeye başladık. Bir Alman bankası devreye girdi ve sorun çözüldü" dedi. İsviçre bankasının yerine projeye kredi vermeyi kabul eden Alman bankasının ismini çevreciler baskı yapar diye açıklamak istemeyen Bayraktar, "3-4 gün içinde işi başlatıyoruz" dedi. Çalışmalar başlayınca, projeye destek veren tüm bankaların ismi de açıklanacak. Ilısu projesi 2001 yılında da gündeme gelmiş ve İngiliz Balfour Beatty'nin önderliğindeki firmaların kredi garantisi alamaması nedeniyle iptal olmuştu. Ilısu projesinin eski halinin çevre ve kültürel varlıkların korunması için yeterli olmadığını itiraf eden Yunus Bayraktar, yeni projenin ise AB ve Dünya Bankası'nın kriterlerine uygun olduğunu savundu.

'ESKİ PROJE ÇEVRECİ DEĞİLDİ'

Bayraktar şöyle devam etti: "2001'de proje krize girdiğinde ortada AB ve Dünya Bankası kriterlerinde gerçek anlamda bir ÇED Raporu, Kültürel Varlıklar Raporu ve Yeniden Yerleşim Raporu yoktu. Şimdi bu kadar önemli çevresel sorunların halledildiği ve bu yüzden de dünyanın en gelişmiş 3 ülkesinden kredi garantisi alabilen bir proje yaptık. İtiraf için söylüyorum, 2001 yılında bu muhteşem projeler yoktu."

***
KONSORSİYUMA kültürel varlıkların korunması için 25 milyon Euro ayrıldı. Şirket yetkilileri, koruma ve kurtarma işlerinde 20'ye yakın yerli ve yabancı uzmanın proje yürütme kurulunda çalışacağını ve sular altında kalmayan bölümlerindeki yapıların da güçlendirileceğini söylüyor. Projeye itiraz eden çevre kuruluşlarından biri olan Doğa Derneği'nden Nuri Özbağdatlıoğlu ise projenin ulusal standartlara uymadığını savunarak "İsviçre Bankası çekildiyse bir nedeni vardır" diyor.

HASANKEYF, Güneydoğu Anadolu'nun en eski yerleşim bölgelerinden biri. Ne zaman ve kimler tarafından kurulduğu bilinmiyor. Ancak şehir ve etrafındaki binlerce mağara insanların buraya çağlar öncesinden yerleştiğini gösteriyor. Ankara Üniversitesi Sanat Tarihi Kürsüsü Başkanı Prof. Dr. Oluş Arık'a göre Hasankeyf, İran ve İç Asya'nın, Doğu Akdeniz ve Mezopotamya'nın, sonraları Bizans'ın temsil ettiği Roma'nın birbiriyle kaynaştığı bütünlüklü tek merkez konumunda. Arık'a göre yolları, kanalları, kamu yapıları, semtleri, temiz - atık su sistemleri ve çarşılarıyla Hasankeyf, bir Ortaçağ başkenti. Hasankeyf'in Ilısu Barajı inşaatıyla sular altında kalacak olması nedeniyle yerli ve yabancı pek çok grup protesto gösterileri düzenleyerek, barajın tarihi sular altında bırakacağı uyarısında bulunmuştu.

Lobi baskısıyla Tony Blair vazgeçmişti

HASANKEYF'İ sular altında bırakacak olan Ilısu projesi, ilk olarak 2001'de gündeme gelmiş ve İngiliz Balfour Beatty'nin önderliğindeki firmalar barajın yapımını üstlenmişti. Ancak Londra'daki çevreci ve Kürt grupların ortak çalışmaları sonunda dönemin Başbakanı Tony Blair, projeye verdiği kredi garantisini geri çekince inşaat başlamamıştı. Daha sonra yeniden ihaleye çıkan projeyi Nurol İnşaat öncülüğündeki bir konsorsiyum üstlendi ve Almanya, Avusturya ile İsviçre hükümetlerinden kredi garantisi sağlandı. Geçen yıl Başbakan Erdoğan'ın temelini attığı barajın toplam 1.2 milyar Euro'luk finansmanının tümü dış kaynaklarca sağlanıyor. 7 yıl sürecek inşaatın yaklaşık 50 bin kişiyi evinden edeceği belirtiliyor.


Al Gore Türkiye'ye boşu boşuna geldi

Özgür Gürbüz - Sabah Gazetesi / 27 Haziran 2007

Küresel ısınma konusunda kamuoyu yaratmak amacıyla "Live Earth" konserlerinin Türkiye ayağını tanıtmak için Türkiye'ye gelen Al Gore'un çabaları boşa gitti. Sponsor bulunamaması ve konserin başarısız olacağı yönünde çıkan söylentiler yüzünden konserin İstanbul ayağı iptal edildi. İptal üzerine Live Earth organizasyonunun sekiz dünya şehrinde verilen konserleri İstanbul'da büyük ekrandan yapılacak ve canlı yayınla yetinilecek. Al Gore'u Türkiye'ye getiren Purple Concerts adlı organizasyon şirketi, 7 Temmuz'da Park Orman'dan yapılacak yayının ücretsiz olarak izlenebileceğini açıkladı. Şirketin ortaklarından Cengizhan Yeldan, SABAH'a yaptığı açıklamada "New York ve Londra'dan sonra en büyük konser İstanbul'da olacaktı. Sponsorlar, çevrecilerin fabrikalarını araştırıp bir şey bulmasından korktu" dedi.

Meclis'i yeşile boyamaya geliyorlar

Önümüzdeki yıl içerisinde partileşmeyi hedefleyen Yeşiller hareketi, 22 Temmuz seçimine iki bağımsız kadın adayla katılıyor.

Özgür Gürbüz / 26 Haziran 2007

Türkiye'de ikinci kez parti kurmaya hazırlanan Yeşiller, kadın ve bağımsız adayların dikkat çektiği 22 Temmuz seçiminde iki kadın adayla boy gösterecek. İzmir 2. bölgeden aday olan Türkiye Yeşilleri Eş Sözcüsü Bilge Contepe, kadınlardan hayvanlara, böceklerden farklı cinslere dışlananların sözcüsü olacaklarını ve ezilenlerin mücadelesini Meclis'e taşıyacaklarını söylüyor. Kadın kimliği için tüm hayatı boyunca mücadele ettiğini belirten Contepe, “Diğer kadın adayların hepsini parti başkanları seçti. Parti başkanlarının hepsi de erkek. Siyasi partilerde erkek egemenliği yüzde 10 barajı sürdükçe devam edecek” diyor. Contepe'ye göre yüzde 10 barajı yüzünden toplumla politikacılar arasındaki köprüler kopmuş durumda. Bu köprünün yeniden kurulması için toplumsal muhalefet içinde yer alan, eylem yapanların Meclis'e girmesi gerekiyor. Bir başka deyişle Contepe, sözcü istemiyor, bizzat sözün sahibinin Meclis'e girmesini istiyor. Bu yüzden de adaylığını açıklamış. 1988'de kurulan eski Yeşiller Partisi'nin kurucuları arasında da yer alan Bilge Contepe, seçilirse, nükleer enerjiden, çarpık kentleşmeye kadar yıllardır sürdürdüğü renkli mücadeleyi Ankara'da da sürdürmeyi hedefliyor.

Yeşiller'in Bursa adayı Neriman Gül Eren ise uzun yıllar Bursa Barosu Çevre-Hukuk Komisyonu'nda çalışmış bir Avukat. Bursa'nın öncelikli sorunlarını trafik, imar, termik santraller ve yeraltı sularının hızla azalması olarak görüyor. Uludağ'ın milli park olarak ilan edilmesi ise seçim bildirgesinde yer alan 10 vaat arasında. Ekonomik ranta dönüştürülmek için Yer altı sularının hortumlandığını belirten Eren, Ovaakça Termik Santrali'nin de yerel bir sera etkisi yaratarak çevre sorunlarına yol açtığına dikkat çekiyor. Eren'in kadınlara özel bir mesajı var. “İktidar tutkunu eşleriniz kime oy verirse versin. Yaşama dair önceliklerinizi Meclis'e taşımak için her evden bir kadın oyu istiyorum” diyen Yeşil Aday, kadınlara yıllardır sorumluluk verildiğinden ancak yetki verilmediğinden yakınıyor. “Mazot fiyatlarını indirme yarışına katılacak mısınız?” sorumuza ise Eren'in yanıtı oldukça ilginç. Küresel ısınmaya yol açtığı için petrol tüketimini arttıracak hiçbir kararı desteklemeyecek olan Yeşiller, çiftçilerin alternatif yakıtları kullanmasını destekleyerek biyodizel gibi seçenekler sunacak.

Yeşil adayların vaatlerinden seçmeler
Küresel ısınmaya karşı mücadele edecekler. Küresel ısınmanın başlıca nedenini doğanın sömürülmesi ve aşırı tüketim olarak görüyorlar.

Sosyal hakları savunacaklar. Özelleştirmelerin halkın sahip olduğu sağlık ve eğitim hakkı gibi değerleri ellerinden aldıklarına inanıyorlar.

Meclis'e bir barış ağacı dikecekler. Farklılıklara ayrımcılığa karşı çok çeşitliliği savunarak ve silahlı çözümlere hayır diyerek barış hareketinin sesini Meclis'e taşımak istiyorlar.

Hayvanların ve doğanın haklarını savunacaklar.

Siyanürlü altına, termik ve nükleer santrallere karşı mücadele edecekler.

Organik tarımı destekleyecekler.

Kuraklık ve küreselleşmenin vurduğu çiftçilerin sesi olacaklar.

Rüzgar ve güneş gibi temiz enerji kaynaklarına öncelik verecekler.

Biz kovboyuz, dolaşıyoruz!

Kuzey Irak'a gittik Amerikan askerleriyle konuştuk
Zaho, 200 bine yaklaşan nüfusuyla Habur’dan sadece 20 kilometre uzakta. Uluslararası taksiler her gün iki taraf arasında mekik dokuyor. Günde 700’e yakın tanker Türkiye’ye giriş yaparken, dondurmadan klimaya, Kürdistan Özerk Bölgesi’nin her türlü ihtiyacı Türkiye’den karşılanıyor. İnsanlar Irak’a değil “karşıya geçiyorum” diyor. Bu yakadan yükselen operasyon sesleri “karşıda” duyulmamışa benziyor… Gerçi gerginlik yüzünden azalan ticaret tek kaygı ama tek taraflı da değil. Türkiye’deki binlerce insanın ekmeği Zaho’dan, Zaho’nun ekmeği de “karşı” taraftan geliyor.

Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel / 21-27 Haziran 2007
Fotoğrafları Çilem Dalgıç çekti, tamamı Aktüel'de...

ÇAYLAR BARZANİ’DEN
Pasaportlarımızı son kez kontrol eden asker, inşaatlarda görmeye alıştığımız bir konteynır içinde inanılmaz sıcakta çalışıyor. Yolun karşısında klimalı bir yer yapılıyor ama yazın sonuna yetişir mi bilinmez! Irak tarafında ise bizi klimalı bir oda bekliyor. Pasaport için sırada olan herkese çay servisi yapılıyor. Çaylar Barzani’den, yani beleş. Sol tarafta bir seccade var, namaz kılmak isteyene. Hemen sağındaki televizyonda ise Arapça alt yazılı bir Amerikan filmi oynuyor. Tam üstünde Barzani ve babasının portreleri... Gazeteciyiz, deyince ilk soru: “Özele mi devlete mi çalışıyorsunuz?”

Gümrük bölgesinde, penguen heykelleriyle süslenmiş bir havuz ve arkasındaki duvara boyanmış Kürt bayraklarının altında Silov ve Bekhol turistik alanlarını tanıtan resimler var. Sırt çantalı bir İngiliz dikkatimizi çekiyor. Martin, sırt çantalı turistlerin arasında giderek popüler olan bu bölgeyi ziyarete gelmiş. Londra’nın batısında oturuyor. Aksanı da bunu doğruluyor. Bu bölgede yazılar Türkçe, İngilizce ve Arapça. Uluslararası Kürdistan Yatırım ve Gelişim Bankası bunlardan bir tanesi.
Adı İbrahim Halil olan bu noktada onlarca hafif makineli tüfekle donatılmış kamyonlar ve 3-4 kişilik gruplar halinde dolaşan Amerikan askerleri göze çarpıyor. Bir süre sonra bu kamyonların sirenler çalarak Zaho’ya doğru gittiğine tanık oluyoruz. Türkiye – Irak sınırının hemen öte yakasında Amerikalı askerlerle konuşuyoruz. 3 askerin 2’si Kansas’tan. Görevlerini soruyoruz, “Kovboyuz, dolaşıyoruz” diyorlar. Ve yanlarında bir rehberle geziyorlar. Irak’ta en rahat oldukları yer burasıymış. Bağdat’ı konuşmak istemiyorlar. Sorular artınca sağımdaki asker bana yakın olan tüfeğini kendine doğru çekiyor. Oradan ayrılma zamanı. Gümrük çıkışında ise cama yapıştırılmış “Çevreni Temiz Tut” çıkartması Türkiye’deki çevre hareketinin başarısını gösteriyor.

Zaho’ya varmadan ve Zaho içerisinde konuştuğumuz hemen herkes, işlerin son 1-2 ayda azaldığını söylüyor. Kapının kapanmasının iki taraf içinde kötü olacağı konusunda herkes hemfikir. Silopi’li tüccar Musa Akyel de kapı kapanacaksa buradan para kazanan insanlara bir alternatif gösterilmeli, diyor. Kamyon taşımacılığı zaten büyük firmaların şoförlere az para vermesi nedeniyle kötü durumda. Akyel, bunun şoförleri kaçakçılığa ittiğini söylüyor. Zaho’nun çarşısında konuştuğumuz bir esnaf “Kardeşiz, birlikte iş yapıyoruz; sınır kapanırsa hiç iyi olmaz” diyor. Operasyon olacağına kimse inanmıyor ama “olursa savaşırız” diyen bir kişi çıkıyor kalabalıktan!

Zaho’nun tek sorunu bunlar değil. Bağdat ve Musul’la güvenlik yüzünden durma noktasına gelen ticaret de can sıkıyor. Kent hızla büyüyor. Her yerde inşaat var. Kent içinde eski arabalarla son model lüks otomobiller kafaları karıştırıyor. Halkın bir panik içinde olmadığını söylemek mümkün.

Foto1
Zaho’nun sokaklarında gezerken her 10-15 dakikada bir bazen sivil, bazen resmi polisler tarafından durdurulduk. Zaho sokaklarında birçok sivil polise rastlamak mümkün. Polis, asker ve silah hayatın bir parçası gibi.

Foto2
Kadınlarla konuşmak kolay değil ama kadınların tercih ettiği bu pastanede şansınız daha fazla. Adını söylemek istemeyen bu kadın bir Arapça öğretmeni. Bağdat’ta doğmuş ve okumuş ama 10 yaşından bu yana asıl evi Zaho. “Zaho, Bağdat’tan daha iyi. Burada barış ve özgürlük var. Zaho, 20 yıl öncesine gore çok değişti. Binalar, caddeler her şey değişti” diyor. Eşi, Çin’de ve İsveç’te yaşamış bir işadamı. Kızının burada büyümesini ve avukat olmasını istiyor.

Foto3
Zaho’da tabelalar Irak’ın bir başka köşesinde hayatın ne kadar “normalleştiğinin” göstergesi. Ülke, tarihinin en ağır savaşına tanık olurken Zaho’da bir vücut geliştirme salonu müşteri arıyor.

Foto4

Zaho’ya Türkiye’den giren uluslararası taksilere depolarını burada doldurma zorunluluğu getirilmiş. Litresi 90 kuruşa da olsa kalitesi kötü olduğu için kimse yeni arabalarına bu petrolü koymak istemiyor. Silopi’deki taksilerin çoğu eski araçlar. Petrolcünün üzerindeki bir Türk şirketinin adı yazan tulum ve hasır şapkası ise ayrı bir hikaye…

Foto5
Gündüz 40 derecelerin üzerine çıkan sıcaktan kurtulmanın en kolay yolu Habur Nehri’nin kenarındaki kahvelerde çay içmek. Zaho’ya yolcu getiren her araç ucuz çay ve sigara almadan geri dönmüyor.

Foto6
Sınırı geçer geçmez sağınızda beliren ticaret merkezinde sizi Türkçe tabelalarla dolu işyerleri, lokanta ve kıraathaneler bekliyor. Lokantacı Davut Bozan, işlerin son 1-2 ayda azaldığından yakınıyor. Sınır kapanırsa iki tarafa da zararı olur diyor. Lokantasının iş yaptığını gören arkadaşları Süleymaniye ve Erbil’de benzer restaurantlar açmış.

Foto7
Türkiye’nin en büyük beyaz eşya üreticileri bölgede oldukça popüler. Zaro’daki bir bayiin sahibi Havar Şahin, servis hizmeti, yedek parça bulmak sorun değil, diyor. Satışlardan gayet memnun.

Foto8
Habur kapısını geçince karşınıza İngilizce, Irak Kürdistan Bölgesi’ne Hoşgeldiniz (Welcome to Iraqi Kurdistan Region) yazılı bir başka kapı geliyor. Kapılarda kontrol çok sıkı. Türkiye’ye geçerken sadece Irak tarafında 7 ayrı kontrolden geçiyorsunuz. Türkiye’de durum farklı değil, her araç didik didik aranıyor. Bulunan esrardan çok silah ve patlayıcı. Şu sıralar Irak’tan günde 1000 araç Türkiye’ye geçiyor bunun yaklaşık 700’ü kamyon. Ağırlık petrol tankerlerinde.

Foto9
Baharatçı Ali 56 yaşında. 12 çocuğu var. Ticaret iyidir, diyor ama şikayeti son haftalarda sıklaşan elektrik kesintileri. Biz kendisiyle konuşurken arkasındaki lamba bir kez daha sönüyor. 10 dakika sonra elektrik yeniden geliyor. Bölgenin elektriği Türkiye’den sağlanıyor.

2500 kişiye 1 cami, 30 bin Alevi’ye “yarım” cemevi!

Yaklaşık 30 bin Alevi’nin yaşadığı Sultanbeyli’de cemevi inşaatı sorun oldu. Temelden tartışmaya yol açan cemevinin elektriği, suyu, telefonu var ama ruhsatı yok! Çünkü inşaatın düşünüldüğü arsa İSKİ’nun su havzası içinde. Bölgenin Alevi sakinleriyse tepkili. Çünkü söz konusu havza içinde 2 devlet okulu, 12 cami ve yüzlerce bina olduğuna dikkat çekiyorlar!

Fatma Kızılboğa - Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel / 7-13 Haziran 2007

“Bize camiye gel diyorlar; atalarımızdan gördüğümüzü bir yana bırakamayız” diyor Hasan Yazıcı. 75 yaşında, elinde çekilmekten aşınmış tespihi, başının üstünde yılların eskitemediği fötr şapkası var. Sultanbeyli’nin “gecekondu” statüsündeki cemevinde dert anlatanların en yaşlısı o. Maraş ve Sivas olayları belleğinde hâlâ taptaze; isteği, çocuklarının Aleviliği öğrenmesi ve cenazelerini cemevlerinde yıkayabilmek. “Bizde ayrı gayrı yoktur” diye söze başlıyor “Alevi milleti hor görüldü, Allah’ımız birdir. Dürüst insanlarız, devlete, askere hıyanet yoktur…” Hasan Yazıcı yalnız değil; Sultanbeyli'nin Yavuz Selim ya da onların tercih ettiği adla “Başaran Mahallesi”nde yaşayan Aleviler bu arzuyu paylaşıyor, ama Sultanbeyli'de bir cemevi inşa etmek hiç kolay değil!

Sutanbeyli’nin özgeçmişi
İstanbul’un en yeni ilçelerinden biri olan Sultanbeyli 1992’de ilçe olmasına rağmen özellikle TEM otoyolunun ilçenin içinden geçmesiyle 1980’lerde büyük bir göçe maruz kaldı. Bu göç dalgası Sultanbeyli’yi bir gecekondu kentine çevirdi. İlçede hemen tüm binaların kaçak olduğu bir “devlet sırrı” değil. Sultanbeyli’nin AKP’li Belediye Başkanı Dr. Alaattin Ersoy bile bunu söylüyor. İşte Sultanbeyli’de yaşayan 30 bin kadar Alevi’nin inşaatına giriştiği cemevi de İSKİ su havzası içinde yer aldığından, aslında gecekondu kapsamına giriyor.

Cemevi yapma fikri ilk ortaya çıktığında kimsenin aklında kaçak bir yapı yapmak yokmuş aslında. Pir Sultan Abdal Kültür Derneği (PSAKD) Sultanbeyli Şubesi önderliğinde toplanan 11 bin imzalı dilekçeyi dönemin Saadet Partili Belediye Başkanı’na 2003’te teslim edip yer talep edilmiş. Derneğin Sultanbeyli Şube Başkanı Sadegül Çavuş’un iddiasına göre yanıt şöyle olmuş: “Siz Müslümansınız, Müslümanlar için ibadet yeri camilerdir!” Bunun art niyetli bir davranış olarak algılanabileceğini, ancak asıl sorunun Anayasa’dan kaynaklandığını belirten Çavuş, “Kilise, sinagog, havra müracaatında bulunsam belediye bana bir yer ayırmak durumunda. Ama Müslümanım. Yasalarda kabul edilen ibadethaneler de camiler” diyor. Hal böyleyken birçok belediye yasal karmaşıklığı gözardı ederek sorunu çözüyor. Cemevlerine izin veren belediyelerin arasında AKP’li belediyeler de var elbet ama Sultanbeyli henüz bunlardan biri değil. Belediye Başkanı Ersoy ise 100 metre yukarıda kendilerine başka bir yer gösterdiklerini söylüyor. Orada halihazırda bir bina var gerçi ama Başkan'a göre sorun değil; kamulaştırılabilir: “Bu alan İSKİ’nin; mutlak korumada kalan bir yeşil alan. Cemevi sosyal bir talep. Bunlar bizim insanlarımız. Devlete ve hukuka karşı durulamaz. Ancak bu konu da hukuka intikal etmiştir. Buradan gelen karar tartışılamaz…”

Su havzası yapı dolu
Sonuçta Belediye'den umdukları yardımı alamadıklarını savunan Sultanbeyli halkı, aralarında para toplayıp beş dönümlük bir yer satın almış. Velhasıl “Cem”lerin yapıldığı bölüm bir günde tamamlanmış. İçerisi halılarla kaplı ve duvarlarda Hz. Ali ile Atatürk’ün resimleri var. Arsanın öteki ucunda, cenazelerin yıkanması için düşünülen başka bir bina ise asıl yapılmak istenen modern cemevinin kabası bitmiş ilk örneği. Para toplamak ve inşaatı tamamlamak için kısa süre önce İstanbul İnönü Stadı’nda Arif Sağ’dan Rutkay Aziz’e birçok sanatçının katılımıyla bir konser düzenlediler. Sorunun medyaya yansımasına vesile olan olaylardan biri de Taksim meydanında yaptıkları basın açıklaması.
18 yıl önce ilçeye gelen Yeter Ateş ise “Komşuluk çok iyi. Sünni komşularımız da bağış yaptı. Bizim bu kadar camimiz var sizin niye bir cemeviniz olmasın” dediklerini belirterek Sultanbeyli sakinleri arasında Sünni-Alevi ayrımı olmadığına dikkat çekiyor. Gerçekten de ilçedeki cami sayısı oldukça fazla. İstanbul Müftülüğü'nün rakamlarına göre kayıtlı cami sayısı 107. Bu rakam, Kartal, Maltepe, Kadıköy, Kağıthane ve camileriyle ünlü Eminönü gibi ilçelerden daha fazla. Sultanbeyli'nin nüfusu ise son sayıma göre 253 bin. İlçede yaklaşık 2500 kişiye bir cami düşüyor. İşin ilginci bu camilerden biri de yapılması istenen cemevinin hemen bitişiğinde; aralarında 10 metre var. Yöre halkı, tek katlı yeşil bir binadan ibaret olan Yakutiye Cami'nin genişletilmesi için para toplamaya çalışıyor. O cami de Belediye'nin itiraz gerekçesi olan İSKİ su havzası içerisinde. Aslında havzanın içinde yok yok. İki devlet okulu, 12 cami ve yüzlerce bina. Su havzası daha çok bir suni göleti andırıyor. Yeşil alan kalmamış. Bu durumda bölgedeki tüm binalar yıkılsa bile havzanın asli görevini yerine getirmesi biraz zor. Belediye Başkanı Alaattin Ersoy, Yakutiye Cami'nin genişletilmesine de izin vermediklerini söyleyerek 100 milyon dolar bulurlarsa su havzasında yıkıma gideceklerini belirtiyor. “Camiyi de yıkacak mısınız” sorumuza ise “Geçmiş dönemlerden sorumlu değiliz” yanıtını veriyor! Göreve geldikleri 2004’ten itibaren bir tek binanın bile kaçak olarak yapılmadığını iddia eden Başkan, ispatı halinde koltuğunu bırakacağını söylüyor.

30 bin Alevi
Ersoy, problemin AKP ve Aleviler arasında olmadığını, tamamen hukuki bir nedenden kaynaklandığını belirtiyor. İlçeyi ikiye bölen TEM otoyolunun öteki yakasında, Ahmet Yesevi Mahallesi'nde bulunan Cem Vakfı'nı örnek gösteriyor ve Vakıf’la aralarında iyi bir diyalog bulunduğuna dikkat çekiyor. Sözü edilen vakfa gidiyoruz. Dedelerden Mustafa Özdemir, üç dönemdir belediyeden yer beklediklerini söyleyerek Ersoy'un seçim zamanı “Hz. Ali'nin ismine yaraşan bir cemevi yeri vereceğim” vaadini anımsatıyor. Adres doğru ama tarif yanlış sanki. İlçede 2 adet cemevinin şart olduğuna dikkat çeken Özdemir, “Burada aşağı yukarı 30 bine yakın Alevi var. Bu kadar insan vergi veriyor, iki adet cemevi lazım. Bizim insanımız 10 cemevi yapın deseniz de yapmaz zaten. İsrafa karşıyız” derken camiye gidin çağrılarına da, “Hacı Bektaşi Veli ve bir dönem Türkler namaz kılmadıysa biz de kılmıyoruz. 1400'lü yıllara kadar hangi Osmanlı padişahı namaz kılmış” diye yanıt veriyor. Vakfın altında Başkan Ersoy'un tabiriyle 'merdiven altı' bir cemevi var. Ama bu küçük oda ne herkese yetiyor ne de cenaze sorununu çözüyor. Genç Ulaş, bu yüzden 15 yaşındaki yeğeninin henüz cem görmediğinden ve kimlik sorunu yaşadığından yakınıyor. Özdemir “Cenazeleri buradan kaldıramıyoruz, Sarıgazi'ye ya da başka cemevlerine gitmek zorunda kalıyoruz” diyor. Özdemir'e göre 2004’ten sonra da kaçak yapılar söz konusu. Eşref Bitlis Bulvarı'ndaki Mevlana Cami'nin inşaatının 2006'da başladığını ve bittiğini söylüyor. Son sözü ise “Biz öyle dev gibi bir şey de istemiyoruz. 300 metrekare yapabilsek öpüp başımıza koyacağız” oluyor.

74 bin kaçak yapı iddiası
TEM'in karşı yakasına geri dönüyoruz. Erzurum'dan 20 yıl önce göç eden Ali Asker Tepeli bizi bekliyor. Tepeli, 30 Mayıs 2006'ta Sultanbeyli Belediyesi'nin Cumhuriyet Başsavcılığı'na verdiği suç duyurusu sonucu yargılanan PSAKD Yönetim Kurulu üyelerinden biri. Kaçak yapı nedeniyle açılan bu dava suç işleme kastı bulunmadığı için düşmüş ama şu anda bir üst mahkemede yeniden görülüyor. Mahkemedeki savunmasında Sultanbeyli'de 74 bin kaçak bina olduğuna işaret eden Tepeli, cemevi olmadığı için cem törenlerini evlerde yapmaya çalıştıklarını ama bunun sıkıntı yarattığını söylüyor. Geçen yaz güvenlik önlemleri alıp bahçede cem yapmayı denemişler, o da ses sistemi ve güvenlik nedeniyle bu hiç kolay olmamış. Sultanbeyli'de, tartışması temelden başlamış bir cemevi var. Kâğıt üzerinde kaçak ama dönülen semahlar gerçek…

Dr. Alaattin Ersoy (Sultanbeyli Belediye Başkanı)

“Bir tane kaçak yapı bulursanız ben bu makamı boşaltıyorum”

* Mahallenin “Başaran” olduğu söylenen adı Yavuz Selim oldu mu?

Yavuz Selim adına itiraz edenin alnını karışlarım. Öz be öz Türk oğluyum. Hiç kimsenin bu ülkede Yavuz Selim'in adını değiştirmeye gücü yetmez. Burası 1991’de Meclis kararıyla Yavuz Selim olmuş. Yavuz Selim'e dil uzatanları tedavi ederiz, dilini kesmeyiz. O mahallede Cem Sultan sokak var, Pir Sultan, Bektaşi sokak var.

* Çözüm nedir?

100 metre yukarıda bir yer verdik. Üzerinde 2-3 katlı bir bina var, kamulaştırmayı da taahhüt ettik. Öyle bir güzel eser yapalım ki, buraya sadece Aleviler değil Sünniler de gelsin. Beraber burada geceler ve toplantılar yapalım.

*Alevi ve Sünniler’in beraber ibadet edebileceği bir merkez....

Niye olmasın? Toplantı yeri. Biz ibadet demiyoruz ki, Aleviler semah yapıyor. Mahzuni Şerif 'i, Yavuz Bingöl'ü severim. Evimde kasetleri var. Halk ozanları bunlar, bizim ozanlarımız, burada bir sıkıntı yok.

* Onların da Ahmet Özhan ile bir sıkıntıları yok gibi…

Bakın, o farklı; Ahmet Özhan farklı, Yavuz Bingöl farklı. Elma ile armudu karıştırmamak lazım… “Camiye gidin” dediğimizi söylüyorlar. Böyle bir şey demedik. Sünniler’in hepsi camiye mi gidiyor. Camiye gitme oranı kaç? TESEV'in araştırması vardı, ortalaması yüzde 10.

* Bölgede başka binalar da var...

Eskiden bütün binalar kaçak yapılırdı. Şimdi de binalar kaçak yapılsın demek bizim kendimizi inkâr etmemiz olur.

* Sultanbeyli'yi dolaşsak 2004'ten sonra yapılmış hiçbir kaçak yapı bulamaz mıyız?

Bulamazsınız. Temelden bir tane kaçak yapı bulursanız ben bu makamı boşaltıyorum.

Mimar ve mühendislerden AKM resti

Taksim’deki Atatürk Kültür Merkezi’nin yıkılmasını isteyen ve gerekçe olarak da binanın yüksek işletme giderlerini gösteren Kültür ve Turizm Bakanlığı’na işin erbabından özel bir teklif var! Yıkıma karşı çıkan mimar ve mühendisler, işletme giderlerini aşağıya çekecek iyileştirme projelerini ücretsiz yapmaya hazır. Öte yandan 2010’da Avrupa Kültür Başkenti olacak İstanbul için hazırlanan yasa tasarısına merkezin yıkılması girdi bile!

Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel / 31 Mayıs - 6 Haziran 2007

1969’da açıldığında dünyanın sayılı kültür merkezlerinden biri kabul edilen ve yıllardır İstanbul’da başta opera ve bale olmak üzere çeşitli gösteri ve toplantılara ev sahipliği yapan Atatürk Kültür Merkezi’nin (AKM) yıkım kararı yasalaşıyor. 2010 yılı içi Avrupa Kültür Başkenti seçilen İstanbul’da kurumlararası koordinasyonu kolaylaştırmak için hazırlanan tasarının bir maddesi AKM’nin yıkımına ayrılmış.

Kültür merkezi ve kütüphane başlıklı bölümde yer alan madde ile AKM’nin yıkılması, yıkılan alana Büyükşehir Belediyesi’ne ait 105 numaralı parselin, diğer belediye ve Hazine arazilerinin eklenmesi öngörülüyor. Oluşacak bu büyük alandaysa yeni bir AKM’nin yapılması maddenin içinde yer alıyor ama bu yeni merkezin nerede olacağı, alanın hepsinin merkeze mi ayrılacağı belli değil. Makine Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Tevfik Peker “AKM’yi yıkmak isteyen anlayış elbette ki yıktığı yere kendi anlayışını yapılaştıracak, bu ya mistik bir yapı ya da büyük bir iş merkezi olacak” diyerek itirazını dile getiriyor.

“Projeye müdahil olmak istiyoruz”
İstanbul’un 2010 Avrupa Kültür Başkenti olduğu bir sırada kültürün en bilinen simgelerinden birinin yıkılmasına anlam veremediğini belirten Peker, bir numaralı yıkılma gerekçesini mimar ve mühendisler olarak ortadan kaldırmaya hazır olduklarını da söylüyor.

AKM’nin yıkılmasını isteyen Kültür ve Turizm Bakanlığı, binanın elektrik, mekanik ve yangın gibi sistemlerinin eski olmasından dolayı bakım-işletme masraflarının yılda yaklaşık 2 milyon 500 bin YTL’yi bulduğunu söylüyor. Merkezi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu simgeleyen birkaç önemli yerden biri olarak niteleyen Peker, doğruysa belirtilen rakamın yüksek bir gider olarak kabul edilebileceğini ama bu rakamın aşağıya çekilmesinin teknik olarak mümkün olduğunu belirtiyor. Peker, “Biz Makine Mühendisleri Odası olarak, meslek alanımızla ilgili olan mekanik ve yangın tesisatlarının, soğutma sitemlerinin nasıl iyileştirilebileceğinin raporlarını hazırlamak ve projelerinin yapılması aşamasında müdahil olmak istiyoruz. Yeter ki, yıkılma gerekçeleri ortadan kalksın” diyerek topu Kültür Bakanlığı’na atıyor. Benzer bir gönüllü seferberliği diğer odaların da göstermeye hazır olduğunu belirten Peker, Avrupa Kültür Başkenti çalışmalarına dahil edilen kentsel dönüşüm, yeni kongre merkezleri gibi projelerin hazırlanması ve ihale süreçlerinin kamu mali kontrol kanunlarından muaf tutulmasına dair maddelerle düzenlenmesini toplumsal ve yasal denetimden kaçma çabası olarak niteliyor.

Dünyanın en değerli arazilerinden
Ortaya konan gerekçelerin aslında asıl nedeni gizlediğini belirten Tevfik Peker, AKM’nin dünyanın en değerli arazilerinden birinin üzerinde durduğuna dikkat çekiyor ve “Dolmabahçe Vadisi ve Boğaz’a hakim bu arazi, Beyoğlu tepesinin en üst noktası. Böyle bir arazinin maddi değeri ölçülemez” diyor. AKM’nin tiyatro, opera ve baleseverler için de paha biçilemez bir değeri var. Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre İstanbul’da AKM’nin yıkılması halinde opera ve bale salonu kalmayacak. Tek salon AKM’nin 1304 kişi kapasiteli salonu. İstanbul dışında sadece Ankara, Antalya, İzmir ve Mersin’de opera ve bale salonu mevcut. Yine İstanbul’da Devlet Tiyatrosu’na ait sadece yedi salon bulunuyor. Atatürk Kültür Merkezi, Büyük Sahne, Oda Tiyatrosu ve Aziz Nesin Sahnesi olarak bilinen üç salona da evsahipliği yapıyor. AKM’nin yıkılması halinde Devlet Tiyatroları’nın oyunlarını sergileyecek sahne bulmakta zorlanacağı da bu rakamlardan anlaşılıyor. Öte yandan, Şehir Tiyatroları’na ait Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nin de kongre merkezi yapılmak amacıyla yıkılması gündemde. Tüm bunlar, AKM’nin yıkılma tartışmalarını daha da şiddetlendiriyor.

Katil örümcek ve akrepler kapımızda!

Küresel ısınma yüzünden birçok örümcek ve akrep türü kuzeye göçüyor; bu yüzden Marmara, Karadeniz ve İç Anadolu’daki türler artacak! Bazı türleri ölümlere veya kangrene yol açıyor, bir çocuğu iki saat içinde öldürebiliyor. Hekimler de bu tür sokmaları tanımadığı için böcek sokmasıyla karıştırabiliyor. Bu nedenlerden ötürü ve ekolojik sistemin korunması için örümcek ve akrep türleri hakkında bilgi toplanması ve envanter oluşturulması şart! Türkiye ise bu alanda Avrupa’nın 100 yıl gerisinde.

Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel / 24-30 Mayıs 2007

Yüz binlerce insan Örümcek Adam filmini izlemek için sinema gişeleri önünde kuyrukta! Çoğumuz New York semalarında dolaşan örümcek adamın hayatını, neleri sevip neleri sevmediğini ezbere biliyoruz. Ama bahçemizde sinek avlayan ya da odamızın köşesinden bizi seyreden örümcekler hakkında pek bilgimiz yok. Oysa Türkiye, coğrafi konumu nedeniyle Asya, Avrupa, Afrika ve Mezapotamya'dan gelen değişik örümcek ve akrep türlerine ev sahipliği yapıyor. Üstelik, uzmanlara göre küresel ısınma yüzünden örümcek ve akreplerin sayısı da, türleri de artacak.


Türkiye’de bilinen örümcek türü 600 kadar. Dünyada ise bu rakam 50 bini buluyor ve her yıl yeni türler keşfediliyor. Türkiye’de de tahmin edilen tür sayısı binlerle ifade ediliyor. Örümcek türlerinin bilinmesi birçok açıdan çok önemli. Çünkü oldukça tehlikeli olabilecek örümcek sokmalarına karşı gereken önlemlerin alınması ve gerekli antidotun (panzehir) üretilmesi buna bağlı ve hayati önem taşıyor. Örümcek türlerinin hangi tür böceklerle beslendiğinin öğrenilmesinin bir faydası da tarlalardaki zararlılara karşı örümceklerin kullanılabilmesi. Böylece tarlanızı kimyasal ilaçlarla zehirlemeden ürününüzü kurtarabiliyorsunuz. Devlet Planlama Teşkilatı’nın maddi desteğiyle böyle bir proje Antalya’da yürütülüyor ve üç yıldır zararlı böceklerle örümcekler inceleniyor. Ayrıca örümcek zehirlerinden ilaç yapılıyor; hatta örümcekler iktidarsızlığa bile çare olabiliyor.

Türkiye'de Mısır Kobrası
Türkiye’de bu konuda çalışan çok az sayıda bilim insanı var. Kırıkkale Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Biyoloji Bölümü’nde görevli Prof. Dr. Abdullah Bayram’a “Türkiye'nin Örümcek Adamı” da denebilir. Zoolojinin alt bölümü olan araknoloji; örümcek, akrep, yalancı akrep ve ‘böğü’leri (et yiyen örümcek) inceliyor. Bayram, bu konudaki çalışmaların çok kısa bir geçmişe sahip olduğunu ve Avrupa’nın 100-200 yıl gerisinde olduklarını söylüyor. Bir süre Newcastle Üniversitesi’nde Örümcek Ekolojisi üzerine de çalışan Bayram, “Brezilya’da yılda 10 bin kadar akrep ve örümcek sokma vakası var. Türkiye’de ise bu konuda da çok net bilgi yok. Doktor çoğu zaman böcek sokması olarak değerlendiriyor. Sağlık Bakanlığı’nın, birkaç yıl önce Çin’den ve çok uzak bölgelerden zehirli hayvanlar getirip antidot üreteceğine dair haberler geldi ama arkası gelmedi. Ciddi bir zehirleme vakası olsa İstanbul ve İzmir gibi birkaç merkez dışında kolay kolay antidotunu bulamazsınız” uyarısında bulunuyor. İki yıl önce Şanlıurfa’da Mısır Kobrası bulunduğuna dikkat çeken Bayram “Kuzey Afrika’ya ait ama Mısır ve Suriye üzerinden buraya gelmiş. Çok tehlikeli, kimse tanımıyor, normal bir yılan sanıyorlar” diyor.

Bir çocuğu iki saatte öldürebilir
Bayram, küresel ısınmanın etkisine de dikkat çekiyor. “Çölleşme ve sıcakların artması sonucu Afrika elementleri kuzeye doğru gidecek. Sıcaklıkların artmasıyla zehirli akrepler, örümcekler İç Anadolu, Karadeniz ve Marmara’ya doğru yayılış gösterecek. Sokulma vakalarında da artış olacak. Böğü popülasyonunda Ankara ve Haymana’da bir patlama oldu. Bence bunun nedeni de sıcaklardı. Böğüler dışında bütün akrep ve örümcekler zehirli. Hangi türler birkaç saat içinde insanları öldürebilir, felç ve kramplara yol açar, bu önemli. Bu nedenle türleri tanımamız gerekir.” Tehlikenin bağışıklık sistemi ve organizmaya göre değiştiğini belirten Bayram’ın verdiği bilgiye göre, bu türlerin bazıları tarafından sokulan bir çocuk iki saatte öldürebilir!

Küresel ısınmanın yanı sıra Türkiye’de kuş gribi yüzünden binlerce kuş ve tavuğun telef edilmesi örümcek ve kene türlerini arttırmış. Çünkü zehirli akrepleri, örümcekleri kontrol eden hayvanların başında tavuk ve kuşlar geliyor. Geçen yıldan bu yana Tokat, Amasya, Çorum ve Yozgat’ta kenelerin yayıldığı gözlemlenmiş. Özellikle Kırım Kongo Kanamalı Ateşi virüsünü taşıyan keneler ölümlere neden oluyor. Bu virüsü taşımayanlar ise daha önce ısırdıkları canlılarda bulunan bakterileri insanlara geçirebiliyor. Özellikle kırsal alanda yaşayan çiftçilerin bu konuda uyarılması gerekiyor. Keneler, gövdelerinin son hacmine kadar kan emebiliyor. Daha sonra oldukları yere düşen bu canlılar uzun süre yeniden beslenmeye gerek duymadan duvarlardaki çatlaklarda yaşayabiliyor.

Leş yiyen böğüler öldürücü olabilir
Et yiyen örümcek olarak bilinen ve halk arasında panik yaratan böğüler, 10 santimetre boyunda olabiliyor ve koşarken 1 metre kadar zıplayabiliyorlar. Bayram “Akrep ve örümcekler zehirleriyle diğer hayvanların iç organlarının hepsini parçalar ve paralize eder. Sonra somurmaya başlar ve hayvanın içerisini tamamen boşaltır. Böğü bunu yapmıyor, çeneleriyle et koparmaya çalışıyor. Çenelerinin iç düzeyleri testere dişli. Çok kuvvetli ve yırtıcı. Diğer örümcekler gibi kaçmıyor, saldırma pozisyonu alıyor. Uzun penselerle tutmaya çalışıyoruz, üzerimize zıplıyor. Zehirli değiller ama o kadar obur ki, ölü bir fareyi, kurbağayı ve her türlü leşi yiyor. Bu nedenle ölümcül birçok bakteri taşıyabiliyor. Isırdığında enfeksiyona yol açabilir” diyor. Böğülerin ısırdığı insanlar çoğu zaman şoka giriyor ve bu nedenle de ölümler oluyor. Anadolu’da annelerin çocukları “böğü” diye korkuttukları hayvan bu ve akreplerden hızlı!

Kangren yapan örümcekler
Böğüler dışında örümceklerin hepsi zehirli olsa da, sokulan insanların yaşı ve bağışıklık sistemine göre risk değişiyor. Abdullah Bayram bazı örümceklerin ölümcül olduğunu, hücre yapılarını bozarak kangrene neden olduklarını söylüyor. Bayram fotoğraflarla, İstanbul’da Keman Örümceği (başının üzerinde keman şekli var) tarafından ısırılan bir kadının ayağında oluşan kangrenin nasıl büyüdüğünü ve kalçasından alınan doku transferiyle yapılan operasyonu anlatıyor. Bayram’a göre bu örümcekler gemilerle Kuzey Afrika ya da Latin Amerika’dan geliyor.
Bu ilticacı türler, Türkiye’de bu konuda çalışan az sayıda insanın işini daha da zorlaştırıyor. Mevcut örümcekler bilinmezse, Anadolu’nun hangi bölgesinde hangi türlerin yayıldığını bulmak da imkânsız hale geliyor. Bu durumda beslenme ekolojisi gibi ikinci aşama çalışmalara girmek daha da zorlaşıyor. Örümcek gidip bir tarlada sadece bir tür böceği yiyorsa bu oldukça önemli bir bilgi.

İngilizler futbolu yeniden keşfetti

Futbolla yatıp futbolla kalkan İngilizler, yeniden dünya arenasında başa oynamaya başladı. Sorunların hepsi çözülmüş olmasa da, 20 yıl öncesine göre penaltı sahasına daha yakınlar. Bu defa sadece başarıya susamış takımlarıyla değil, dünyanın yıldız futbolcuları, tıka basa dolu stadyum ve para kasalarıyla geliyorlar. İngilizler, uzun topu bıraktı, yerden kısa paslarla oynuyor artık.

Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel / 25-30 Mayıs 2007

1985 Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası finalinde Liverpool taraftarlarının Juventus yandaşlarına saldırması sonucu 39 İtalyan hayatını kaybetmişti. Heysel faciası olarak anılan bu korkunç olaydan sonra İngiliz takımlarının uluslararası arenaya çıkışı beş, Liverpool’un ise yedi yıl boyunca yasaklandı. Heysel’den 20 yıl sonra Liverpool, İstanbul’da Şampiyonlar Ligi şampiyonu oldu. Bu yıl, Liverpool yine finalde ve yarı finale kalan dört takımdan üçü İngiltere menşeliydi. Bu geri dönüşün tek nedeniyse kasalarının dolu olması değil. İngiltere’de futbol topu yine yuvarlak, çimler yine yeşil ama geri kalan hemen her şey değişti.

Heysel sonrası cezayı yorumlayan dönemin İngiliz Futbol Federasyonu Sekreteri Ted Croker, ceza süresini sorunları halletmek için kullanacaklarını söylemişti. Yaşananların sadece bir takımın kusuru olduğu ve cezanın tüm İngiliz kulüpleri tarafından çekilmemesi gerektiğini öne sürenlere Croker, “Birçoğumuz, kendi evimizi düzene koymadan Avrupa’ya geri dönmememiz gerektiğini düşünüyor” diyerek sorumluluğu İngiltere’deki tüm futbol endüstrisine yüklüyordu. Bu anlayışla yola çıkan İngilizler, bizde TV yorumcularının pozisyonları ileri geri oynatması için kullanılan kameraları statlara yerleştirerek holigan avına çıktı. Bilet fiyatlarının artması da holiganları stadyum dışına iten bir başka etken oldu. Liverpool Üniversitesi’nde futbol endüstrisiyle ilgili MBA programını yürüten (FIMBA) ve holiganizm üzerine ders veren Dr. Geoff Pearson, bu durumu Yeni Aktüel’e “Stadyumlardaki kargaşa, kapalı devre kameralar ve yenilenmiş büyük stadyumlar sayesinde azaldı. Suç işleyenler anında bulunuyor ve müsabakalara gelmeleri yasaklanıyor” şeklinde açıklıyor. Hazır top taca çıkmışken belirtmekte yarar var, Futbol Endüstrisi Grubu, üniversite bünyesinde 12 yıldır aktif ve 10 yıldır da futbol üzerine MBA programı yürütüyor.

Stadyumlarda devrim
İngilizler’in başı Heysel’den sonra da beladan kurtulmadı. 1989’da Liverpool ve Nottingham Forest arasındaki kupa finali öncesinde stattaki turnike kapasitelerinin düşük olması büyük bir faciaya neden oldu. Yüksek çitler ve tel örgülerle çevrili konuk takım tribünündeki Liverpoollu taraftarlar, yaşanan izdihamda kaçacak yer bulamadılar. 96 kişi hayata gözlerini yumdu. Bu facia da, İngilizler’in stadyumlarını adam etmelerini sağladı. Faciadan ders alan taraftarlar artık en kritik maçlarda bile polis koruması olmaksızın yan yana oturabiliyor. Arsenal, Manchester United ve Chelsea gibi takımları izlemek için kombineler dışında bilet bulabilmek oldukça zor. Manchester’ın 76 bin kapasiteli stadının seyirci ortalaması 68 bin.

En çok kazanan İngiliz ligi
İşin bir de ekonomik boyutu var. İngiltere’deki “Premier League”in yıllık geliri 2,5 milyar dolar. İtalyanlar İngilizler’i 1,6 milyar dolarla, Almanlar’ın “Bundesliga”sı ise 1,5 milyar dolarla izliyor. İspanyollar’ın medar-ı iftiharı “Primera Liga” ise 1,4 milyar doları zorluyor. Fransızlar’ı hiç sormayın; gelirleri 1 milyar doların altında. Liverpool Üniversitesi’nde futbolun finansal yapısı üzerine çalışan Dr. Rory Miller’a göre bu fark, TV yayınları, diğer Avrupa ülkelerine göre çok daha pahalı olan bilet fiyatları ve yeni yapılan, ticari faaliyetlere çok uygun stadyumlardan kaynaklanıyor. İngiltere içinde yapılan başarılı pazarlama çalışmalarını da unutmamak lazım. Miller, bu konularda İngiliz kulüplerini başarılı bulsa da, genel kanının aksine, uluslararası pazarda İngilizler’in hâlâ biraz doldur boşalt yaptıklarını öne sürüyor. Miller Yeni Aktüel’e açıklamasında “Belki Manchester United’ı bunun dışında tutmak lazım, ancak diğer takımların finansal gücü ulusal pazardan geliyor. Örneğin, sponsorluk Alman kulüplerine daha çok para kazandırıyor” diyor.

Kulüplerin gelir kaynaklarıysa ülkeden ülkeye hatta kulüpten kulübe değişiyor. 2005 yılını 275 milyon Euro gelirle kapatan ve dünyanın en çok kazanan futbol kulübü olan Real Madrid, bu paranın yarısını ticari faaliyetlerden sağlıyor. Bunda, kulüp başkanı Florentino Perez’in “Galactico” adını verdiği Beckham, Nistelrooy, Cannavaro gibi yıldız futbolcuların payı büyük. Manchester’ı ikinci sıraya iten bu finansal hamle futbolda çok parlak sonuçlar getirmese de, Hollanda, İtalya ve İngiltere gibi orijinal ürünlerin daha çok satıldığı pazarlarda kulübe gelir sağladı. İkinci sıradaki United ise 246 milyon Euro’yu bulan gelirinin yüzde 42’sini stadyumdan sağlıyor. Üçüncü sıradaki Juventus’un gelirindeyse aslan payı yüzde 54 gibi bir oranla televizyondan. Juventus’un televizyon geliri 124 milyon Euro, stadyum gelirleri ise sadece yüzde 10’u, yani 23 milyon kadar.
Kendi kalemize bir göz atmak gerekirse, Türkiye’nin tüm kulüplere ödediği para 84 milyon Euro. Bu yılın şampiyonu Fenerbahçe’nin alacağı para ise sadece 10 milyon Euro civarında. Bu rakamlardan da görüldüğü gibi her ülke, futbol endüstrisini farklı bir yöntemle finanse ediyor. Çok net olan, tüm büyük kulüplerin futbol hastası Kore ve Çin gibi pazarlara girmek istemesi. Chelsea futbol takımının web sayfası bu pazarlama stratejisini çok açık gösteriyor. Web sayfasının İngilizce dışında iki ayrı dilde daha erişimi var: Çince ve Korece!

Ada kulüplerine yabancı ilgisi
İngiliz futbolundaki son hamleyse yabancı sermayeye yönelik oldu. Rus Petrol milyarderi Roman Abramoviç’in ateşlediği fitil, Manchester ve Liverpool kulüpleriyle devam etti. Amerikalı işadamı Malcolm Glazer, Manchester’ı almak için 1 milyar 400 milyon doları 2005’te gözden çıkardı. Bu rakam aşağı yukarı, Türkiye’nin en büyük petrokimya tesisi PETKİM’in özelleştirilmesi sonucu elde edilecek gelire eşit. Yine Amerikalı milyarderler George Gillett ve Tom Hicks, Liverpool için Şubat 2007’de 430 milyon dolar ödedi. Takımlarının değerleri de giderek artıyor. Abramoviç, Chelsea’ye 2003’te sadece 218 milyon dolar ödediğinde herkesin dudağı uçuklamıştı. Temmuz 2006’da Fransız işadamı Alexandre Gaydamak, ligin sonlarında yer alan Portsmouth için cebinden 125 milyon dolar çıkardı. Miller, bu konuda da herkesten farklı, “Yabancı yatırımların Chelsea dışında diğer kulüplere büyük finansal kaynak sağlamadığını” söylüyor.

İngilizler’in önündeki en büyük problem herhalde takımlarının başarısını ve ligin ekonomik gücünü milli takımlarına kaydıramamak. Burada oyun yapısı ve ülke insanının kuralcı, sistematik yapısıyla ilgili bir sorun göze çarpıyor. Gascoigne, Rooney gibi alışılmışın dışına çıkan daha çok futbolcuya ihtiyaçları var. Sanırım bu konuda İngiltere’ye göç eden Latin veya Güney Avrupa kökenli anne ve babalara çok iş düşecek. Zidane gibi melez bir yetenek, İngiltere milli takımını durmadan düştüğü ofsayttan kurtarıp topu ağlara gönderebilir.

Stadyumlar ve kapasiteleri
Manchester United - Old Trafford - 76 bin 212
Chelsea - Stamford Bridge - 42 bin 500
Arsenal - Emirates'i - 60 bin 432
Liverpool - Anfield – 45 bin 522
Evertoon – Goodison Park – 40 bin 569
Newcastle United - St. James' Park – 52 bin 394

Avrupa’nın en çok kazanan 20 futbol kulübü (milyon Euro)
Real Madrid 275,7
Manchester United, 246,4
AC Milan, 234
Juventus, 229,4
Chelsea, 220,8
FC Barcelona, 207,9
Bayern Munich, 189,5
Liverpool, 181,2
Inter, 177,2
Arsenal, 171,3
AS Roma, 131,8
Newcastle United, 128,9
Tottenham Hotspur, 104,5
Schalke 04, 97,4
Olympique Lyonnais, 92,9
Celtic, 92,7
Manchester City, 90,1
Everton, 88,8
Valencia, 84,6
SS Lazio, 83,1
Kaynak: Deloitte

Kulüplerin parası nereden geliyor? (milyon Euro)

Real Madrid
Maç gelirleri 63,7
Televizyon 88
Ticari 124

Manchester United
Maç gelirleri 102,5
Televizyon 71,7
Ticari 72,7

AC Milan
Maç gelirleri 38,1
Televizyon 138
Ticari 57,9

Lyon
Maç gelirleri 20,4
Televizyon 45,8
Ticari 26,7


“İngiliz kulüpleri iyi para kazanıyor ama iç pazardan”
DR. RORY MILLER (Liverpol Üniversitesi Futbol Endüstri Grubu)

* Uluslararası marka olan birkaç İngiliz kulübü var. İspanyol kulüpleri uluslararası pazarda İngilizler’den hâlâ daha iyi. Barcelona ve Real Madrid’in marka değeri özellikle Güney ve Kuzey Amerika’da daha yüksek. Bu biraz dil ve kültür ortaklığıyla da ilgili.
* Real ve Barcelona son 3-4 yılda çok iyi pazarlama stratejileri geliştirdi. İngiliz kulüpler iyi para kazanıyor ama bunlar iç pazardan geliyor. Premier Lig’in daha fazla ülkede yayınlanması aslında bir avantaj. Kendilerini uluslararası pazarlar konusunda geliştirirlerse işe yarayabilir.
* Takımların yabancı oyuncu almaları da bunun bir parçası. Everton ve Manchester City’nin Çinli oyuncuları bariz örnekler. Afrikalı oyuncular için bunu söylemek doğru olmaz. Afrika’ya bu oyuncuların tişörtlerini götürseniz bile taklit ürün sorunu var. Telif haklarının korunduğu Kuzey Amerika ve Japonya doğru pazarlar ancak bu defa da büyük takımlarda oynayacak kalitede futbolcu bulmak zor.
* İngiltere’deki holiganizm tam olarak bitmedi. Yunanistan’daki finali Manchester United ve Liverpool oynasaydı büyük sorunlar çıkması kaçınılmazdı. İngiltere’de polis taraftarları çok iyi tanıyor yurtdışında polisler bu konuda aynı derecede başarılı değil.

“Holiganizm azaldı ama bitmedi”
DR GEOFF PEARSON (Futbol Endüstrisi Grubu, Program Direktörü

* Stadyumlardaki şiddet olayları azaldı ama stadyum dışında hâlâ sorunlar var. Stadyumdaki başarının ardında kapalı devre kamera sistemleri yer alıyor. Suç işleyen kişi anında bulunup, hayat boyu futbol müsabakaları izlemekten mahrum edilebiliyor. Bu küçük suçları önlemede etkili olmasa da, “holigan firmaları” durdurmakta etkili oldu. Stadyumlarda içki satışının yasaklanması ve maçlar için toplu taşıma yöntemleri ise bence sorunu çözmedi daha da arttırdı.
* Holiganizmin bitmesinin futbol kalitesini arttırdığı görüşüne katılmıyorum. Holiganları engellemek için arttırılan bilet fiyatları kulüplere daha iyi futbolcular alması için gerekli olan daha çok parayı getirdi, o kadar. Britanya’da polis, 1960 ve 70’lerde gördüğümüz toplum polisi örneğinden daha zeki bir polislik yapmaya başladı. Taraftarlarla iyi ilişkiler kurdular ve üstlerine düşen rol daha çok izleyicinin kontrolü ve güvenliği üzerine oldu.