Buzulların erimesinden Kyoto'ya: Küresel Isınma (Yazı Dizisi -1)

Küresel ısınma 20-25 yıl içinde 300 milyar dolar zarar verebilir

BM Çevre Programı, sigorta şirketleri, sıklaşan fırtınalar, toprak kayıpları, balıkçılık, tarım ve su kaynaklarında meydana gelecek zararların önümüzdeki 20-25 yıl içerisinde, yıllık 300 milyar doları bulacağını hesaplıyor.

Özgür Gürbüz - Referans Gazetesi / 1 Aralık 2005

Küresel ısınma ile yakından ya da uzaktan ilgili milyonlarca insanın gözü 28 Kasım'dan bu yana Kanada Montreal'de düzenlenen İklim Değişikliği toplantısında. 9 Aralık'a kadar sürecek olan toplantılara yaklaşık 7 bin delege, yüzlerce gazeteci ve gözlemci katılıyor. Birleşmiş Milletler, küresel ısınmaya çare bulunamazsa milyonlarca iklim göçmeni ortaya çıkacağını, zararın maliyetinin ise 20-25 yıl içerisinde 300 milyar doları bulacağına dikkati çekiyor.

Türkiye'yi Çevre ve Orman Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Mustafa Öztürk'ün başkanlığında bir heyetin temsil ettiği bu toplantı sanayiden siyasete, basından sivil toplum örgütlerine kadar her platformda büyük bir dikkatle izleniyor. Bu toplantı İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi'ne (İDÇS) taraf olan ülkelerin 11. olağan toplantısı (COP11) olmasının yanı sıra, 16 Şubat'ta hayata geçen Kyoto Protokolü'ne taraf ülkelerin de ilk toplantısı (MOP1).

Dünya neden ısınıyor
Toplantılarda rutin gündemin yanı sıra, 2008- 2012 yılları arasında tüm mekanizmalarıyla çalışacak olan Kyoto Protokolü'nün ardından küresel sera gazı emisyonlarında yeni bir indirim hedefinin olup olmayacağının şekillenmesi bekleniyor. Avrupa Birliği (AB) üyesi ülkelerin bir anlamda liderliğini yaptığı protokole şu ana kadar 156 ülke taraf oldu. Türkiye'nin 2004 Mayıs ayında taraf olduğu İDÇS'ye ise tam 189 ülke. Toplantılara katılan ülkeler arasında, Kyoto Protokolü'ne taraf olmayı reddeden ve toplam sera gazı salımlarında kayda değer paylara sahip olan ABD ve Avustralya'da var. ABD tek başına toplam sera gazlarının yüzde 36.1'ine, Avustralya ise yaklaşık yüzde 3.4'üne neden oluyor. Avustralya, kişi başına düşen sera gazı emisyonlarında ise 27 ton karbondioksit eşdeğeriyle dünya lideri. Türkiye'de de bu oran 3 ton civarında.

Kritik sınır 2 derece
Dünyanın çevresi aynı bir battaniye gibi başta Karbondioksit (CO2), Metan (CH4), Hidroflorokarbonlar (HFC), Perflorakarbonlar (PFC) ve Azotoksitlerle (N2O) örtülü. CO2 gazı tek başına sera gazlarının yüzde 60'ını oluşturuyor. Bu gazlar, atmosferin sadece yüzde 1'ini oluşturmalarına karşın aynen battaniye etkisi yaratıyor. Atmosferden geçen ve dünya yüzeyinden geri yansıyan güneş ışınlarının bir bölümünü tutarak, dünyayı yerkürenin üzerindeki canlıların yaşaması için gerekli olan 16 derece civarındaki ortalama sıcaklıkta tutuyor. Buraya kadar mükemmel gibi görünen bu sistem, sanayileşme ve onunla birlikte başta artan fosil yakıt tüketimiyle bozulmaya başladı, kısaca dünya ihtiyacı olmayan daha kalın bir battaniye kullanmaya başladı. Bu güne kadar yapılan hesaplar, ortalama sıcaklığın 0.6 dereceye kadar arttığını ve bu hızlı artışın sürmesi halinde BM, ortalama sıcaklığın yüzyılın sonunda 5.8 derecelik bir artışa erişeceğini söylüyor. Birçok bilim insanı ortalama sıcaklıktaki artışın 2 dereceyi geçmesini geri dönülmez bir nokta olarak görüyor. İki dereceyi geçmemek için 2050 yılına gelindiğinde toplam seragazı emisyonlarında 1990 seviyesine göre yüzde 50 oranında azaltma şart. Kyoto Protokolü bu yüzden de sadece bir başlangıç olarak görülüyor çünkü 2008-2012 yılları arasında gelişmiş ülkelerin seragazı emisyonlarını 1990'a göre sadece yüzde 5.2 azaltmalarını öngörüyor.

1997 yılında kabul edilen ama 2005'in 16 Şubat'ına kadar yürürlüğe giremeyen Kyoto Protokolü emisyonların 1990 seviyesine göre yüzde 5,2 indirimini zorunlu kılıyor. Bu zorunluluk yüzünden protokolün hayata geçmesi de oldukça sancılı oldu. AB, protokolün hayata geçmesinde en önde yer alırken, Japonya, Rusya, Çin, Hindistan ve ABD'nin konumları uzun tartışmalara yol açtı. Protokolün hayata geçmesi için küresel sera gazı emisyonlarının yüzde 55'ine neden olan en az 55 ülkenin yükümlülük altına girmesi ön şartlardan bir tanesiydi. ABD, 2001 yılında Bush hükümetinin başa gelmesiyle protokolden çekilince yüzde 55'i geçmek için o ana kadar imza atmamış Rusya'nın "evet" demesi bir ölüm kalım meselesi haline geldi. AB'nin baskısı, Rusya'nın kısa dönemde emisyon ticareti aracılığıyla milyarlarca dolar kazanacak olması onları taraf olmaya yöneltti ve protokol hayata geçti.

Tehlikenin boyutları her geçen yıl büyüyor
Ortalama sıcaklığın artması hem kutuplardaki hem de yükseklerdeki buzulların erimesine, dolayısıyla deniz seviyesinin yükselmesine neden oluyor. BM'nin tahmini yüzyılın sonunda deniz seviyesinin 88cm'ye kadar yükselebileceği yönünde. Tüm bunlar iklim sistemini etkiliyor, fırtınaların, yağışların şiddetlenmesi ve sıklaşmasına yol açıyor. Uzmanlar küresel ısınmanın durdurulamaması halinde karşılaşılabilecek tehlikeleri şöyle sıralıyor:
* Deniz seviyesinin yükselmesi, yerleşim yerleri ve tarım alanlarının sular altında kalması sonucu milyonlarca insan "iklim göçmeni" olacak.
* Yükselen deniz suları birçok nehrin tuzlanmasına yol açacak, dolayısıyla tarımda kullanılan sular ve tarım arazileri tuzlanacak.
* 2050 yılına gelindiğinde ortalama sıcaklık artışı 2C'yi geçerse, 3 milyar insan susuzluk, 250 milyon insan da sıtma riskiyle karşı karşıya kalacak.
* Gulf Stream sıcak su akıntısının yavaşlaması ya da durması sonucu Kuzey Batı Avrupa 'da Sibirya benzeri bir iklimin ortaya çıkması sözkonusu.
* Nature dergisine göre 2050 yılına kadar 1 milyon tür yok olacak.
* BM Çevre Programı, sigorta şirketleri, sıklaşan fırtınalar, toprak kayıpları, balıkçılık, tarım ve su kaynaklarında meydana gelecek zararların önümüzdeki 20-25 yıl içerisinde, yıllık 300 milyar doları bulacağını hesaplıyor.

Yarın:
Kyoto mekanizmaları ve emisyon ticareti
Türkiye Kyoto'ya taraf olmalı mı?
Sanayici Kyoto'ya nasıl bakıyor

Büyüme rakamları gerçeği yansıtmıyor

'Şirketler Dünyayı Yönettiğinde' kitabının yazarı David Korten'e göre, 'doğal, insani, kurumsal ve hatta insan-yapımı sermayenin değer kaybetmesi ya da tükenmesi GSMH'den çıkartılmaz'. Rakamlar, her şeyi anlatmaz.

Özgür Gürbüz-Referans Gazetesi / 26 Kasım 2005

Wolfgang Sachs gibi David Korten'de büyüme rakamlarının gerçeği yansıtmadığı görüşünde. Üç Ekoloji dergisinde Türkçe olarak yayınlanan "Paranın Ekolojisi" adlı makalesinde bu görüşünü şöyle açıklıyor: "Çocuklar silah ve sigara satın aldıklarında bu satışlar GSMH'ye eklenir. Hiçbir aklıbaşında insan bunun bizim refahımızı arttırdığını iddia edemez. Bir tanker sızıntısı iyi bir şeydir, çünkü pahalı temizleme faaliyetlerine sebep olur. Evli bir çift boşandığında bu da GSMH için iyi birşeydir. Avukatlara para kazandırdığı gibi taraflardan en azından birinin yeni bir ev dayayıp döşemesini gerektirir. GSMH'nin diğer bazı parçaları ise zararlı büyüme sonucu toplumun ve çevrenin bu şekilde çökmesine neden olmalarını dengelemek için yapılan savunmacı harcamaları içerir. Örneğin güvenlik aygıtları ve çevre temizliği için harcanan paralar. GSMH gerçeklerimizi daha da bozar, çünkü yurtiçi hasılanın net değil brüt ölçümüdür. Doğal, insani, kurumsal ve hatta insan-yapımı sermayenin değer kaybetmesi ya da tükenmesi GSMH'den çıkartılmaz. Böylece ormanlarımızı kestiğimizde ya da fiziksel altyapımız kötüleştiğinde üretim kabiliyetinin kaybı hesaba katılmamış olur, gerçekler tam olarak ortaya dökülemez.

Üretim endeksler bile yanıltıcı
ABD, İngiltere, Almanya, Hollanda ve Avustralya'daki ekonomistler ülkelerinin bildirilen GSMH'yi net yararlı ekonomik üretim değerlerine ulaşmak için uyarlamışlardır. Her seferinde, geçtiğimiz 15 ila 20 senede kaydedilen önemli ekonomik büyümeye rağmen ekonominin refaha olan net katkısının aslında azalmakta ya da değişmemekte olduğu sonucunu çıkarmışlardır. Ancak bu gibi net yararlı üretim endeksleri bile yanıltıcıdır, çünkü gelecek tüm üretkenliğimizin bağlı olduğu canlı sermayenin temelini ne derece tükettiğimizi göz önüne sermezler. Canlı sermayemizin durumunu ölçen bütünsel bir birleşik endeks yaratma çalışmalarına hiç rastlamadım. Açıktır ki, böyle bir denemede bir çok teknik zorlukla karşı karşıya kalınacaktır.Bununla beraber, ormanlarımızın, topraklarımızın, içme suyu ve balıkçılık alanlarımızın tükenişi, iklim sistemlerinin bozulması, toplumsal dokunun çözülmesi, eğitim standartlarımızın düşüşü, en önemli kurumlarımızın meşruiyetini kaybedip aile yapımızın parçalanmasına dair elimizde her ne ölçüm varsa, hepsi bize canlı sermayemizin tükenişinin net yararlı üretimdeki azalmadan da büyük olduğunu gösterecektir.

David C. Korten
Ekonomik felsefe ve sistemlerin eleştirisini yapan Korten, Birleşmiş Milletler Uluslararası Kalkınma Ajansı'nda (UNAID) çalıştı, Stanford Üniversitesi İşletme Fakültesi'nde doktora yaptı ve Harvard Üniversite'si İşletme Fakültesi'nde ders verdi. İnsan Merkezli Kalkınma Forumu'nun başkanı ve 1995 yılında yayımlanan "Şirketler Dünyayı Yönettiğinde (When Corporations Rule the World)" ve 1999 yılında yayımlanan "Şirket Sonrası Dünya (The Post Corporate World) kitaplarının yazarı.

Sosyal politikalar olmadan ekonomik büyüme gerçekleşemez

Kentlerde yaşayan insanların daha yaşanabilir bir ortam istediğine inanan sosyal bilimci Wolfgang Sachs, sosyal politikaların ekonomik modellere eklenmesi görüşünde. 'Büyük şirketler de birer sosyal aktör ve bu rollerini ciddiye almazlarsa işleri tehlikeye girecek' diyor."

Özgür Gürbüz - Referans Gazetesi / 26 Kasım 2005

İnsanların ekonomik ve ekolojik sorunlarını sormak zorundasınız ve bu da politikanın işidir" diyor Wolfgang Sachs. Roma Kulubü'nün aktif üyelerinden ve Almanya'nın Wuppertal Enstitüsü'nde sürdürülebilirlik ve küreselleşme konuları üzerinde çalışan Sachs, ekonominin politikasızlaştırılmasını en önemli sorunlardan biri olarak görüyor. Küresel ısınma ve ekonomiyle ilgili sorunların çözümü için serbest ticaretin önündeki sınırları kaldırmak yerine ticareti, daha sosyal hedefleri olan bir politikayla değiştirmenin önünde duran engellerin kaldırması gerektiğinin altını çiziyor. Neo-liberal politikaların, politikayı ekonomiden uzaklaştırma yönünde başarılı olduğunu, bunun bazı kültür, yer ve insanların ihtiyaçlarının ekonomi içinde rol almaması anlamına geldiğini belirten Sachs, "son yirmi yıl bize gösterdi ki, bu gerçekçi değil. Ekonomiyi insanların yaşamlarından, kültürlerden ve bölgelerden çıkarıp atamazsınız. İnsanların ekonomik ve ekolojik sorunlarını sormak zorundasınız ve bu da politikanın işidir" dedi. İnsanların bu yüzden yeniden politikayla ilgilenmeye başladığını söyleyen Dr. Sachs, "Giydiğiniz elbiseyi yüzde 90 ucuza almak herkesin hoşuna gitti ama daha sonra bu insanlar fabrikalarının, aldıkları ucuz elbiselerin geldiği yerlere gittiklerini gördüler, kuşkucu olmaya başladılar. Neden doğru politikalarla işlerinin kendi ülkeleri içinde kalmadığını, girişimcilerin yatırım kararı alırken tamamen bağımsız hareket etmelerinin ne kadar doğru olduğunu sorgulamaya başladılar" diyor. Ona göre, bu ekonominin politikalar çerçevesinde yürütülmesi anlamına gelmemeli. Pazar ekonomisinin şekillenmesinde, ekonomik verimlilik dışında değerlerin de değerlendirmeye alınması anlamında algılanmalı. İnsanların her yıl dünyanın yeniden üretebileceği kaynaklardan yüzde 20 daha fazla tükettiği unutulmamalı.

Büyük firmalar da birer "sosyal aktör"
Belirli büyüklüğe gelmiş firmaların "iş yapma" biçimlerinin sosyal faktörler sonucunda değiştiğini öne sürüyor. "Kabul etsinler ya da etmesinler, büyük şirketlerin de bir "sosyal aktör" oldukları apaçık. Ciddiye almazlarsa işlerinin tehlikeye gireceği de öyle. Kısaca önümüzde yıllarda daha güçlü devletler ve daha aydınlanmış şirketler bizi bekliyor. Pazar tek başına sadece ekonomik verimliliği sağlayabilir ama insanların aradığı eşitlik ve sürdürülebilirliği sağlayamaz. Yeni bir döneme giriyoruz, politikaların pazar ekonomisini yönettiği ve biçimlendirdiği bir döneme". Herkesin çokça sorduğu bir soru var. Çevreyi korumanın ve ekonominin birarada barınıp barınamayacağı sorusu. Sachs'ın yanıtı "evet" ama bunun için iş dünyasının bakış açısının değişmesi gerektiğini düşünüyor ve ekliyor:"Son 10 yıl içinde iş dünyası bunu fark etmeye başladı. Su ve enerji gibi kaynakların paha biçilmez olduğunu ve bu kaynakların korunmasının ekonomik bir akıllılık olduğunu. İş dünyası bugün birçok ekonomik fırsatı göremiyor, görmeye zorlanmıyor. On yıl içinde, İstanbul şehri arabayla dolduğunda, daha yavaş giden, daha ekonomik arabalara talep olacağı fırsatını iş dünyası göremiyor. İklim değişikliğine zamanında hazırlanamayan otomotiv sektörü bugün bu yüzden cezalandırılıyor". Konu iklim değişikliğinden açılınca çözümün ne olduğunu sormadan edemiyoruz. Ekonomilerimizin kaynak merkezlerinin değiştirilmesi diye kısaca yanıtlıyor. Sachs, "Önümüzdeki 30-40 yılın takvimi bu. Modern ekonomi olarak adlandırdığımız ekonomik sistem, petrol, gaz ve kömür üzerine kurulu. Bu fosil yakıtlardan güneş temelli kaynaklara geçmemiz gerekiyor. Bunu kim yapacak, işte zor soru bu. Kalburüstü ekonomistler de gözle görülen iklim değişikliğinin farkında. Amerikalılar hariç dünyanın en büyük reasürans birlikleri, iklim değişikliğinin olası maliyetlerini hesaplıyor. Bugün iklim değişikliğinin ekonomik bir gerçeklik olduğu ortaya çıkmış durumda. Petrol endüstrisi de bunu biliyor. Apaçık olan, bu yüzyılda işlerinizi petrole bağlı olarak yürütemeyeceğiniz. Büyük kentlerde yaşayanlar da bugünkü yaşam tarzlarının felaketler, savaşlar doğurmasını istemiyorlar."

İklim değişikliğini ancak yavaşlatabiliriz
Küreselleştirme ve sürdürülebilirlik alanında olduğu kadar iklim değişikliği konusunda da çalışmaları bulunan Dr. Wolfgang Sachs, iklim değişikliğinin başlangıç aşamasında olduğunu ve artık sorunun, onun daha tolere edilebilir bir seviyede tutulup tutulamayacağı olduğunu söylüyor. "Bu yüzyılda ortalama sıcaklık artışının en az 1.5 C'yi bulacağı kesin. Kolaylıkla 2 C olabileceği gibi, 4 veya 6 da olabilir. Bu yüzyılda beklenen aralık bu ve termometrenin nerede duracağı tamamen insan ve ülkelerin uygulayacağı politik gelişmelere bağlı." diyen Sachs, Avrupalı politikacılar tarafından üstünde anlaşılan 2 derece sınırının aşılması halinde olabileceklerin tahmin edilmesinin çok zor olacağına dikkat çekiyor. Bu sınır aşılırsa deniz seviyesinde yükselme, fırtınaların sayısında ve şiddetinde artış gibi beklentiler artacak. Bir iklim olayı diğerini doğuracak ve 2 C sınırı aşıldığında ne olacağını tahmin etmek çok daha zor hale gelecek. Bu durumda Kyoto'nun ne kadar etkili olacağını merak ediyoruz. Kyoto'nun, sınır koyan ve bu sınırlara ulaşmak için ortaya atılmış ilk uluslararası anlaşma olarak başarılı olduğunu düşünüyor ama o da gelişmiş ülkeler için ortaya konulan yüzde 5.2'lik indirimin yeterli olmadığı kanısında. Türkiye'nin Kyoto'ya henüz taraf olmadığını anımsatıyoruz. Gelişmiş ülkeler iklim değişikliğinden daha fazla sorumlu olduğunu ve Türkiye'nin gelişmiş ülkelere "hey, sorumlu sensin, üstüne düşeni yap!" diyeceğini söylüyor ama ekliyor: "Fakat aynı zamanda, Türkiye onların düştüğü hataya düşmemek ve yükselen emisyon oranlarını kabul edilebilir bir seviyeye getirmek de zorunda. Bunu yapmamak ne politik ne de ahlaki olarak doğru olur."

Bu sözleri, ABD'nin protokolü delmek için kullandığı argümana benzediği için açıklamasını istiyoruz. ABD'nin, özellikle en başta giden gelişmekte olan ülkelerin de bu sürece dahil olmaları konusunda haklı olduğunu ama bir çelişki içerisinde olduklarını belirtiyor. "Kyoto öncesi onların da taraf olduğu İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması, gelişmiş ülkelerin önderlik yapması gerektiğini belirtiyordu ve ABD'de buna bilerek taraf oldu" diyor. Çin ve Hindistan gibi ülkeleri sürece dahil etmek de gerçekten büyük sorun. Bunu yapmak istediğinizde yine o en büyük tartışma ortaya çıkacak; karşılığında bu ekonomilerin nelerden vazgeçeceği ya da Çin ve Hindistan gibi ülkelere nelerin önerileceği. Sachs'a göre, Kuzey ya deli gibi "rüşvet" dağıtarak bu ülkelerdeki muhalefeti susturacak ya da kendi ekonomilerini yavaşlatarak Güney'in yaklaşmasına izin verecek. Küresel ısınmadan bahsedince haliyle tüketim alışkanlıklarından ve talep/yapay talep tartışmasından bahsediyoruz. Buradaki sorunu şöyle bir örnekle açıklıyor: "Bu biraz ucuz bir "suçu başkasına atma" oyunu. Otomobil firmaları lüks arazi araçları üretiyor. Bana otomobil isteyenlere "arazi aracı" önermenin doğanın bir kanunu olduğunu söylemeyin. Kimse araba üreticilerini "arazi aracı" üretmeleri için zorlamadı. Onlar üretene kadar hiçbir talep yoktu. Verimliliği arttırılmış, az yakıt harcayan arabalar isteyen tüketicilerle, otomotiv endüstrisine bağımlı olanlar var. Benim gözlemlerim kentlerde yaşayan insanların daha yaşanabilir bir kent istediği yönünde. Çocuklarının bir arabanın altında kalmasını istemiyorlar. Otomobil örneğinden gidelim isterseniz. En azından dünyanın benim geldiğim bölgesi için söyleyebilirim ki, kentler artık arabalar için uygun değil. İnsanlar, kentlerin otobanlar veya yollar için değil, dinlenme alanları, parklar ve evler; kısaca insanlar için olmasına çalışıyorlar."

Wolfgang Sachs kimdir?
1993'den bu yana Almanya'da Wuppertal İklim, Çevre ve Enerji Enstitüsü'nde çalışıyor. 2002 yılından bu yana da aynı yerde küreselleşme ve sürdürülebilirlik projesinin koordinatörlüğünü yürütüyor. İngiltere'deki Schumacher Kolej'i de dahil dünyanın bir çok üniversitesinde Küreselleşme ve Sürdürülebilirlik, Çevre ve Kalkınma konularında dersler veren Sachs, 1993-2001 yıllarında Greenpeace Almanya ofisinin genel direktörlüğünü de yürüttü. Sachs 2002'de Johannesburg'de yapılan Birleşmiş Milletler sürdürülebilir kalkınma zirvesinin Memorandum'unun editörlüğünü yaptı. Pek çok dile çevrilmiş kitapları arasında "Çevre ve İnsan Hakları", "Küreselleşme ve Sürdürülebilirlik", "Gezegen Diyalektiği", "Kuzeyin Yeşillendirilmesi" ve "Adil Gelecek" bulunuyor. Sachs'ın ele aldığı problemlerin başında ise çevrenin toplum ve ekonomi ile ilişkisi geliyor.