Evimizdeki Elektromanyetik Tehlike - 1

Habertürk Gazetesi'nde yayımlanan yazı üç günlük yazı dizisini, kısaltma, ekleme ve çıkartma yapılmamış haliyle burada bulabilirsiniz.

ELEKTROMANYETİK RADYASYON HER YERDE

Başlarken...
Bugün, hayatımızı kolaylaştırdığını düşündüğümüz birçok yüksek teknoloji ürünü elektronik aletin aynı zamanda sağlığımız için bir risk oluşturup oluşturmadığı tartışılıyor. Kablosuz internetten, mikrodalga fırına, evimizdeki elektrikli ısıtıcılardan saç kurutma makinalarına kadar birçok cihaz çalışırken hatta sadece prize takılıyken çevrelerinde bir elektromanyetik alan oluşturuyor. Uzmanlar, elektromanyetik alanların şiddeti, kaynağına olan uzaklık ve maruz kaldığınız sürenin vücut üzerindeki etkileri değiştirdiğini söylüyor. Evimiz ve çevremizdeki elektromanyetik alan kaynaklarını bilmek, bu aletleri doğru kullanmak ve aşırı kullanımdan kaçınmak hayati önem taşıyabilir.

Özgür Gürbüz- Gazete Habertürk / 29 Ekim 2009

Size, kentten çok uzakta, ağaçlarla dolu bir ormanda havanın kirli olduğunu söyleseler herhalde inanmazsınız. Çünkü hava kirliliği denince akla hemen genzinizi yakan bir duman, gri bir bulut tabakası geliyor. Oysa, havamızı kirleten ve görünmeyen bir kirletici daha var: elektromanyetik dalgalar. Yabancı literatürde buna “elektronik pus” anlamına gelen “electrosmog” bile deniyor. Gözle görülmeyen bu elektromanyetik kirlilik, kimi zaman cep telefonunuzun çalmasıyla televizyonda karlanma yaparak, kimi zaman ise yüksek gerilim hatları yakınında uçan helikopterleri bile düşürerek kendini gösteriyor. 20. yüzyıl ile birlikte doğada da var olan bu manyetik alanlara insan yapımı olanlar da eklenmeye başladı. Bununla birlikte bu etkileri ölçümlemek için sayısız aştırma yapılmaya başlandı. Araştırmalar bu aletlerin yaydığı manyetik alanlara sınırlamalar getirdi ama tartışmalar bitmedi. Sınır değerlerin altında da olsa uzun süreli elektromanyetik radyasyona maruz kalan insanlarda ne gibi sağlık sorunlarının görüleceği ciddi bir tartışma konusu.

Avrupalı da bazdan endişeli
Avrupa Komisyonu tarafından Avrupa’daki 25 ülkede 2006 yılında yaptırılan araştırma, bu tartışmanın halk tarafından da ne kadar ciddiye alındığını ortaya koyuyor. Tüm çevre sorunlarıyla birlikte sorulduğunda halkın yüzde 75’i yüksek gerilim hatlarının sağlıklarını etkilediğini düşünüyor. Yine halkın yüzde 76’sı baz istasyonlarının, yüzde 73’ü ise cep telefonlarının sağlıkları için bir tehlike arz ettiğini düşünüyor. Yine büyük çoğunluk bilgisayar ve evlerindeki elektrikli aletlerin sağlık etkilerinden şüpheleniyor ancak bu iki başlıkta çok endişeli olanların sayısı daha önceki başlıklara göre yarı yarıya az. Genel anlamda elektromanyetik alanların olası sağlık risklerinden endişeli olanlar ise ankete katılanların yarısını oluşturuyor.

Sağlık Etkileri
Elektromanyetik alanların (EMA) insanlar üzerindeki etkileri çok çeşitli ve vücut yapılarına göre de değişiklik gösteriyor. Basit ve kısa süreli etkiler baş ağrısı, göz yanması, halsizlik ve baş dönmeleri olarak belirtiliyor. Uzun sürede ortaya çıkan etkiler ise bağışıklık sistemini zayıflatmak, hücrelerarası aktiviteyi, hormon salgısını etkilemek, şehvet (libido) azalmasına yol açmak ve embriyolarda anormal gelişmelere neden olmak sıralanabilir. Hücre yapılarının bozulması, kanser, beyin tümörü ve DNA hasarından söz etmek de mümkün.

Yüksek Gerilim Hatları
Yüksek gerilim hatlarının yarattığı manyetik alanların etkisi konusunda özellikle çocuklar üzerine yapılmış çalışmalar göze çarpıyor. 3-4 mG’luk manyetik alan etkileniminin çocukların lösemi geliştirme riskini iki katına çıkardığını ilk kez 1979 yılında Nancy Wertheimer ve Ed Leeper tarafından yapılan araştırma ortaya koydu. Yine, 2005 yılında İngiltere’de Çocukluk Kanser Araştırma Grubu tarafından yapılan bir başka araştırmada da yüksek gerilim hattına 200 metre uzaklıkta oturan çocukların iki kat daha fazla lösemi geliştirme riskine sahip oldukları görüldü. Avusturya’da 132 kilovoltluk iletim hatlarının 15 metre, 275 kilovoltluk hatların ise 25 metre yakınına bina izni verilmiyor. Türkiye’de ise yüksek gerilim hatlarının hemen altına evler hatta okul bile inşa edilebiliyor.

"Zararsız diyemeyiz"

Prof. Dr. Çağatay Güler

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi
Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi

-Elektromanyetik radyasyonun kansere neden olduğuna dair kesin bir çalışma var mı?
-Kesin, net bir şekilde ortaya koyan bir araştırmaya henüz ulaşamadık çünkü henüz istediğimiz kanıtları elde edecek kadar uzun süre geçmedi. Örneğin cep telefonunun kullanımının yaygınlaşmasından günümüze kadar kanser oluşturacak süre geçmedi. Bu konuda yapılacak saha araştırmaları güç ve pahalı. Bizim şüphelendiğimiz bazı belirtiler var, huzursuzluk, sinirlilik, baş ağrısı, yorgunluk gibi. Bunları ölçen alet henüz ölçülmedi, derecelendiremiyoruz. Bağlantı kurmak çok zor. Ama asıl önemlisi şu bunların zararsız olduğunu gösteren hiçbir araştırma, güvenilir, gerçek araştırma yok. Bir de araştırmaların standartı var. Zararsız olduğunu net söyleyebilecek araştırma yok bir de bu araştırmaları destekleyenlerinde sorun var. Bunların bazılarının firma destekli olması kuşku yaratıyor.

- O zaman ne yapmalı?
Kesin olarak zararsız olmadığını söyleyemiyorsak ihtiyatlılık ilkesini ortaya koymamız lazım. Çocukların gelecekte bizden daha uzun ömürlü olmalarını bekliyoruz. Ortalama insan ömrü uzuyor. O zaman çocukluktan itibaren etkilenen bir nesil gelecek. Bizim çocukluğumuzda cep telefonu, kablosuz internet icat edilmemişti ama onlar daha uzun süre etkilenmiş olacak. - Bir alt değer var mı? İngiltere’de günde 1 mili gausse olarak belirlenmiş. EMA’a maruz kalan bir işteyseniz 2 mG (mili Gauss). İsviçre’de ise her iki şartlar için 1 mG. Ülkeden ülkeye değişiyor. Benim kafama inen tokmağın kaynağı beni ilgilendirmiyor, sonuç beni ilgilendiren; elektromanyetik alan. Bireysel farklılıklar da çok. Bu gibi değerler belirlenirken 70 kg ağırlığında standart bir erkek belirleniyor. Hamileyse ne olacak, embriyo etkilendiyse ne olacak? Etkilenmenin süresi de önemli. Ben 30 mG’a bir dakika etkilendim, diğeri ise 5 mG’den 5 saat etkilendi. Diyabet hastası için farklı, şişman biri için farklı. O kadar karışık karmaşık etken var ki. Bu değerler üzerinden bir şey söylemek çok doğru değil.

-Önerileriniz neler?
Mümkün olduğu kadar sürenin kısaltılması. dinelemeyle ilgiliyse kafaya fazla yaklaştırılmamalı. Tıraş makinasının yarattığı elektromanyetik alan çok yüksek ama çok kısa süre kullanıyoruz. Cep telefonu daha düşük ama uzun süre kullanırsan farklı sonuç doğar. Mümkün olduğunca bu aletlerin kullanımından kaçının, etkileri aza indirecek bariyerlere, standartlara dikkat edin.

***
Ev ve işyerlerinde elektromanyetik alan üreten cihazlar


Bebek alarmı
Bebek alarmları eğer kullanılmak zorundaysa beşikten en az bir metre uzakta durmalı. Çocukları izleme alarm sistemleri radyo frekanslı enerji yayarlar. Beyin fonksiyonlarında hiperaktivite nedeniyle bebeğin uykuya geç dalması bir belirti olabilir.

Alarmlı saat ve radyolar
Elektrikle çalışan alarmlı saat ve radyoların yataktan en 1,5 metre uzakta olması gerekir. Bu tip aletler, 30 cm uzakta 2-5 mG (Gauss - manyetik alan gücünü ifade eden birim) manyetik alan oluşturur.

Elektrikli fırınlar
Elektrikli fırınlar çalıştıkları sırada mikrotesla seviyesinde hayli yüksek manyetik alan üetirler. Fırınlar çalışırken mümkün mertebe makul uzaklıkta durulması gerekiyor.

Elektrikli tıraş makinesi
Şarj edilebilir tıraş makineleri pilli olanlara göre daha az zararlı. Elektrikli olanlarda manyetik alan üretiyor. Elektrikli tıraş makinaları yerine jiletle tıraş olmak daha uygun.

Fotokopi makinaları
Özellikle ofislerde kullandığımız fotokopi makinaları da şiddetli manyetik alan üretir. Yüksek manyetik alana sahip bu makinalardan en az 50 cm. uzakta durmak gerekiyor.

Kaynak: Radyasyon Kuşatması / Prof. Dr. Selim Şeker – Prof. Dr. Osman Çerezci

YARIN: RADYASYON DUVARI GEÇER–SAÇ KURUTMA MAKİNASI MI MATKAP MI DAHA TEHLİKELİ?

Türkiye, GDO'ya kapılarını açtı

Önceki gün Resmi Gazete'de yayımlanan yönetmelikle, Türkiye'ye yasal yollardan GDO'lu ürün ve yem getirmenin önü açıldı. Prof. Dr. Tayfun Özkaya, yeni yönetmelikle beyana dayalı olarak GDO'lu ürünlerin ithalatının önünün açıldığına dikkat çekiyor. Hukukçular ise biyogüvelik kanunu olmadan çıkartılan yönetmeliğe sert eleştiriler yöneltiyor.

Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 28 Ekim 2009

Genetiği değiştirilmiş organizmaların (GDO) ithalatına izin veren yönetmeliğe itirazlar sürüyor. Resmi gazete 26 Ekim tarihinde yayımlanarak yürürlüğe giren yönetmeliğin, bugüne kadar ithaline izin verilmeyen GDO’lu ürünlere yeşil ışık yaktığını belirten GDO karşıtları ve çevreciler, risk faktörünün hiçe sayıldığını ve sürece dahil edilmemelerinden yakınıyor.

Ege Üniversitesi Tarım Ekonomisi Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Tayfun Özkaya, kimilerince yönetmeliğin, ‘GDO Türkiye’de yasaklanıyor şeklinde yanlış anlaşıldığını’ ancak durumun aksi yönde olduğunu belirtiyor. “Türkiye kapılarını GDO’ya resmen açtı” diyen Özkaya, “Resmi olarak gelmiyor dense de bu ürünler Türkiye’ye geliyordu. Mısırlarda yapılan analizler GDO olduğunu ortaya çıkarmıştı. Yönetmelikle GDO’lu ürünlerin ithalatı serbest bırakılıyor. GDO’lu ürünlerle yapılmış çikolatalar bile getirilebilecek” diyor.

Madem zararsız neden bebeklere yasak?
Yönetmeliğin 5. maddesinde yer alan, “GDO lu ürünlerin, bebek mamaları ve bebek formülleri, devam mamaları ve devam formülleri ile bebek ve küçük çocuk ek besinlerinde kullanılması yasaktır” hükmüne atıfta bulunan Özkaya, “GDO’nun insan sağlığına zararlı olduğu birçok araştırmayla kanıtlandı. Madem GDO zararsız, neden bebek mamalarında kullanılmasına yasak getiriliyor?” diye soruyor. Bebek mamalarında kullanılmasına izin vermiyorsunuz bunun zararlı olduğunu kabul ediyorsunuz diyen Özkaya’ya göre, GDO içermeyen ürünlerin etiketlerinde ‘GDO yoktur’ yazılmasının yasaklanması ise haksız rekabet yaratıyor.

GDO’ya Hayır Platformu Hukuk Komisyonu üyesi Ilgın Özkaya Özlüer, ürünün GDO’lu kabul edilmesini belirleyen oranların AB müktesabatından birebir alındığını ancak bilimsel anlamda hangi temele dayandığının açıklanmadığına dikkat çekerek, “Bu oranların nasıl belirlendiği bizimle tartışılmadı” diyor. Bandırma’dan gelen mısırların GDO’lu çıktığını ispatlamamızdan beri bu ülkeye giren GDO’lu mısırlar hakkında yasal işlem yapılmasını bekledik diyen Özlüer, “Biyogüvenlik sistemi kurulmadan ithalat, ihracat, kontrol ve denetimi içeren bir yönetmelik çıkarıldı. Çevre Hukuku’nun önemli bir parçası olan ihtiyatlılık ilkesi göz ardı edildi. Risk faktörünün bu kadar yüksek olduğu bu alanda insan ve çevre sağlığının korunması devreye sokulmalıydı” açıklamasını yapıyor.

Şirketlerin beyanına dayalı
Özlüer, “Uzun zamandır bir biyogüvenlik kanunu oluşturulacağı söylendi. Fakat yönetmelik düzeyinde bir sistem getirildi. Ne üretici, ne biyoçeşitlilik ne de hayvan sağlığı açısından yönetmelikte bir güvence göremedim. Kontrol ve denetim yönetmeliği olmuş olmasına rağmen bu denetim şirketlerin beyanları üzerinden yapılıyor. Bir risk durumunda ne olacağı, nasıl yönetileceği belli değil” diyerek hukuki süreç başlatmayı planladıkları yönetmeliği eleştiriyor.

***
GDO yoktur yazmak yasak!
Yönetmeliğin 5. maddesinin sekizinci bendi ‘GDO yoktur’ yazılmasını yasaklıyor. 6. ve 7. bentleri ise bir gıda ve yemin GDO’lu kabul edilmesi için aranan şartları ortaya koyuyor. Söz konusu gıda veya yemin en az yüzde 0,9 oranında GDO içermesi o ürünün GDO’lu kabul edimesini sağlıyor. Yönetmelikteki ilginç bir madde ise izin verilmeyen GDO’larla ilgili. Gıda veya yemin yüzde 0,5’tan fazla, izin verilmeyen GDO içermesi halinde ithalatına, işlenmesine, nakline, dağıtımına ve satışına izin verilmiyor. Yüzde 0,5’tan azsa izin verilmeyen GDO’da serbest bırakılıyor.

Kompozisyon yazdılar Çin’e seyehat kazandılar

Yön Radyo ve Çin Uluslararası Radyosu işbirliğiyle düzenlenen kompozisyon yarışmasının sonuçları açıklandı. “Ben ve Çin” adlı yarışmasının iki birincisi gelecek hafta Çin’e gidiyor.

Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 28 Ekim 2009*

Uzun bir süredir Çin Uluslararası Radyosu’nun(CRI) Türkçe servisiyle ortak yayınlar hazırlayan Yon Radyo, yine CRI ile birlikte düzenlediği kompozisyon yarışmasını sonuçlandırdı. “Çin ve Ben” adlı kompozisyon yarışmasının birincileri Leyla Ünver ile Mehmet Ali Öztürk, plaketlerini CRI Birinci Başkan Yardımcısı Xia Jixuan ve Yön Radyo Yönetim Kurulu Başkanı Yüksel Kılınç verdi. İki birinci, ödül olarak bir haftalık Çin gezisi de kazandılar ve önümüzdeki hafta Türk Hava Yolları’nın desteğiyle Çin’e uçuyorlar.

Çin Halk Cumhuriyeti’nin 60’ncı kuruluş yıldönümü nedeniyle düzenlenen yarışmada dereceye girenlere ödülleri, Grand Cevahir Otel ve Kongre Merkezi’nde düzenlenen törenle verildi. Törene CRI Birinci Başkan Yardımcısı Xia Jixuan başkanlığındaki beş kişilik Çin Heyeti ile Çin Halk Cumhuriyeti’nin İstanbul Başkonsolosu Zhang Zhil de katıldı.

Yön Radyo Yönetim Kurulu Başkanı Yüksel Kılınç törende yaptığı konuşmada, “Türkiye ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin iki seçkin kurumu, YÖN Radyo ve CRI, kamusal yayıncılığın güzel örneklerini uluslararası alana taşırken iki kültürün buluşması için yeni köprüler kurmaya devam edecekler” dedi. CRI Birinci Başkan Yardımcısı Xia Jixuan ise Çin Uluslararası Radyosu ile Yön Radyo’nun işbirliği gerçekleştirilen yarışmaya yaklaşık 4 bin kişinin katılması, Türk halkının Çin’e olan dostluğun bir ifadesidir” yorumunu yaptı. Jixuan, “Çin-Türkiye dostluğunun sürekli olarak pekiştirilmesi, her iki ülke halklarının ortak arzusu. Bu arzunun yerine getirilmesinde önemli rol oynayan Çin Uluslararası Radyosu olarak, Türk toplumunun bütün kesimlerinin desteğini de alarak Çin-Türkiye dostluğunun zeminini pekiştirmek için çabalarımızı sürdüreceğiz” şeklinde konuştu. Yarışmada özel ödüle değer bulunan Yurdanur Atadan ise ödülünü Radyo Televizyon Yayıncıları Meslek Birliği (RATEM) Başkanı Yusuf Gürsoy’dan aldı.

Ağırlıklı olarak halk müziği yayınları yapan Yon Radyo ve 59 farklı dilde yayın yapan CRI, önümüzdeki günlerde Çince türküleri Türkiye’de, Türkçe türküleri de Çin’de verecekleri konserlerle seslendirmeyi planlıyorlar.

*tam metin

Enerji Tüketmeme Hakkı

Bu yazıyı birkaç ay önce cevreciyiz.com adlı site için hazırlamıştım. Kopenhag'taki önemli toplantı öncesi günlüğe eklemenin doğru olacağını düşündüm.

İyi okumalar,

Özgür


Ötenazi hakkı dünyanın birçok ülkesinde tanınmıyor ve gündeme geldiğinde oldukça sert tartışmalara neden oluyor. İnsanların ne kadar umutsuz olurlarsa olsunlar, kendi hayatlarına son verme isteklerine pek sıcak bakılmıyor. Bu tavır sanırım sadece söz konusu olan bir birey olunca geçerli. Toplu ötenazi kavramsal olarak konuşulmasa da tüm dünyada serbest bırakılmışa benziyor. İnsanların kendilerinin ve diğer canlıların hayatlarına son vermek için ellerinden geleni yapmalarına aslında açıkça seyirci kalındığını söylemek de mümkün. Kullandığımız her fosil yakıt (petrol, doğalgaz ve kömür), boşa akıttığınız her damla su, gerçekten ihtiyacımız olmadığı halde tükettiğimiz her türlü hammadde ya da gıda bizi filmin son karesine daha da yaklaştırıyor. Hayatımızı kendi ellerimizle ve bilinçli bir şekilde yok ediyoruz ama kimse müdahale etmiyor. Çünkü bunun adı “ötenazi” değil “tüketim”; hatta kimi zaman “gelişme” ve “refah toplumuna geçiş” olarak bile adlandırılabiliyor. Paranın çoğalması karşılığında yaşamın azalmasının “iyi” olarak algılandığı bir dünyada yaşıyoruz.

Tüketmenin “medeni”, tüketmeyi reddetmenin “ilkel” bir davranış olarak gösterilmeye çalışıldığı bu yeni dünya düzeninde doğduk çoğumuz. Gazeteciler abartır derler ya, abartmadığımızı bir örnekle açıklamakta fayda var. Mersin Akkuyu’da kurulması düşünülen nükleer santrale karşı çevrecilerin argümanlarından biri, “Nükleer santrale evet demektense mum ışığında oturmaya razıyım” idi. Nükleeri savunanlar hemen bu argümanı kullanarak çevrecileri “gericilikle” suçlamış ve mağarada yaşamayı istemekle itham etmişti. Gördüğünüz gibi abartmamışız. Mum ışığı bir semboldü belki ama “yaşamı riske atmaktansa, bireysel konforumdan ödün veririm” diyebilen insanların davranışının “ilkel” olmadığı, tam tersine ilerici olduğu sanırım bugün daha net görülüyordur. Kendi ömürleri için gezegenin geleceğinden çalan anlayış, Sanayi Devrimi’yle birlikte, yani yaklaşık iki yüz elli yıl içerisinde, gezegenin her köşesindeki canlının yaşamını tehdit eden bir sistem kurmaya başardı. 1763 yılında İskoçya’da bulunan buharlı trenin dumanı bugün Kuzey Kutbu’ndaki kutup ayılarına kadar ulaşmış durumda. Ayıların burunlarının ucuna getirilen bu medeniyetten pek hoşlandıklarını söylemekse pek olası değil. Eriyen buzullar, azalan yiyecek stoku sonucu yaşam tehlikesi altındılar. Ortadan kaybolan arılardan, her yıl yangınlar sonucu azalan ormanlardan ve 2003 yılında meydana gelen aşırı sıcak dalgaları sonucu Avrupa’da hayatını kaybeden 35 bin insandan da haberdarız. Yapılan bilimsel çalışmalar, tüm bunların sorumlusunun insan kaynaklı iklim değişikliği ya da halk arasında bilinen adıyla küresel ısınma olduğunu kanıtlamış durumda.

Küresel Isınma Bir Varsayım Değil
İlk uyarı, 1981 yılında Profesör James Hansen tarafından “Science” dergisinde kaleme alınan ve atmosferdeki karbondioksit (CO2) artışının iklim değişikliğine yol açacağını belirten 10 sayfalık makalesiyle geldi. Sanılanın aksine, iklim değişikliğinin bir gerçek olarak kabul edilmesi, ne çevreci kuruluşların iddiaları ne de Al Gore’un filmi yüzünden oldu. 2007 Nobel Barış Ödülü’ne layık bulunan Uluslararası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO) ve BM Çevre Programı (UNEP) tarafından iklim değişikliği üzerine bağımsız araştırmalar yapması için 21 yıl önce, 1988 yılında kuruldu. Üç ayrı başlık altında çalışmalarını yürüten IPCC, olayın fiziki bilimsel temelini; etki, uyum ve zayıflıklarını araştırdı. 21 yıl içinde dört önemli rapora imza attı. Üçüncü değerlendirme raporu 2001 yılında yayımlanmıştı.

2007 yılında yayımladıkları 4. Değerlendirme Raporu’nun hazırlanması 6 yıl sürdü. 2007 Raporunun dört ayağından biri olan iklim değişikliğinin bilimsel temelleriyle ilgili bölüm 152 kişilik ana yazar (bilim insanı) kadrosu tarafından kaleme alındı. 30 ülkeden yazarlar katkıda bulundu ve yine 600 uzman tarafından gözden geçirildi. Hükümetlerin uzmanlarının katkıları da ayrıca alındı. Politika yapıcılar için bir sonuç niteliğinde olan özet bölüm 113 ülke tarafından onaylandı. Kısacası, küresel iklim değişikliğiyle ilgili bilimsel bulgular ne bir tek ülkenin ne de bir tek bilim insanının ürünü. 30 yılı aşkın süredir yapılan araştırmalar sonucunda, küresel iklim değişikliğinin varlığı ve insan kaynaklı olduğu, tüm dünyadan gelen bilim insanı ve hükümet yetkililerinin ortak kanısı olarak ortaya konmuştur.

Türkiye Yüzde 119 Artışla Birinci
‘İnsan kaynaklı’ kavramını da burada açmakta fayda var. İnsanın varoluşu değil, yaşam biçimi ve tercihleri iklim değişikliğine neden olmakta. İnsan oldukça meydana gelecek bir doğal afetten veya kaderden bahsetmediğimizin altını çizelim. Avrupa Komisyonu tarafından yapılan araştırmaya göre, Avrupa içerisinde ciddi bir koalisyon, küresel ısınmayı dünyanın en tehlikeli problemi kabul ediyor. Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan’ın başını çektiği bu ülkelerde dünyayı tehdit eden en büyük tehlikenin küresel ısınma olduğu yargısı %90’larla destek görürken Türkiye’de bu oran %60’larda kalıyor. Bu korkusuzluğumuz sade vatandaştan karar alıcılara kadar uzanıyor aslında. Türkiye’nin sera gazı emisyonlarına baktığımızda, bir azalma eğilimi görülmediği gibi aksine çok ciddi bir artış yaşandığı görülüyor. 1990 yılında 170,06 milyon ton olan sera gazı emisyonları (CO2 eşdeğeri) 2007 sonunda 372,6 milyon tona ulaştı. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS) kapsamında EK-1 ülkesi olarak adlandırılan grupta yer alan Türkiye, %119’luk artışla açık ara önde gidiyor. Türkiye’nin BMİDÇS’ye 2004 yılında taraf olmasına ve geç de olsa Kyoto Protokolü’ne 2009 yılında imza atarak bundan sonraki süreçte aktif rol alacağını beyan etmesine karşın, sera gazı artışının kontrolsüz büyümesi açıkçası kaygı verici. 1990’dan bu yana gerçekleşen en büyük yıllık artış, 40 milyon tonla 2006-2007 yılları arasında meydana geldi. Bu yıl (2009) sonunda Kopenhag’ta yapılacak 15. Taraflar Toplantısı’nda (COP-15) çıkacak kararlar hazırlıksız bir Türkiye’yi ciddi şekilde zorlayabilir. Mayıs ayında ortaya çıkan ilk taslak metinde, 2020 yılına kadar sera gazı emisyonlarını 1990 yılına göre %25 ile 45 oranında aşağı çekilmesini isteyen farklı hedefler var. Ayrıca, 2050 yılında yine 1990 yılına göre en az %75 azaltmayı hedefleyen iddialı ama bilim insanlarının tavsiyeleriyle paralellik gösteren öneriler var. Bu rakamları görünce, Türkiye’nin bugüne kadar olduğu gibi 2012’den sonra da elini kolunu sallaya sallaya atmosferi kirletmeye devam edebileceğini düşünmek biraz hayalperestlik olur.

Kyoto Protokolü imzalandığında kendisini biraz da farkında olmadan, gelişmiş ülkelerle aynı sınıfta bulan Türkiye, her ne kadar özel durumunu Marakeş’teki toplantıda tanıtmış olsa da, küresel ısınmaya yaptığı ülkesel katkının büyüklüğü ve artış potansiyeliyle, Kopenhag sonrasını ilk dönemde olduğu gibi yükümlülük almadan geçiremeyebilir. Bundan çok da korkmamak lazım. Kendini doğru yerde konumlamış bir Türkiye, Kyoto’daki gibi benzeri yaptırımlar içeren her türlü anlaşmayı ülkenin politikalarını yeşile döndürmek için fırsat olarak kullanabilecek potansiyele sahip. Çünkü iklim değişikliğini durdurmayı öneren tüm tedbirler, yenilenebilir enerji kaynakları (güneş, rüzgar, küçük hidro, jeotermal, dalga, biyokütle gibi), enerjinin verimli kullanılması, tüketim toplumunun sorgulanması gibi ana ekonomik temellere dayandırılıyor. Türkiye’de zaten sınırlı olan petrol, kömür, doğalgaz, uranyum gibi kaynakların yerine; rüzgar (Avrupa’nın ikinci en iyi potansiyeli), güneş (Avrupa’nın en iyi ikinci potansiyeli) ve jeotermal (dünyanın yedinci en iyi potansiyeli) gibi kaynakları kullanmayı teşvik eden ve gerekli destekleri sağlamayı taahhüt eden bir mekanizmadan bahsediyoruz. Üç tarafı denizlerle çevrili (açık deniz rüzgar enerjisi ve dalga), tarım için arazi ve insan kaynağı olan (biyokütle, biyoyakıt) bir ülkede bu geçişi yapmaktan neden bu kadar korktuğumuzu anlamak biraz zor.

Önce Enerji
Türkiye sera gazı emisyonlarını düşürmek istiyorsa işe enerjiden başlamak zorunda. 2007 yılındaki 40 milyon tonluk artışın %75’i enerji kaynaklı. Toplam rakama bakıldığında 372 milyon tonluk emisyonun 282 milyonunun enerji sektörü başlığının altında yer aldığını görüyoruz. Kömür ve doğalgazla çalışan santrallerin bu rakama katkısı büyük; %90’dan fazlasının kara yoluyla yapıldığı yük ve insan taşımacılığının da. Petrole, kömüre ve doğalgaza olan bağımlılık, bir başka deyişle dışa bağımlılık, iklim değişikliği sorununa Türkiye’nin katkısının da özünü oluşturuyor. Çözüm, bu santrallerin yerine yenilenebilir enerji kaynaklarından elektrik enerjisi üretmek mi sorusunun yanıtı evet ama işin bu kadar “basit” olduğunu söylemek sorunu fazla hafife almak olur. Sorun, ekonomik krizle birlikte düşse de artma eğiliminde olan enerji talebini kontrol edememekte yatıyor. Enerji Bakanlığı’nın girişine “Sınırsız enerji talebini sınırlı enerji kaynaklarıyla karşılayamazsınız” sözlerini büyük harflerle yazmayan hiçbir iktidarın sorunu çözme şansı bulunmuyor. Kömür, doğalgaz, petrol ve nükleer santralde kullanılan uranyumun sınırlı olduğu biliniyor. Literatürde sınırsız olarak adlandırılan ve güneş var olduğu sürece var olacak yenilenebilir enerji kaynaklarının da, güneş panelinden, rüzgar türbinine kadar hammaddelerinin sınırlı olması benzer bir sınırlamayı aslında onlar için de getiriyor. Bu durumda, sihirli formülün talebi kontrol etmek olduğu açık.

Talep Yönetimi Ve Enerji Yoğunluğu
Talebi ne kadar kontrol ettiğimizi ya da Türkiye için konuşursak ne kadar kontrol edemediğimizi enerji yoğunluğu verilerine bakarak anlayabiliyoruz. Türkiye’de 1000 Avroluk Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GHSYİH) yaratmak için 2006 yılında 446 kilogram eşdeğeri petrol (KEP) harcamak gerekirken, Avrupa’nın en iyisi konumundaki İsviçre’de 95 kilogram eşdeğeri petrolle aynı ürün elde edilebiliyor. İsviçre’ye göre yaklaşık 4,5 kat fazla enerji harcayarak aynı işi yapıyoruz. Japonya için bu rakam 114, Danimarka için 118 ve Almanya içinse 154 kilogram eşdeğeri petrol. Türkiye’den kötüleri de var, Bulgaristan (1554) ve Romanya (1128) gibi. Burada asıl dikkat etmemiz gereken, dünyada enerjiyi akıllı kullanmaya yönelik politik tedbirlerin alınmaya çalışılması ve enerji yoğunluğunun hemen hemen her ülkede giderek aşağıya çekilmesi. Listenin sonunda yer alan Bulgaristan, 1996 yılında 1000 Avroluk GSYİH için 2543 KEP harcıyordu. 10 yıl içerisinde yarıya yakın bir iyileştirme gösterdiler. Listenin başarılı isimlerinden Almanya bu rakamı 179’dan 154’e düşürmeyi başardı. Türkiye’de ise değişen fazla bir şey olmadı. 1996 yılında 486 KEP ile yaptığımız işi aradan 10 yıl geçmesine rağmen halen 446 KEP ile yapıyoruz.

Açıklanamayacak bir problem değil. Bugün hala, gelişmek için daha fazla enerji tüketmemiz gerektiğini söyleyen akademisyen, işadamı ve politikacılarla dolu eski bir zihniyetin politikalarını sürdürüyoruz. Kişi başına düşen enerji tüketiminin artışını, çıktılara bakmadan olumlu veri olarak kullanıyoruz. Türkiye’nin yapacağı en akıllı iş, kömür mü olsun rüzgar mı tartışmalarını bırakıp, enerji yoğunluğunu düşürecek verimli teknoloji kullanımının önünü açmak olmalıdır. Bunun için de enerji konusunda felsefi anlamda bir devrim yapmak şart görünüyor.

Uluslararası Enerji Ajansı’nın bugünkü politikaların sabit kaldığını varsaydığı senaryosuna göre 2030 yılında da fosil yakıtlar, birincil enerji kaynaklarının %80’ini oluşturacak. Böyle bir senaryonun gerçekleşmesinin iklim değişikliğini geri dönülmez noktalara getireceği gerçeğini bir yana bıraksak bile bu tablo alışılagelmiş enerji denkleminin bozulmasının çok zor olduğunu da gözler önüne seriyor. Türkiye’nin 50 civarında yeni kömür santrali inşa etmesi için kollarını sıvaması, sera gazı verilerine bakıldığında nasıl anlamsızsa, fosil yakıt tüketimine küresel anlamda devam etmek de o kadar anlamsız. Görünen o ki, enerjide fosil yakıtlardan güneş ve verimlilik ekonomisine geçmek, sektör içinde pozisyonlarını değiştirmek istemeyen şirketlerin gönüllü ya da zorunlu katılımıyla olacak. Zorunlu katılım için bireylerin elleri sanılandan daha güçlü. Enerji yoğunluğunu düşürmek için alınan tüm önlemler, firmaları kar için alan değiştirmeye zorlayacak. Evlerin çatılarına konan güneş panelleriyle, daha az elektrik harcayan buzdolaplarıyla bağımsızlaşmaya başlayan tüketiciler makro taleplerini de kabul ettirebildikleri anda dünya değişmeye başlayacak. Taleplerin temelinde ise, “Enerji Tüketmeme Hakkı” yatmak zorunda.

Tü-ket-ti-re-mez-si-niz!
Çevrecilerin enerji tüketiminin üzerinde bu kadar çok durmalarının nedeni sadece sera gazlarıyla açıklanamaz elbette. Nükleer atıklardan, tarım arazilerinin kül dağlarına dönüşmesine, Yatağan’da yok olan zeytinliklerden, astım ve solunum yolu hastalıklarına kadar birçok sorun konvansiyonel enerji kaynaklarıyla ilintili. Bir başka sorun ise enerjinin bugüne kadar verilen eğitim içerisinde adeta tüketmeye mecbur olunan bir kaynak gibi insanlara öğretilmesi. Sorunun çözümünü güçleştiren bu öğreti, milyonlarca insanın yaşadığı bir kentte metro yerine özel arabalarla ulaşıma zorlanan ve dolayısıyla enerji tüketmeye teşvik edilen insanların önündeki en büyük engellerden biri. Halbuki insanların her alanda enerjiyi daha az tüketmek için söz hakları olmalı ve bu haklarının olduğu, nasıl kullanılacağı onlara öğretilmeli. Metro yerine minibüse, otobüs yerine otomobile, güneş enerjisiyle aydınlanan sokak lambaları yerine kömür santrallerinden gelen elektrikle yakılan ampullerle yolunu bulmaya çalışan insanların, enerji tüketmeme / enerji kaynağını seçme haklarının gasp edildiğinden haberdar olmaları gerekiyor. Tüketmeme hakkımızı politik yoldan istemeyi öğrenmek zorundayız. Seçeneksiz bırakılmak aslında gizlice tüketmeye teşvik edilmektir. Kirleten teknolojilerle temiz teknolojilerin rekabet edebilmeleri için aynı elektrik piyasasında olduğu gibi bir düzenleme yapılması ve karbon vergisi gibi örneklerin tüm alanlara yayılması zorunlu kılınmalıdır. Yakıtı verimli kullanmayan bir motor ancak kirlettiği oranda cezalandırılırsa verimli ama ilk maliyeti yüksek olan motorlarla değiştirilebilir. Rüzgar enerjisi atmosfere salmadığı karbondioksit için kredilendirildiğinde gerçek maliyet hesabı ortaya çıkmış olur. Termik santral tarafından hastalanan insanların bakım giderleri o santralin işletme giderlerine katıldığında gerçekten hangi kaynağın pahalı olduğu anlaşılabilir.

Yaşamı ya da birbirimizi tüketmeye övgüler yaratan bu “medeniyetten” kaçmaya çalışan insanlar, enerji tüketmeme haklarını kullanabildikleri anda gerçek bir demokrasiye daha yaklaşmış olabileceğimiz kesin.

Ekonomik kriz iklime yaradı

Uluslararası Enerji Ajansı’nın tahminlerine göre küresel ekonomik ve finansal kriz nedeniyle, iklim değişikliğine yol açan karbondioksit emisyonları 2009 yılında yüzde 3 oranında düşecek. Tahminler gerçekleşirse bu, son 40 yıl içerisindeki en büyük düşüş olacak.

Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 17 Ekim 2009

Küresel ekonomik kriz binlerce kişiyi işsiz bırakmış olsa da küresel ısınmanın pençesinde boğuşan dünya için de bir umut ışığı yaktı. Uluslararası Enerji Ajansı’nin (UEA) tahminlerine göre her yıl artan küresel seragazları emisyonları bu yıl yüzde 3 oranında düşecek. Tahminler gerçekleşirse, küresel ısınmaya yol açan sergazlarında son 40 yılda meydana gelen en büyük düşüş yaşanmış olacak. Ajansın tahminleri, bu düşüşün 2020’deki emisyon rakamlarının da yüzde 5 oranında azalması anlamına geleceğine işaret ediyor. Bu rakam, küresel ısınma konusunda ek tedbirler alınırsa daha da aşağı çekilebilecek.

UEA, önümüzdeki günlerde yayımlanacak olan Dünya Enerji Görünümü 2009 adlı raporunun iklim değişikliği için ayrılan özel bölümünde bu düşüşü bir fırsat olarak niteliyor. Buna rağmen, dünyanın ortalama sıcaklığının 2 dereceden fazla artmaması için gerekli politikaların mutlaka tüm ülkeler tarafından uygulanması gerektiğini de ekliyor. Bilim insanları, 2 derecelik artışın geçilmemesi için atmosferdeki karbondioksit miktarının 450 ppm olan üst sınırın altında tutulması gerektiği konusunda hemfikir. UAE Başkanı Nobuo Tanaka, “Mesaj basit ve yalın. Eğer dünya bugünkü enerji ve iklim politikalarına devam ederse iklim değişikliğinin sonuçları sert olacak. Enerji sorunun kalbinde, o halde çözümün de özünü oluşturmalı” diyor.

Çözüm için “450 ppm” senaryosunu öneren Enerji Ajansı, 2020 yılına kadar fosil yakıt kullanımında tepe noktasının aşılacağı ve emisyonların 2020 yılında 2007’ye göre yüzde 6 oranında artacağını öngörüyor. Buna karşın, 450 ppm’in altında kalınması için 2020 yılına kadar 3,8 giga ton emisyon indirimi gerekiyor. Bunun 1,6 giga tonunun Türkiye’nin de içinde bulunduğu OECD ülkeleri tarafından, 1 milyar giga tonunun ise halihazırda konuştuğu politikaların hayata geçirilmesiyle Çin tarafından gerçekleştirilmesi öngörülüyor.

Boğaziçi Üniversitesi öğretim görevlisi Doç.Dr. Gürkan Kumbaroğlu da krizlerden fırsatlar çıkacağı görüşünde. “Dünyada iki büyük kriz var, biri ekonomik diğeri de ekolojik kriz” diyen Kumbaroğlu, “450 ppm senaryosuna ulaşmak için küresel çapta seragazlarını 3,8 gigaton oranında azaltmak gerekiyor. Bu aslında çok da korkunç bir rakam değil. Bugünkü seviyelerin yaklaşık yüzde 13 altı. Bu artışın nedeni fosil yakıt kullanımından kaynaklı. Yeni yatırımlarda fosil yakıt kullanımını azaltmak, mevcut kullanımını daha verimli hale getirmekle bu rakamı hızla aşağı çekmek mümkün. Bunun maliyetinin de enerji tasarrufundan sağlayacağımız gelirle karşılayabileceğimizi UEA da söylüyor” diyor.

Seragazı emsiyonlarının düşmesinde endüstriyel ve elektrik üretimindeki düşüş de önemli rol oynuyor. Eurostat’ın verilerine göre Avrupa Birliği’nde 2009 yılı endüstriyel üretim rakamları bir önceki yıla göre büyük düşüş içinde. 2009 Mart ayındaki endüstriyel üretim miktarı bir önceki yıla göre yüzde 18,1 azalmış durumda. Ağustos 2009’da ise kısmi iyileşme görülse de 2008 yılının aynı ayına göre üretimde yüzde -13,5’luk bir azalma meydana gelmiş durumda. AB-27’de enerji üretimi de Nisan 2009’da 2008 Nisan’ına göre yüzde -12’lik bir azalma göstermiş. Ağustos 2009’da ise fark yüzde -6,2’lere kadar gerilese de hala geçtiğimiz yılın aşağısında. En büyük seragazı üreticileri ABD ve Çin’de ise durum farklı. ABD’de sanayi üretimi Ağustos 2008’e göre yüzde 10.7 azalırken Çin’de 12,3’lük artış meydana geldi. Çin, Hindistan ve Güney Kore gibi ülkelerdeki artışa rağmen diğer ülkelerdeki düşüş seragazı emisyonlarını düşürmeyi başardı.

UEA’nın yaptığı hesaba göre işin en can alıcı noktası da bu hedefe ulaşmak için 2010-2030 yılları arasında enerji sektöründe yapılması gereken 10 trilyon dolarlık yatırım. Acilen yatırımların hayata geçirilmesini öneren Tanaka, gecikilen her yılın maliyetleri 500 milyar dolar arttırdığına dikkat çekiyor.

***
Ülkelere göre yakıt kaynaklı CO2 emisyonları (Mt)
Ülke 1990 2007 Değişim(%)
Çin 2244 6071,2 170,6
Türkiye 126,9 265,0 108,8
İspanya 205,8 344,7 67,5
Kanada 432,3 572,9 32,5
ABD 4863,3 5769,3 18,6
Japonya 1065,3 1236,3 16,1
İtalya 397,8 437,6 10
Fransa 352,1 369,3 4,9
Birleşik Krallık 553 523 -5,4
Almanya 950,4 798,4 -16

Kaynak: UEA

***
Sektörlere göre küresel seragazı emisyonları (2007)

Elektrik ve ısı üretimi %41
Ulaşım %23
Endüstri %20
Diğer %10
Konutlar %6

Kaynak: UEA

“Kapital”i okumamak için bahane kalmadı!

Karl Marx’ın başyapıtı sayılan “Kapital”in çizgi roman versiyonu da çıktı. “Manga” olarak bilinen Japonlara has çizgi roman formunda yayımlanan Kapital Manga 16 Ekim’de piyasada.

Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 16 Ekim 2009

Dünyada 2008 yılında Japon yayınevi East Press tarafından ilk olarak çizgi romanlaştırılan ve 100 binin üzerinde satan Karl Marx’ın “Kapital”i, türkçeye çevrildi. Yordam Kitap tarafından 16 Ekim’de satışa sunulacak Kapital, bir peynir fabrikasındaki üretim sürecini temel alarak bilimsel sosyalizmi, Japonlara has çizgi roman formu olan Manga ile birleştiriyor.

Eser, pazarda babasıyla birlikte peynir satarak hayatını kazanan Robin’in daha çok para kazanmak için kapitalist bir girişimci olan Daniel’le iş ortaklığına giderek bir peynir fabrikası açması üzerine kurulmuş. Robin, bir süre sonra işçileri acımasızca sömürmeden başarılı olmanın imkânsız olduğunu anlar görür ve büyük bir huzursuzluk yaşamaya başlar. Bu, en sosyalist Manga kitabında, Robin’in öyküsü üzerinden Marx’ın Kapital’indeki önemli notlar okuyucuya aktarılmaya çalışılıyor. Kapital manga’nın Yayın Yönetmeni Hayri Erdoğan, çizgi roman versiyonunu hem kitabı hiç okumamışlara hem de daha önce tamamını bitirmeyi başarmış olanlara tavsiye ediyor. Kitabın ilk baskısı 5 bin adet olarak basılmış ve Erdoğan, kısa sürede ikinci baskıyı yapacaklarını düşünüyor. Kapital Manga’nın ikinci cildi ise 4 Ocak 2010’da kitapçılarda yer alacak.

Komünist Manifesto sırada
Kapital’in çizgi roman çevirisi Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Japon Dili ve Edebiyatı bölümü öğretim üyesi H. Can Erkin tarafından yapılmış. Yayınevi ayrıca, sosyalizmin en yaygın eseri sayılan “Komünist Manifesto”yu da İtalyan grafik sanatçısı Rodolfo Mercenaro’nun çizgileriyle önümüzdeki haftalarda okurlara sunmaya hazırlanıyor. Yasaklanmamış olmasına rağmen bugün bile birçok cezaevine alınmayan Karl Marx’ın başyapıtı “Kapital”in çizgi roman versiyonunun bu yasaklardan nasibini ne kadar alacağı ise ayrı bir soru.

***
Manga Nedir?
Manga, kökleri Japon kültür tarihinin derinliklerine inen bir çizgi-roman türü. 18. yüzyıl başlarından itibaren geniş okuyucu kitlesine hitap eden bir tür olarak yaygınlaşmaya başlamış. Günümüz Japonya’sında ise yılda 10 binin üzerinde manga kitap ve üç yüzün üzerinde de süreli manga dergi yayınlanıyor, çizgi film ve dizileri de birçok dile çevriliyor.

Ermenistan yeni transit ülke olabilir

Özgür Gürbüz /14 Ekim 2009

Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı’nın (SETA) İstanbul’da düzenlediği Türkiye-Rusya İlişkileri Çalıştayı’nın davetlisi olarak Türkiye’ye gelen Doç. Dr. Yury Borovsky, Türkiye ve Ermenistan arasında imzalanan protokolün yeni bir enerji boru hattı olasılığı yarattığını söylüyor. Moskova Uluslararası İlişkiler Devlet Enstitüsü öğretim görevlisi olan Borovsky, “Ermenistan da transit bir ülke olabilir. İran-Ermenistan arasında halihazırda bir boru hattı var. Azerbaycan’ı by-pass edecek yeni bir rota olabilir, böyle bir olasılık var” diyor.

Türkiye-Avusturya arasında inşa edilmesi planlanan Nabuko Doğal Gaz Boru Hattı projesinin geleceği hakkında ise çok iyimser değil. Her yıl 30 milyar metreküp gaz taşınması planlanan boru hattı için yeterli gazın bulunmadığına değinen Borovsky, “Nabuko projesinin geleceğini şüpheli görüyorum. Bu boru hattı için yeterli gaz yok. Azerbaycan her yıl 7-8 milyar metreküp verebilir. Olası tedarikçiler, Türkmenistan, İran, Irak ve Katar ama önemli problemler var” diyor. Türkmen gazını Nabuko’ya bağlamanın imkansız olduğunu söyleyen Rus enerji uzmanı, özellikle Hazar Denizi’ni geçecek bir boru hattının inşasında hukuki engeller olduğunu belirtiyor. Hazar Denizi üzerindeki uluslararası haklar üzerinde anlaşmazlık olduğuna ve ortada çok taraflı bir anlaşma olmadığına değinen Borovsky, Azerbaycan, Kazakistan ve Rusya arasında anlaşma olmasına rağmen inşaat başladığında İran’ın itiraz edebileceğini söylüyor.

Nabuko’daki belirsizliği fark ettiği için Türkiye’nin Rusya ile Güney Akım projesine imza attığını belirten ve Türkiye’nin doğru bir iş yaptığını söyleyen Borovsky, Mavi Akım projesinin hayata geçmesi için de anahtarın başta İsrail olmak üzere Suriye, Lübnan, Ürdün gibi Orta Doğu ülkelerinde olduğuna değiniyor. Bu ülkelerden talep olmazsa boru hattının yapılmayacağını söyleyen Yury Borovsky, talep olursa 2014-2015 yılına kadar hattın inşaatının bitirilebileceğini söylüyor.

Doğal olarak karşı çıktılar

Türkiye’nin önde gelen çevrecileri, İstanbul’a yapılması düşünülen üçüncü boğaz köprüsüne karşı tek vücut oldu. Doğa Derneği, TEMA, Türçek ve WWF-Türkiye, üçüncü köprünün sadece İstanbul’un değil Türkiye’nin sorunu olduğunda hemfikir.

Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk /13 Ekim 2009

İstanbul Çevre Düzeni Planı’nda yer almamasına rağmen bir anda Türkiye’nin gündemine giren üçüncü Boğaziçi Köprüsü projesine çevrecilerden sert tepki geldi. Türkiye’nin belli başlı çevre kuruluşlarından Doğa Derneği, TEMA, Türçek ve WWF-Türkiye, köprü planlarının iptali için birlikte hareket etme kararı aldı. Çevrecilere göre, üçüncü köprü sadece İstanbul’un doğasına ve sakinlerine değil, Türkiye’ye yapılacak bir haksızlık olacak. Birlikte sonuna kadar hareket etme kararı alan dört kuruluş, kampanya sloganı olarak da “Boğazımızı sıkmayın” da karar kıldı.

Su havzaları tehlikede
Ortak basın toplantısında söz alan çevre kuruluşları temsilcileri, İstanbul’u daha ne kadar büyütmek istiyoruz” sorusunun yanıtı bilimsel olarak verilmedikçe hiçbir kamu kurumunun ülke kaynaklarını bu projeye yönlendirme hakkı yoktur açıklamasını yaptı. WWF-Türkiye Doğa Koruma Müdürü Sedat Kalem, “Üçüncü köprü projesiyle, İstanbul’un iki yakası üzerinde bulunan yedi su havzasıyla birlikte yaşam kalitemiz de etkilenecek” uyarısında bulunurken, projeyi, toplu taşımadan çok bireysel taşımaya önem veren, iklim değişikliğine yol açan karbon salımını arttıran bir proje olarak niteledi.

Ne kadar çok köprü, o kadar çok araç
TEMA adına söz alan Yönetim Kurulu Üyesi Deniz Ataç ise, “Ülkenin sosyal sorunlarına ek problemler çıkaran bu kararların alınması acıklı. Birinci ve ikinci köprünün şehre, ülkeye ne getirdiği iyi analiz edilmeli. Sadece Anadolu yakasında 17 bin 150 hektarlık orman alanı ikinci köprü ve TEM otoyolu kenarında yok edildi. Bu alanların artık tekrar orman olma şansı yok” dedi. TÜRÇEK adına toplantıya katılan Yönetim Kurulu Başkanı Doç. Dr. Barbaros Gönençgil, ciddi bir ÇED sürecinin yapılması gerektiğine işaret ederek, artan köprü sayısının insan değil araç geçişini arttırdığına dikkat çekti. “ikinci köprünün yapımından sonra araç geçişi yüzde 1180 arttı” diyen Gönençgil, transit taşımacılığın İstanbul trafiğindeki payının yüzde 6 olduğuna değinerek, “Bu, yüzde 6’lık transit taşımacılığı için yapılan bir proje değil. Üçüncü köprü İstanbul’un projesi değil, İstanbul hazırlamadı. Kim hazırladıysa sahibi ortaya çıksın” çağrısında bulundu.

“Eroğlu, doğanın seri katili”
Böyle önemli bir konuyu tek bir bakanın, başbakanın kararıyla açıklamak mümkün değil diyen Doğa Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Güven Eken, Çevre Bakanı Veysel Eroğlu’nu da sert bir şekilde eleştirdi. Türkiye’nin sulak alanlarının yarıdan fazlasının kaybedildiğini söyleyen Eken, “Geçtiğimiz üç yılda bütün derelerin su kullanım hakkı satıldı. Dünyanın terk edildiği nükleer enerjiye kapılar açıldı. 2B alanları satışa çıkarıldı. Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu, son 5 yılda (gerek DSİ gerekse Çevre Bakanlığı’nda) yaptığı icraatlarla Türkiye doğasının seri katilidir. Söyleyecek başka kelime bulamıyorum” dedi.

Hakkını öğrenen kadın dayaktan kurtuluyor

Türkiye genelinde 15 yıldır sürdürülen Kadın İnsan Hakları Eğitim Programı, 42 ilde 7 bin 500 kadına ulaştı. Programa katılan kadınların yüzde 63'ünde aile içi fiziksel şiddet sona erdi.

Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk /12 Ekim 2009

“Ben şiddet ve dayakla büyüdüm, yaşamım boyu hak etmediğim bir şiddete maruz kaldım. Yarı görücü usulü evlendirildim. Dışarı çıkmak bile kolay olmadı benim için”. Bu sözler, Kadının İnsan Hakları Eğitim Programı’na (KİHEP) İzmir’den katılan Cemile adlı katılımcıya ait. Aynı katılımcı, dört ay süren eğitim programından sonra ise, “Ben hep böyle girişken, kendi haklarını bilen bir kadın değildim. Ekonomik özgürlük istiyorum. Tekrar okula başlama sebebim de bu zaten. En zor kısmını başardım” diyor.

Yüzde 13’ü kendi işini kurmuş
Türkiye’de maruz kaldığı şiddeti yine şiddetle çözebileceğini düşünen varsa bir daha düşünsün. Kadının İnsan Hakları – Yeni Çözümler Derneği tarafından 15 yıl boyunca 42 ilde verilen eğitimler gösteriyor ki, haklarınızı bilmek bile size uygulanan fiziki şiddeti büyük ölçüde durdurmaya yetiyor. 15 yılda eğitim alan 7 bin 500 kadının yüzde 63’ü, bilgilendikten sonra aile içindeki fiziksel şiddetin sona erdiğini söylüyor. Haklarını öğrenen kadınların yüzde 54'ü yeniden eğitime dönmüş, yüzde 29'u ücretli bir işe başlamış. Hatta yüzde 13’ü kendi işini kurmuş. Program, sadece kadınlara yönelik hak ihlallerine son vermiyor ayrıca onların çocuklarına karşı tekrarladığı yanlışlardan da dönmelerine neden oluyor. Katılımcıların yüzde 93’ünün çocuklarına yönelik tutumlarında düzelme görülmüş.

Basın toplantısıyla Kadının İnsan Hakları-Yeni Çözümler Derneği’nin çalışmalarını anlatan Başkan Doç. Dr. İpek İlkkaracan Ajas, eğitimin temel hedefini, kadınları bir birey, ailenin ve toplumun etkin birer üyesi olarak kendilerini ilgilendiren her konuda hakları üzerine bilgilendirmek ve bu hakları yaşamlarında uygulamaya koymaları için gerekli bilgi ve desteği vermek olarak açıklıyor. 16 ayrı modülden oluşan, 320 sayfalık eğitim programları, 1998 yılından itibaren Sosyal Hizmetler Müdürlüğü ve Çocuk Esirgeme Kurumu (SHÇEK) ile imzalanan protokol kapsamında SHÇEK’e bağlı Toplum Merkezleri’nde veriliyor. Dört ay süren eğitim süresince aynı bölgede yaşayan birçok kadın birbirlerini tanımaya başlıyor, sorunlarının kendilerine has olmadığını anlıyor. Eğiticileriyle sürekli iletişim içinde olan kadınlar için Ajas, “2-3 yıl merkeze gelmeye devam ediyorlar” diyor. Eğitim sonrası verilen destek, kadınlarla ilgili diğer çalışmalarda olduğu gibi, burada da kritik öneme sahip. Kadınların seslerini yükseltmeleri biraz da yalnız olmadıklarını bilmelerine bağlı.

Eğitimden erkekler de yararlanıyor
Kadınların haklarını öğrenmesi sadece onlara değil erkeklere de faydalı oluyor. Eğitime işsiz ve kendine özgüvenini çok düşük olduğu bir sırada katılan Dilek Uğur, eşini de “Baba Destek Programı”na katılmaya ikna etmiş. Eğitim sonucu özgüvenini tekrar kazandığını belirten Dilek Uğur’un eşi Ahmet Uğur’un "Eşimde olan değişikliği en çok ben fark ettim. Bir yaşındaki kızımızı kendi ayakları üzerinde duran biri olarak yetiştireceğiz" sözleri programın nerelere vardığının bir göstergesi.

İki büyük miting

Türkiye geçtiğimiz cumartesi günü iki büyük çevre mitingine sahne oldu.

Munzur'da 20 bin kişi, Munzur Nehri üzerinde kurulması düşünülen barajları protesto için yürüdü.

Sinop'ta ise il sınırları içerisinde kurulması düşünülen dört termik santralden biri olan Gerze termik santraline karşı büyük bir yürüyüş vardı. Sinop'u nükleer beladan kurtarmak isteyen, Nükleer Karşıtı Platform da oradaydı.

Fazla söze gerek yok, fotoğraflar her şeyi anlatıyor. Çekenlerin eline, yürüyenlerin ayaklarına sağlık....

Enerji yöneticisi olmayan binaya ceza geliyor*

Enerjinin verimli kullanılmasını sağlamak için enerji tüketimi yüksek endüstriyel işletmeler, ticari ve hizmet binalarına enerji yöneticisi bulundurma şartı getirildi. EİE, yönetici bulundurmayan kurumları uyarmaya başladı. Yönetici bulundurmamanın cezası 24 bin, her yıl enerji tüketimi beyanı vermemenin cezası ise 60 bin TL.

Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 10 Ekim 2009

Türkiye benzer bir üretim yapabilmek için OECD ülkelerine oranla 2, Japonya'ya oranla 4 kat fazla enerji harcamak zorunda. Yine Türkiye'deki bir bina, benzer iklim kuşağında yer alan Almanya'daki bir binaya göre 2 veya 10 kat fazla enerji tüketiyor. Türkiye’de sadece bina ile işletmelerin ısıtma ve soğutmasında yapılacak yüzde 35’lik ve ulaşımda yapılacak yüzde 15’lik enerji tasarrufu her yıl 1 milyar 400 milyon dolarlık petrol ve doğalgaz ithalatını önleyebilecek potansiyele sahip.

Enerjiyi verimli kullanmak için kolları sıvayan Türkiye, 2007’de “5627 sayılı Enerji Verimliliği Kanunu”nu çıkardı. 5627 Kanun’a bağlı yönetmelikler gereğince de yıllık enerji tüketim miktarı bin TEP (Ton Eşdeğeri Petrol) olan endüstriyel işletmeler, toplam inşaat alanı 20 bin metrekare veya yıllık enerji tüketim miktarı 500 TEP ve üzeri olan olan ticari ve hizmet binaları ile toplam inşaat alanı en az 10 bin metrekare ve yıllık enerji tüketimi 250 TEP olan kamu binalarında enerji yöneticisi bulundurulmasını şart koştu. Enerji yöneticileri her yıl enerji tüketim miktarını devlete bildirmek ve verimlilik için yaptıkları çalışmaları göstermekle zorunlu. Her yıl mart ayı sonuna kadar beyan vermeyenlere 60 bin TL, yönetici bulundurmayanlara da 24 bin YTL ceza kesilmesi de yönetmeliklerce belirlendi. EİE (Elektrik İşleri Etüd İdaresi) yönetici bulundurmayan kurumlara ilk uyarıları göndermeye başladı, uyarılardan sonra ceza da kesilmeye başlanacak.

Binalarda enerji yöneticisi olabilmek için de yetkilendirilmiş kuruluşlardan eğitim almak gerekiyor. Enerji verimliliği uygulamalarının gerçekleştirilmesinde gecikmeler yaşandığını belirten EDSM Enerji Genel Müdürü Arif Künar, “Enerji tüketiminin takibi, üretim ve tüketim ilişkisinde maliyet esaslı hesaplamalar yapılmıyor. Bunun nedeni de enerji tüketimi ölçülmemesi ve bilinmemesi. Bilinmediği için de hesaplamalarda ve işletme giderlerinde doğru şekilde yer almıyor, kontrol edilemiyor” diyerek ana sorunun enerji verimliliğinde “ölçmek ve bilmek” olduğuna işaret ediyor. Çimento, demir-çelik gibi enerji yoğun sektörlerde bazı firmaların verimlilik çalışması yaptığına dikkat çeken Künar, bu çalışmaların bir defalık değil işletme süresince yapılması gerektiğine dikkat çekiyor ve asıl sorunun yüzde 95’i yalıtımsız olan yapı stoğu olduğuna dikkat çekiyor.

***
Kimler enerji yöneticisi olabilir?
Endüstriyel işletmelerde iki yıl tecrübeye sahip mühendisler, OSB’lerde ve binalarda ise 2 yıl tecrübeye sahip elektrik-elektronik mezunları, elektrik ve makine mühendisleri, yetkili kuruluşlar tarafından verilen sertifikalı enerji yöneticisi kurslarında başarılı oldukları taktirde “enerji yöneticisi” olabiliyor.

***
“Kriz verimlilik çalışması için fırsat”
EDSM Enerji Genel Müdürü Arif Künar Ekonomik kriz yaşanan bugünlerde, “enerji verimliliği” kavramı birçok sanayi, işletme, bina ve ülkemiz için çok önemli bir fırsat yarattı. Çünkü işletmeyi kapatmak, işçileri çıkarmak bir çözüm değil. Öncelikle yapılması gereken, işletmede hammadde, enerji, su, proses, eleman konusunda maksimum verimliliği sağlamak, kaliteyi ve miktarı azaltmadan birim üretim maliyetlerini azaltmak olmalı.

*tam metin

“Asma köprüye izin yok, barajlara var”

Tunceli'nin Munzur Nehri üzerine yapılması düşünülen barajlara karşı tepki büyüyor. 10 Ekim'de Munzur'da büyük bir mitinge hazırlanan baraj karşıtları, “milli park diye asma köprüye izin vermeyenler nasıl 8 baraja izin veriyor” diye soruyor.

Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk /9 Ekim 2009 *

Türkiye’nin ilk Milli Parkı olarak da bilinen Munzur Vadisi Milli Parkı, yarın (10 Ekim) büyük bir mitinge sahne olacak. Munzur Vadisi ve bölgedeki diğer nehirler üzerine yapılması düşünülen 8 adet baraja karşı çıkan baraj karşıtları, onlarca otobüsle Tunceli’ye doğru yola çıkıyor. Ankara, İstanbul, İzmir, Bursa ve Adana başta olmak üzere birçok ilden otobüslerle Munzur’a gidenlerin ortak amacı, başta su tutmaya başlanan Uzunçayır barajı olmak üzere yapımı süren ve planlanan diğer projeleri durdurmak. Mitinge yöre belediyeleri, milletvekilleri ve köy muhtarları da destek veriyor ayrıca Avrupa’dan da katılımcıların gelmesi bekleniyor.

Kurt, tilki, ayı, kınalı keklik, çengel boynuzlu dağ keçisi, vaşak, su samuru, çil keklik ve kaya kartalı gibi nadir türlerin yaşadığı Munzur Vadisi Milli Parkı’na yapılan barajların doğal dengeyi olduğu kadar Alevi-Bektaşiler için kutsal sayılan birçok ögeyi içeren bölgeye de zarar vereceği öne sürülüyor. Barajların yapılmasını engellemek için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) kadar giden baraj karşıtları, devletin söz konusu baraj olunca farklı, köylülerin istediği asma köprü olunca farklı davrandığından şikayetçi. Munzur Koruma Kurulu Başkanı Hasan Şen, “Birkaç yıl önce hayvanlarını karşıdan karşıya geçirmek için Munzur Nehri üzerine tahtadan asma köprü yapmak isteyen köylülere yetkililer, burası Mili Park diyerek izin vermediler. Aynı kurumlar şimdi bu bölgeye sekiz baraj yapılmasına izin veriyor. Devletin kendi koyduğu kurallara uymasını istiyoruz. " diyor.

Bölgede yapılması düşünülen sekiz barajın toplam kurulu gücü 384 MW (megavat), Türkiye’nin şu andaki kurulu gücünün yaklaşık 110’da biri. Barajların beşi Milli Park alanı içerisinde yer alıyor diğerleri de yine hem çevresel hem de kültürel ve dinsel nedenler nedeniyle tepki topluyor. Hukuki sürecin hem AİHM, hem de bilirkişi incelemesi için idari mahkemede sürdüğünü belirten Azınlık ve Kültürel Miras Uzmanı Avukat Murat Cano, “Tunceli’deki DSİ tarafından hesaplanan yıllık su potansiyelinin yüzde 40’ı barajlarda tutulabilecek su olarak saptanmış. Bu kadar suyu tuttuğunuzda yeraltı suyu kaçacak ve iklim dengesi değişecektir. Bu da ekolojik dengeyi bozar ve Tunceli halkının göç etmesine neden olur” diyerek projeye itiraz ediyor. Barajlardan elde edilecek gelirin yılda sadece 80 milyon dolar olarak hesaplandığını belirten Cano, kamu kurumlarının kendi hazırladığı raporlarda bölgenin doğal ekonomik potansiyelinin yılda en az 800 milyon dolar olarak hesaplandığını söylüyor.

Tunceli’de inancın doğaya göre şekillendiğine de dikkat çeken Cano, “Dünyanın hiçbir coğrafyasında kutsal günlerde suya lokma verilir mi? Güneş tutulduğunda aya kurşun sıkılır mı?” diyerek doğal dengenin zarar görmesi halinde bölge halkının inanç özgürlüğünün de zedeleneceğini iddia ediyor.

*Haber, gazetede "Munzur'uma dokunma" başlığıyla ve biraz daha kısa biçimiyle yayımlandı.

Polise davullu protesto

Özgür Gürbüz / 9 Ekim 2009

IMF ve Dünya Bankası’nın İstanbul’daki yıllık toplantısına protestolar damgasını vurdu. Toplantılar 7 Ekim’de sona erdi ancak protestolar akşam saatlerine kadar sürdü. Direnistanbul Koordinasyonu ve onlara destek veren Avrupalı eylemciler, önceki akşam 19:30 sularında İstanbul’daki Taksim Meydanı’ndan davullar eşliğinde yürüyüşe geçti. İstiklal Caddesi boyunca yürüyen ve Tünel meydanında yürüyüşe son veren grubun ritmik davulları ve göstericilerin dansları etraftaki vatandaşlar tarafından ilgiyle izlendi. İstiklal Caddesi'ni karnaval yerine çeviren onlarca davulcu, hem dans etti hem de polisin tavrını eleştiren sloganlar attı. “Katil polis” sloganlarının atıldığı yürüyüş boyunca yabancı eylemciler de, “IMF is a shit. Police is a shit. Let's clean it"* yazılı İngilizce pankartlar taşıdı.

*IMF boktur, polis boktur, hadi temizleyelim.

Enerji faturasından kurtulmanın yolu “pasif ev”den geçiyor

Avrupa Birliği, 2019 yılından sonra yapılan binaların harcadığı kadar enerji üretmesini şart koşuyor. “Pasif ev” olarak da adlandırılan bu binalara ilgi giderek artıyor. Dünyada sayıları şimdiden 175 bini bulan pasif ev konusunda ise Türkiye çok geride.

Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk/8 Ekim 2009*

Frankfurt Belediyesi aldığı kararla yeni yapılan tüm kamu binalarının tükettiği kadar enerji üretmesini zorunlu kılıyor. “Pasif ev” standartlarına uygun olarak yapılan bu düzenlemenin nedeni belediyenin çevreciliği kadar Avrupa Birliği’nin 2019 yılından sonra binalar için getirdiği benzer bir yükümlülükten kaynaklanıyor. Almanya’da pasif ev sayısı şimdiden 13 bini geçmiş durumda, dünyada ise sertifika almış 17 bin 500 pasif ev var.

Yukarıdaki bilgiler, Dow firmasının Bina Çözümleri Birimi’nin önceki gün düzenlediği Pasif Ev seminerinde konuşmacı olan Jessica Grove Smith’e ait. Almanya Pasif Ev Enstitüsü Enerji Verimliliği Uzmanı Smith, yapılan uygulamalarda pasif evlerde enerji tüketiminin klasik inşa teknikleriyle yapılan benzer örneklerine göre yüzde 90 oranında azaldığına dikkat çekiyor. Avrupa Birliği’nin yüzde 20 enerji tasarrufu hedefine ulaşması için binaların önemine değinen Smith, Avrupa’daki evlerde yüzde 27, ticari binalarda ise yüzde 30 tasarruf potansiyeli olduğuna dikkat çekiyor. Aynı seminerde söz alan İZODER (Isı, Su, Ses ve Yangın Yalıtımcıları Derneği) Genel Sekreteri Ertuğrul Şen’e göreyse Türkiye’de tasarruf potansiyeli daha yüksek. Mevcut bina stoğunun yüzde 90’ının yalıtımsız olduğunu belirten Şen, “Nihai enerji tüketiminin yüzde 30’unu konutlarda kullanıyoruz. Yüzde 50’si israf ediliyor bunun mali değeri de 10 milyar TL.” diyor. Pasif ev kavramı her ne kadar tükettiği enerji kadar üretim yapan binalar için kullanılsa da, herhangi bir binanın ısıtma enerjisi tüketimin yılda metrekare başına 15 kilovatsaatin (kWs) altında kaldığı yapılarda standartlara uygun kabul ediliyor.

Pasif ev olabilmek ve bu değeri tutturabilmek için sadece ısı yalıtımı değil, aydınlatma, sıcak su, ev içindeki hava değişimi için kullanılan enerjilerin de asgari miktarda tutulması gerekiyor. Böyle bir eviniz varsa dışarıda hava sıcaklığı -12 dereceyken oda sıcaklığını 21 derecede tutmak için klasik bir yapıya oranla 10 kat az enerji harcama şansına sahip olabiliyorsunuz. Sıcak iklimlerde de pasif evler inşa edilebiliyor ve böylece soğutma giderleri aşağıya çekiliyor. Bina inşa edilmeden, plan aşamasında hedeflerin doğru saptanması en önemli nokta.

***
Toplantıdan notlar
  • Ekonomik kriz yalıtım sektörünü olumsuz etkiledi. 2009’un ilk üç ayında pazarda yüzde 25 daralma oldu.
  • Buna rağmen yalıtım sektörü büyümeye devam ediyor. 2002 yılında toplam cirosu 400 milyon dolar olan sektör 2008’de 2 milyar dolar ciroya ulaştı.
  • Binaların enerji tüketimini gösteren, “Enerji Kimlik Belgesi” yeni binalarda zorunlu hale geldi. Yedi yıl içerisinde eski binalarda da zorunlu olacak.
  • Türkiye’de kişi başına düşen yalıtım malzemesi tüketimi 0,1 m3/yıl. AB’de ise bu ortalama 0,7 m3/yıl.
  • Küresel ısınmaya yol açan seragazı emisyonlarını azaltmak için en az maliyetli yöntem de binalarda ısı yalıtımı yapmak.
*orjinali

Yataklarınız yanarken nasıl uyursunuz?

Aralarında Duran Duran, Fergie, Bob Geldof, Midnight Oil, Youssou N’Dour gibi birçok ünlü ismin de bulunduğu şarkıcılar, Kopenhag’taki iklim zirvesinden Kyoto’nun yerini alacak daha iyi bir anlaşma çıkması için seslerini birleştirdi.

Özgür Gürbüz- Gazete Habertürk / 5 Ekim 2009

Kopenhag’taki iklim zirvesine iki ay gibi bir süre kala, sanatçılar da uzun süre dillerden düşmeyecek bir şarkıyla dünyayı kurtarma yarışına katıldılar. 60’ın üzerinde sanatçı, sözlerini Avustralyalı rock grubu “Midnight Oil” yazdığı, “Beds are burning” (Yataklar yanıyor) adlı şarkının yeni versiyonunu beraber seslendirdi. Midnight Oil şarkılarını daha önce 2000 yılındaki Sydney Olimpiyatları’nda seslendirmişti.

Birçok sivil toplum örgütünün desteklediği, “Tik-tak, tik-tak, İklim Adaleti Şimdi” adlı kampanyayı desteklemek için bestelenen şarkı dünya liderlerine sesleniyor ve onlara, Aralık ayında Kopenhag’ta yapılacak iklim zirvesinden Kyoto Protokolü’nün yerini alacak adil bir anlaşma metniyle ayrılmaları için çağrıda bulunuyor. Ayrıca da bir imza kampanyası sürüyor. Şarkıyı seslendiren sanatçılar arasında, Duran Duran, Mark Ronson, Jamie Cullum, Melanie Laurent, Marion Cotillard, Milla Jovovich, Fergie, Lily Allen, Manu Katche, Bob Geldof, Youssou N’Dour ve Yannick Noah gibi isimler var.

Birleşmiş Milletler’in eski Genel Sekreteri Kofi Annan’da şarkının başında ufak bir konuşmayla karşımıza çıkıyor. Annan, “İklim Değişikliği insanlığın karşı karşıya olduğu en büyük mücadele. Öyle bir mücadele ki, kalbinde vahim bir adaletsizlik var. Küresel seragazı emisyonlarının büyük bir çoğunluğu belli başlı gelişmiş ülkelerden kaynaklanıyor. Fakat, etkilerine maruz kalanlar en fakir ve az gelişmiş ülkeler. Bu şarkıyı indirerek, dünyanın her tarafındaki insanlar isimlerini bu küresel imza kampanyasına ekleyecek ve beraber bizim liderlerimizin dinleyeceği büyük bir ses çıkaracağız” diyerek herkesi kampanyaya destek olmaya çağırıyor.

Video klibi izlemek için tıklayın.

Metro vardı da biz mi binmedik?

Özgür Gürbüz / 2 Ekim 2009

İstanbul’a yapılması önerilen üçüncü köprü üzerine Başbakan Tayyip Erdoğan’ın son demeci, tartışmalara noktayı koydu. Köprünün gerekliliği için uydurulan argümanlar bitmişe ve gerekçeler halkı inandıramamışa benziyor. Öyle olmalı, yoksa Başbakan tartışmayı mahalle kavgasına çevirecek bir üsluba sığınmazdı diye düşünüyorum. Anımsayacağınız gibi Erdoğan, “"Birinci köprüye de karşı çıktılar. Sonra utanmadan sıkılmadan seyahat ettiler. İkinci köprüye de karşı çıktılar, utanmadan onun üstünden de geçtiler. Şimdi üçüncü köprüye karşı çıkıyorlar” demişti.

27 Mart 1994 seçimlerinden sonra Sayın Tayyip Erdoğan, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı oldu. O tarihte İstanbul’un iki yakasını birleştiren iki köprü de faaliyetteydi. İstanbul’un iki yakasını kara taşıtlarına mahkum olmadan geçmek için tek şansınız, bir iki semtte iskelesi olan şehir hatları vapurlarıydı. Ne köprülerin üstünden ne de boğazın altından demiryoluyla karşıya geçmek mümkün değildi. Erdoğan 4 yıl görevde kaldı ve iki yakayı birbirine bağlayacak hiçbir girişimde bulunmadı. Bunu, daha çok utanmamızı istediği için yaptığını o günlerde tahmin edememiştim.

Erdoğan görevi partilisi Ali Müfit Gürtuna’ya bıraktı, kendisi İstanbul milletvekilliğine terfi etti hatta daha sonra parti kurup Başbakan oldu. Geride bıraktığı İstanbul ise otomobilden tramvay ya da metroya terfi edemedi. İki yakası biraraya gelemeyen İstanbullu, karşıdan karşıya geçmek için yine karayolunu tercih etti. İstanbul’a tüp geçit yapamayanlar, köprü yaparken bir şeridini raylı taşımaya ayırmayı aklının ucundan geçirmeyenler utanmadı ama İstanbullular utandı. Yerin dibine batmaktı hayalleri ama yerin dibinden giden adına “metro” denilen toplu taşımayı sevmeyen karayolu sevdalıları yapmayı unuttukları için İstanbullu sadece utanmakla yetindi.

2004 yılının Nisan ayında Başbakan Erdoğan’ın partilisi Kadir Topbaş İstanbul’da yönetimi devraldı. İkinci köprü İstanbul’un nüfusunu da derdini de ikiye katladı. Yollar araçla, petrol ve otomobil lobilerinin cepleri de dolarla doldu. İstanbullu utanmaya devam etti. Utana sıkıla ve sıkışa sıkışa iki köprüden geçti. Geçemediği de oldu. Kar yağdı, köprü tıkandı. Kaza oldu köprü tıkandı. Karayollarında canlar heba oldu ama utanan hep İstanbullulardı. Ne de olsa içlerinden bazıları, “Bu dev kentin iki yakasını köprülerle değil metrolarla birleştirmeniz lazım” gibi ipe sapa gelmez sözler söylüyordu. Hem de utanmadan!

1985 yılında ilk fizibilite etüdü yapılan, boğazı birbirine demiryoluyla bağlayacak projeye ise 2004 yılında başlandı. Kimse bu gecikmeden dolayı utanmadı. Kimse, daha Marmaray adı verilen bu ilk tünel bitmeden yanına kara taşıtlarının geçeceği bir başka tünel projesini önererek yine otomobil ve benzin lobilerinin gönlünü alacak teklif yapmaktan dolayı da utanmadı. Ama biz çaresizlik içerisinde, metro yapmayan belediyenin bize “ulaşım” diye sunduğu iki köprüden evimize ve işimize gidip gelirken hep utandık.

İstanbul’da metro vardı da biz mi binmedik?
Olmayan metroya binmediğimiz için hepimiz utanç içinde olmalıyız.

Hepimiz ama bir kişi hariç!

Shell'den karbondioksit emisyonlarını azaltmak için 6 öneri

Dünyanın en büyük petrol üreticilerinden Shell, küresel ısınmayı durdurmak için karbondioksit salımını azaltacak 6 önerisini açıkladı. Öneriler arasında karbondioksiti yer altına gömmeyi planlayan teknoloji ön plana çıkıyor.

Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 2 Ekim 2009*

Küresel ısınma denince akla ilk gelen petrol, kömür ve doğalgaz gibi fosil yakıtlar üzerinde çalışan enerji devleri geliyor. Fortune dergisinin 2009 sıralamasına göre dünyanın ciro açısından bir numaralı firması olan Shell de bu bağlantının farkına varmış olmalı ki, küresel ısınmanın durdurulması ya da yavaşlatılması için altı maddelik bir öneri paketi açıkladı. Shell’in iki hafta önce Amsterdam’da açılan teknoloji merkezinde yapılan açıklamada, enerji verimliliği, karbon gömme teknolojileri, daha az karbon salımı için ArGe çalışmalarının desteklenmesi, düşük karbon salımına sahip enerji kaynaklarının tercih edilmesi, enerji talebinin yönetilmesi ve hükümetlerin karbondioksit (CO2) emisyonları konusunda daha kuvvetli politikalar oluşturması yer alıyor.

Karbon gömme için devlet desteği
Dünya enerji talebinin gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde artmaya devam edeceğine dikkat çeken Shell CO2 ve Enerji Yönetimi Bölümü Lideri Wilfried Maas, “kolay” ya da ucuz petrol ile bu talebin karşılanamayacağına dikkat çekiyor. Shell'in her yıl ArGe çalışmalarına 1 milyar 200 milyon dolar harcadığını belirten Maas, küresel ısınmayı durdurmak için özellikle karbon gömme teknolojilerinin ön plana çıkacağına ancak bu teknolojinin gerektirdiği yatırım için devletlerden destek gerektiğine dikkat çekiyor. Karbon gömme teknolojileriyle, fosil yakıtlar yakılmadan veya yakıldıktan sonra ortaya çıkan CO2, yer altındaki boşluklara depolanabiliyor ve atmosfere bırakılarak küresel ısınmaya yol açması önleniyor. Buna rağmen, şu anda yüzde 47-48 verimlilik ile çalışan günümüz teknolojisinin geliştirilmesi için finansa ihtiyaç duyuluyor. Genel kanı, emisyon ticareti çerçevesinde bir ton karbonun fiyatının 20-25 avroları bulmadıkça bu teknolojinin finanse edilemeyeceği yönünde. Şu anda ise fiyatlar 12-13 avro civarında.

Yine Shell’in yaptığı araştırmaya göre, CO2 indirimi sağlayan teknolojilerin bir maliyeti var ve hala en pahalı yöntem karbon gömme teknolojileri. Karbon gömme için cebinizden para verirken, evdeki eski ampullerinizi LED ampullerle değiştirmek size para kazandırıyor. Ampulleri, yalıtım, verimli motorlar, melez arabalar ve atıkların geri dönüşümü izliyor. Tüm bu çabalar tasarruf etmenize ve çevreyi korumanıza yarıyor. Doğal gaz kullanımı, tüketicilerin tasarrufa yönelendirilmesi de tavsiyeler arasında. Kendi alanlarında da verimlilik konusunda yapılacak çok şey olduğunu belirten Shell Teknoloji ve Proje Direktörü Matthias Bichsel, petrol bulma faaliyetlerinde çok ilerlediklerini ve nokta atışı yapabildiklerini buna karşın, rezervin yüzde 35’ini çıkarırken yüzde 65’ini toprak altında bıraktıklarına dikkat çekiyor. Bu konuda verimliliği arttırabileceklerini belirten Bichsel, “Maliyeti azaltmak da en önemli işlerden biri. Maliyet artışı ekonomik büyümeden kaynaklandı” diyor.

Doğal gazdan dizel yakıt
Bichsel’e göre Shell’in uyguladığı önemli teknolojik gelişmelerden biri de, doğal gazdan “gasoil” yakıt elde edilmesi. 1973’te Amsterdam’daki laboratuvarlarında başlayan çalışmalar Katar’da dev bir tesise dönüşmüş. “Pearl GTL” tesisi günde 160 bin otomobile yetecek dizel yakıt üretecek kapasiteye sahip. Gazdan yakıta dönüşme işlemi sırasında asit yağmurlarına neden olan sülfürdioksit de alınıyor. Toplanan sülfür ise daha sonra binalarda, asfalt yapımında ve hatta kaldırım malzemesi olarak yeniden üretiliyor.

*tam metin

Türkiye’nin doğu komşuları Doğa Okulu’nda buluşuyor

Doğa Derneği tarafından beşinci kez düzenlenen ve üniversite son sınıf öğrencilerinin katılabildiği “Doğa Okulu”na bu yıl Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan ve Türkiye’den 12 kişi katılacak. Derslerin bir bölümü Kars ve Rize’de gerçekleşecek.

Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 29 Eylül 2009*

Bu yıl beşincisi yapılacak olan Doğa Derneği’nin düzenlediği “Doğa Okulu” kapılarını çevre hareketinin giderek güçlendiği Gürcistan, Azarbeycan, Ermenistan ve Türkiye’den öğrencilere kapılarını açıyor. Öğrenciler, bu dört ülke sınırları içerisinde ve birbirleriyle ilişkili kritik eko-sistemlerin korunması için hem sahada çalışacak hem de uzmanlardan teknik bilgi alacak. Doğa Okulu’nda öğrencilere temel ekoloji bilgisinden, doğa korumacılığında uygulayacakları iletişim tekniklerine kadar bir dizi eğitim sivil toplum ve resmi kurumlarda çalışan uzmanlar tarafından veriliyor. Bu yıl beşincisi yapılacak okulda derslerin bir çoğu Kars ve Rize bölgesinde, sahada verilecek.

Doğa Okulu’nda yer almak isteyen üniversite son sınıfında okuyan ve İngilizce bilen öğrencilerin Doğa Derneği’ne 30 Eylül tarihine kadar başvurmaları gerektiğini belirten Dernek Genel Müdürü Bahtiyar Kurt, “Doğa korumacılığının bir okulu henüz yok. Herkes kendisini geliştiriyor. Biz dernek olarak bu açığı tamamen kapatamayız ama yardımcı olabiliriz diye düşündük” diyor.

Geçtiğimiz yıllardan farklı olarak bu yılki eğitime dört farklı ülkeden öğrenciler katılacak. Ülkeler arasında Ermenistan, Azarbeycan, Gürcistan ve Türkiye’nin bulunması okulun önemini daha da ön plana çıkarıyor. Teorik bilgilerin yanı sıra pratik eğitimin verileceği okulun katılımcılarının belirlenmesinde Doğa Derneği’nin de üyesi olduğu “Bird Life International”ın (Uluslararası Kuşları Koruma Derneği) diğer ülkelerdeki temsilcileri görev alacak. Birbirlerini daha önceki ortak çalışmalardan tanıdıklarını belirten Kurt, “Dört ayrı ülkedeki dört farklı kurum ne kadar kuşlar üzerinde çalışmış olsa da, o malum bariyerler ilk başta vardı. Ama çalışmalardan sonra bu bariyerlerin kalktığını gördük. Ülkelerimizdeki doğal alanların korunması, tecrübe aktarımı gibi çok somut hedeflerimiz var böyle hedefleriniz olduğunda sorunlar ortadan kalkıyor” açıklamasını yapıyor.
*tam metin

İnsan neyle ölür?

Tuzla'daki işçi ölümlerine dikkat çekmek isteyen Yaratıcı Direniş adlı girişim, İstanbullulara kaldırımlardan mesaj gönderiyor.

Özgür Gürbüz - Gazete Habertürk /26 Eylül 2009*

Kendilerine yaratıcı direniş adını veren grup, bu defa da ilginç bir protestoyla hem Tuzla'da ölen tersane işçilerini anımsattı hem de İstanbul'daki Bienal'e gönderme de bulundu. İstanbul'un en işlek caddelerinden Harbiye'deki Cumhuriyet Caddesi kaldırımlarına çizdikleri ceset resmiyle İstanbulluların ilgisini çeken grup, hem Tuzla’daki tersanelerde ölen işçilere dikkat çekiyor hem de "İnsan Neyle Yaşar" temalı Bienal'e, "İnsan Neyle Ölür" başlıklı sokak protestosuyla yanıt veriyor.Son etkinliklerinde grup, İstanbulluların dikkatini Harbiye'deki kaldırım üzerine tebeşirle çizdikleri bir ceset resmiyle Tuzla'da ölen işçilere çekmeye çalışıyor. Tuzla'da en son 14 Ağustos'ta elektrik çarpöması sonucu bir işçi ölmüş, 24 Eylül'de de dört işçi yaralanmıştı.

Yaratici Direnis adli grup daha önce de öldürülen gazeteci-yazar Hrant Dink’in ölüm yıldönümünde sokakta ölü gibi yatarak eylem yapmış, her cumartesi Galatasaray Lisesi önünde gözaltında kaybedilen çocuklarını arayan annelere de yine sanatsal bir gösteriyle destek vermişti.

*tam metin

Çöpüne sahip çıkamayan belediyeye ceza geliyor

Çevre ve Orman Bakanlığı, evsel atıklardan kimyasal atıklara kadar birçok konuda kontrollerini arttırıyor. 14 Mayıs 2010’dan sonra atık bertaraf tesisi olmayan belediyelere ceza gelirken, yılda 1 tondan fazla kimyasal madde üreten, ithal eden tesislerde elektronik ortamda kayıt altına alınacak.

Özgür Gürbüz – Gazete Habertürk /26 Eylül 2009*

2006 yılında yasalaşan yeni Çevre Kanunu’yla birlikte belediyelere, sanayi ve turizm tesislerine atık bertaraf tesisleri kurma konusunda zaman sınırlaması getirilmişti. 14 Mayıs 2010 itibariyle bertaraf tesislerini kurmayan belediyelere ceza kesilmesi gündemde. Çevre Yönetimi Genel Müdürü Prof. Lütfi Akça, Türkiye’nin en önemli çevre sorunlarından biri olan atıklarla ilgili sorularımızı yanıtladı.

-Belediye atıkları konusunda neler yapılacak?
Bu atıklar eskiden beri vahşi depolamaya gitmiş, derelere hatta denizlere atılmış. Örneğin Giresun’daki iki büyük dereden birinin yatağına çöp doldurulmuş. Sel gelip daha önce doldurulan kısmın bir bölümünü alıp götürünce ortaya birkaç metre yüksekliğinde çöp dağı çıkmış. Türkiye’nin birçok yerinde benzer manzaralara rastlamak mümkün. Düzenli depolamaya önce İstanbul başladı onu İzmir takip etti. 2010 yılına kadar 100 bin nüfusun üstündeki tüm belediyeler katı atık bertaraf tesisi kurmak zorunda. Şu anda 41 atık tesisi 32 milyon kişiye hizmet ediyor. 2012 yılı itibariyle ülkemizde üretilen evsel atıkların yüzde 70’i ile belediyelerce katı atık toplama hizmeti götürülen nüfusun yaklaşık yüzde 80’inin atığının düzenli depolama tesislerinde bertaraf edilmesi sağlanacak.

- 2010 sonrası ceza kesecek misiniz?
2010, 13 Mayıs’tan itibaren ceza geliyor. Yalnız bunların envanterini çok sağlıklı yapamıyoruz. Belediyeler birlik kuruyor. Birlik kurulduğunda içinde 20 bin nüfuslu da oluyor 300 bin de. Kaç tane 100 bin nüfuslu belediye birlik kurdu bilemiyoruz. Orada bizim uygulama şöyle olacak. Birliğe sahip belediyelerin ürettiği çöpü karşılayacak tesis olup olmadığına bakacağız.

- İstanbul’da çöp alanı için kesilen ağaçlar hakkında ne düşünüyorsunuz ?
İstanbul’da başka da yer yok. İstanbul’un çöpünü o mevcut çöplüğün yanında depolamak zorundasınız. Çöp tesisi kurmak kolay iş değil. Onun da birçok yatırımı var. İşletme tesisi, binası var. Bir ortak tesisle büyük bir çöplüğe hitap etmek daha mantıklı. Orada esasında çok fazla ağaç da yok. Baltalık orman denilen türden.

- Kaynağında araştırma sorunu bir türlü çözülemedi. Belediyelere verilen yetkiye rağmen bu işi yıllardır sigortasız sağlıksız ortamlarda çalışan “kağıtçı” denilen insanlar yapıyor.
Ambalaj atıkları bir bütün, sadece evlerden gelmiyor, alışveriş merkezlerinden, sanayi tesislerinden. Olması gereken evlerden ayrıştırılması, biz bunu belediyelere görev olarak verdik ancak belediyeler bunu yapamadılar.

- Cezai durum var...
Var ama amacımız üzüm yemek, bağcıyı dövmek değil. İnsanların buna hazır olması lazım. Sosyal kültürel seviyenin yüksek olması lazım. Kullandığımız model şu. Sanayi atıklarıyla, belediyelerden gelen atıklar için firmalara yetki veriyoruz. Bir firma ayrıştırma tesisi kuruyor, belediyeyle anlaşıyor. Bir atık yönetim planı hazırlıyor. Planla, alışveriş merkezi gibi noktasal kaynaklar ve bunların hedefleri belirleniyor. Bu firma evlerden ve sanayiden atıkları ayrı ayrı topluyor. Evlerden toplamada çok başarı sağlanamıyor, insanlar buna hazır değil. Şu anda özellikle sanayiden kaynaklı atıklar yoğun bir şekilde toplanıyor. Bu firmalardan aldığımız verilere göre 4 milyon 500 bin kişinin atığı evlerden ayrı toplanıyor.

***
Tarlada varile son!
26 Aralık 2008 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren “Kimyasalların Envanteri ve Kontrolü Hakkında Yönetmelik” ile Türkiye’de kimyasal maddelerin bir envanteri oluşturulacak. Yılda 1 ton ve üzerinde madde üreten veya tek başına veya müstahzar içinde ithal eden üreticiler ve ithalatçılar madde miktarlarına göre talep edilen verileri 12 ay içerisinde internet üzerinden kayıt altına alınacak. Öngörülen süre 26 Aralık 2009’da doluyor. Bu sayede, insan ve çevre için tehlike arz eden kimyasalların takip edilmesi planlanıyor.

*tam metin

Plastik poşetlere karşı tedbirler yolda*

Çevre Bakanlığı sayıları gün geçtikçe artan ve ciddi çevre sorunlarına yol açan plastik poşetler için eylem hazırlığında. Üreticiler, yasaktan çok geri kazanım ve yeniden kullanımı ön plana çıkarmak isterken Bakanlık, yasaklama da dahil olmak üzere tüm olasılıkları gözden geçiriyor.

Özgür Gürbüz -Gazete Habertürk / 19 Eylül 2009

Türkiye’de her gün 17 milyon plastik poşet atık haline geliyor. Bunların birçoğu, daha sonra hiç ummadığınız yerlerde karşımıza çıkıyor; bir dere kenarında, denizde ya da evimizin sokağında. Çevre ve Orman Bakanlığı, bu sorunu çözmek için bir dizi önlem almaya hazırlanıyor ve kantarın diğer tarafındaki üreticilerle görüşüyor.

Van Gölü’nü poşetler bastı
Çevre Yönetimi Genel Müdürü Lütfi Akça, poşetlerin paralı olması, çok hafif poşetlere kullanım sınırlaması getirilmesi ve hatta çeşitli yasakların getirilmesinin de konuşulduğunu söylüyor. Tedbirler arasında ağırlığı 50 mikronun altındaki poşetlerin yasaklanması, alışveriş merkezleri ve süpermarketlerde parayla satılması da var. “Poşetler ciddi bir sorun” diye söze başlayan Prof. Dr. Lütfi Akça, “Bedava olunca gelişigüzel kullanılıyor. İnsanın tabiatında var. Değersiz olarak görüyor, aslında ekonomik değeri de var. Özellikle vahşi depolama alanında sorunlar yaratıyor. Denizler ve göllere ulaşıyor. Van Gölü’nde ciddi bir poşet kirliliği var örneğin. Doğu Karadeniz’deki barajlarda bile rastlıyorsunuz” sözleriyle sorunu özetliyor.

Ambalaj Sanayicileri, alışveriş merkezlerinin temsilcileriyle görüşmeler sürüyor ve bir protokol hazırlanılmasına çalışılıyor. Akça, “İlgili sektörle görüşmemiz devam ediyor. Bunu tek başına yapmamız mümkün değil. Poşetlerin disipline dilmesi lazım. Bir kısmının yasaklanması mümkün” diyor. Yasaklanması düşünülen poşetleri geri kazanılan plastikten üretilen siyah ve pembe renkli poşetler olarak belirten Çevre Yönetimi Genel Müdürü, meyve ve sebze için kullanılanlar dışında, ince (hafif) poşetlerin kullanımına da sınırlama getirme ya da parayla satılmasını sağlama konusunda değerlendirmelerin sürdüğünü belirtiyor.

Üreticiler yasağa karşı
Üreticiler ise yasak konusunda Bakanlık’la aynı fikirde değil. Türk Plastik Sanayicileri Araştırma Geliştirme Ve Eğitim Vakfı (PAGEV) Başkanı Selçuk Aksoy, yasaktan çok tekrar kullanma ve geri dönüşümü destekliyor. “Poşetler değil, poşetlerin gelişigüzel kullanılması çevreyi kirletiyor” diyen Aksoy, “Vatandaşını eğitemeyen, çöplerini toplayamayan ülkelerde yasaklamadan başka çare kalmıyor. Gelişmiş ülkeysek ya da kendimizi öyle görmek istiyorsak ona göre davranmalıyız. Market sahipleri azaltmaya çalıştıklarında müşteri kaybettiğini söylüyor. Problemin kaynağı insan, malzemenin kendisi değil” açıklamasını yapıyor. Yasakla birlikte çöpe giden poşet sayısının azalmayacağını, tüketicinin ambalajlı ürünlere yöneleceğini söyleyen Aksoy, PAGEV olarak gönüllülük esas alınarak poşetlerin kullanımının azaltılması, tekrar kullanılması ve geri dönüşümü için çalışılmasını desteklediklerini belirtiyor.

*Orjinali

Martıların da tercihi İstanbul

Değişen kent koşulları martılar için İstanbul’u cazibe merkezi haline getirdi. Yazın 20-30 bin olan martı nüfusu, Kışın Romanya gibi komşu ülkelerden gelenlerle 60 bini buluyor.

Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 17 Eylül 2009

İstanbul insanlar için dünyanın en pahalı kentlerinden biri ama martılar içinse bir cennet. Fırsatçı kuşlar olarak da adlandırılan martılar, İstanbul’un çöp dağlarından, kışın soğundan koruyan binlerce seçeneğinden çok memnun. Başta İstanbul olmak üzere tüm Türkiye’de martı nüfusunun arttığına dikkat çeken Kuş Araştırmaları Uzmanı Kerem Ali Boyla, bunu martıların ortama uyum sağlama yeteneklerine bağlıyor. Fırsatçı kuşlar olarak bileinen martılar diğer kuş türlerine oranla tek bir besine bağımlı değiller ya da besin tercihlerini daha kolay değiştirebiliyorlar. Genelde balıkla beslenen martılar, balık bulamadığında çöplerden beslenebiliyor, mezbahalardan karnını doyurabiliyor. Boyla, “İstanbul’a tonlarca kamyon yiyecek geliyor. Yiyeceklerin yüzde 20’si çöpe gidiyor. Artı mezbahalar var. Martılar bunlarla beslenmeyi öğrendi. Sabah uyanıyor çöplüğe gidiyor, oradan 1-2 gibi Büyükçekmece, Ömerli Gölü veya Karadeniz’e gidip yıkanıyorlar. Martılar hergün yıkanır. Akşamüstü ise güvenli bir yerde uyuyorlar. Ayrıca çok yemeyi de öğrendiler” diyor.

Martılar kışın İstanbul'u daha çok seviyor
Martıların nadiren balık yakaladığını, daha çok karabatakların yakaladığı balıkları çaldığını belirten Boyla, balıkçılığın gelişmesiyle her gün tonlarca balığın ağlarla deniz yüzeyine çıkarıldığını, martıların da bundan paylarını aldıklarına dikkat çekiyor. Gümüş martı denen türün Türkiye’de arttığına dikkat çeken Boyla, İstanbul’da 20 bini erişkin 30 bin martı olduğuna, kışın ise sığınacak birçok nokta olması nedeniyle Romanya’dan gelenlerle sayının 60 binlere kadar çıkabildiğine dikkat çekiyor.

Çocukların silah satan dükkanda işi ne?

İzmir'de silah dükkanından açtığı ateşle üç kişiyi yaralayan 16 yaşındaki çocuk ve arkadaşı bir başka gerçeği gözler önüne serdi. Medyamız pek üstünde durmadı ancak yasalara göre 18 yaşın altındaki çocukların bu tip yerlerde çalıştırılması yasak.

Barış Erdoğan - Özgür Gürbüz / 15 Eylül 2009

İzmir’de beş gün içinde, biri kadın üç kişiyi havalı tüfekle vuran, 18 yaşından küçük iki çocuğun haberini aldığımızda meslektaşım Barış Erdoğan ile ilk sorduğumuz soru, "Bu çocukların orada ne işi var" oldu. İçlerinden birinin bizzat silah satan mağazada çalışıyor olduğunun öğrenilmesi ise bir başka acı gerçeği daha gün yüzüne çıkardı.

Hemen Barış ile konuyu araştırmaya başladık. 18 yaşın altındakilerin silah malzemeleri satan bir mağzada çalışmaları aslında kanunen yasak olduğunu öğrendik. Şaşırdık diyemeyeceğiz, burası Türkiye ne de olsa! Yasal mevzuat şöyle:

Çocuk ve Genç İşçilerin Çalıştırılması Usul ve Esasları Hakkındaki Yönetmeliğin, Çocuk ve Genç İşçilern Çalıştırılamayacakları İşler listesinin yedinci maddesinde “Parlayıcı, parlayıcı, zararlı ve tehlikeli maddelerin toptan ve parekende satış işleri ile bu gibi maddelerin imali, işlenmesi, depolanması işleri ve bu maddelere maruz kalma ihtimali bulunan her türlü işler” ifadesi yer alıyor. Yine, Ağır Ve Tehlikeli İşler Yönetmeliği'nin 42'inci maddesi ise “Her türlü patlayıcı madde ve mühimmatın imali, depolanması ve nakli işleri” ifadesiyle 18 yaşının altındakilerin barut, mermi gibi maddelerin bulunduğu mağazlarda çalışmasını yasaklıyor. Ayrıca ağır ve tehlikeli işlerde çalışabilecekler, 18 yaşının üstünde dahi olsalar işe girişte ve iş sonrası periyodik olara psikiyatrik ve nörolojik mauyeneden geçmek zorundalar. Sadece yasalar değil yetkililer de reşit olmayanların bu tip işlerde çalışmasının doğru olmadığını söylüyor. Uzmanlar, soyutlama yeteneği gelişmemiş çocuk ve gençlerin silah kullanma konusunda en riskli grup olduğunu söylüyor. Bu konuda uzmanlara da danıştık.

Psikiyatr Dr. Akcan: “Çocuk ve Gençler En Riskli Grup”

Umut Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi psikaytr Dr. Ayhan Akcan'ın dediklerini aynen aktaralım. Akcan, 18 yaşın altındaki bireylerin muhakeme yeteneklerinin henüz tam gelişmediğinden silah satan dükkanlarda çalışmasının çok tehlikeli olduğunu söyledi. Silah satan ya da bakımını yapan dükkanların sürekli denetiminin yapılması gerektiğine işaret etti. Aslında buralarda çalışan insanların reşit ve sigortalı olması gerekiyor ama ne yetkili makamlar ne de haberciler işin bu tarafına bakmadı bile. Çocuklar şu filmden esinlenmiş, şunu vurmuş, iddiaya girmiş... Peh, bu esnada Çalışma Bakanlığı ne yapmış; soran yok.

Akcan devam ediyor: "Silah malzemesi satanlar da sağlık muaynesinden geçer, zeka, soyutlama, öfke kontrol düzeyleri teste tabi tutulur. Kontrolsüz risk grupları içinde silahın en tehlikeli olduğu grup gençler ve çocuklardır. Bu nedenle hem özendirme hem de temin etmek bakımından tedbirler almak, çocukları silahtan uzak tutmak gerekir. Bu tip dükkanda çalışan bir çocuk silaha özenir. Ancak maalesef yeterince denetim yapılmıyor”.

Denetim mi? Silah satan bir mağazaya denetim mi olurmuş. O da ne?

8 bin 240 hektar toprağın betona dönüşmesine 1 günde "evet" dendi

İstanbul'da yaşanan selin en çok etkilediği Silivri, Büyükçekmece, Küçükçekmece ve Çatalca bölgeleriyle Tuzla bölgesinin de içinde bulunduğu toplam 7 bin 900 hektarlık tarım alanının tarım dışı kullanımı için bir günde “kamu yararı” kararı alındığı ortaya çıktı. TEMA Vakfı Haziran ayında kararın iptali için dava açmış.

Özgür Gürbüz - Gazete Habertürk / 12 Eylül 2009 *

İstanbul’da yaşanan sel felaketinin en büyük nedenlerinden biri de kent içinde yağışları emecek toprağın kalmayışı olarak gösteriliyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nce hazırlanan 1/100.000 ölçekli İstanbul Çevre Düzeni Planı’nda (ÇDP) ise, büyük bölümü sele maruz kalan Silivri, Büyükçekmece, Küçükçekmece ve Çatalca’da toplam 7 bin 900 hektarlık tarım arazisinin yapılaşmaya açılmasının tasarlandığı ortaya çıktı.

Kamu yararı kararı bir günde alındı
İşin daha da ilginci, Tarım arazilerinin tarım dışı kullanılması için 5403 Sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu gereğince aranan “kamu yararı” şartının sadece bir günde alınmış olması. İstanbul Valiliği’nden söz konusu bölgeler için “kamu yararı” kararı alınması için 9 Mart 2009’da başvuru yapan Büyükşehir Belediyesi, 7 bin 900 hektarlık arazi için aynı gün onay alıyor. Benzer bir karar, Şile’deki 340 hektarlık arazi için de yine tek gün içerisinde,13 Mart 2009 tarihinde alınıyor. Bir günde kamu yararı alınan arazi miktarı böylece 8 bin 240 hektarı buldu.

Kararın iptali ve yürütmenin durdurulması için İdare mahkemesi’ne dava açan TEMA Vakfı’nın Hukuk Danışmanı Avukat Ömer Aykul, bir gün içinde verilen karar için, “hiçbir tetkike dayanmadan” alınmış diyor. Aykul, “Doğal yapıya yaptığınız her müdahale, toprağın üstüne örttüğünüz her hareket sele yeni bir davetiye çıkarır. En basit, çalı çırpı dediğimiz bitki örtüsü bile daha fazla su emilmesini ve toprağın kaymasını engeller” diyor. Aykul, yaşananların, üçüncü köprüden, 2B arazilerine kadar birbirine bağlı olduğunu söylüyor ve “İstanbul’u ne kadar daha büyüteceksiniz” buna karar vermeniz lazım diyor. Aykul’a göre, tamamı betonla kaplandığı için, Beyoğlu gibi yüksekteki bir ilçede bile seller görürsek şaşırmamamız gerekecek.

Silivri’nin nüfusu 1 milyon 500 bin olacak
ÇDP’nını inceleyen Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Başkanı Ahmet Atalık ise başka bir konuya dikkat çekiyor. Planda, bugün nüfusu 115 bin olan Silivri’nin 1 milyon 500 bin nüfusa çıkmasının öngörüldüğünü söyleyen Atalık, bunun bugün yaşanan felaketlerin 10 katı büyüklerine davetiye çıkarmak anlamına geldiğini söylüyor. Bu bölgenin iki yıl önce yaşanan kuraklık zamanında İstanbul’un su deposu olduğuna dikkat çeken Atalık, yeraltı sularının üzerindeki yapılaşmanın kaynakların kirlenmesine de neden olacağına dikkat çekiyor.

***
1 cm toprak 200 yılda oluşuyor
Bilim insanlarına göre 1 cm toprağın oluşması için en az 200, en çok da 1000 yıl gerekiyor. 500 yıllık bir ortalama ve tarım yapılması gereken yerde en az 40 cm yüksekliğinde toprak olması gerekliliği kabul edilirse, tarım arazilerinin yapılaşmadan sonra eski haline dönmesi için en iyimser tahminler 20 bin yıla ihtiyaç olduğunu gösteriyor.

*tam metin