Özgür Gürbüz tarafından kaleme alınan makale, analiz ve haberlere bu adresten ulaşabilirsiniz. Yazıları başka bir yerde yayımlamak için izin almalısınız. E-posta: ozgurgurbuzblog(at)gmail.com
Güneşin önünde durmayın!
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler, Türkiye'nin güneş enerjisi kullanarak her yıl 380 milyar kilovat saat (kWh) elektrik üretebileceğini açıkladı. İyi ki tüm bunları bir çevreci ya da yenilenebilir enerji destekçisi söylemedi. Söyleseydi, ne uzmanlığı kalırdı ne de çevreciliği! Aynı 15 yıl önce, "Rüzgârdan elektrik üretelim" diyenlerin başına geldiği gibi.
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler, geçtiğimiz günlerde Güneş Enerjisi Potansiyel Atlası'nı açıkladı. Türkiye'nin güneş enerjisi kullanarak her yıl 380 milyar kilovat saat (kWh) elektrik üretebileceğini belirten Güler, üretim maliyetinin 20 sent (herhalde dolar sent) olması nedeniyle, Türkiye'nin mevcut tüketiminin iki katına denk düşen bu potansiyelin hepsinin kullanılamayacağını da sözlerine ekledi. Antalya örneği ise oldukça ilginçti. Antalya merkezde çatıların yüzde 80'ine güneş paneli yerleştirilirse 24 milyar kWh üretim yapılabileceğini, bunun da 3 bin 630 megavatlık bir doğalgaz santraline eşit olacağını vurgulayan Güler, "Bu rakamın onda biri gerçekleşse Kayseri'nin elektrik ihtiyacı karşılanır" dedi.
"Temiz enerji istemezük"
İyi ki tüm bunları bir çevreci ya da yenilenebilir enerji destekçisi söylemedi. Söyleseydi, ne uzmanlığı kalırdı ne de çevreciliği! Aynı 15 yıl önce, "Rüzgârdan elektrik üretelim" diyenlerin başına geldiği gibi. Gerçek şu ki, Avrupa'nın rüzgârda olduğu gibi güneşte de en iyi potansiyellerinden birine sahip olan memleketimizde, "Temiz enerji istemezükçüler" çoğunlukta. Küresel ısınmaya çözüm üretmezler, kül dağlarına laf etmezler, radyoaktif atıkları görmezden gelirler, dışa bağımlılıktan yakınırlar ama iş yerli ve temiz enerjiye gelince yanıtlar pek çeşitli: Pahalı, baz yük santrali değil, çalışmaz ya da toptan bir reddiye. Yerine bir şey koymadan karşı çıkışlar sektöre umut bağlayanları bile bezdirdi artık. Bugün hatırı sayılır bir rüzgâr kurulu gücümüz olsaydı, küresel ısınma nedeniyle dibe vuran barajlardaki suyu rüzgâr santralleriyle beraber kullanır, hem baz yük gibi çalıştırır hem de yaza doğru elektrik kesilecek diye ecel terleri dökmezdik. Petrolün varilinin 200 dolarlara doğru yol aldığı bugünlerde, ısınmak için doğalgaza değil jeotermale başvursaydık, cari açığın küçülmesine katkımız da olurdu. 20 sent olarak hesaplanan üretim maliyetlerinin yerli imalatla ve yaratılan istihdamın getireceği katma değerlerle nerelere kadar çekileceğini de görmüş olur, bu hesapları doğru yaparak enerji yatırımlarını yönlendirirdik.
Güneş enerjisinin önü açık
Memleketteki tüm bu belirsizliklere rağmen dünyada yenilenebilir enerji yasalarıyla desteklenen güneş enerjisinin hızlı bir büyüme içerisinde olduğunu görebiliyoruz. Su ısıtmada güneşin yaygın kullanılması dışında, fotovoltaik panellere (PV) olan talep de giderek artıyor. 2000 yılında Avrupa Birliği'nde 188 MWp olan kurulu güç, 2007 sonunda 4 bin 500 MWp'ye çıkmış durumda. Dünyada da benzer bir eğilim var. 1998 yılında 948 MWp olan kurulu güç 10 yıl sonra 9 bin 100 MWp'ye ulaştı ve 10 bine dayandı. Avrupa Fotovoltaik Endüstrisi Birliği'nin (EPIA) yorumu çok açık; "Güneş enerjisinin doğru politikalarla desteklenirse hızla büyüyüp 2012 yılı sonunda 44 bin MWp'ye ulaşma şansı var. Politikaların hayata geçirilmemesi ise bu hedefin yarı yarıya azalmasına neden olabilir."
Dağıtım özelleştirmesine sanayiciden tepki
Elektromekanik Sanayiciler Derneği (EMSAD), finansal kriz nedeniyle sektörde yaşanan "temkinli davranma" eğilimine dikkat çekerken, öte yandan da dağıtım şirketlerinin özelleştirilmesi konusunda birkaç noktada itirazlarını dile getiriyor. Yerli elektromekanik sanayicinin ve müteahhitlerin özelleştirme şartnamesindeki düzenlemeler sonucu yarış dışında kaldığını belirten EMSAD Yönetim Kurulu Başkanı Kartal Usluel, "Bu özelleştirmelerden elde edilecek gelirin ne şekilde kullanılacağı; son yıllarda büyük ölçüde ihmal edilen elektrik üretim, iletim ve dağıtım alanında acilen gereken yatırımlara tahsis edilip edilmeyeceği ise halen belirsizliğini korumaktadır" diyor. Usluel'in çekindiği bir başka nokta ise, dağıtım tesisini özelleştirme sonucu alan yabancı firmaların yerli sanayiyi devre dışı bırakarak kendi ülkesinde üretilen ürünlerle çalışmayı tercih etmesi.
Usluel, mevzuatta bunu engelleyecek bir madde bulunmadığına dikkat çekiyor. Türkiye'de enerji sektöründe yerli payının artırılması hem iç ekonomik dengeler hem de enerji güvenliği açısından şart. Türbin peşinde koşan yatırımcı bunu iyi biliyor. Usluel'in uyarısı bu nedenle önemli.
Kyoto heyecanı
Kyoto sürecinin içinde başından doğru bir pozisyonla yer almalıydık ama zararın neresinden dönersek kâr. Ancak, bir yandan Kyoto'ya imza atmaya karar verip, öte yandan yurdu termik santrallerle örmeye hazırlanmanın nasıl bir enerji planlaması içinde yer aldığını da merak etmiyor değilim. Yine de Türkiye'nin Kyoto'ya imza atması ve bir an önce tartışmalara katılarak konumunu belirlemesi çok önemli. Bu işlerin dışarıdan olmayacağını geçtiğimiz dönem içerisinde gördük. Sanıyorum pazarlıklar, protokolde belirlenen 1990'ın değil daha sonrasının, örneğin 2000'in baz alınması üzerinden yapılacak. Burada Türkiye kadar Çin ve Hindistan gibi ülkelerin talepleri de çok önemli. Birçok tartışmada adlarımızın beraber anılacağı bir döneme gireceğiz gibi gözüküyor.
Meraklısına...
Güneş enerjisi pazarı
Avrupa Fotovoltaik Endüstrisi Birliği (EPIA) tarafından hazırlanan ve bu ayki yazımızda da alıntı yaptığımız "Global Market Outlook for Photovoltaics until 2012" raporu, güneş enerjisi meraklıları için az ama öz veriler içeriyor. Kötümser ve iyimser olmak üzere iki ayrı senaryo üzerinden fotovoltaik panellerin geleceğinin değerlendirildiği rapor İngilizce ve ücretsiz olarak www.epia.org adresinden indirilebiliyor.
Alman malı yenilenebilir enerji
Almanya yıllardır yenilenebilir enerji konusunda lokomotif ülke olmaya devam ediyor. "Alman Malı Yenilenebilir Enerji Kaynakları" diye çevirebileceğimiz yayın, bilgilendirmekten çok üretici firmalara ulaşmanızı sağlayacak bir katalog aslında. Güneşten biyogaza birçok firmanın iletişim bilgileri bu kitapçıkta yer alıyor. Almanya Enerji Ajansı tarafından hazırlanan yayına ulaşamazsanız internette daha gelişmişi var. www.renewablesmadeingermany.com.
Güneş Ve Kömür: Enerjide "Yaman Çelişki"
Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel / 19-25 Haziran 2008
Güneş enerjisiyle tekne yüzdürmeye çalışan birine ne denir? Bizim buralarda bilim adamı denmez, aksine, "Biz güneşten ampul bile yakamıyoruz, siz tekne yüzdürmekten bahsediyorsunuz" denir. Anlattığımız olay bir fıkra değil. 2004 yılında Muğla'nın Sarıgerme ilçesinde yapılan Güneş Enerjisi Sempozyumu'nda, güneş enerjisiyle çalışan tekneleri anlatan Alman mühendis Carsten Pfeiffer'e, sunumu izleyen "resmi" bir yetkilinin yaptığı eleştiriydi bu! Bu eleştirinin Türkiye'nin ilk güneş enerjili soğutma sistemine sahip otelinde yapılmış olması ise bir trajediydi. Hatanın neresinden dönülse kâr. Türkiye'nin temiz enerji konusunda yaralarını sarmak için şimdi önünde bir fırsat var. Bu fırsatın adı Kyoto. Bildiğiniz gibi Kyoto Protokolü, 1997'de ortaya çıktı ve amacı küresel ısınmaya yol açan sera gazı emisyonlarını makul seviyelere indirmek olarak belirlendi. Kyoto ile gelişmiş ülkeler, petrol, doğalgaz ve kömür gibi fosil yakıtların yakılmasıyla ortaya çıkardıkları sera gazlarını 2012'ye kadar 1990 yılı seviyesinin yüzde 5,2 aşağısına çekme sözü verdiler. Türkiye, 2008-2012 arasındaki ilk dönem için sessiz kalmayı tercih etti. Ancak geçen hafta TBMM Çevre Komisyonu'ndan onay alan kararla, 2012 sonrasına dahil olacağını açıkladı. Türkiye'nin bu ikinci dönemde nasıl bir yükümlülük alacağı pazarlık masasında belli olacak. Kesin olan tek şey, bundan sonraki günlerde sera gazı emisyonu çıkarmayan rüzgâr, güneş, hidroelektrik, jeotermal ve biyokütle gibi enerji kaynaklarının daha çok, kömür, petrol, doğalgaz ve nükleer enerjinin ise daha az konuşulacağı. Bu işin teori kısmı, ama pratikte yaşananlar biraz daha farklı; Türkiye bir yandan temiz enerji kaynaklarına destek veren Kyoto'ya imza atıyor, bir yandan da onlarca kömür santraline yeşil ışık yakıyor. En iyisi, hikâyeyi başa sarıp, Muğla'dan başlamak
Türkiye güneş paneli üretiminde dünya ikincisi
Güneş enerjili tekneyi gurur meselesi yapan Carsten Pfeiffer, o sempozyumdan sonra Sağlıklı Yaşam Bilincini Geliştirmeye Çağrı Derneği ile birlikte, cebinden de yüklü bir miktar para koyarak, Dalyan'da Güneş-I adlı tekneyi suya indirmeyi başardı. Sadece güneş enerjisiyle çalışan tekne bugün, Dalyan Çayı üzerindeki pansiyonlardan aldığı yolcuları İztuzu Plajı'na götürüyor. Ne mazot yakıyor, ne ses çıkarıyor ne de çevreyi kirletiyor. Sempozyumdaki bir başka konuşmacı olan, güneş enerjisini klimaya çeviren teknolojinin mucidi Dr. Ahmet Lokurlu ise bu icadı sayesinde önce Dünya Enerji Ödülü'nü sonra Avrupa Güneş Enerjisi Ödülü'nü aldı. Time dergisi onu tüm dünyadan seçtiği 15 çevre kahramanından biri olarak ilan etti.
Güneş enerjisi konusunda önemli çalışmalar yapan konuşmacılardan Prof. Dr. Şener Oktik ise sempozyumdan sonra Muğla Üniversitesi'ne geri döndü ve güneşten elektrik üretilmesine yarayan fotovoltaik paneller için kampüsü bir üs haline getirmek için uğraş veren ekiple çalışmaları hızlandırdı. Kapalı alanı 200 bin metrekareyi bulan ve 16 bin kişinin yaşadığı kampüsün elektriğinin halihazırda yüzde 3,5'i güneşten sağlanıyor. Otopark alanındaki gölgeliklerin üzerinden, rektörlük binasının cephelerine, kampüs içindeki yolları aydınlatan 40 sokak lambasından öğrenci kafeteryasına kadar her yerde fotovoltaik paneller elektrik üretiyor. Muğla Üniversitesi'nin rektörü de olan Şener Oktik, hedeflerini, "Türkiye'nin elektrik üretiminin yüzde 6-7'sinin linyit kömürü kullanılarak üretildiği bu bölgede başka yollarla da elektrik üretilmesini sağlamak" olarak açıklıyor. Bundan sonraki amaç ise bu panellerin Türkiye'de de üretilebileceğini göstermek. Üniversite, DPT'yle bu konu üzerinde projeler yürütüyor. Bir yandan örnekleri çoğaltıyor bir yandan da fotovoltaik sistemleri kurabilecek ve malzeme üretimi yapabilecek uzman yetiştiriyor. Ege Üniversitesi'yle beraber güneş enerjisinin merkezi konumuna gelen üniversite, Türkiye'yi Avrupa Fotovoltaik Platformu'nda dört yıldır temsil ediyor.
"Panellerin en azından yüzde 60-70'ini burada üretmeliyiz ki anlamlı olsun" diyen Oktik'e göre su ısıtma amaçlı güneş paneli üretiminde Çin'in arkasından dünya ikincisi durumunda olan Türkiye'nin bu başarısı, fotovoltaik panel üretimi için de ipuçları veriyor. Türkiye'de yaklaşık 12 milyon metrekare su ısıtma amaçlı kurulu güneş paneli var. Yerli firmaların yıllık üretim kapasitesi de 1 milyon metrekare civarında. Bir başka deyişle dünyadaki kurulu güneş panellerin yüzde 6,3'ü Türkiye'de. Bu rakam Avrupa Birliği ülkelerinin toplamının yarısına denk düşüyor. Çin ise yüzde 64'lük payla dünya lideri.
Muğla Belediyesi de üniversitenin hummalı çalışmalarından etkilenmişe benziyor. Temmuz ayındaki meclis toplantısında, konutlarda su ısıtılmasına yönelik güneş paneli kullanımında bazı standartların getirilmesi için karar alınacak. Paneller çatıya gömülecek, su hazneleri ise çatının içinde kalacak ve görüntü kirliliğinin önüne geçilecek. Ayrıca, "merdiven altı imalatı" tabir edilen paneller yerine bulutlu havalarda bile yüksek verim sağlayan panellerin kullanılması için kriterlerin yükseltilmesi gündemde. Muğla'daki 16 bin konutun yüzde 40'ında su ısıtmasına dönük güneş enerjisi sistemi kullanıldığını belirten Belediye Başkanı Dr. Osman Gürün, "Muğla Üniversitesi'nin bugüne kadar yürüttüğü ve somut olarak yaptığı çalışmalarla entegre etmeyi amaçladığımız bu politikalar, Muğla'yı önümüzdeki yıllarda yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımı ve güneş enerjisi yaygınlığı bakımından ülkemizin önde gelen illerinden biri yapacak" diyor.
Karadeniz kömür denizi oluyor
Güneş enerjisi sadece Muğla'nın gündeminde değil. Geçtiğimiz günlerde Enerji Bakanı Hilmi Güler de, bakanlık olarak yaptıkları hesaplamalar sonucu Türkiye'nin 190 milyar kilovat saati bulan elektrik tüketiminin iki katı kadar güneş potansiyeline sahip olduğunu açıklamıştı. Üstüne, rüzgâr, jeotermal, biyokütle ve güneş gibi temiz enerji kaynaklarına destek veren Kyoto Protokolü'nün imzalanacağı haberi geldi. Güneş gözlükleri takıldı, başlar yukarıya kaldırıldı. Ama her yerde değil. Türkiye'nin güneyi başı yukarıda gezerken, kuzeyi, Karadeniz ise başını iyiden iyiye yeraltına gömmüşe benziyor. Karadeniz Sahil Yolu'na kıyılarını feda etmemiş olan Batı Karadeniz'e dev termik santraller kurulması gündemde. Bir nevi "Karadeniz Termik Yolu Projesi" söz konusu. Sakarya'dan Samsun'a kadar kurulması planlanan santrallerin sayısı 10'u geçiyor. Yıllardır kıyılarındaki iki mobil santrale karşı hukuk mücadelesi veren Samsun ve nükleer santral kurulması için çalışmaların sürdürüldüğü Sinop bu tufandan en çok pay alan iki il. Samsun'a kurulacak Borasco Elektrik Üretim San. ve Tic. A.Ş.'ye ait 900 megavatlık doğalgaz santraline lisans verildi. Alarko ve Akfen'in doğalgaz santralleri, Cengiz Enerji San.ve Tic. A.Ş.'ye ait kömür santrali izin için beklemede. Sinop'a kurulması düşünülen nükleer reaktörler ve deneme reaktörünün yanı sıra üç adet büyük kömür santrali de üretim lisansı için Enerji Piyasası Denetleme Kurumu'na başvurdu. Akfen Enerji tarafından Erfelek'e kurulması düşünülen santral, eğer izin alırsa 1630 megavat gücüyle Türkiye'nin en büyük kömür santrali olacak. Gerze'ye 1020, Ayancık'a 600 megavatlık santraller de yolda. Amasra'ya Hema A.Ş. tarafından kurulması düşünülen santralin izinleri tamam, Zonguldak'ta Çatalağzı için üç santral, Sakarya-Karasu mevkii içinse bir santral daha sıra bekliyor.
Çoğu kömürle çalışacak olan bu santrallerin kurulu gücü 10 bin megavata yaklaşıyor. Yani, tüm Türkiye'deki enerji santrallerinin yaklaşık dörtte biri kadar. Karadeniz'de bu kadar çok kömür ve doğalgaz yok tabii. Birçok santral Rusya'dan gelecek ithal kömürle çalışacak. Türkiye'nin Trakya üzerinden en geç iki yıl içerisinde Avrupa Enerji Birliği'ne bağlanması ve elektrik alım satımına dahil olması planlanıyor. Bu da ister istemez, termik santrallerin Türkiye'nin talebinden çok Avrupa'ya mı hizmet edeceği sorusunu gündeme getiriyor. İletim hatları birleşince, Karadeniz'de üretilen bu elektriğin Trakya üzerinden satışı mümkün olacak. Avrupa Birliği Kyoto'ya taraf olduğu için 2012 yılına kadar küresel ısınmaya yol açan sera gazı emisyonlarını yüzde sekiz oranında azaltmak zorunda. Fosil yakıt olarak adlandırılan petrol, kömür ve doğalgaz içerisinde küresel ısınmaya en çok yol açanı kömür olunca bu santralleri Avrupa'da kurmak eskisi kadar kolay değil. Buna karşın Türkiye, Kyoto'ya 2012'den sonra dahil olacağı için bu dönem boyunca bir yükümlülük taşımıyor, tam tersine, kömürden üretilen elektriğe alım garantisi bile veriyor. 2012'den sonra Türkiye'nin ciddi bir yükümlülük alması halinde, kurduğu bu onlarca termik santralden çıkan sera gazları için bedel ödemesi de olasılıklar arasında. Açıkçası, Karadeniz'de kurulmaya çalışılan bu termik santrallerin faturası sadece Temel, Fadime ve hamsiye değil, yatırımcıya da çıkabilir.
***
Muğla Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Şener Oktik:
"Bugün Bu Trene Binmezsek, Hiçbir Yere Gidemeyiz"
"Üniversitede güneş enerjisiyle ilgili ilk çalışmalar 1996-97 yılında başladı. Ülkemize uygun malzemelerin neler olduğunu bulmak ve üretecek insanların iştahını arttırmak için bunun gerçek bir enerji kaynağı olduğunu göstermeye çalışıyoruz. Bir kampüsün elektrik ihtiyacının yüzde 3,5'ini ben güneşten sağlayabiliyorsam kimse bunu küçümsememeli. Bu konuda dünyadaki gelişme çok büyük. Bina entegrasyonlu fotovoltaik sistemleri son dört yıl yüzde 63'ün üzerinde büyüdü. Rüzgârı da geçti. Geçen yıl sadece fotovoltaik panellere 100 milyar dolarlık yatırım yapıldı. Türkiye bu işe dört elle sarılmak zorunda. Maliyetler de hızla düşüyor. Şu anda bizim bölge için bir kilovatsaat elektriğin üretim maliyeti 20 sent (dolar). 2015'te 15, 2020'lerde 7 sentin altına düşüyor. Muğla'daki 1 kw'lık panel 14,5 kilovatsaat elektrik üretirken, Almanya'da 8,5-9 kilovatsaat ancak üretiyor. Buna rağmen Almanya'da hükümet bu elektriği 45 sentten (euro) alarak güneşi teşvik ediyor. Biz bugün bu trene binmezsek hiçbir yere gidemeyiz. Panellerin ömür süreleri de arttı, hareketli parça olmadığı için 35 yıl yaşam ömrü veren üreticiler var."
Çatıdaki Panellerle Her İki Günde, Bir Ağaç Dikmiş Kadar Oluyorlar
Tesco-Kipa süpermarketler zinciri Muğla'nın Marmaris ilçesindeki süpermarketinin çatısına 2007 yılında fotovoltaik paneller yerleştirdi. Günde 195 kilovatsaat elektrik üreten paneller, her gün ortalama
***
Güneşle Soğutup Ayda 10 Bin Ytl Kazanacaklar
Muğla Sarıgerme'deki İber Otel, Türkiye'deki ilk güneşten soğutma sistemini 2004 yılında kurdu. Gece uyku pozisyonuna geçen kolektörler her sabah güneşin doğuşu ile açılıyor ve akşama kadar güneşi takip ediyor. Panellerden 180 dereceye varan sıcak su ve 5 barın üstünde buhar elde ediliyor. 180 dereceye varan sudan elde edilen buhar, absorbsiyonlu soğutma sistemi ile otelin klima soğutmasına gönderiliyor. İstendiği takdirde bu buhar otelin çamaşırhanesinde, ısıtma ve sıcak su ihtiyacının karşılanmasında da kullanılabiliyor. 20 kolektörden oluşan sistem Muğla gibi bir yerde 373 odalı otelin soğutma ihtiyacının yüzde 10'unu karşılayabiliyor. Otel yönetimi önümüzdeki ay 20 kolektör daha ilave ederek soğutma ihtiyacının yüzde 30'una yakın bir kısmını karşılamayı planlıyor. Bu rakamın otele mali getirisi ayda 10 bin YTL.
Sinop'ta Din Adamlarına "Nükleer İyidir" Eğitimi!
Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel / 29 Mayıs-4 Haziran 2008
Deniz deyince akla hamsinin, nükleer denince de akla Çernobil'in geldiği yer Sinop. Kısa ama dolu dolu geçen yaz sezonuna hazırlanan Sinop'ta, en çok konuşulan konu turizm değil bu yıl. Mersin il sınırları içinde bulunan Akkuyu'yla birlikte Sinop'a da nükleer santral yapılması planlanıyor. O kadarla da kalmıyor aslında; Sinop'a araştırma reaktöründen yakıt üretim tesislerine kadar uzanan bir teknoloji merkezi kurulması hedefleniyor. Sınırları Sinop'un merkezine dokuz kilometre uzakta olan 39 milyon metrekarelik alan bu merkez için ayrılmış durumda.
Din adamlarına nükleer eğitim
Tüm bunlar nükleer santral yerine temiz enerji isteyenleri de sokağa döküyor. Kentin duvarlarına nükleer santral karşıtı afişler asılıyor, köyler dolaşılıp imzalar toplanılıyor. Kentte bilgilendirme ofisi açan Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) da boş durmuyor. Öğrencileri, kamu çalışanlarını, nükleer enerji konusunda ikna etmek için bilgilendirme çalışmaları hızlandırılmış durumda. Eğitim çalışmalarının kentteki imamlara kadar uzanması ise tartışmaları başka bir noktaya taşıdı. Nükleer enerji konusunda TAEK'ten eğitim aldıkları duyulan imamlardan bazılarının, cuma vaazlarında nükleer lehine konuşacakları haberi, nükleer karşıtlarını tekrar harekete geçirdi. Sinop Nükleer Karşıtı Platform üyeleri teknik ve siyasi bir konunun camide konuşulması halinde camide söz alacaklarını Sinop Valiliği ve Müftülüğü'ne bildirdi. Bahsedilen vaaz bu yazının kaleme alındığı ana kadar gerçekleşmedi ve belki de olası bir kriz önlenmiş oldu ancak ileriki günler ne gösterir bilinmez.
Konuyla ilgili olarak görüşünü aldığımız Sinop Müftüsü A. Faruk Kuluş, "Cami, birleştirici bir yer, tartışmalı bir konuyu gündeme getirmek doğru değil" diyerek Sinop'un camilerinin bu atomik tartışmadan uzak tutulacağı sinyalini veriyor. Cuma hutbesinde nükleer enerjiden bahsedileceği söylentilerinin doğru olmadığını belirten Kuluş, "Bizim hutbelerimiz üç ay öncesinden belirleniyor. Ankara'dan onay alınıyor. Camide nükleer enerji hakkında hutbe vermemiz gibi bir şey söz konusu değil. Nükleer enerji tartışmalı bir konu ve bu konuyu camiye getirmeyiz. Nükleer enerji ve küresel ısınma gibi konular gündemimizde yok" diyor. Sinop'taki din adamlarının gündeminde nükleer enerjiyi cemaatle tartışmak yok ancak nükleer santral tartışması Sinop'un köylerine kadar ulaşmış durumda.
Sinop köyleri Avrupa'nın nükleer enerjiye yaklaşımını tartışıyor
Köylere kadar varan tartışmalardan bir tanesi basına da yansıdı. Sinema Sanatçısı Serra Yılmaz'ın da aralarında bulunduğu nükleer karşıtı bir grup, Sarıkum köylülerinin "Avrupa'da mahalle aralarında bile nükleer santral var" sözleriyle karşılaştı. Tartışma, nükleer karşıtlarının sigara içiyor olmalarına kadar vardı. Basında yer alan haberlerde köylülerin çoğunluğunun nükleerden yana tavır aldığı yazıldı. Tartışmalara bizzat karışmış olan Nükleer Karşıtı Platform'dan (NKP) Hale Oğuz yaşananları doğrularken, nükleeri destekleyen köylü kadınların birçoğunun "Çernobil Kalbi" adlı belgeseli izledikten sonra fikir değiştirdiğini ama bunların haberlerde yer almadığını söylüyor. Oğuz, "Haberlerde Greenpeace üyelerinin orada olduğundan bile bahsediliyor, oysa yanımızda sadece National Geographic Dergisi'nden bir fotoğrafçı vardı, Greenpeace'ten kimse yoktu. Haberler gerçeği yansıtmıyor" diyor.
"İkiye bölünmüşlük normal"
Bu, bol radyasyon, uranyum ve toryumlu tartışmaların kente indiği de oluyor tabii. Geçtiğimiz Cuma günü TAEK yetkilileri, kurulmak istenen Sinop Nükleer Teknoloji Merkezi hakkında bir bilgilendirme toplantısı düzenledi. Nükleer karşıtlarının bazıları sorularına doyurucu yanıt alamadığı için salonu terk ederek toplantıyı protesto etti. Toplantıda hazır bulunan Sinop Valisi Zeki Şanal, "İkiye bölünmüşlük doğal. Sadece nükleer değil başka bir konu da olsa, örneğin Ilısu Barajı gibi, isteyenler ve karşı çıkanlar olacak. Bu da gayet doğal" diyor. Halkı bilgilendirme toplantılarının devam edeceğini belirten Şanal, "Sinop'a santral kurulmasının ötesinde, bir nükleer teknoloji merkezi kurulması gündemde. Bu toplantılar bir program dahilinde yapılıyor. Kamu görevlileri, öğrenciler ağırlıklı" diye konuşuyor. Din adamlarının da toplantılara geldiğini doğrulayan Sinop Valisi, hutbe kararı olmadığını tekrarlıyor ve önce araştırma reaktörü kurulacağını sözlerine ekliyor. Vali Şanal'a göre halk, nükleer santral fikrinden çok teknoloji merkezi fikrini daha sıcak buluyor. NKP Sözcüsü Yalçın Oğuz ise bunun nedenini, insanların merkez dendiğinde bunu içinde nükleer santral olmayan bir tesis olarak algılamalarına bağlıyor. Halbuki teknoloji merkezi içerisinde hem nükleer reaktörler hem de yakıt zenginleştirme tesislerinin yapılması planlanıyor.
Sinop'ta faaliyet gösteren TAEK yetkilileri, ilk olarak Akkuyu'ya nükleer santralın yapılacağını, bu süre zarfında Sinop'ta bir araştırma tesisi, ardından yakıt üretim, destek ve AR-GE merkezi gibi diğer tesislerin kurulacağını belirtiyor. Son olarak da nükleer reaktörler inşa edilecek ve Türkiye'nin en kuzey ucuna yapılacak Sinop Nükleer Teknoloji Merkezi (SNTP) tamamlanmış olacak. Merkez için belirlenen alan, kent merkezine sadece dokuz km. uzaklıkta, en uzak nokta, İnceburun mevkiisi ise
"Eylemlere kadınlar hakim"
Karadeniz'in en gözde turizm merkezlerinden biri olan Sinop'ta, "nükleer merkez", "nükleer santral" ya da "nükleer enerji"den bahsetmek gerçekten zor. Nükleer dendiği anda akla ilk gelen "kanser" oluyor çünkü. Bunun nedeni de 1986 yılında meydana gelen ve dünyanın en büyük nükleer kazası olarak tarihe geçen Çernobil kazası. Bu kaza sonrasında kentteki kanser vakalarında hızlı bir artış görüldüğünü söylüyor Sinoplular. NKP sözcüsü Yalçın Oğuz, Sinop'ta ölümlerin büyük çoğunluğunun kanser yüzünden olduğuna dikkat çekiyor. "Köydeki arkadaşımın gencecik kızını birkaç yıl önce kaybetmiştik, bu yıl da oğlu öldü. 30-32 yaşında ya var ya yoktu" diyen Oğuz, "Yeğenim gırtlak kanseri, amcamın oğlu ve baldızım da ağır hasta. Belki de bu yüzden kadınlar nükleere daha çok tepkili. Eylemlere kadınlar daha çok geliyor" sözleriyle muhalefetin durumunu da özetliyor aslında. İktidar ise nükleer eğitim seminerlerine eski PTT binası, şimdiki TAEK ofisinde devam ediyor. İyi ya da kötü, tüm haberler bu eski PTT binasından gelecek...
Sinop'ta ister istemez din adamlarının da karıştığı nükleer tartışma, dünyada daha farklı boyutlarda ve yine Müslüman din adamlarının katılımıyla uzun zamandır yapılıyor aslında. Türkiye gibi yıllardır nükleer santral kurup kurmamayı tartışan Endonezya'da, Nahdlatul Uleması konuyu gündemine almış ve nükleerin caiz olmadığına karar vermişti. Endonezyalı din bilginleri, deprem kuşağında yer alan ülkelerinde nükleer santrallerde yaşanacak bir kazanın yarardan çok zarar getireceğini ve bunun da bölgedeki insan ırkının devamını tehlikeye atacağını söyleyerek nükleer santrale karşı çıkmışlardı. İşte Türkiye'den yanıtlar:
Doç. Dr. İsmaİl Karagöz Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
"Kuran'da nükleer enerji kullanımı konusunda bir şey yok"
Allah her şeyi insan için yaratmıştır. Yenen içen her şeyin helal olması esastır. Kuran'da nükleer enerjinin kullanılıp kullanılmaması konusunda bir şey geçmez ama burada insanların menfaati açısından olaya bakılır. Yapmadan önce dinen caizdir, değildir demek mümkün değil. Yaptığımızda (ya da planlama aşamasında) gerçekten çevreye zarar veriyorsa, zararı faydasından çoksa; zararlı olan bir şeyin insanlara uygun olmaması prensibinden dolayı uygun değildir denebilir. Sigara da önceleri zararı bilinmediği için yasak değildi ama şimdi zararı konusunda bir konsensüs var. "Nükleer caiz değildir yapmayın" demek doğru olmaz, buna yetkililer karar verir. Ancak zararları çoğunluktaysa (içkide olduğu gibi) din buna onay vermez. Çernobil'de olanları biliyoruz.
Prof. Dr. Süleyman AteŞ Eski Diyanet İşleri Başkanı "Endonezya deprem bölgesi"
Prensip itibariyle, Kuran'da bir yasak olmadığı sürece kimse bir yasak getiremez. Kuran'ın genel bir prensibi var; bir şeyin zararı yararından daha fazlaysa o haram kabul edilir. Nükleerin tabii zararları var ama yararları yüzde 90. Müslüman olmayan ülkeler nükleer silah yapıyor, onlara mahkûm mu olacağız? O nedenle bu karara katılmıyorum ama zararları da var, onlar da en aza indirilebilir. Nükleer silah konusunu dışarıda bırakıp değerlendirme yaparsak, Endonezya deprem bölgesi. Deprem anında o fabrika yıkılırsa her tarafa radyasyon yayılacak. Oranın şartları gereği ulema bu kararı almış olabilir. Bizde de deprem riski var ama olmayan bölgeler de vardır. O teknoloji yarardan çok zarar getirirse uygun değildir.
Prof. İsmaİl Karacam İlahiyatçı -Yazar "Riski faydasından büyükse işe başlanmaz"
Genel anlamda, dinde bir kaide vardır. Zararlı olan bir şey, gerek şahsa gerek topluma olsun, yasaklanır; İslam'a aykırıdır. Zarar gerek Müslümanlar'a gerek Müslüman olmayanlara olsun kabul edilemez, reddedilir. Yapacağınız işin riski faydasından büyükse işe başlanmaz.
***
Kim Yapıyor? Kim Kapatıyor?
Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'na göre dünyada 439 reaktör (santral değil, çünkü bir santralde birçok reaktör olabiliyor) var. Bunların toplam kurulu gücü 371 GW ve 34 yeni reaktör daha yapılıyor. Bu 34 reaktörün altışar adedini Rusya, Hindistan ve Çin; üçünü Güney Kore; ikişer adedini Ukrayna, Tayvan ve Bulgaristan; birer adedini de Arjantin, Fransa, İran, Japonya, Pakistan, Finlandiya ve ABD inşa ediyor. Yalnız, biraz dikkatli bakınca Arjantin'de 1981 yılında inşaatına başlanan Attucha-2 reaktörünün 27 yıldır bu listede yer aldığı görülüyor. Birkaç tane daha böyle örnek bulmak, deneme amaçlı küçük reaktörlere listede rastlamak mümkün. Fransa, Japonya, Rusya ve Kore nükleerde ısrarcı olan lokomotif ülkeler olarak nitelenebilir. Kapatan ülkelerin başında Obrigheim ve Stade reaktörlerini kapatan ve 2020'ye kadar tüm santrallarini kapatacak olan Almanya geliyor. Avusturya inşaatı bitmiş tek reaktörü Zwentendorf'u hiç çalıştırmadan kapatmış. İtalya, Çernobil'den sonra ülkedeki dört reaktörü, İsveç ise iki reaktörünü kapattı. İspanya'da hükümet tüm santralleri kapatma kararı aldı ve 2006'da Zorita'nın fişi çekildi. Belçika, santrallerini 40 yaşına geldiğinde kapatacak. 2025'ten sonra Belçika'da nükleer santral kalmayacak. Norveç, Yeni Zelanda, Avustralya, İrlanda gibi gelişmiş ülkeler ise hiç nükleer santral kurmadı.
Planlanan Sinop Nükleer Teknoloji Merkezi
Türkiye'de İstanbul ve Ankara'da nükleer araştırma tesisleri bulunuyor. Sinop'ta ve Mersin'de ise nükleer güç santrallarının inşası söz konusu. Sinop'ta ayrıca, büyük çaplı bir araştırma reaktörü ile yakıt teknolojileri üzerine çalışacak tesislerin kurulması da planlanıyor.
Çarşamba'yı termik alsın mı?
Özgür Gürbüz - Global Enerji / Mayıs 2008
Termik santraller ve çevre sorunları denince hemen akla Türkiye'nin batısı gelir. Yatağan, Gökova ve Soma gibi santrallere karşı verilen mücadelelerin yılları var. Yıllar geçtikçe çevre bilincinin tüm ülkede artması, itiraz noktalarını batıdan doğuya kaydırmaya başladı. Kahramanmaraş'ta Afşin-Elbistan'a ve Silopi'de mobil santrale karşı yükselen itirazlar bunun en iyi göstergesi. Samsun ise bu karşı hareketin kuzey temsilcisi olma yolunda ilerliyor.
Samsun'da çalıştırılan mobil santraller 2002 yılından bu yana Karadeniz kentinde birçok şeyi değiştirmişe benziyor. Çarşamba Ovası'na, bu iki mobil santralin yanına yapılması düşünülen ve sayıları beşi bulan termik santraller Samsunluları bayağı kızdırmışa benziyor. Samsun Çevre Birlikteliği adı altında bir araya gelen sivil toplum örgütleri santrallerin yapılmasına itiraz ediyorlar. Çarşamba bölgesinin Türkiye'nin sayılı tarım alanlarından biri olduğunu, DSİ'nin hâlâ bölgede sulama yatırımları yaptığını hatırlatan Çevre Birlikteliği Sözcüsü Metin Telatar soruyor: "Çarşamba Ovası tarım bölgesi ise tarıma dayalı sanayi teşvik edilmeli. Sanayi bölgesi olarak ilan edilecekse bu karar derhal yöre halkına duyurulmalı. Bu karara göre termik santrallerde çalışmak isteyenler tercihini yapmalıdır. Geriye kalan yöre halkı, artık tarım arazileri para etmeyeceğinden, buraları kül depolama alanı olarak kiraya verebilir." Samsun EMO Başkanı Suat Yılmaz'ın bir makalesi gözüme ilişti. Samsun ilinde, 50 metre yükseklikte ve 6.5-7 m/s rüzgâr hızına sahip alanların büyüklüğü 900 km2'ye denk düşüyor. Yılmaz'ın verdiği bilgilere göre, 4 bin 500 MW'lik bir potansiyel söz konusu. Rüzgâr hızı 7-7.5 m/s olan yerlere bakılınca da bir 722 MW da oradan geliyor. Tüm bu rakamları ve dünyayı sarsan gıda krizini düşününce Çarşamba Ovası'nı ne sel ne de termik; yel alsın demek geliyor içimden. Kuşları sevdiğimden dilim varmıyor bilinen atasözünü söylemeye ama bir taşla iki kuş misali; hem gıda hem enerji.
Dünyada kaç nükleer reaktör yapılıyor?
Çernobil'in 22'inci yıldönümü olan 26 Nisan tarihinde birçok ilde protesto gösterileri yapıldı. Nükleer karşıtları neden karşı olduklarını ve yerine ne istediklerini anlatmaya çalıştılar. Enerji Bakanı Hilmi Güler ve bazı bürokratlar da nükleer karşıtlarının tezlerini çürütmeye çalıştılar. EPDK Başkanı Hasan Köktaş'ın açıklamaları dikkatimi çekti. Köktaş, dünyada enerji sorununun çözümü için 100'ün üzerinde nükleer santral (reaktör herhalde) yapıldığını söylemiş. Yanlış anımsamıyorsam Hilmi Güler de sadece ABD'de 30 reaktör inşa edildiğini söylemişti. Merak edip, Uluslararası Atom Enerji Ajansı'nın güncel verilerini kontrol ettim; orada 35 rakamı çıktı karşıma. İçlerinde malum 1981'den beri bitmeyen Arjantin'deki AttuchaII reaktörü de var. ABD'de ise inşa halinde olan tek reaktörse, yapımına yıllar önce başlanıp enerji talebi düşünce yarım bırakılmış Watts BarII. Planlanan, tahmin edilen ve daha çok da nükleer enerji firmaları tarafından bilerek abartılan rakamlarla nükleer karşıtlarını ikna etmek bana çok mantıklı bir çözüm gibi gelmiyor açıkçası.
Meraklısına…
Orijinal adı "The Economics of Nuclear Power" olan bu detaylı çalışma Greenpeace tarafından konusunda uzman kişilere hazırlatılmış. Türkçe'ye bir özeti çevrilmiş ama İngilizce bilenler internetten ücretsiz indirebilirler. Sadece nükleer enerjinin güncel örneklerle ilişkilendirilmiş maliyetleri değil yenilenebilir enerjiyle de ilgili dünyada gerçekleştirilmiş örnekler üzerinden sunulan rakamlar var.
Rüzgâr kurulu gücü 250 MW'ye ulaştı
Türkiye Rüzgâr Enerjisi Birliği (TÜREB) geçtiğimiz ay içerisinde rüzgâr enerjisiyle ilgili sektör raporu hazırladı. Kurulu güç 9 Nisan 2008 itibariyle 250 MW'ye ulaşmış durumda. 174 MW'lik çiftliklerse inşa halinde ve 560 MW'lik türbin anlaşmaları da imzalanmış durumda. İlgililer web sayfasından bu kısa ama faydalı raporu indirebilir. www.ruzgarenerjisibirligi.org.tr
Şükrü Balcı'nın oğlu güvenlikçiyi öldürdü
Sabah / 16 Mayıs 2007
İstanbul'un ünlü emniyet müdürü Şükrü Balcı'nın oğlu Ertuğrul Balcı, bar girişinde tartıştığı güvenlik görevlisini silahla vurdu. Balcı tutuklanırken, 26 yaşındaki Necmi Akın hayatını kaybetti.
İstanbul'un eski emniyet müdürlerinden Şükrü Balcı'nın oğlu Ertuğrul Balcı (48), Galatasaray'ın şampiyon olduğu gün gittiği diskonun güvenlik görevlisini silahıyla vurarak öldürdü. Galatasaray'ın şampiyonluğunu çok miktarda alkol alarak evinde kutlayan Balcı, daha sonra Gayrettepe'deki Discorium adlı eğlence yerine geldi. Balcı'nın alkollü ve silahlı olduğunu gören güvenlik görevlileri kendisini içeri almadı. Sinirlenen ve tartışmaya başlayan Balcı, sakinleştirilmeye çalışıldı ve kendisine sigara ikram edildi. Sakinleştiği ve içeri girmekten vazgeçtiği sanılan Balcı, uzaklaşır gibi yaptı ancak 2-3 adım sonra geri dönerek silahıyla üç el ateş etti. Kurşunlardan biri koruma görevlisi Necmi Akın'ın başını sıyırırken bir diğeri karnına ve üçüncüsü ise omuzundan sekerek başına saplandı. Zanlı Ertuğrul Balcı olay yerinde silahıyla yakalandı ve 12 Mayıs günü tutuklanarak Bayrampaşa Cezaevi'ne konuldu. Zanlının gözaltına alındığında 1.90 promil alkollü çıktığı ve kullandığı silahın ruhsatsız olduğu belirlendi. Akın'ın önceki gün beyin ölümü gerçekleşti. Gencin ailesi de aynı gün oğullarının organlarını bağışladı. İstanbul Armutlu'da yaşayan Akın'ın cenazesinin bugün defnedilmesi bekleniyor.
12 Mart döneminde Siyasi Şube Müdürlüğü yapan Şükrü Balcı, 1978'de İstanbul Emniyet Müdürlüğü görevine getirilmiş ve 12 Eylül döneminde bu görevde kalmıştı. 1993'te ABD'de ölen Balcı hakkında azınlıklardan haraç aldığı ve teşkilat içinde rüşveti yaygınlaştırdığı iddiaları bulunuyordu.
Nükleer enerjiye evet mi hayır mı?
27 Nisan 2008*
Türkiye’de nükleer santral kurulması tekrar gündemde ve 24 Eylül’de son bulması beklenen ihale süreci devam ediyor. İlk nükleer santralın kurulması için düşünülen yerlerin başında Mersin’in Gülnar'ına bağlı Büyükeceli beldesi ve Sinop yer alıyor. Yatırımcının Sinop’a oranla gözdesi Akkuyu çünkü 25 yıl önce nükleer santral kurulması için alınmış bir yer lisansı var. O gün bugündür de tellerle çevrili. Gerçi, bu lisansın bugün geçerli olup olmadığı tartışmalı bir konu. Lisansı veren uzmanlardan Prof. Dr. Tolga Yarman, lisansın artık geçerli olmadığını, bugünkü şartlarla 25 yıl öncesinin çok farklı olduğunu söylüyor.
Nükleer enerji sadece enerji politikalarını ilgilendiren bir sorun olmadığı için, olumlu ya da olumsuz görüş bildirmek için aynı yukarıdaki turizm örneğinde olduğu gibi onlarca kriteri gözden geçirmek gerekiyor. Biz bu gözden geçirmeyi rakamlar üzerinden yapalım ve son noktayı koyma işini size bırakalım. Önce küresel anlamda nükleer enerjinin durumuna bakmakta fayda var. 1978’de Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşanan Üç Mil Adası ve ardından gelen tarihin en büyük nükleer kazası Çernobil nükleer enerjinin altın çağına noktayı koymuştu. Sadece kaza riski değil kazaların önlenmesi için arttırılan güvenlik tedbirleri de maliyetleri yükseltti ve nükleer enerji gözden düştü. Küresel ısınmanın gündeme gelmesi, nükleer santralların kömür santrallarına göre daha az karbondioksit çıkarması, enerji güvenliği konusunda Rusya ve Ortadoğu’ya olan bağımlılığın artması nükleer enerjiyi yeniden güncel enerji tartışmalarına dahil etti. Tüm bunlara rağmen nükleer enerji hala beklenen çıkışı yapabilmiş değil. Uluslararası Enerji Ajansı’nın, “Dünya Enerjisinin Geleceği
Nükleer reaktörler tüm hayatları boyunca yapılan bir karşılaştırmada kömür santrallarına göre daha az seragazı salıyor. Nükleer enerjinin son yıllarda yeniden tartışılmasının ardında yatan nedenlerden biri de bu. Ancak bir nükleer reaktörün uzun süren inşaatı, ilk yatırım maliyetinin yüksekliği ve mevcut reaktörlerinin yaşlanmış olması, uranyum rezervlerinin giderek azalması, gereken seragazı indiriminde nükleer enerjinin ciddi bir rol oynama olasılığını azaltıyor. Bugün, nükleer endüstrinin tüm çabaları küresel ısınmayı durduracak büyük bir atılımdan çok mevcut kapasiteyi korumaya yönelik aslında. ABD Ulusal Enerji Komisyonu, 2004 yılında yaptığı bir çalışmasında, hissedilir bir karbondioksit emisyonu azaltımı için gelecek 30-50 yıl içinde 300 veya 400 reaktörün yapılması gerektiğini belirtmişti. Enerji yatırımlarında tek kriter seragazları olsa bile nükleer enerji beşikten mezara yapılan hesaplarda listenin ortalarında yer alıyor. Almanya’daki Öko Enstitüsü tarafından yapılan bu çalışma az çok durumu özetliyor. Belki de bu yüzden ABD’de şu anda yapımına 1972 yılında başlanan Watts Bar 2 reaktörü dışında bir başka inşaat yok. 1165 MW gücündeki Watts Bar II’yi 16 yılda bitiremeyen, 1988’de de inşaatı enerji talebi yok diye durduran ABD, yüzde 60’ından fazlasının tamamlandığı söylenen bu reaktöre yaklaşık 2,5 milyar dolar daha harcamayı planlıyor. İşin garibi aynı santraldaki Watts Bar I reaktörü de (1121 MW) tam 23 yılda bitirilmiş ve 7 milyar dolara mal olmuştu. Nükleer enerjinin en büyük sorunlarından biri de ilk yatırım maliyetinin yüksekliği ve inşaatının zorluğu. Geciktiğiniz her ay size ciddi finansal zorluklar getiriyor. Bugün, Batı Avrupa’da Fransa dışında reaktör inşa eden tek ülke olan Finlandiya’da yaşananlar bu sorunun hala çözülemediğini gösteriyor. Finlandiya’da yapılan Olkiluoto reaktörünün yapımına 2005 yılında başlandı. Yapımı, hisselerinin yüzde 90’ı Fransız devletine ait Areva ve Siemens tarafından yürütülüyor. Bittiğinde Avrupa’nın ilk üçüncü kuşak (jenerasyon) nükleer santralı olacak ama biterse. İnşaatın başladığı 2005 yılında elektrik üretimine 2009 ortasında geçeceği söyleniyordu. İşler yine nükleer firmaların söylediği gibi olmadı. İnşaatın sürdüğü iki yıl içerisinde ortaya çıkan hatalar ve güvenlik konusundaki eksiklikler inşaatı şimdiden iki yıl geciktirdi. Areva ve Siemens’in en iyi tahmini elektrik üretimine 2011 yazında geçilebileceği yönünde.Gecikmeleri değerlendiren Areva Nükleer Güç şirketinin (Areva NP) İcra Kurulu Başkanı Luc Oursel, “Bir serinin ilk örneğini inşa ettiğinizde kaçınılmaz olarak yeni maliyetler keşfediyorsunuz, çalışanlar yerinde durdukları için de maliyetler artıyor” diyor.[1] İki yıllık gecikme sonucunda üretilemeyen elektriği de hesaba katarsanız bu rakamın toplamda 1 milyar 600 milyon Avro’ya ulaştığını görüyorsunuz.[2] Bu gecikme bedelinin, bugün Türkiye’de ilk yatırım bedeli olarak telaffuz edilen rakama eşit olması insanı düşündürüyor.
Nükleer enerji tartışmasında en çok konuşulan konulardan biri de atık sorunu. Nükleer santrallardan çıkan yüksek seviyeli atıkların bazıları 240 bin yıl boyunca radyoaktif kalıyor. Bu atıkların, doğadan ve canlılardan uzakta saklanmaları gerekiyor ancak çözüm olarak önerilen yer altı depolarının henüz dünyada gerçekleştirilmiş bir örneği yok. Nükleer enerjinin ömrünün 60 yıl olduğu düşünülürse bu depolarda atıkların sızdırmadan binlerce yıl kalabileceği de sonuçta bir iddia. Uranyum zengini olmayan Türkiye’de dışa bağımlı olmamak için toryumun yakıt olarak kullanılabileceği de biraz böyle aslında. Dünyada toryumla çalışan bir tek ticari reaktör bulunmuyor.
Kim yapıyor? Kim Kapatıyor?
*Tam metin
[1] Nuclear Bid to Rival Coal Chilled by Flaws, Delay in Finland, 4 Eylül 2007. http://www.bloomberg.com/apps/news?pid=20601087&sid=aFh1ySJ.lYQc&refer=home
[2] Power failure: What Britain should learn from Finland's nuclear saga, 16 Ocak 2008. http://www.independent.co.uk/news/science/power-failure-what-britain-should-learn-from-finlands-nuclear-saga-770474.html
Rakamlarla Çernobil
Temizlik çalışmalarına çoğunluğu asker 800 bin kişi katıldı.
Tasfiyeci adı verilen bu 800 bin kişiden 25 bininin öldüğü, 70 bininin sakat kaldığı Sovyetler Birliği dağılmadan önce elimize ulaşan tek resmi bilgi.
Bazı bağımsız kaynaklar ise ölü sayısını toplam 60 bin, sakat kalanların ise 165 bin olduğunu söylüyor.
Reaktörde çıkan yangını söndürmek için helikopterler 1800 uçuş yaptı ve 5 bin ton materyali(sodyum fosfat ve kum gibi) reaktörün üzerine boşalttı.
400 bine yakın insan tahliye edildi. Bugün hala 30 kilometre çapında bir alana izinsiz giriş yasak.
7 bin işçi kazanın ardından 22 yıl geçmesine rağmen temizlik çalışmalarına devam ediyor.
Radyoaktif bulutlar, Rusya, Belarus ve Ukrayna’da 7 milyon insanın yaşadığı bir alanı etkiledi. Daha sonra ise neredeyse tüm dünyaya yayıldı. Mayıs başında Edirne derken Karadeniz ve tüm Türkiye bu bulutlardan nasibini aldı.
2006 yılında Türk Tabipler Birliği ve Hopa Belediyesi’nin yaptığı ortak çalışma Hopa’da son 3 yılda meydana gelen ölümlerin yüzde 47’sinin nedenin kanser olduğunu belirledi.
Birleşmiş Milletler İnsani İşler Koordinasyon Ofisi, İtalya’nın yarısı kadar bir alanın, (yaklaşık 150 bin kilometrekare) kirlendiğini ve yaklaşık 52 bin kilometrekare, (Danimarka’dan biraz daha büyük) tarımsal alanın da harap olduğunu belirtiyor.
Belarus Ekonomi Enstitü’sünün verilerine göre Çernobil kazasının maliyeti 235 milyar doları geçecek.
Çevremizi tanıyalım
Özgür Gürbüz-Sabah Pazar/20 Nisan 2008
Marmara Bölgesi
Sanayi ve kentleşmenin yoğunluğu, Marmara Bölgesi'ni çevre sorunlarının hemen her türüyle karşı karşıya bırakıyor. Dünyanın oksijeni en bol ikinci bölgesi Kaz Dağları, altın madencilerinin hücumuna uğramış durumda. Çanakkale sınırları içerisinde birçok kömür ve doğalgaz santralı kurulması planlanıyor. Ergene Havzası'ndaki kirlilik yıllardır sürüyor; Dilovası ise adını tarihe kanser ovası olarak yazdırdı. Bölgede kanserden ölenlerin oranı yüzde 30'lara yaklaşıyor. İstanbul ise trafikten çarpık kentleşmeye kadar birçok çevre sorunu ile karşı karşıya. Türkiye'de trafiğe kayıtlı araçların yaklaşık dörtte biri İstanbul'da. İstanbul Boğazı'ndaki tanker trafiği başlı başına bir sorun. Boğazın üstünden geçecek üçüncü köprü birçok uzmana göre kentin sonunu getirecek. İzmit, sanayi kaynaklı sorunlarla anılır halde, çözüm olarak öne sürülen atık yakma tesisi İzaydaş bile, kimilerine göre başlı başına bir kirlilik kaynağı. Tuzla sadece tersane kazalarıyla değil, zehirli varilleriyle de anılıyor. Bursa'da Cargill ile anılan tarım alanlarına sanayi tesisi kurulması tartışması devam ediyor. Su ve hava kirliliği, sanayi kaynaklı sorunlar çözülmüş değil. Bursa Kocaçay Deltası'ndaki su kaynakları da şehir ve sanayi atıkları nedeniyle kirlenmeye devam ediyor. Balıkesir'deki Manyas Kuş Cenneti, çevredeki işletmeler tarafından bırakılan atıklar, küresel ısınma ve ilgisizlik yüzünden can çekişiyor. Tekirdağ'da deri ve tekstil fabrikalarının atıkları sorun yaratıyor.
Karadeniz Bölgesi
Karadeniz'le Karadenizli arasına sınır çeken sahil yolu projesi hayata geçirildi. Projeye çevreciler kumsallara, koylara, doğal yapıya zarar verecek diye karşı çıktılar. Doğu Karadeniz'de başta Yusufeli, Fındıklı olmak üzere birçok baraj projesi var. Barajlara olan tepki, Orta ve Batı Karadeniz'e gelince termik ve nükleer santrallara karşı yoğunlaşıyor. Samsun'un en verimli tarım arazilerinin olduğu Çarşamba ile Tekkeköy arasına altı termik santral planlanıyor. Samsun'daki mobil santrallara karşı hukuki mücadele sürüyor. Amasra ve Bartın'a da termik santral kurulmak isteniyor. Sinop'un derdi de tepkisi de daha büyük. Kentin duvarları 'nükleer santrala hayır' diyen afişlerle kaplı. Çernobil faciasını yaşamış olan Karadenizli nükleere çok tepkili. Türk Tabipler Birliği ve Hopa Belediyesi'nin 2006 yılında açıkladığı araştırmaya göre Hopa'da ölümlerin yüzde 47'si kanserden. Karadeniz'deki ilk resmi kanser taramasında, 11 yıl içinde 15 bine yakın kanserli hasta tespit edildi. Sağlık Bakanı Recep Akdağ, "Asıl Çernobil, cebinde sigara taşıyan her vatandaşın üzerinde" dedi. Nükleer tartışma devam ederken denizlerdeki kirlilik de durmadı. Türkiye'nin en kirli denizi olan Karadeniz, komşu ülkelerden ve Tuna Nehri'yle Avrupa'dan gelen kirlilikle mücadele ediyor. Trabzon Çamburnu'nda kurulması düşünülen çöp depolama tesisi, "Cennet bahçesine çöp tesisi olur mu?"diyen çevrecilerin tepkisiyle karşı karşıya. Sadece kıyılar değil, iç bölgeler de sorunlu. Nesli tehlike altındaki su samurlarına, küçük akbaba, puhu ve kızböceği gibi türlere ev sahipliği yapan Yeşilırmak'daki kirlilik Amasya'da toplu balık ölümleriyle su yüzüne çıktı. Gümüşhane Cerattepe'deki altın madeni ise, tartışmalara rağmen işletilmeye devam ediyor.
Doğu Anadolu Bölgesi
Doğu Anadolu'nun denizi olarak bilinen Van Gölü'nde tespit edilen yüksek derecede koli basili değerleri, insan sağlığı için ciddi tehlike oluşturuyor. Van'ın artan nüfusu ve atık su arıtma, burada da sorun. Bir başka risk ise, Türkiye sınırına 16 kilometre uzaktaki Metzamor Nükleer Santralı. Dünyanın en tehlikeli santralları arasında gösterilen Metzamor, sadece Iğdır için değil, tüm dünya için bir tehlike. Tunceli'de Munzur Nehri üzerine kurulmaya çalışılan sekiz baraj ve altın madenciliği başlıca çevre sorunları. Türkiye'nin ilk milli parkı olan Munzur Vadisi Milli Parkı'na bir dizi baraj yapılmasına tepki çok. Bölgede orman yangınları da sorun yaratıyor. Erzincan Karasu Nehri'nde yaşanan kirlilik, endişe verici boyutlarda. Hakkari'de çöp sorunu devam ediyor. Yüksekova Nehir Kuş Sazlığı'nın durumu, Zap Nehri'ne yapılmak istenen barajlar, tartışılıyor. Bölgenin en büyük kentlerinden Erzurum'un hava kirliliği sorunu ise, bölge halkı gündeminin ilk sıralarında. Kars Çayı'nın kirlilik sorunu çözülmeye çalışılıyor.
Ege Bölgesi
Türkiye'deki yeşil hareketin başlangıç noktalarından olan Ege Bölgesi, özellikle doğa koruma alanında verilen hukuk mücadeleleriyle akla geliyor. Çevreci avukatlarıyla ünlü İzmir'in son başarı öyküsü Kültürpark'ın altına yapılması planlanan otoparkın Danıştay tarafından durdurulmasıydı. Bakanlar Kurulu kararlarıyla çalışan Gökova, Yatağan ve Yeniköy termik santralları, Bergama'da AİHM kararına rağmen çalışan altın madeni, tüm Türkiye'de çevre sorunu denince ilk akla gelen örnekler arasında. Yatağan Santralı filtrelere kavuştu ama ikinci santral planları ve kömür havzalarının genişletilmesi nedeniyle yerinden edilecek köylüler mutlu değil. Uşak-Eşme ve İzmir-Efemçukuru'nda da altın madenlerine itiraz sürüyor. Gemi söküm tesisleriyle anılan Aliağa'ya termik santral kurulması gündemde. Marmaris, dünyaca ünlü çam balını korumak için manganez madenine karşı yürüyor. Balık çiftlikleri ve beton canavarlar, başta Bodrum olmak üzere neredeyse tüm kıyı şeridini tehdit ediyor. Balık çiftliklerinden şikâyetçi olan bir başka bölge de, çiftliklerin taşınması planlanan Dilek Yarımadası Milli Parkı kıyıları. Küresel ısınmayla birlikte artması beklenen orman yangınları her yaz ciddi ekolojik sorunlar yaratıyor. Bodrum'da yapılan ve yapılması düşünülen golf sahaları, doldurulan kıyı alanları, bölgenin doğal güzelliğini sonsuza dek yok ediyor. Menderes nehirleri kirlendi. İzmir Kuş Cenneti'nin koruma statüsü kaldırıldı. Bafa Gölü kurudu haberleri herkesi dehşete düşürdü. Bir de Allianoi var. İzmir'in Expo tanıtımına kapak olan 1800 yıllık termal merkezi, Yortanlı Barajı'nın suları altında kalmak üzere.
Akdeniz Bölgesi
Akdeniz Bölgesi aynı Ege gibi 'beton canavar'ın saldırısıyla karşı karşıya. Mersin'den Silifke'ye kadar olan sahil yollarında muz bahçeleri yerine artık dev tatil siteleri var. Silifke'den ötesinde ise 240 bin yıl radyoaktif kalacak atıkları, kaza riski ve ekonomik soru işaretleriyle Akkuyu'ya kurulmak istenen nükleer santral projesi yer alıyor. Ecemiş Fay Hattı 25 km. ötesinde santralı bekliyor. Göller Bölgesi'nde tehlike çanları çalıyor. Evsel ve sanayi atıkları gelişigüzel bir şekilde Burdur Gölü'ne boşaltılıyor. Eğirdir Gölü'ndeki kirliliğin araştırılması için TBMM'de komisyon kurulması istendi. Halkın desteklediği komisyon henüz kurulmadı ama karşı çıktığı golf sahaları birçok yerde kuruldu. Sorgun Ormanı ve Belek karşı çıkışın odak noktası oldu. 2007 başında Antalya'da taş ocağı ve maden ruhsatı alanların sayısı bin 600'ü geçti. En son Kurşunlu köylüleri taş ocağına karşı eylem yaptı. Tarsus, atık yakma tesisine karşı mücadele etti ve ÇED olumlu kararını iptal ettirdi. Adana ise Tarsus gibi birlik olamadı. Ceyhan'da Türkiye'nin en büyük termik santrallarından Sugözü Santralı kuruldu. Petrol boru hattı, rafineri planları bölgedeki çevresel riski artırdı. Tufanbeyli'de bir başka termik santral yolda. Biraz içeride Osmaniye'de ise Kastabala Antik Kenti'nin yanına çimento fabrikası kurulmak isteniyor. Tüm bu planların, yaratacağı yerel sorunların yanında küresel ısınmaya etkisi de ciddi boyutlarda. Silifke'deki Göksu Deltası, kaçak kum alımı, kaçak avcılık ve sazlıkların yakılması sorunları ile karşı karşıya. Afşin-Elbistan kömür santralının CO2 emisyonlarının küresel ısınmaya katkısı birçok ülkeden fazla. Santrala yönelik, yöreden gelen şikâyetler de dinmiyor. Maraş'ın Pazarcık Ovası'nın verimli arazilerine çimento fabrikası kurulmak isteniyor.
İç Anadolu Bölgesi
Tuz Gölü, 90 yılda yüzde 85 küçüldü. Bu gidişle gölün 2015 yılında tamamen kuruyacağı öne sürülüyor. Konya'nın günde 125 bin tonu bulan atığı göle boşalıyor. Kuraklık, Konya'da bulunan 60 bin kuyudan 41 bini kaçak. Konya, Burdur ve Isparta çevresindeki göllerin yanı sıra, Hotamış, Suğla, Seyfe gölleri, Eşmekaya Sazlığı ve Akgöl'de kuraklık problemi var. Akşehir, Eber, Beyşehir ve Meke gölleri ile, Sultansazlığıda, yok olma riski altında. Eskişehir'deki Porsuk Çayı'nda kirlilik had safhada. Bölgede kurumayan, kirlenmeyen su yok gibi. Zaten su da pek yok. Başkent Ankara'da geçtiğimiz yıl kesecek su bile kalmadı. İç Anadolu'nun erozyon riski de yüksek. Hasanoğlan Kasabası sayıları 20'yi geçen taş ocaklarından musdarip. Bölgedeki tüm büyük kentlerde hava kirliliği ve kentsel atık sorunu var. Altı ilin kanalizasyonu Kızılırmak'a boşalıyor.
Güneydoğu Anadolu Bölgesi
Güneydoğu Anadolu Projesi bölgeye yeni fırsatlar getirdiği kadar sorunlar da getirdi. Bilinçsiz sulama nedeniyle Harran Ovası'nda 3 bin 400 hektar alanda 'tuzlanma' meydana geldi. Tuzlanmanın yanı sıra bölgede yaşanan çarpık kentleşme, yetersiz arıtma tesisleri, mevcut su kaynakları için de tehdit oluşturmaya başladı. Başta Diyarbakır olmak üzere tüm kentlerin arıtma tesisi ihtiyacı var. Mardin'de tüm kenti kaplayan bir kanalizasyon sitemi yok. Foseptik çukurları devrede. Barajlar diyarı olan Güneydoğu'da baraj gölleri çöp deposu olarak da kullanılıyor. Şanlıurfa ve Adıyaman illerinin atıkları Atatürk Barajı'nın gölüne, Gaziantep'e bağlı Nizip'in atıkları Hancağız Barajı'na akıyor. Gecekondulaşma sorunu yaşanan Batman'da da kanalizasyon büyük bir problem. Batman'ın bir başka sorunu ise binlerce yıllık Hasankeyf'in Ilısu Barajı'nın suları altında kalacak olması. Baraj projesine karşı çıkanların bir başka nedeni ise yaklaşık 40 bin kişinin göç edecek olması. Silopi'de önce mobil olarak kurulan termik santral, zaman içinde eklenen ünitelerle de giderek büyüdü. Santralla birlikte tepkiler de büyüdü ve bir harekete dönüştü.
Yakıt mı, yemek mi?
Tüm dünyada pirinç ve buğday stoklarının azalması nedeniyle fırlayan fiyatlar yüzünden gıda krizi yaşanıyor. Diğer taraftan, yıllardır küresel bir ekolojik krizin kapısında olduğumuz söylenip duruyor. Medyada yer alan haberlere bakınca, bu kapıdan çoktan geçtiğimiz açıkça anlaşılıyor. Bu dosyanın üçüncü sayfasındaki Türkiye haritası da hepimize bugünü ve yarını gösteriyor.
Garip şeyler oluyor etrafımızda. Yoksulun aç kalmama umudu ekmeğin fiyatı, otomobilden daha hızlı artıyor. Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellick, artan gıda fiyatlarının 100 milyon kişiyi daha yoksulluğa iteceğini söylüyor. Zoellick, açıklamasını yaparken sağ elinde bir paket pirinç, sol elinde ise bir somun ekmek tutuyordu. Sağ elinde tuttuğu pirincin fiyatı dünyada bir yılda yüzde 70 arttı. Sol elindeki ekmeğin hammaddesi buğdayın fiyatı ise yüzde 130! Mısır'da, Bangladeş'te, Senegal ve Fildişi Sahilleri'nde aç insanlar sokakları doldurdu. Açlıklarını bastırmak için attıkları çığlıkları ne karınlarını doyurdu ne de artan gıda fiyatlarını düşürdü. Ekmeklik buğdayını, pilavlık pirincini hızla artan fiyatlar yüzünden alamayan insanlardan ve onların aç kalmamak için yedikleri yemeklerden bahsediyoruz. Halbuki yaşam standartlarının yükseltilmesi gerektiğini söylemişlerdi. Her eve bir televizyon herkese bir otomobil düşerse gelişmiş ülke olacaktık. Geliştik geliştik ama bir kap pilava muhtaç kaldık. Altı küsur milyar insanın yarısına yakını elektriksiz yaşıyor. Elektriği olanların bazılarının şimdi yiyecek yemeği de yok. Televizyonlarımızı yiyemeyeceğimize göre onları saksı yapıp domates yetiştirmek için mi kullansak acaba? Başa döndük sanki, ne demişti Maslow? Önce temel ihtiyaçlar...
Arabanızın mı karnı doysun?
Dünya'da gıda fiyatlarının artması üç ana nedene bağlanıyor. Çin'deki insanların daha çok et tüketmeleri, et talebini karşılamak için yem talebinin artmasına neden oluyor. Petrol fiyatlarının varil başına 110 doların üzerinde seyretmesi hem tarımsal girdi maliyetlerini hem de petrolün yerine geçebilen yakıtlara olan ilgiyi artırıyor. Biyodizelin, etanolün talebi ve dolayısıyla fiyatı da arttıkça, çiftçiler ektikleri ürünleri yiyecek olarak değil, yakıt olarak değerlendirecek şirketlere satıyor. Mısır hem yakıt hem yiyecek olarak kullanılınca fiyatı da haşlamak ya da ekmek yapmak için çok pahalıya geliyor. İnsanlara tercihlerini, "Arabanızı mı, karnınızı mı doyurmayı tercih edersiniz?" gibi bir soruyla sormak mümkün ancak arabasını mısırla doyuranla, karnını mısırla doyuran aynı kişi olmayacak. Biri zengin dünyadan diğeri ise televizyonlarda pek rastlamadığımız öteki dünyadan geliyor. Kısacası, küresel ısınmayı durdurmak için dünyanın petrolden biyoyakıta terfi etmesi teknik olarak doğru bir çözüm, ancak bunu aç kalmadan yapmak gerekiyor. Bu arada üçüncü nedeni de ağzımızdan kaçırıverdik. Küresel ısınma yüzünden değişen iklim koşulları, en başta da yaşanan kuraklık tarım ürünlerinin rekoltelerinde sıkıntılara yol açıyor.
Pirinç yerine bulgur
Türkiye'de ise hükümet sorunun spekülatörlerden kaynaklandığını belirtiyor. Tarım ve Köy İşleri Bakanı Mehdi Eker, pirinçteki fiyat artışına karşı tedbir alındığını belirtiyor ve yaşanan fiyat artışının arz eksikliğinden kaynaklanmadığını açıklıyor. Eker'e göre sorun ellerinde pirinç ve çeltik bulunan bazı firmaların, fiyatlar daha da yükselir umuduyla bunları piyasaya sürmemesi. Çözüm de pirinç boykotu. Eker, "Eğer tüketici olarak biz bu şekilde insafsızca, hak edilmemiş bir zamla karşı karşıya kalıyorsak, buna birey olarak da tüketici olarak da tepkimizi koyalım. Ben de koyuyorum. Gerekirse üç- beş gün pirinç yemeyelim. Hiçbir şey olmaz. Bulgur yiyelim yerine ki zaten bizim kendi Anadolu kültürümüzde zaten bulgur tüketilir," diyor. Ziraatçılar Derneği Başkanı İbrahim Yetkin ise sorunun sadece spekülatörlerden kaynaklanmadığı görüşünde. Küresel ısınma kaynaklı kuraklık, Çin ve Hindistan gibi ülkelerde yaşanan beslenme alışkanlığı ve yanlış politikalar krizin ana nedeni. Dünyanın en kârlı sektörlerinden biri haline gelen tarım ve gıda maddeleri ticareti, Yetkin'e göre bu ticareti elinde bulunduran gelişmiş ülkelere avantaj sağlıyor. Yetkin bir örnekle tezini açıklıyor: "Örneğin ABD'nin her üretici başına verdiği tarımsal destek 15 bin doları buluyor. AB de bütçesinin yüzde 40'ını tarımsal desteklere ayırıyor. Ancak bu ülkeler ve onların etkilediği uluslararası kurumlar, Türkiye gibi ülkelerin kendilerini ve üreticilerini korumaya yönelik önlemler almasına ve üreticilerini desteklemesine karşı çıkıyorlar. Bu da sözkonusu ülkeleri, gelişmiş ülkelere ve onların dayattığı fiyatlara bağımlı hale getiriyor."
Tahminler doğru çıkıyor
Türkiye, biyoyakıt konusuyla yeni ilgilenmeye başladığı için henüz yakıtyemek ikilemi tartışma masasına yatırılmış değil. Türkiye'de biyoetanol üretiminde ilk girişimlerden birine imza atan Pankobirlik, şeker pancarından etanol üreten bir tesisi, hayata geçirdi. Pancar Ekicileri Kooperatifleri Birliği'ne göre Türkiye'nin 32 milyon dönümlük arazisinde pancar ekimi yapılabiliyor. Pancar aynı tarlaya dört yılda bir ekilebiliyor. Dolayısıyla Türkiye'de her yıl 8 milyon dönüme pancar ekilmesi mümkün ama yeni şeker rejimiyle birlikte şeker ihtiyacımız 3,5 milyon dönümlük arazide yetiştirilecek pancardan karşılanıyor. Pankobirlik, geriye kalan 4,5 milyon dönümlük arazinin biyoetanol üretime dönük şeker pancarı için kullanılması halinde, en az 2- 2,5 milyon ton (2,5- 3 milyar litre) biyoetanol (biyobenzin) üretimi yapılabileceğini öngörüyor. Bu değer, 2007 benzin tüketiminin yüzde 80- 90'ına karşılık geliyor. Halihazırda Türkiye'nin biyoetanol kurulu kapasitesi 170 milyon litrelik üretim yapabiliyor ama bu kurulu kapasite de tam olarak kullanılamıyor. Pankobirlik'in bir başka dikkat çektiği nokta ise 1995- 2006 yılları arasında 1 milyon hektar arazide tarımdan vazgeçilmiş olması. Bu, yılda 200 bin kişiden fazla çiftçinin çiftçiliği bırakması, aileleriyle birlikte 1 milyon kişinin büyük şehirlere göç etmiş olması anlamına geliyor. Kısaca, terk edilen ve nadasa bırakılan alanların planlı bir enerji tarımı ile biyoyakıt üretimine açılmasıyla biyoyakıt potansiyeli daha da artırılabilir. Bu rakamların da ışığında potansiyelin büyük olduğunu söylemek yanlış olmaz. İnce nokta ise gıda- yakıt ikileminde nerede duracağınızı bilmek ve fiyat ayarını iyi yapmakta yatıyor. Bugün dünyanın geldiği noktaya bakılınca ayarın bozulmuş olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Türkiye'de tartışmalar pirince ve spekülatörlere odaklansa da dünyada gıda krizi, uluslararası gizli anlaşmalara kadar uzanıyor. Financial Times'ın 10 Nisan 2008 tarihli haberinde, Ukrayna'nın 100 bin hektarlık bir tarım alanını Libya için ayırmasına yönelik gizli bir anlaşmanın yapılmak üzere olduğu yazılıydı. Mısır ve Suriye, Hindistan ve Kazakistan arasında yine gizli görüşmelerin yapıldığı da belirtiliyor. Ekolojik krizin belki de en korkunç yüzü bize bakıyor. Küresel ısınmayla başlayan, inanması güç gelen tüm tahminler bir bir doğru çıkıyor. İnsan ırkı, Midyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan da olmak üzere ama pek farkında değil.
“Küresel ısınma daha devreye girmedi”
Ömer Madra (Açık Radyo Genel Yayın Yönetmeni)
"Hindistan ve Çin'de tüketim kültürünün değişmesi, artan et talebi, yem sanayi açısından büyük bir sorun yaratıyor. Daha küresel ısınma devreye girmedi, o yüzden çok ürkütücü. Bu sorunu spekülatöre bağlayarak çözebileceğini düşünmek, bence ne yapacağını bilememekten kaynaklanıyor. Kuraklık olduğunu da kabul etmiyorsunuz. Petrol ve kömür fiyatlarının müthiş yükselmesinin de etkisi var. Kömür kaynaklarının 200 yıl daha dayanacağı savının gerçek olmadığını söyleyen ciddi makaleler var. Bütün bunları dikkate almadan yapılan açıklamalar, bir panik durumunu mu gösteriyor bilemiyorum. Geçen yıl yaşanan kuraklıktan da ders alınmamış. Enerji Bakanı, 'İstikbal derinliklerdedir,' demiş. Yani, maden çıkararak küresel ısınma gibi sorunların çözüleceğini söylüyor ki bu inanılır gibi değil. Tüm bu yaşananlar, enerji krizi ve küresel ısınmayla ilgili. Çok daha riskli ve tehlikeli bir dünyaya gidildiği konusunda pek bir tereddüt yok. Su savaşı dediğimiz de zaten yiyecekle ilgiliydi. Mesele içecek su bulamamak değil ama tarımdan başlayarak, termik ve nükleer santrala kadar hepsi suya ihtiyaç duyuyor. Yenilenebilir enerji kaynakları dediğimiz rüzgâr ve güneş gibi kaynakların suya ihtiyacı yok. Bu da gözden kaçan noktalardan biri. İstikbal yenilenebilir enerji kaynakları ve gençliğin mücadelesinde. Örgütlenip bu gidişatı durdurmaları lazım. Güneş, rüzgâr, jeotermal ve enerji verimliliği çok önemli. Sanayileşmiş ülkeler hem teknoloji hem de fon transferi yapmalı. Tüm dünyadaki eski düşünce tarzının değişmesi, ağır sanayiyle kalkınma modellerinin değişmesi gerekiyor. Nevada Çölü'nün hepsi güneş enerjisi için kullanılsa, ABD'nin enerji sorunu çözülüyor ama oraya kömür santralı yapılmaya çalışılıyor. İşin kötüsü Türkiye tüm bunların dışında kalıyor. Birkaç gün pirinç almamakla çözülecek bir sorun değil yani."
İbrahim Yetkin (Ziraatçiler Derneği Başkanı )
- Bu krizin oluşmasında spekülatif hareketler de rol oynuyor mu?
- Spekülasyon olayı yalnız bizimki gibi buğday açığı veren ve acil ithalata ihtiyaç duyan ülkelerde değil, ABD gibi en büyük buğday ihracatçısı ülkelerde de yaygınlaşıyor. Bunun en büyük nedeni, ekonomik kriz belirtilerinin uluslararası spekülatörleri daha garantili bir alan olarak gördükleri gıda piyasasına yöneltmiş bulunması. Bu durum son aylarda 'gıda enflasyonu' olarak nitelendirilen aşırı fiyat artışlarının ana nedenlerinden birini oluşturuyor. Buğday başta olmak üzere hububat fiyatları, artık piyasaya çıkmadan beklenti üzerinden şekilleniyor. Küresel ısınmaya bağlı kuraklığın süregen bir nitelik taşıyacağı yolundaki beklentinin yaygınlaşması spekülasyonu körüklerken, Türkiye'nin de aralarında bulunduğu gelişmekte olan ülkelerde açlık ve kötü beslenme oranında artışa neden oluyor. Bizim ülkemizde spekülasyonu artıran bir özel neden daha var, o da artık neredeyse bir gelenek haline gelen her yıl Ramazan ayında gıda maddelerine yapılan büyük zamların aşırı kazanç imkânları yaratması.
- Tarımda kullanılan girdi maliyetlerindeki artış geçen yıla göre ne oranda?
- Petrol fiyatlarındaki artış, tarlada girdi olarak mazotun ve doğalgaz kullanılarak üretilen gübrenin fiyatını artırdığı gibi ithalata bağımlı ülkelerde denizaşırı nakliyat fiyatlarının artmasında da bir etken. Türkiye'de son bir yılda gübre fiyatlarında yüzde 100'e varan bir artış oldu. Mazota yıl başından bu yana yapılan zam, şimdiden yıllık enflasyon oranının çok üzerine çıktı. Geçen yıl enflasyon yüzde 10 civarındaydı, buna karşılık tarımsal girdilerdeki fiyat artışları yüzde 27'yi buldu. Çiftçinin ürettiği ürün karşılığında eline geçen para ise artmıyor, azalıyor. Örneğin bu yıl mısır gibi üretim açığı olan ve teşvik edilmesi gereken bir ürüne verilen prim üçte iki oranında azaltıldı. Birçok tarım ürününün üretici fiyatı yıllardır artmıyor. Buna karşılık tüketiciye ulaştığında dört-beş kat artıyor. Bu da üretimi sürdürülemez hale getiriyor.
- Biyoyakıt üretiminin fiyat artışlarında etkili olduğu söyleniyor. Bu sorun nasıl aşılabilir?
- Özellikle hayvan yeminde kullanılan mısır ve soya fasulyesinin giderek artan biçimde biyoyakıt üretiminde kullanılması et, yumurta ve süt fiyatlarında artışa yol açıyor. Uluslararası Tahıl Konseyi verilerine göre, 2007-2008 yılları arasında etanol üretiminde kullanılan tahıl miktarı yüzde 50 artarak, 35 milyon tona çıkacak. Bu da gıda olarak tüketilen tahıl miktarında 20 milyon tonluk bir açık anlamına geliyor. Aslında sorun, her ülkenin kendi koşullarını göz önüne alan ve imkânlarını değerlendiren bir planlama yapmasını zorunlu kılıyor. Tabii ulusal düzeyde yapılan planları dünya ölçeğinde koordine edecek uluslararası kurumlar da bir gereklilik. Ama bu kurumların büyük devletlerin çıkarlarına hizmet etmesinin önüne nasıl geçilecek; bu, tartışılması gereken bir konu.
- Türkiye'de biyoyakıt üretimi için belirlenmiş bir üst sınır var mı?
- Türkiye'de benzine yüzde 2 oranında biyoyakıt karıştırılmasına izin veriliyor. Buna karşılık TSE bu oranın yüzde 5'e kadar yükseltilebileceği görüşünde. Yüzde 2'lik karışım oranında 90 bin ton, TSE'nin öngördüğü yüzde 5'lik karışımda 225 bin ton biyoetanol ihtiyacı söz konusu.
- Çözüm önerileriniz neler?
- Birincisi, tarım yıllardır ekonomilerin sırtında bir yük gibi görüldü. Oysa Cumhuriyetimizi kurarken Mustafa Kemal Atatürk'ün de belirttiği gibi tarım, milli ekonominin temelidir ve öyle olmaya da devam ediyor. İkincisi, tarımın sürdürülebilmesi için toprak, su gibi doğal unsurlar çok önemli. Tarım topraklarımızı ve su kaynaklarımızı bugüne kadar olduğu gibi har vurup harman savurmayı bir kenara bırakmalı ve bunları korumalıyız. Üçüncüsü, üreticimizi korumalıyız. Çiftçi, ulusal ve toplumsal varlığımızı borçlu olduğumuz önemli bir topluluktur. Dünyada üreticisini desteklemeyen ülkeler, çöküş ve borç bataklığına sürükleniyor. Bu gerçeği görmeli ve ona uygun davranmalıyız. Son olarak da tarım ve gıda ürünlerinin pazarlama sistemlerini mutlaka denetim altına almalıyız. Üretici ve tüketicinin zararına aracıları zengin eden bir sistemle bir yere varamayız. Bunun için gerekirse bu tür piyasalar için üretici, tüketici ve kamunun etkin olduğu düzenleme kurulları oluşturmalıyız.
Pankobirlik (Pancar Ekicileri Kooperatifleri Birliği)
-Bugün yaşanan gıda krizinin nedenleri arasında biyoyakıtların payı nedir?
- Ülkemizde biyoyakıtların gıda krizi yaratmış olması sözkonusu değil. Geçen yıl yaşadığımız kuraklığa, bir de son günlerdeki spekülasyonlar karışınca bugünkü tablo ortaya çıkıyor. Biyoyakıt hammaddesi olmayan pirinçte yaşanan kriz bunun en güzel örneği. Dünyadaki gıda krizinin de en büyük etkenleri arasında kuraklık var. Bu konuda tümüyle biyoyakıtları sorumlu tutmak son derece yanlış. Diğer yandan, dünyada mısırda, buğdayda, yağlı tohumlarda yaşanan sıkıntı için biyoyakıtlar sorgulanabilir. Ancak ülkemizde henüz gıda hammaddelerinden geniş anlamda biyoyakıt üretilmemektedir. Biyodizel için çoğunlukla atık yağ kullanılmaktadır. Biyoetanol üretimi ise geçtiğimiz yıllarda az miktarda buğdaydan yapılmıştır.
- Bu krizin oluşmasında spekülatif hareketler de rol oynuyor mu?
- Kesinlikle... Dünyaya bakıldığında faizlerin son derece düşük seyrettiği görülüyor. Bu durum bir grup spekülatörün, emtiaya yönelmelerine neden olmuştur. Bu emtianın başında da tarım ürünleri geliyor. Tarım ürünlerine olan talep de fiyatları artırıyor. Bu artışların etkileri gelişmiş ülkelerde pek hissedilmiyor, çünkü gelişmiş ülkelerde aile gelirinin gıdaya ayrılan payı yüzde 10-15 düzeyinde. Oysa bizim gibi gelirinin yüzde 40-50'sini gıdaya ayıran, gelişmekte olan ülkelerde gıda krizinin yaşanması kaçınılmaz. Diğer yandan tüm dünyada petrol sektörü en güçlü sektördür. Biyoyakıtların yaygınlaşması ile kâr paylarının azalacağı endişeleri vardır. Lobicilik faaliyetleri kapsamında da her türlü gıda krizinde biyoyakıtların sorumlu tutulması normal görünüyor. Biz, plansızca yapılan biyoyakıt üretimine de karşı olduğumuzu belirtmek istiyoruz. Biyoyakıtlar, gıda ve yem dengesi gözetilerek planlı şekilde yapılmalıdır. Yağmur ormanlarının tahrip edilerek biyoyakıt hammaddesi üretmek gerçekten insanlık suçudur. Bugün Avrupa Komisyonu, hem biyoyakıt hammaddelerinin ekileceği alanları hem de biyoyakıt hammaddelerini sertifikalandırmak için çalışmalar yürütüyor. Bu, önemli bir girişim. Ülkemizde de benzer bir çalışma yapılmalı.
- Biyoetanol çalışmalarınızı özetleyebilir misiniz?
- Pankobirlik olarak şeker pancarından biyoetanol üretimine yönelik Çumra Şeker Fabrikası bünyesinde, yıllık kapasitesi 84 milyon litre olan etanol tesisimiz var. Tesisimiz deneme üretimlerini tamamladı, önümüzdeki dönemde üretime başlayacak. Şeker pancarından biyoetanol üretimindeki esas amaç, diğer ürünlere göre katma değeri daha fazla olan şeker pancarı üretiminin sürekliliğinin sağlanması. Şeker pancarı aynı zamanda birim alandan en yüksek enerji tarımı yapılan (1 dekar =
Dünyanın en büyük 'hurma yağı' (palm oil) üreticisi Malezya'da orman alanlarının yüzde 87'si bu nedenle yok edildi. Brezilya'da tropik ormanlar, hayvan yemi olarak kullanılan soya fasulyesi üretimi için yok ediliyor. Kendi ihtiyacı için yeterli toprağı olsa da ABD ve Avrupa'ya yapılması düşünülen ihracat anlaşmalarının imzalanmasıyla 200 milyon hektar orman alanının da tarih olması söz konusu. Ülkenin seragazlarının yüzde 80'i, yağmur ormanlarının talan edilmesi sonucu ağaçların seragazı tutma kapasitelerinin azalmasından kaynaklanıyor. Yine tarımsal yakıtların çoğalması, yeraltı suları için de tehlike oluşturuyor.
Kaynak: AP Yeşiller Grubu
* Amerika'da yetişen mısırın yüzde 76'sı hayvan yemi olarak kullanılıyor.
* 1985 yılında
* Çin'de domuz fiyatları bir yılda yüzde 58 arttı.
* 2050 yılında dünya nüfusu 9,2 milyar olacak. Şimdi 6,6 milyar.
* AB, 2020'de biyoyakıtların ulaşımdaki payının yüzde 10 olmasını hedefliyor.
* Dünyanın en zengin yüzde 20'si, en fakir yüzde 20'sinden 16 kat daha fazla yiyecek tüketiyor.
Kaynak: The Observer
Ilısu Barajı'na bilirkişi engeli!
Özgür Gürbüz - Global Enerji / Nisan 2008
Türkiye'nin en tartışmalı baraj projelerinden biri olan Hasankeyf için uluslararası bilirkişilerden oluşan bir heyet tarafından hazırlanan rapor kamuoyuna yansıdı. Bilindiği gibi Almanya, İsviçre ve Avusturya'nın ihracat kredi ajansları, projeye finansman garantisi vermeyi kararlaştırdıklarında, sayıları 153'ü bulan koşul öne sürmüş ve bir önceki girişime göre kâğıt üzerinde de olsa ilerleme kaydedildiğini belirtmişlerdi. Aynı ajansların görevlendirdiği uzmanlardan oluşan ekip, bahsedilen ilerlemelerin kâğıt üzerinde kalıp kalmadığından emin olmak istedi. 2007 yılı Aralık ayında bölgeye gitti ve üç ayrı rapor hazırladı; çevre, yeniden yerleşim ve tarihi eserler üzerine. Üç raporun temel özelliğini oldukça fazla sayıda eksik bulunması olarak özetlersek yanlış olmaz. Kredi veren ülkelerde bu raporun yankısı çok sert oldu. Bizde ise adeta "es" geçildiği için özellikle üzerinde durmak istedim.
Yeterli uzman yok
Raporların en kısası 50 sayfaya yakın. Burada sadece çarpıcı bulduğum birkaç noktaya değineceğim. Ilısu'da inceleme yapan üç ayrı grubun ortak kanısı, "Proje Yürütme Birimi" olarak adlandırılan grubun istenildiği gibi çalışmadığı yönünde. Bunun nedenlerinden biri, bazı kritik konularda yeterli sayıda deneyim sahibi çalışanın olmaması. Karar alma mekanizmalarının eksikliğinden ve yine az sayıdaki uzmanın üzerine çok yük bindirilmesinden de yakınılıyor. Bunlar ekibin genel anlamda bulduğu eksiklikler. Birçok farklı grup tarafından eleştirilen bir projede yeteri kadar uzmanın çalışmaması açıkçası beni de kaygılandırdı. Öte yandan, ÇED toplantılarının bile formaliteye dönüştüğü Türkiye'de, bu kadar ayrıntılı bir çalışma sonucu bulunan eksikliklere de fazla şaşırmamak gerekiyor. Diyarbakır ve Batman kentlerinin, Dicle'ye boşalan atık sularına kadar varan bir incelemeden bahsediyoruz. Diyarbakır atıksu arıtma tesisini yetersiz bulan komite, Batman'da yapılması düşünülen tesisin de faaliyete geçtiğinde aynı Diyarbakır gibi Dicle'yi kirleteceğini belirtiyor.
Raporda ayrıca farklı konulara da değiniliyor. Birkaç alıntı daha yaparsak;
* Karasal ve su ekosistemlerinde biyoçeşitlilik araştırmalarına başlanmamış. Araştırmaların Mart 2008'de başlaması ve bir yıl boyunca yapılması gerekiyor. Bu yapılmazsa inşaatın bir yıl gecikeceğinin altı çizilmiş.
* Kamulaştırma konusunda sorunlar var. Altı köyde 1.474 adet parsel ve yapı kamulaştırmayı bekliyor. Ilısu ve Kartalkaya köylerindeki 351 arsa ve 100 yapı kamulaştırılmış ve paralar bankaya yatırılmış. Bu defa da iki çiftçi dışında 450'ye yakın mal sahibi mahkemeye kamulaştırma değerini beğenmeyerek dava açmış. Mahkeme, köylüleri haklı bulmuş yani kamulaştırmaların yapıldığı yerlerde de sorun bitmemiş.
* Ev tazminatlarının düşük olduğu ve uluslararası standartlara aykırı olarak amortisman bedellerinin kesilmiş olduğuna dikkat çekilmiş.
Tarihi eserlerle ilgili olan bölümde de buna benzer birçok eksiklik tespit edilmiş. Daha da trajik olan, belki de raporun kendisinden çok dış basında yer alan, "Arkeoloji uzmanlarına işe yarar bir harita dahi sağlanamamış" şeklindeki yorumlar. Projenin kendisi zaten tartışmalı ancak bu raporların bize gösterdiği başka bir şey daha var. O da, Türkiye'de yapılan enerji yatırımlarında çevre ve kültürel değerler için izlenen prosedürün formalitenin ötesine geçemediği ve biran önce dünya standartlarının gerçek anlamda uygulanır hale getirilmesinin gerekliği.
Nükleer iklim değişikliğine çare değil
İngiliz Başkonsolosluğu Kültür İşleri Ofisi (British Council) tarafından 25 Mart tarihinde, "Bilim Güzeldir" başlığı altında bir etkinlik düzenlendi. İTÜ Gümüşsuyu Kampüsü'nde gerçekleştirilen toplantıda, düşük karbon salımı için yenilenebilir enerji kaynaklarının mı, yoksa nükleer enerjinin mi etkili olacağını Sayın Prof. Dr. Vural Altın ile tartıştık. Toplantının zevkli geçtiğini ve klasik bir nükleere karşı temiz enerji tartışmasına dönmediğini düşünüyorum. Tartışmayı izleyenlerin bir kanıya vardığını ya da en azından evlerine döndüklerinde araştırmaya başladıklarını umuyorum. Kaçıranlar için birkaç ilginç rakamı burada tekrarlamakta fayda var. Nükleer enerji santrallerinin, yapımından sökümüne ve yakıtın çıkarılması aşamalarında umulandan daha çok seragazı salımına neden olduğunu Öko Enstitüsü'nün verilerine dayanarak daha önce Global Enerji'de haberleştirmiştik. Bu defa, sunumda da bahsettiğim Oxford Research Group tarafından 2007 Temmuz ayında hazırlanan "Too hot to handle?" raporundan örnek vereceğim. 2075 yılında dünya nüfusunun 10 milyar, kişi başına elektrik üretiminin iyimser bir tahminle 1 kilovat olacağı varsayılıyor. Bu üretimin 3'te birinin nükleer enerji tarafından yapılması (bugünkü payın iki katından fazlası) için 3 bin reaktöre (her biri 1 GW) ihtiyaç olduğu, bunun da zaten yaşlanan filonun yenilenmesiyle birlikte her ay 4 reaktör inşa edilmesi anlamına geleceği belirtiliyor. Ufukta ya da halihazırda böyle bir inşa faaliyeti gören var mı? Ne nükleer enerjinin ağır finansman yükünü ne de gereken mühendislik desteğini sağlayacak altyapı böyle bir yükü kaldırabilecek durumda değil. Olmadığına göre hem nükleerden daha az salım yapan hem de daha hızlı hayata geçen kaynaklara yönelmekte fayda var. Enerji tasarrufu ve yenilenebilir enerji gibi. Yoksa değil o çokça bahsedilen 'yaşam standardı', 'yaşam' diye bir şey kalmayacak!
Rio Tinto'ya Tuncelililerden "hayır" yanıtı
Biraz da kulislerde konuşulanlardan bahsetmek lazım. Geçtiğimiz günlerde Rio Tinto firmasının Avrupa ve Afrika'daki keşif ve araştırmalardan sorumlu müdürü Gerard Rheinberger'in Tunceli Dernekleri Federasyonu'na bir ziyareti olmuş. Bildiğiniz gibi Rio Tinto, Tunceli'nin Ovacık ilçesinde altın madeni işletmek istiyor. Okmeydanı'ndaki dernek merkezinde 150'ye yakın kişi, Rheinberger'in sunumunu dinlemiş. Daha doğrusu bir kısmını çünkü sunum yarıda kesilmiş. Rheinberger, "Bize bir şans verin, doğaya zarar vermeden altını çıkaracağız" dese de Tuncelililer, "Madencilik faaliyetleri kim tarafından yapılırsa yapılsın karşı çıkacağız" yanıtını vermiş. "İş olanağı olacak, Tunceli'ye bir katkımız olsun" diyen Rheinberger'e verilen yanıt da "İyilik yapacaksanız baraj karşıtı kampanyaya destek verin" olmuş. Söylentilere göre Rheinberger İstanbul'daki toplantı öncesi Ovacık'ta da görüşmeler yapmış ama anlaşılan olumlu sonuç alamamış. Maden sektörünün, Bergama'yla başlayan ve Kaz Dağları'yla devam eden sorunları anlaşılan devam ediyor.
Meraklısına...
Ilısu BarajıBilirkişi Raporları
Ilısu Barajı ile ilgili hazırlanan ve yukarıda da belirttiğimiz rapor aslında mühendislik fakültelerinde örnek olay olarak okutulacak nitelikte. Özellikle hidroelektrik santrallerle ilgilenenler, www.ilisuwasserkraftwerk.com adresinden bu raporları (İngilizce) elde edebilir. Olası bir baraj projesinde karşılaşabileceğiniz kültürel ve doğal çevre sorunları hakkında aranılan uluslararası kriterler hakkında fikir sahibi olmak için ideal.
Avrupa'nın biyoenerji potansiyeli
Avrupa Çevre Ajansı tarafından 2006 yılında hazırlanan bu rapor, eski olmasına rağmen biyoenerji potansiyeli hakkında ayrıntılı bilgi veriyor. Bir fikir vermek için söyleyelim; geleceğin enerji kaynakları arasında giderek önem kazanan biyoenerji kaynakları potansiyeli AB25 için 2010 yılında 188.5 milyon ton eşdeğeri petrol (MTEP) olarak belirlenmiş. En büyük potansiyel 31.4 MTEP ile Fransa'da. Bu raporu (İngilizce) Avrupa Çevre
Ajansı'nın web sayfasından ücretsiz indirebilirsiniz.
Avrupa'da rüzgâr gücü haritası
Gazetecilikle haşır neşir olanlar bilirler. Bazen tek sayfalık bir grafik, yüz sayfalık rapordan çok şey anlatır. Avrupa Rüzgâr Enerjisi Birliği tarafından her yıl güncellenen harita, rüzgâr kurulu gücünü görmek için ideal. Önerdiğimiz raporları okumak için zaman bulamıyorsanız www.ewea.com adresinin yayınlar bölümünden bu haritayı indirebilirsiniz. Ülke ülke kurulu güç miktarlarını, bir yıl içerisindeki gelişimi görmek mümkün. Unutmadan Avrupa'daki kurulu gücün 57 bin megavatı geçtiğini de anımsatalım.