Özgür Gürbüz-BirGün/22 Temmuz 2016
Foto: Gökhan Tan |
Darbe
girişimine karışmış, desteklemiş herkesin adalet önüne çıkarılmasına kimse
itiraz edemez. Ancak bunun cunta dönemlerini aratmayacak bir hukuki düzen
içerisinde, insan haklarına saygılı ve halkı birbirine düşürmeyecek şekilde
yapılması doğru olur. Yoksa darbecilerin yaratamadığı kaosu siz kendi
ellerinizle yaratmış olursunuz. 12 Eylül 1980 darbesinin sonuçlarını bugün
konuşuyorsak, tankların yürüdüğü o ilk günden dolayı değil, devamında,
otokrasiye dayalı politikaların devletin her alanında hakim olmasından dolayı
konuşuyoruz. 12 Eylül Darbesi deyince, ordudan yana olmayan herkesin
üniversitelerden uzaklaştırılmasından, siyasi partilerin etkisiz hale
getirilmesinden, demokratik kurumların kapatılmasından, sendikaların ve
özellikle de sol eğilimli her türlü oluşumun baskı altına alınması sürecinden
bahsediyoruz. İşkencelerle, haksız yargılamalar ve bireysel özgürlüklerin
kaybıyla hatırlıyoruz 12 Eylül’ü. 15
Temmuz da aslında 12 Eylül’ün ürünü. Cemaatlerin siyasete ve daha sonra
devlete el atmaları, dinin siyasetin bir aracı olarak kullanılmasına özellikle 12
Eylül sonrası daha fazla göz yumulması, bir cemaatin ülkenin her alanına
sızmasına kadar uzandı. Bu hataları tekrarlamak bizi bu kısır döngüden
çıkaramaz. Zinciri kırmak zorundayız.
Bir hafta
içinde gözaltına alınan, tutuklanan, görevinden uzaklaştırılan herkesi alt alta
yazdığınızda dün itibariyle 56 bin 458 kişiye ulaşıyordunuz. Tüm bunlar, ‘yaşın
yanında kurunun da yanacağı’ bir hesaplaşma sürecine işaret ediyor sanki.
Sadece işten çıkarılan adalet personeli, öğretmen, bürokrat ve akademisyenlerin
işlerinin kimler tarafından yapılacağı sorusu bile başlı başına ürkütücü. Yargı
süreci örneğin, her alanda yavaşlayacak. Türkiye’de ekonomi, eğitim ve sosyal
hayatı sarsacak sayıda gözaltılar ve uzaklaştırmalarla karşı karşıyayız. Bu
kişilerin hepsi darbe girişimini desteklememişse, örneğin Türkiye’deki
üniversitelerin tüm dekanları bu işe katılmamışsa bir başka temizlik harekatı
söz konusu olmalı. Bu insanlar görevlerine kısa süre içerisinde geri iade
edilmezse darbenin yapamadığını iktidar kendi eliyle yapmak üzere diyebiliriz.
Süre uzadıkça kaos da uzayacak. Ülkenin zaten tel tel dökülen kurumları hepten
yıkılacak.
Darbelere karşı kazanmanın tek yolu demokrasiyi zenginleştirmekten geçer. Basın özgürlüğüne, insan haklarına, yargı bağımsızlığına, laikliğe sahip çıkmadan, baskıcı rejimlerden umudu kesmeden darbe tehlikesini başımızdan atamayız. İnsanların düşüncelerini özgürce söyleyebileceği, farklılıklarıyla beraber yaşayabileceği ve adaletin güvencesinde hak arayabileceği bir Türkiye kurulmadan bu çile bitmeyecek. Bu yüzden de geçen haftanın en güzel sloganı “ne darbe ne diktatörlük”tü.
Darbelere karşı kazanmanın tek yolu demokrasiyi zenginleştirmekten geçer. Basın özgürlüğüne, insan haklarına, yargı bağımsızlığına, laikliğe sahip çıkmadan, baskıcı rejimlerden umudu kesmeden darbe tehlikesini başımızdan atamayız. İnsanların düşüncelerini özgürce söyleyebileceği, farklılıklarıyla beraber yaşayabileceği ve adaletin güvencesinde hak arayabileceği bir Türkiye kurulmadan bu çile bitmeyecek. Bu yüzden de geçen haftanın en güzel sloganı “ne darbe ne diktatörlük”tü.
Geçen haftanın
bir başka kazananı da vicdani ret fikriydi. Sorgulamanıza izin verilmeyen
emir-komuta zincirlerinin masum insanları nasıl yanlış oyunlara alet ettiğini
tüm Türkiye gördü. Gencecik askerler sadece sorgulayamayacakları birer emir
almıştı. Linç, öldürmek ve işkence gibi insanlığın en ağır suçlarından üçüyle
birden bir gece içinde karşı karşıya kaldılar. Vicdani ret nedir diye
sorarsanız, onu da derneğin sayfasından (vicdaniret.org.) okuyabilirsiniz.
Yalnız unutmayın, ‘okumuşların şerri
fena oluyor’. Giden değil kalan imamın yalancısıyım.