Güneş enerjisinin önünde kim duruyor?

Bizi nükleere, HES’lere, termik santrallara mahkûm etmek isteyenlere, “güneşimden kaç” demenin zamanı geldi de geçiyor...

Özgür Gürbüz-BirGün / 21 Ağustos 2011

Muğla Üniversitesi'nde fotovaltaik kaplı bir çatı
Önce termik ve nükleer santrallar sonra hidroelektrik derken, Türkiye’de enerji sektörünün doğa üzerindeki baskısı iyice arttı. Ne için ve gerçekte ne kadar ihtiyacımız olduğunu bilmeden elektrik tüketimimizi arttırmaya çalışıyoruz. Enerjide hem yurt dışına hem de büyük firmalara giderek daha fazla bağımlı hale geliyoruz. Milyar dolarlık enerji yatırımları, üretimi merkezileştirerek bizleri bu dev firmalara bağımlı tüketicilere dönüştürüyor. Bu çemberi kırmak için kendine yeter bir yaşam kurmak, enerji tüketimini azaltmak ve ihtiyacımız olan enerjiyi veya büyük bir kısmını kendimizin üretebileceği yeni bir düzene ihtiyacımız var. Anahtar kelime ise güneş...

Güneş enerjisi deyince çoğumuzun aklına su ısıtmada kullanılan paneller (güneş toplaçları) geliyor. Güneş enerjisini elektriğe çeviren fotovoltaik paneller ise daha karmaşık bir teknoloji ve ısı değil elektrik üretiyor. Çatılara, bina yüzeylerine, sokak lambalarının tepesine yerleştirilebiliyor. Büyük bir enerji santralını bir yurttaşın kurması çok zor ama güneş panellerini evinin çatısına yerleştirmesi o kadar zor değil. Zaten konutların elektrik ihtiyacı da çok fazla değil. 2010’un sonunda dünyada 40 bin megavatlık fotovoltaik kurulu gücü vardı. Çok değil ama hızla gelişiyor. Peki, Türkiye’de durum ne? Bu soruyu Güneş Enerjisi Sanayicileri ve Endüstrisi Derneği (GENSED) Yönetim Kurulu Başkanı Ateş Uğurel’e sordum. Türkiye için hayati öneme sahip olduğuna inandığım güneş enerjisiyle ilgili söyleşiyi iki hafta boyunca bu köşede okuyabilirsiniz. Bizi nükleere, HES’lere, termik santrallara mahkûm etmek isteyenlere, “güneşimden kaç” demenin zamanı geldi de geçiyor...

»Son günlerde güneş enerjisiyle ilgili gelişmeler var. Uzun süredir bekleyen yasal düzenlemeler tamamlandı. Sizce bu düzenlemeler sayesinde güneşten ciddi miktarda elektrik üreten ülkeler arasına Türkiye de girecek mi?
Bu düzenlemeler sayesinde güneşten elektrik üreten ülkeler arasına Türkiye girecek, ama yine aynı düzenlemeler yüzünden güneşten ciddi miktarda elektrik üreten ülkeler arasına giremeyecek. 2006-2007 yıllarında bu konu gündeme geldi. 2011 yılının sonlarına yaklaşıyoruz hâlâ usul ve esaslar, ölçümlerle ilgili bazı düzenlemeleri bekliyoruz. Yani, yasal düzenlemelerin tamamının bittiğini söylemek de mümkün değil. Bazı mevcut maddeler, sanki teşvik adı altında süreci uzatmak, kösteklemek için konmuş gibi gözüküyor.

»Yeni düzenlemelerle güneş enerjisi için bir ölçüm zorunluluğu da getirildi. Bu güneş santrallarının önünü açıyor mu?
Ölçüm zorunluluğu bence tam bir komedi, bir kere güneş enerjisinde kesinlikle ölçüme ihtiyaç yok. Var olan uydu verileri, diğer meteorolojik veriler ve son derece başarılı simülasyon programları sayesinde diğer tüm temiz enerji kaynaklarının aksine belli bir alanda güneşten ne kadar elektrik üretileceği oldukça hassas tespit edilebilir. Güneşin dünya üzerindeki herhangi bir noktada, ne zaman doğacağı ve ne zaman batacağı bellidir. Akşam üretmeyeceği, kışın daha az üreteceği de kesindir. En çok öğlen saatlerinde üreteceği de bilinir. Buna karşılık mesela rüzgârda ölçüm şarttır, rüzgâr ‘yukarıdan’ değil ‘yandan’ gelen bir enerji türüdür ve çok ufak koordinat değişikliklerinde bile rüzgâr profilinde önemli değişiklikler olur. Halbuki güneş enerjisi potansiyeli enleme göre değişir. Birbirinden 5-10 km uzaklıktaki iki noktada güneş enerjisi potansiyelinin bir yatırımcıyı etkileyecek kadar değişmesi mümkün değil.

»Bir de tüm güneş santrallarının kurulu gücünün 600 MW’ı geçmemesi için kural kondu. İstediğiniz kadar kömür santralı yapmak serbest ama güneşe gelince sınır var.
600 MW başka bir garip konu. Açıklama şu: Ülkemizin altyapısı daha çok güneş santralını kaldırmaz. Ne gariptir ki, devlet yetkilileri tam da bu açıklamanın yapıldığı günlerde yaklaşık 1.000 MW gücünde bir doğalgaz çevrim santralının açılışını yapıyordu. 1000 MW’lık dev ve tek bir santral için altyapımız yeterli ama Türkiye geneline yayılacak toplam 600 MW’lık güneş santralı için yetersiz. Türkiye’de ilk defa bir enerji türü için sınırlama getirildi, anlaşılır bir sebebi de yok. Tek aklıma gelen açıklama, güneş enerjisinin yayılması istenmiyor, kontrol altında tutulmak istiyor. Bu kararlarda kuzey komşularımızın oldukça etkin rol oynadığını düşünüyorum açıkçası.

»Yurttaşların evlerinin çatılarına kurduğu güneş panelleriyle ürettikleri fazla elektriği devlete satacakları söyleniyor. Bu bilgi doğru mu?
Bunun kanunu ve yönetmeliği çıktı, usul ve esaslarının da yayınlanmasını bekliyoruz. Tüm bu sürecin bekleme süresi 3-4 yıla ulaştı sanırım. Burada da büyük hatalar yapıldı, bir ampul yakan bile çatısında kurduğu sistemle ürettiği tüm elektriğin tamamını satabilecek. Olay ticarete dönünce, karşınızda da devlet ve dağıtım şirketleri olunca bu işin yürüme şansı sıfır. Binlerce binanın çatısındaki sistemi kim denetleyecek, kim kontrol edecek, kim gerekli izinleri verecek ve kim ay sonu o binaların sahiplerinin banka hesaplarına para yatıracak? Ayrıca yerli üretim ürünlerini kullananlar daha yüksek fiyata da satacak. Çatıdaki 3-4 panelin nerede ve nasıl üretildiğini denetleyebilecek bir merci olduğunu veya uzun süre olabileceğini hiç sanmıyorum. Halbuki bunun yerine elektrik temelli (kwh bazlı) mahsuplaşma gelseydi sistem çok daha hızlı devreye alınabilecekti. Fazla elektriği dağıtım şirketine ver, verdiğin fazla enerji kadar da bedava elektrik tüket. Gayet basit bir sistem olacaktı. Şimdi işin içine para alışverişi girdi, sağlıklı yürüme şansı sıfıra yakın.

»Herkes evinde elektrik üretirse dağıtım ihalelerine milyarlarca dolar ödeyen dağıtım şirketleri bu işten zararlı çıkmaz mı?
Çıkar tabii, o yüzden kurduğunuz sistemi şebekeye bağlama iznini bu kurumlar verecek; daha doğrusu vermeyecek veya aylarca sizi oyalayacak. Siz pes edene kadar. Bu başka ülkelerde de yaşanmış bir deneyim. Güneş enerjisiyle ürettiğiniz her birim elektrik kadar dağıtım şirketi size az elektrik satıyor olacak. Ne kadar çok kişi kendi elektriğini üretirse, dağıtım şirketleri o kadar az elektrik satabilecek. Bu arada dağıtım şirketleri henüz milyarlarca dolarlık ödeme yapmadı. Takip ettiğimiz kadarıyla tek bir kuruş tahsilat yapılmadı ve birinci sırada olanların hepsi elendi. Şimdi ihalelerde ikinci sırada olanlarla görüşmeler başladı.

Ateş Uğurel ile yaptığımız söyleşinin devamı için buraya tıklayınız...

Limon'un yüzde 68'i, hıyarın yüzde 13'ü...


Özgür Gürbüz-BirGün / 14 Ağustos 2011

Limon'un yüzde 68'i, portakalın yüzde 18’i, mandalinanın yüzde 16'sı, greyfurtun yüzde 14’ü, elmanın yüze 2,6’sı, kayısının yüzde 9,2'si...

Bitmedi, liste uzun. Çileğin yüzde 53,7’si, şeftalinin yüzde 15,1’i, zeytinin yüzde 6,5’i, sakız kabağının yüzde 18'i ve taze soğanın yüzde 2,6’sı bir ilimizde yetişiyor. Bulmaca gibi ama atarak bulmanız zor, 81 tane seçenek var. En iyisi ben size biraz daha ipucu vereyim. Muzun yüzde 58’i, üzümün yüzde 4,7'si, taze sarımsağın yüzde 3,2’si ve sevseniz de sevmeseniz de ıspanağın yüzde 5,7’si yine bu ilde yetişiyor.

Devamı var... Portakalın yüzde 18'i, pırasanın yüzde 8,7'si, fasulyenin yüzde 4'ü, yeni dünyanın yüzde 24,78'i, marulun göbeklisinin yüzde 7,3'ü, kıvırcığının da yüzde 21,1'i, kirazın yüzde 1,1’i yine bu ilde üretiliyor. Trabzon Hurması'nın yüzde 12,25'i de bu ilde büyüyor, toplanıyor, hasat ediliyor. Trabzon hurmasına bakıp aldanmayın burası Trabzon değil. Geriye kaldı 80 il.

Keçiboynuzu üretiminin yüzde 60,3'ü, baklanın yüzde 18,6’sı, bezelyenin yüzde 8,36’sı, bamyanın (ben severim) yüzde 4,7’si, patlıcanın yüzde 10,6'sı, domatesin yüzde 5,6'sı, dolmalık biberin yüzde 15,8'i, sivri biberin yüzde 11,2'si, karnabaharın yüzde 6'sı ve hıyarın da yüzde 13'ü bu il sınırları içerisindeki topraklarda yetişiyor. Meyve sebze türlerine bakanlar ve limon başlığından uyananlar ilin Mersin olduğunu çoktan bilmiştir. Evet, tüm bu sebze ve meyve Mersin'de yetişiyor. Türkiye’nin yaş meyve ve sebze üretiminin yüzde 6,69’unu bizim hükümetin nükleer santral kurmaya heveslendiği Mersin ili karşılıyor. Listenin en önemli ürünü de herhalde limon. Hem Türkiye üretiminin yüzde 68'ini tek başına üretiyorlar hem de ihracat yapıyorlar. Çilek, keçiboynuzu ve muz gibi ürünlerin de yarıdan fazlası sofalarımıza buradan geliyor. Bu liste elime, Tarım Orkam Sen (KESK'e bağlı Tarım, Orman, Çevre ve Hayvancılık Hizmet Kolu Kamu Emekçileri Sendikası) 'Radyoaktif Limon İstemiyorsan Nükleere Hayır' başlıklı kampanyalarını başlattıklarında ulaşmıştı. Sendika, Türkiye limon üretiminin yüzde 68'ini karşılayan Mersin'de kurulacak bir nükleer santralın yalnızca Mersinlileri değil tüm Türkiye'yi tehdit edeceği görüşünde. Haksız sayılmazlar, geçmiş örnekler durumun tam da böyle olduğunu gösteriyor. Birleşmiş Milletler İnsani İşler Koordinasyon Ofisi, İtalya’nın yarısı kadar bir alanın, (yaklaşık 150 bin kilometrekare) kirlendiğini ve yaklaşık 52 bin kilometrekare, Danimarka’dan biraz daha büyük tarımsal alanın da harap olduğunu belirtmişti. Varın hesabını siz yapın. Fukuşima'dan sonra et ve süt üretiminde yaşanan sorunları da biliyoruz.

Yukarıda tek tek belirttiğim sebze ve meyve listesi geçen hafta basına yansıyan bir haberden sonra daha da önemli hale geldi. Haber, Türkiye Ziraatçiler Derneği (TZD) Genel Başkanı İbrahim Yetkin'in yaptığı açıklamayla, hatta uyarıyla ilgili. Türkiye'nin 126 ülkeden 133 değişik meyve ve sebze ithal ettiğini belirten Yetkin, ''Marul, sivri biber, taze ve kurusoğan bile ithal ediyoruz, bunu anlamakta güçlük çekiyorum'' diyor. Her ne kadar bu ülkede anlamadığımız birçok konu olsa da, limonla başladığımız listedeki kalemlere bakınca Yetkin'in bu uyarısının “es” geçilmemesi gerektiği ortada. Çünkü Mersin'e nükleer santral kurmak istiyorlar. Olası bir kaza veya sızıntıda yukarıdaki listeyi unutun. Çernobil sonrası bize yedirilip içilen fındık ve çayı unutmadım, şimdi buna benzer şeyler yapılmaz da demiyorum, malum Türkiye pek değişmedi. En azından aklı olan tüketicilerin bu ürünleri almayacağı ortada. İthalatın duracağını söylemek de falcılık sayılmaz.

Türkiye 2011 yılının ilk yedi ayında muz ithalatına 59 milyon dolar ödemiş. Portakala ise 11 milyon 900 bin dolar. 59 milyon dolar ödenen muzun yüzde 58'i Mersin'de üretiliyor. Yaklaşık 12 milyon dolar ödenen portakalın yüzde 18'i yine Mersin'de...

İbrahim Yetkin yıl sonuna kadar meyve ve sebze ithalatına verilecek paranın 700 milyon doları bulabileceğine dikkat çekiyor. Yetkin, Türkiye'nin son 4,5 yılda sebze ve meyveye 4,5 milyar lira ödediğine de dikkat çekiyor. Demek ki cari açıkta sadece enerjinin payı yok. İthal nükleer santralle cari açıın kapatılamayacağı zaten biliniyor. Bir de bu maceraya girip elektrikten daha çok ihtiyacımız olan sebze ve meyvede de dışa bağımlı hale gelmek ne kadar akıllıca?

Mersin kadar olamayacaklarını biliyorum, gözüm Mersin'in limon rekorunda da değil. Yüzde 68'leri geçtim ama şu ülkenin ihtiyacı olan aklı başında projelerin yüzde 1'ini Ankara üretse öpüp başıma koyacağım! Mersin elden giderse Meclis'in bahçesine limon, hıyar veya dolmalık biber ekmek zorunda kalabiliriz. Söylemedi demeyin.

Sordum Google Baba'ya

Özgür Gürbüz-BirGün / 7 Ağustos 2011

Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) Mersin İl Genel Meclisi üyesi İbrahim Gül geçtiğimiz günlerde nükleer enerjiyi savunmuş. Zaten birisi AKP'ye üye olmak isteyince soruyorlar, “nükleeri nasıl bilirsin” diye, “iyi bilirim” demeyeni partiye almıyorlar. Aslında soru yanlış. Fukuşima'daki nükleer felaketen sonra toprağa verilen nükleer enerji, hükümet ne kadar görmek istemese de öldü, mevta oldu. Doğrusu, “Nükleeri nasıl bilirdiniz” olacak. Günahları affolur mu, o bile şüpheli.

Haberi Cumhuriyet gazetesinde okudum. İbrahim Gül diyor ki, “Dünyadaki en temiz enerji kaynağı nükleer santrallar. Bunların dumanı yok, isi yok”. Gazeteciler soruyor, “Siz nükleer konusunda bilgiyi nereden edindiniz” diye, yanıt şöyle, “İnternetten araştırma yaptım”. Gül, belli ki Google Baba'ya nükleeri sormuş. Google Baba da, “isi yok pası yok” yanıtını vermiş. İktisatçı olduğunu söyleyen Gül, “ama araştırmacı bir yönüm var” diyerek diğer iktisatçıların araştırmacı olmadığını da ima ediyor. Üzerime alınmadım. Gül'ün ikna edici(!) açıklamalarından sonra beni de merak sardı. Gül'ün izinden giderek ben de nükleeri mübarek Google Baba'ya sordum ama biraz tersten. Sağlama yapmak için, 'isi yok pası yok' yazdım. Karşıma YÖK çıktı, bir de TRT. Birkaç gün sonra bir daha aynı kelimeleri arattım bu sefer de karşıma bir galvanizci ustanın metallerden pası nasıl çıkaracağımızı anlatan tavsiyeleri çıktı. Bir de emlakçlığı öven bir yazı. Emlakçı olmalıymışız hepimiz. “Kiri yok pası yok, bundan iyi iş mi bulacaksın” diyorlar. Bir kenara emlakçının telefonunu not aldım ama Google'a olan güvenim de biraz sarsıldı. Sonra aklım başıma geldi. Kelimeleri çift tırnak içinde arattım. Kulak tiryakiliğini öven bir yazı çıktı. Kulaktaki sigaranın isi de pası da yokmuş. Google Baba nabza göre şerbet veriyor sanki. Ben nükleer diye sorsam karşıma radyasyon, Çernobil'de hayatını kaybeden binlerce insan, Fukuşima'da girilmesi yasak bölge çıkıyor. İbrahim Bey sorunca dünyanın en temiz enerji kaynağı...

İbrahim Bey'in Google'da arama yaptığı günlerde Fukuşima santralinin 1 numaralı reaktöründe kazadan bu yana ölçülen en yüksek düzeydeki radyasyona rastlanmıştı. İki reaktör arasındaki bir tahliye borusunun altında saatte 10 sievertin üstünde radyasyon ölçüldü. Yılda 1 sievert radyasyona maruz kalmanın kanser riskini yüzde 10 arttırdığı söyleniyor, varın hesabı siz yapın. Radyasyon is, pas gibi bir şey değil. Parmağınızı masanın üzerinde gezdirince göremiyorsunuz. Nükleer santralla ilgili araştırma yapacaksanız ise, pasa değil radyasyona bakmanız lazım. İnternette arama yapmak da tehlikeli iş; dikkat istiyor. Malum, Google'ın tercüme servisi “Google Translate”e Ferhat Göçer'in İngilizcesi nedir diye sorunca karşınıza Justin Timberlake'i çıkarıyor.

Şimdi görünmeyen radyasyonu bir kenera bırakıp, görünenlerden, nükleer reaktörlerden çıkan atıklardan bahsedelim. Atıkları genelde üç ana başlıkta inceliyoruz. Düşük, orta ve yüksek seviyedeki atıklar. Atıkların doğada radyoaktif kaldıkları süreler uzadıkça seviyeleri de artıyor diye düşünebilirsiniz. Bazı radyoaktif atıklar doğaya birkaç hafta boyunca radyasyon yayıyor bazıları ise bin yıllarca.

Gelelim nükleer santrallere. Türkiye Atom Enerjisi Kurumu'nun (TAEK) internet sayfasında bir zamanlar şu bilgi yer alırdı. 1000 megavat gücünde bir reaktörden her yıl yaklaşık 30 ton yüksek, 300 ton orta ve 450 ton düşük seviyede nükleer atık çıkar (bazı kaynaklar orta ve düşük seviyeli atıkların toplamını biraz daha az verir). Bu bilgi artık TAEK'in sayfalarında yok. Türkiye nükleer ihale sürecine girdikten sonra birden yok oldu. Görünmez elin işi olsa gerek. Neyse ki Google'da nükler atık diye aratıp, nükleerspora ait siteleri 'es' geçince faydalı bilgilere ulaşma şansınız hala var.

Düşük seviyeli atıklar içerisinde santralde çalışan işçilerin önlük ve eldivenleri gibi malzemeler yer alıyor. Yüksek seviye dediğimiz atık içerisinde Plutonyum-239 gibi 240 bin yıl radyoaktif kalan atıklar var. Evet, 240 bin yıl boyunca canlılardan uzak tutulması gereken bir radyasyon kaynağından bahsediyoruz. İşte atarız, satarız, depolarız dedikleri atıklar bunlar. Tiplerine göre değişse de, çoğu reaktör her yıl 27 ton kadar yüksek düzeyde atık çıkarır. Bu atıklar hayli radyoaktif ve sıcak oldukları için bir süre havuzlarda soğutulur. Daha sonra geçici depolama için seçilen alanlarda saklanır. Teoride bu atıklar binlerce yıl hiçbir yer hareketinin olmadığı (deprem gibi), su kaynaklarına uzak, teröristlerin erişemeyeceği yer altındaki tesislerde saklanır. Bu düzeydeki atıklarla 50-60 yıl önce tanışan bilim insanları, atıkların saklandığı çelik kapların ne kadar dayanacağı konusunda tahminden öte bir bilgiye sahip değiller. Haliyle, ortada değil 1000, 100 yıllık bir yaşanmış tecrübe bile yok. Buna rağmen, binlerce yıl radyoaktif kalan bu atıkların depolama tesislerinde kuzu kuzu oturacakları bilimselliği kanıtlanmış bir tez gibi bize sunulmaktadır. Tüm bu iddialı açıklamalara rağmen dünyada nükleer atıkların depolandığı bir tek son depolama alanı bile olmayışı ise manidardır. Nükleerspor genelde var gibi konuşmayı sever ama yoktur! Dört yıllığına seçilen bir iktidarın yüz bin yıllık bir gelecek adına karar vermesi ise 'ileri demokrasi'lerin bile dudağını uçuklatır.

Yalova'daki kimyasal atık deposu için ayaklanan medyamızın yıllardır nükleer atıklarla ilgili bir tek doğru dürüst soru sormamış olması ilginç değil mi? Bugün medya patronları ve ana akım gazetelerin yöneticilerinin çoğu nükleeri savunur ya da patron, hükümet korkusundan bu konuyu görmezden gelir. Pabucumun gazetecileri!

Mersin Akkuyu'da kurulması düşünülen santral dört adet 1200 megavatlık reaktörden oluşuyor. Bu da her yıl yüksek seviyede 120 ton atıkla başbaşa kalmamız anlamına gelir. Bu atıklarla ilgili hükümetin planı hakkında kimse net bir bilgiye sahip değil. Halbuki, atı çalan kılıfını hazırlar misali, ilk bu konunun tartışılması gerekirdi. Atıklar Rusya'ya gönderilecek diye bir söylenti var. Diyelim bu oldu. Karayoluyla gönderseniz Türkiye'den sağ çıkamayacakları ortada. Bir tek radyoaktif trafik kazamız eksikti, o da olur! Asfalt çizgilerini uranyum çubuklarıyla çizeriz, bin yıl parlar! Deniz yoluyla götürülürse Akdeniz ve Ege sularını aşarak boğazlardan geçmek zorundalar. Petrol tankerlerinden yakınıp kanal açmayı planlayanlar bu konuda ne düşünüyor acaba? İstanbul Boğazı'ndan nükleer atık taşıyan bir geminin geçmesini istemiyorsanız, bir kanal da atıklar için açarız. 1991 yılında Boğaz'da meydana gelen gemi kazasında sulara saçılan koyunları toplamakta zorlanmıştık, yanına yaklaşamayacağınız nükleer atıkları denizin dibinden nasıl toplayacağız? Olası bir sızıntıdan sonra kim Mersin'de, Antalya'da denize girer? Kim Galata Köprüsü'nde balık tutar, kim o balığı yer bilemiyorum. İbrahim Gül, isi pası yok diye yer mi acaba?

Not: Nükleer atıklara ne olacak diye sorulan sorulara verilen yanıtları, Isparta'da gömüldü, Konya'da yakıldı denilen nükleer atıkların öykülerini bir başka yazıya sakladım.

Soba içinde "çekirdek erimesi" deneyi