Kürtçe türkü söylemenin dayanılmaz ağırlığı

Cemil Topuzlu Sahnesi'nde Aynur'u dinleyen ve Kürtçe bimeyenler o an başlarını göğe kaldırıp yukarıdaki bir yıldıza baksalar eminim tüm sözleri anlarlardı. Ama onlar gökyüzünün kudretli duygularını değil, insanın yarattığı nefreti görmek istediler.

Özgür Gürbüz-BirGün / 24 Temmuz 2011*

12 Şubat 1999'da Ahmet Kaya, Magazin Gazetecileri Derneği tarafından kendisine verilen ödülü alırken Kürtçe klip hazırlayacağını söylemiş, bazı davetliler tarafından Ahmet Kaya'ya çatal bıçak fırlatılmıştı. Bu saldırı Kürtçe'ye tahammülsüzlüğün belki de en belirgin örneklerinden biriydi.

Aradan 12 yıl geçti. 15 Temmuz 2011 tarihinde İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı'nın (İKSV) düzenlediği Caz Festivali'nde benzer bir ırkçı protesto da Aynur Doğan'ın başına geldi. Harbiye Açıkhava Sahnesi'ni dolduran yüzlerce kişi sanatçıyı Kürtçe türküler söylediği için yuhaladı, sahneye minder ve pet şişe fırlattı. Sanatçıya destek veren bazı dinleyicilerle bu ırkçı protestoyu yapanlar arasında sert tartışmalar yaşandı. İKSV keşke sanatçının güvenliğini gerekçe göstererek konseri iptal etseydi. Bu ülkede yıllardır özgürlükler para ile satın alınır hale geldi. Bunun bir kurtuluş olduğu sanıldı. Dilediğiniz gibi bir yaşam alanı için özel sitelerde ev, dilediğiniz kıyafetlerle dolaşmak için (özellikle kadınların) otomobil alınması gibi birçok maddiyata bağlı 'kurtuluş' seçenekleri türetildi. Bu kurtarılmış bölgelere hapsedildik. Özgürmüş gibi numara yaptık oysa Anadolu'nun büyük bir kısmı, sokaklar, televizyonlar hep özgürlük düşmanlarının ellerine bırakıldı. İşte bu nedenle, konser iptal edilse, parasıyla dilediği müziği dinleyebileceğini sananlara ufak bir uyarı yapılmış olmaz mıydı? Bir de başka bir sorum var. Sahnede Joan Baez olsaydı ve ona minder fırlatılsaydı o konser devam eder miydi?

Bu ülkede insanların özellikleri hızla değişiyor. Nefretten, kavgadan yana tavır alanlar artıyor. Herkes sinirli, kimse birbirini sevmiyor. İstanbul'daki festivallere gidenler de zaman içerisinde çok değişti. Müzik ve sanat aşkından çok orada bulunmak için bu etkinliklere gelenler çoğaldı. Aynur Doğan'a yapılan da bu kaygılarımı doğrular nitelikte. Yoksa insan bilet aldığı konserdeki sanatçıyı tanımaz mı, yuhalar mı? Onun yıllardır Kürtçe türküler söylediğini bilmez mi? Bugün bu kültürel etkinliklerdeki birçok insan için orada yer almak falanca marka bir otomobile sahip olup çevreye hava atmaya benziyor. Bilet fiyatları da sanatsever birçok kişiyi dışarıda bırakacak kadar pahalı zaten.

Aynur'a yapılan protestoyu Diyarbakır'daki ölümlerle ilişkilendirerek bir anlamda unutturmak veya hafifletmek de bu ırkçı saldırıyı görmezden gelmek demek. Çok değil konserden bir hafta önce Radikal yazarı Berrin Karakaş'ın, yine İstanbul Caz Festivali kapsamında Miss Pizza'da başına gelenler de toplumun içine işlemiş ırkçılığın bir başka kanıtı. Beyoğlu'nda Miss Pizza adlı mekana müzik yapmak için çağrılan birkaç yazardan biri olan Berrin Karakaş, tercihlerinin arasına Koma Amed'den 'Hay Nik Na'yı ekleyince mekandaki DJ ve teknik sorumlunun tepkisine maruz kaldığını kendi köşesinde yazmıştı. Bu olanlar Silvan'dan önceydi ve hedefte yine Kürtçe vardı. Şarkılarını dinlemeye tahammül edemediğiniz insanlarla nasıl konuşacağız, nasıl anlaşacağız?

Rahmi Saltuk: "Daha önce net tavır alınabilseydi bugün bunlar yaşanmazdı"

Fotoğraf: http://www.rahmisaltuk.com/
Herkesin ortasında Kürtçe konuşmak hep zor oldu. Şarkı söylemek, o şarkıların olduğu kasetleri basmak ve satmak da. Özellikle de Batı'da. Kürtçe uzun bir dönem yasaklı kaldı, Kürtçe kasetler el altından satıldı. 1989 yılında Rahmi Saltuk 'Hoy Nare' adlı albümü çıkarıp mücadele bayrağını açana kadar Kürtçe şarkıları kasetlere koymak 12 Eylül'le yasaklanmıştı. Bugünü anlamak için, 1968 yılında Halk Oyuncuları tarafından sergilenen Pir Sultan Abdal adlı tiyatro oyunuyla adını duyuran Rahmi Saltuk'la konuştuk. Konuyu bilenine sorduk. Türkiye'nin müzik tarihinde önemli bir yeri olan Saltuk, Kürtçe'yle ilgili mücadelesinin 1989'dan da önce başladığını anlattı. Hukuk fakültesini bitirmesine rağmen avukatlık yapmayan, Kürtçe bilmemesine rağmen Kürtçe türkü söyleyen Saltuk, resmi öğretiye ilk karşı çıkışını o sıralarda Öğrenci Birliği'nde yer alan Uğur Mumcu'nun vasıtasıyla çağrıldığı bir konserde yaptığını anlatıyor. Karayılan türküsünü ilk defa 'doğru' haliyle, “Vurun Kürt uşağı” diye okuduğunu söylüyor. Daha sonra Ruhi Su ile de konuyu konuşmuş ve Ruhi Su'nun da türkünün doğrusunu bildiği halde böyle söylemek zorunda kaldığını kendisine söylediğini belirtiyor. Saltuk, yine Ruhi Su'dan dinlemeye alıştığımız başka bir türkünün sözlerinde de kürtler kelimesi yerine orman kelimesi konarak, “Ağır makineli de tepeden inmez, tarıyor ormanı kimse (kürtler) görünmez” şeklinde değiştirildiğini anlatıyor.

- İlk Kürtçe türkünüzü ne zaman söylediniz?
12 Mart sonrası yurt dışındaydım. Nazım Hikmet'in 10. ölüm yıldönümüydü ve ilk kez Paris'te kitlesel bir anma programı düzenlendi. Ben de davetli sanatçı olara katıldım, türkülerimi söyledim. Ne gariptir ki ondan sonra Nazım'la ilgili hiçbir konsere beni çağırmadılar. Organizasyonu Fransa Türkiyeli Öğrenciler Derneği yapıyordu, Abidin Dino başı çekiyordu. Ertuğrul Özkök, TİP'li Mehmet Ali Aslan gibi isimler de vardı. Mehmet Ali Aslan beni Kendal Nezan ile tanıştırdı. Paris'te Kendal Nezan'ın evindeydik. “Gulazer” türküsünü (Ha Gulazer – Sarı Gül, Sarı saçlı yâr anlamında) bir Sovyet sanatçısının 45'lik bir plağında ilk kez orada dinledim. Opera eğitmli bir sanatçıydı ve orkestrayla söylüyordu. Hemen kaptım. 1974'te Türkiye'ye döndüm, konserlerde söyledim. 1975'te ilk uzun çalarımda, Dersim Dört Dağ İçinde türküsünün önüne Gulazer'in ilk dörtlüğünü koydum. Çok beğenildi.

Gulezar türküsünden bir dize

Yar gulezar, can gulezar

Yar sarı güldür, can sarı güldür

Yar zerine zerine

Yar sarışındır sarışın (altın sarısı saçları vardır)

-Yasak değil miydi?
Sırf Dersim sözcüğü geçiyor diye türkü radyolarda çalınmazdı. Sanatçılar da söylemezdi. Yasak değil ama bir baskı vardı. O zaman Kürtçe yasak değildi. Kürtçe parçalar Kürtlerin düğünlerinde, otel lobilerinde söyleniyordu. Gulezar'dan sonra ister 'Beyaz Türk' deyin ister başka bir şey; o kişiler, entellektüeller, Kürtçe denen bir şeyin var olduğunu kabul etmeye başladılar. Herkesin diline düştü Dersim Dört Dağ İçinde türküsü.

-Kürtçe bilmiyordunuz ama...
Ben sosyalist bir gözle baktım bu meselelere. Kürtçe bilmediğim için 'Ha Gulezar' ile yetinmiyordum. Daha sonra mücadele adına yeni Kürtçe parçalar öğrendim. Sayısını 10'a çıkardım. Fonetiği ile ritmi ile çalışıyordum. Daha sonra Türkiye'yi mahveden 12 Eylül oldu. Özünde Kürtçe'nin yasaklanmasını hedef alan bir kanun çıkarıldı. Bunu kabul edemezdim. 1989 yazında 'Hoy Nare' adlı albümü çıkardım.

-Hatırlıyorum, ben de almıştım albümü. Sonra da geri vermek zorunda kaldım. Tepkiler nasıl oldu?
Sabah gazetesi haberi birinci sayfadan verdi. Hemen ardından toplatma kararı çıktı. Emniyet müdürüklerine yazı yazıldı, savcılık da bunu ihbar kabul etti ve hakkımda dava açtı. Yargıda beraat ettim. Toplatma kararı aleyhine de idare mahkemesinde dava açtım. İdare lehime karar verdi, bu defa da Kültür Bakanlığı itiraz etti. Dosya Danıştay'a gitti ve Danıştay beni haklı buldu. Onun üzerine tekrar stüdyoya girdim. Hoy Nare albümünün yönetmeni de Hasret Gültekin'dir. Hasret'i oğlum gibi severdim.

-Para kazanabildiniz mi?
Sanırım 20 bin tane bastık, haber kulaktan kulağa yayıldı ve hepsi bir anda tükendi. Hasan Saltık keşke 100 bin bassaydık derdi ama toplatma kararından sonra sayı çok olsa kimse depoda falan saklayamazdı. Rakam az olunca dağıtıcılarda kalması (saklanması) kolay oldu. Yasak olmasaydı herhalde zengin olurdum (gülerek).

-Daha sonra ne oldu, Kürtçe parçalar arttı mı?
Baktılar ki bu iş iyi, herkes Kürtçe şarkılar söylemeye koyuldu. Ben 'Cane cane'yi orijinal haliyle okudum. İşin sadece ticaretini düşünenler bu melodiyi beğendiler ve hemen içine yeni sözler koyarak 'İşte meydane' deyip okudular. Baktım 30-40 sanatçı okumuş. Mangalda kül bırakmayanlar izin alırken Türkçe söyleyeceğiz diye izin alıyor daha sonra Kürtçe söylüyorlardı. Amaç bir şeyleri değiştirmek değil para kazanmaktı.


Fotoğraf: http://www.rahmisaltuk.com/
 -Hoy Nare'den sonra ne değişti?
Ben bunu yapmasaydım SHP yasa teklifi vermeyecekti. Dönemin Kültür Bakanı Fikri Sağlar televizyonlara çıktı, bu işi bitiriyoruz diye açıklama yaptı. Ardından ben içinde 5-10 tane Kürtçe eserin de bulunduğu birçok parça için bir başvuru yaptım. Kültür Müdürlüğü'ne dosya verdim. Kürtçe diye kayda almıyolardı. Avukatlarımı çağırdım olmadı. Noterleri çağırdık onlar da korktu, tespit etmeye gelmedi. Fikri Sağlar'a memurun benim başvurumu kayda almadı dedim ama sonuç alınamadı. Hoy Nare'den sonra ilginçtir gerek sosyal demokratlar gerek sosyalistler olsun, beni konserlerine çağıranlar azaldı. Kürtler etkinliklerine davet etti ama baktılar ki ben yörüngeye girmiyorum, eleştirel bakıyorum, o da kesildi. 1987 yılında SHP Diyarbakır'daki sekiz milletvekilinden dördünü aldı. Hikmet Çetin ilk sıradaydı. Belediye SHP'liydi ama hiçbir belediye beni festivallerine çağırmadı. Kendilerine asker istiyorlar. Fehmi Işıklar HEP'in kuruluşunda çağırdı, kurucu üye olmamı istediler. Ben Türkiye İşçi Partisi'nden (TİP) başka bir partiye üye olmayacağımı söyledim. Daha sonra içinde olduğum birçok parti ile çatıştım. Sanatçının parti üyeliği zor.

-Daha sonra karşılaştığınız zorluklar oldu mu?
En son 1993'te Açıkhava'da vereceğim konser yasaklandı. Fikri Sağlar beni aradı, konserin yasaklanmış dedi. Bir dayanışma konseri önerdi. Ben de, bu benim işim başka bir şey yapmıyorum, neden hayır diyeyim dedim. Ankara Hipodrom'da 1 Eylül Dünya Barış Günü'nde konser verdik, 50 bin kişi geldi ama konsere ne Fikri Sağlar ne de Müsteşar Emre Kongar geldi.

- Aynur Doğan konserinde yaşananları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu sorunu sadece sanatçılar çözemez. O gün verdiğim mücadele desteklenseydi bugün insanlar birbirini vurmazdı. O tarihlerde net tavır alınsaydı bugün bunlar yaşanmazdı. Türkiye toplumu herkesin yüreğinin ağzına geldiği bir toplum olmazdı. 90'lı yıllarda kan gövdeyi götürdü, faili meçhuller oldu, gazete binaları bombalandı. O günkü SHP müthiş bir direnç gösterseydi bu noktaya gelinmezdi. Aynur için de talihsiz bir durum. At gözlülüğüyle bakmamak lazım. Seçimlerden bu yana 40-50 kişi hayatını kaybettiği bir ortamdayız. Bir de geçenlerde bir gazete hiç söylemediğim sözler yazıldı. Kesinlikle Sezen Aksu ve onun gibiler için vatan sadece paradır demedim. Bırakın bunu söylemeyi ima edecek bir şeyden bile bahsetmedim. Bundan da ciddi rahatsızlık duydum.  

***
Çözüm önerisi mi istiyorsunuz, işte size çözüm önerim

Rahmi Saltuk'un neredeyse tüm hayatı boyunca süren bu mücadelesi bugüne nasıl geldiğimizin kısa bir özeti gibi. Birkaç şey de müzik dinlemek üzerine söylenmeli. Aynur'un türkülerini dinlediğimde tüylerim diken diken olur. Onu ilk dinlediğim günden beri bu böyle. Sözlerini anlamasam bile. Arapça, Uygurca, Çince müzik dinlerim. Moğol şarkıcıların gırtlaklarını yırtarcasına çıkardığı o sesle bozkırlarda at binerim. Cezayir asıllı Fransız şarkıcı Rachid Taha olmazsa olmazımdır, George Bush'u bir bedeviye benzettiği İngiltere'deki konserinde kendimi Arapça şarkılar söyleyen bir bedevi gibi hissetmiştim. Müzik dediğin sadece söz değildir ki, notadır, duygudur. Dilini anlamadığım şarkılar benim için boşluklarını doldurmaya çalıştığım bilmecelere benzer. Dilediğini kendi ruh haline göre yazarsın. Ritim, müzik, titreyen ses, sanatçının mimkleri, yüzüne yansıyan duyguları sana şarkının ipuçlarını verir. Aldığın bu ipuçlarını iyi değerlendirirsen bilmeceyi doğru çözersin. Bir bakmışsın ağlıyorsun, bir bakmışsın gülüyorsun. Cemil Topuzlu Sahnesi'nde Aynur'u dinleyen ve Kürtçe bimeyenler o an başlarını göğe kaldırıp yukarıdaki bir yıldıza baksalar eminim tüm sözleri anlarlardı. Ama onlar gökyüzünün kudretli duygularını değil, insanın yarattığı nefreti görmek istediler.

Basit önerilerle bitirelim bu haftanın yazısını. Devletin resmi kanalı TRT Şeş'in Kürtçe yayın yapması toplumda olumlu bir hava yaratmaya yetmemiş. Halkları birbirinden uzaklaştırarak, kendi köşelerine hapsetmek beraber yaşamanın yolunu açmıyor. Kürtlere özel kanal verip onu Türklerin görüş açısından uzak tutarak hiçbir şeyi başarmış olmuyorsunuz. Egemenler hep azınlıklardan kurallarına uymalarını bekliyor. Türkçe Olimpiyatlar düzenleyip yabancılar bizim dilimizi konuşunca seviyoruz ama Türkler Kürtçe Olimpiyatları'na katılsa desem kıyamet kopar. Daha ilkokul sıralarında İngilizce şarkılar söylemeyi öğrenen çocuklarımızı gördükçe havalara uçan bizler, aynı çocuklara okullarda bir tane de olsa Kürtçe şarkı öğretilmek istense acaba ne yapardık? Çözüm önerisi mi istiyorsunuz, alın size çözüm önerisi.

*Bu metin Birgün'de yayımlanandan biraz daha uzun bir metin, kısalt kısalt nereye kadar?

Dekap'tan İstanbul'da basın açıklaması

Derelerin Kardeşliği Platformu (Dekap), Yürütme Kurulu üyesi Taylan Kaya’nın tutuklanmasını protesto etmek için bugün (22 Temmuz 2011) İstanbul Galatasaray Meydanı'nda bir basın açıklaması yapacak.

Dekap tarafından yapılan açıklamada, Başbakan Erdoğan’ın 31 Mayıs’ta Hopa’da gerçekleştirdiği AKP seçim mitingi öncesi ve sonrasında çıkan olaylar nedeniyle yaşanan gözaltı ve tutuklamaların hâlâ devam ettiğine dikkat çekildi. İlçenin baskı altında tutulduğunu söyleyen platform yetkilileri, protestolar sırasında hayatını kaybeden emekli öğretmen Metin Lokumcu’ya, Hopa halkının su hakkı mücadelesine sahip çıkanlara yönelik saldırıların “intikam” alırcasına sürdürüldüğü öne sürüldü.

Açıklmada, "Şu ana kadar bir ölüm, onlarca gözaltı, ev baskınları ve 34 tutukluyla devam eden sürecin son noktası, Hopa’da Derelerin Kardeşliği Platformu Yürütme Kurulu üyesi ve Halkevleri Doğu Karadeniz Bölge Temsilcisi Taylan Kaya, Dekap Yürütme Kurulu ve Hopa Halkevi üyesi Kamil Ustabaş ile platformumuzun gönüllü üyesi Bülent Ustabaş’ın 20 Temmuz günü gözaltına alınması olmuştur" sözlerine yer verildi.

Bu gözaltıların bölge halkının Artvin’in Arhavi ilçesi ile Hopa-Kemalpaşa beldesinde (Metin Lokumcu’nun köyünde) yapılması planlanan HES projeleri için düzenlenecek olan ÇED toplantılarını protesto etmeye hazırlandığı sırada gerçekleştiğine dikkat çeken Dekap, bunu, tüm su, yaşam ve doğa mücadelelerine dönük bir saldırı olarak niteliyor.

İsveçli nükleer karşıtından "Katibim" şarkısı

İsveçli nükleer karşıtından "Katibim" şarkısı. Dayanışma buna denir! 
Sweedish anti-nuclear activist sings the song of Katibim in Turkish. That's called solidarity.

Yer: Malmö
Yıl: 2008 - Avrupa Sosyal Forumu

Sarıkız nükleere karşı

Özgür Gürbüz-BirGün / 17 Temmuz 2011

Bu ülkede her hafta nükleer enerjiyi savunmak adına olmadık şeyler ağza alınıyor. 'Gaf' desen değil, 'laf' desen hiç değil. En sonuncusunun altında Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan'ın imzası var. Çağlayan nükleer enerjiye karşı çıkanlara şöyle seslenmiş, “...Peki kardeşim başımın üstünde yerin var. Koy bakalım yerine, ne koyacaksın? Tezekten mi enerji üreteceğiz? Varsa böyle bir teknoloji getir. Ama yok.”

Gerçekten yok mu böyle bir teknoloji? Yanıtı siz de tahmin ettiniz; tabi ki var. Yıllardır Türkiye'de binlerce aile, 'tezek' dediğimiz büyükbaş hayvan dışkılarıyla evini, ocağını ısıtıyor. Doğalgazda dışa bağımlılıktan her fırsatta yakınan Adalet ve Kalkınma Partisi'nin çabaları henüz her köye doğalgaz borusu döşemeye yetmedi. Bu çelişki ayrı bir yazı konusu ama başka bir zaman değinelim. Döşense ne yazar? O faturaları ödeyecek para kimde? Doğalgaz pahalı. Evinizi nükleer santrallerde üretilen elektrikle ısıtmak da ekonomik değil. Enerji çevrimindeki verim kaybı, çevreye verilen zarar ve ekonomik maliyet gibi üç kıstas ele alındığında, elektrik enerjisi kullanarak evinizi ısıtmanın listenin en sonunda yer alacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bizde son yıllarda çok moda olan elektrikli ısıtıcı kullanıcılarına da bu vesileyle küçük bir uyarı yapmış olalım. Uzun lafın kısası, tezekle ev ısıtmak, hoşunuza gitsin ya da gitmesin, doğalgaz veya elektrikle ısınmaktan çok daha ucuz. Kişi başına düşen gelir köylerde hatırı sayılır bir miktarda artmadıkça tezek köylülerin tercihi olmaya devam eder; etmelidir de. Önemli olan daha akılcı ve verimli yöntemlerle tezekten yararlanmak. Dilerseniz bundan sonrasını, tezeğin enerji üretimindeki önemini bize üreticisi eski dostumuz ‘Sarıkız’ anlatsın.

Bakan Çağlayan, Sarıkız ve arkadaşlarının dışkılarından enerji elde etmenin teknolojik yolu var mı diye sormuş. Yanıtımız evet. İşlem, Sarıkız ve arkadaşlarının yeşil sahalara çıkmasıyla başlıyor. Sarıkız sahadaki otları yiyor, yedikçe dışkı ya da tezek üretiyor. Hayvan dışkılarından, çeşitli bitkilerden, ağaçlardan, organik atıklardan, büyük ve küçükbaş hayvanlar ile tavuk dışkılarından elde ettiğimiz enerjiye biyokütle enerjisi diyoruz. Odun ve bazı bitkiler aynı kömür gibi yakılarak enerji elde ediliyor. Hayvan dışkıları ve organik çöpler biyogaz tesislerinde gazlaştırılarak yakılabiliyor ve elektrik bile üretilebiliyor. Nükleer santraller sadece elektrik üretebilirken, biyogaz tesislerinden elektriğin yanında ısı elde edilmesi de mümkün. Asıl önemlisi bu tesisler daha küçük ölçekte olduklarından yerel enerji ihtiyacını karşılamada daha etkinler. Hayvan çiftliklerinin yanına kurulan bir biyogaz tesisi, hem çiftliğin elektrik ve ısınma ihtiyaçlarını karşılıyor, hem de fazla elektriği satarak bu yatırımın kısa sürede kendisini amorti etmesini sağlıyor. Merak edenleri Osmaniye'nin Hemite köyündeki projeyi incelemeye davet ediyorum. Üretilen enerji o civarda kullanıldığı ve genelde bu gibi tesisler kent dışında yer aldığı için iletim kayıplarının da önüne geçiliyor. Yerli kaynak olduklarından enerji ithalatı azalıyor; yerel ve makro ekonomiye katkı sağlanıyor. Hayvan dışkılarından biyogaz elde edildikten sonra kalan atık da gübre olarak kullanılabiliyor. Nükleer santralden çıkan radyasyonlu atığı siz gübre olarak kullanabilir misiniz? Bu iğneleyici soruyla birlikte Sarıkız ve arkadaşları nükleer enerjiye ilk gollerini atıyor. Sarıkızspor 1- Atomspor 0.

Biyogaz üretiminde kullanılan kaynaklar organik oldukları için çevreye zararları oldukça sınırlı. Bu nedenle temiz enerji kapsamında değerlendiriliyor. Küresel ısınmaya en az neden olan enerji kaynaklarından biri biyokütle. Bitkiler büyürken fotosentez yapar, karbondiyoksit alıp oksijen verirler. Yakıldıklarında ise biriktirdikleri karbondiyoksiti atmosfere salarlar. Bu nedenle de küresel ısınma katkısı 'sıfır' kabul edilir. Biyokütleden hem elektrik hem de ısı elde edilirse bu değer ‘eksi’ bile olabilir. Bu da Sarıkız'ın dışkısının nükleere attığı ikinci gol olsun. Bakan üzgün, şike itirazları var ama sonuç değişmedi. Durum şimdi 2-0.

Taraftar oyundan memnun ama henüz tam anlamıyla tatmin olmadı. Bunlar iyi hoş da, Sarıkız ve arkadaşları koca koca nükleer santraller kadar elektrik üretebilir mi diye soruyorlar. Kocaeli Üniversitesi’nden Semra Öztürk, Mustafa Özcan ve Mehmet Yıldırım ilginç bir çalışmaya imza atmışlar. Yapılan hesaplamalar sonucunda Türkiye'de 42 milyar kilovatsaate (kWs) eşdeğer biyogaz potansiyeli olduğu sonucuna varmışlar. Türkiye’nin 2010 yılında 210 milyar kWs civarında elektrik tükettiği düşünülürse bu potansiyelin ‘dev’ bir potansiyel olduğu rahatlıkla söylenebilir. Ancak bu idialı bir çalışma. Örneğin, 16 büyükşehirin kentsel atıksu arıtma çamurlarının yüzde 100’ünün biyogaz üretiminde kullanıldığı varsayılmış. Fikir vermesi açısından araştırmadan başka bir örnek verelim. Türkiye'nin işlenebilir tarım alanlarının sadece yüzde 1’inden 26 milyar kWs civarında elektrik üretilebiliyor. Bu rakam neredeyse Akkuyu’ya kurulması düşünülen 1200 megavatlık üç reaktörün üreteceği elektrik kadar. Kaleci çaresiz, Sarıkız bu sefer kafayla ağları havalandırıyor. Atomspor çok zor durumda, skor 3-0 oldu.

Bakan Çağlayan bilmiyor ama Türkiye halihazırda biyokütle kullanıyor. Sarıkız ve arkadaşları sağ olsun, Türkiye'de üretilen birincil enerjinin yüzde 15'i biyokütle ve atıklardan sağlanıyor (Kaynak: Eurostat). Az üreten ve çok tüketen bir ülke için bu rakamın önemini anlatmaya gerek yok. Türkiye 2009 yılında 30 milyon 349 bin ton eşdeğeri petrolü bulan (toe) birincil enerji üretiminin, 4 milyon 636 bin tonunu biyokütle ve atıklardan elde etmiş. Hesap bu kadar açık ve net. Koskoca Ekonomi Bakanı'na bunu kimsenin söylememiş olması bir ayıp. Sarıkız ve arkadaşlarının bu ülkedeki insanlar için yaptığı 'fedakarlığın' böylesine hor görülmesi ise bir başka ayıp. Avrupa Birliği'nin 2020 yılında enerjisinin yüzde 20'sini yenilenebilir enerji kaynaklarından karşılama hedefi olduğunu, biyokütlenin de bu hedefte çok önemli bir yer tuttuğunu da hatırlatalım. Bu son golle birlikte hakem doksan dakikayı bitirdi. Sarıkızspor Atomspor'u 4-0 gibi farklı bir sonuçla yenmeyi başardı.