My comments just before the general election of Turkey which was held on the 12th of June.
Özgür Gürbüz tarafından kaleme alınan makale, analiz ve haberlere bu adresten ulaşabilirsiniz. Yazıları başka bir yerde yayımlamak için izin almalısınız. E-posta: ozgurgurbuzblog(at)gmail.com
Bir bardak suyu çok görenler dereleri istiyor
Özgür Gürbüz-BirGün / 5 Haziran 2011
Fotoğraf: http://vermeyoz.net/
Onlarca insan Anadolu'yu adım adım dolaşarak Ankara'ya geldi. Gezmek görmek için değil, dertlerini tüm Türkiye'ye duyurmak için yürüdüler. Karış karış, develeriyle, atlarıyla, komşularıyla kısacası tüm dostlarıyla yürüdüler. Dertleri neydi biliyor musunuz? Köylerine, ovalarına, nehirlerine kurulması planlanan hidroelektrik santralleri, nükleer reaktörleri, termik santralleri protesto etmek. Dereler özgür aksın dediler, çocuklar radyasyon korkusuyla büyümesin istediler. Peki, ne oldu?
Kemaliye'yi Vermöyük! |
Yaşam hakkını savunmak için yollara dökülenler Ankara'ya, ülkeyi idare edenlerin yaşadığı başkente alınmadılar. Polis etraflarını çevirdi. Aynı savundukları dereler, ovalar, denizler gibi onlar da kuşatıldı. Portatif tuvalet için bile 10 gün beklediler. Tuvaletlerin mecburen kamp kurdukları alana sokulmasına uzun bir süre izin verilmedi. Ankara Tabip Odası'nın eylemcilerin ciddi sağlık tehditleriyle karşı karşıya kaldıkları yönünde uyarıları var. Buna rağmen alana iki adet seyyar tuvalet zor sokuldu. Tuvaletlerin orada kalıp kalmayacağı da meçhul! Polis sayıları onlarla ifade edilen bu grubun tuvalete gitmesini bile istemiyor anlayacağınız. AKP iktidarında “işemek” bile yasak diyeceğim, birileri alır bunu reklam filmi yapar diye korkuyorum.
Bolivya örneği unutulmadı
Türkiye'deki büyük bir kesim ise bu “işkence” karşısında sessiz. Yandaş medya yazmıyor, diğerleri gazetecilik reflekslerini yitirmiş gibi. Ankara'nın Gölbaşı mevkiinde kamp kurmak zorunda kalan direnişçilere sadece su değil yemek iletme konusunda da sorunlar yaşanıyor. Bugün insanları susuz, aç bırakmak isteyenlerin dereleri, nehirleri 49 yıllığına devletten kiraladıklarında neler yapabileceklerini düşünebiliyor musunuz? Bolivya'da insanlar su dağıtım şebekesinin özelleştirilmesinden sonra pahalı su faturalarını ödeyemediği için çözümü yağmur suyu toplamakta bulmuştu. Şebekenin yeni sahibi özel şirketler ise Bolivyalıların yağmur suyu toplamasını bile engellemeye çalışmıştı. Halk ayaklanmasa, 21. yüzyılın Bolivya'sında belki de insanlar susuzluktan ölecekti. Bunları unutmamak lazım. Ankara'da olan bitenler böyle bir geleceğin bizden hiç uzak olmadığını gösteriyor.
Türkiye'deki büyük bir kesim ise bu “işkence” karşısında sessiz. Yandaş medya yazmıyor, diğerleri gazetecilik reflekslerini yitirmiş gibi. Ankara'nın Gölbaşı mevkiinde kamp kurmak zorunda kalan direnişçilere sadece su değil yemek iletme konusunda da sorunlar yaşanıyor. Bugün insanları susuz, aç bırakmak isteyenlerin dereleri, nehirleri 49 yıllığına devletten kiraladıklarında neler yapabileceklerini düşünebiliyor musunuz? Bolivya'da insanlar su dağıtım şebekesinin özelleştirilmesinden sonra pahalı su faturalarını ödeyemediği için çözümü yağmur suyu toplamakta bulmuştu. Şebekenin yeni sahibi özel şirketler ise Bolivyalıların yağmur suyu toplamasını bile engellemeye çalışmıştı. Halk ayaklanmasa, 21. yüzyılın Bolivya'sında belki de insanlar susuzluktan ölecekti. Bunları unutmamak lazım. Ankara'da olan bitenler böyle bir geleceğin bizden hiç uzak olmadığını gösteriyor.
Metin Lokumcu
Ankara'da yaşam hakkı savunucularına uygulanan işkence, Hopa'da tarifi mümkün olmayan sonuçlara yol açtı. Bir “can” alındı. Başbakan, hidroelektrik santralleri protesto eden Metin Lokumcu'yu dinlemek yerine biber gazı ordusunu üzerine salınca bir öğretmen, öğrenmemekte direnenler yüzünden yaşamını yitirdi. Ne yazabilir, ne söyleyebilir ki insan? Ne yazsam bu iktidar anlamaz. Bir dere için canından olan Lokumcu'yu o deredeki balık anlar, su anlar, yosun anlar, taş anlar ama düşlerinde bile bir kez olsun balık, yosun görmeyenler, rüyaları ve kabusları paradan ibaret olanlar anlamaz. Bakmayın meydanlarda attıkları “Allah”lı, “kul hakkı” bol nutuklara; “insanı”, “yaşamı” sevmeyen ama parayı seven bir kuşağın en hırslıları o gördükleriniz.
Ankara'da yaşam hakkı savunucularına uygulanan işkence, Hopa'da tarifi mümkün olmayan sonuçlara yol açtı. Bir “can” alındı. Başbakan, hidroelektrik santralleri protesto eden Metin Lokumcu'yu dinlemek yerine biber gazı ordusunu üzerine salınca bir öğretmen, öğrenmemekte direnenler yüzünden yaşamını yitirdi. Ne yazabilir, ne söyleyebilir ki insan? Ne yazsam bu iktidar anlamaz. Bir dere için canından olan Lokumcu'yu o deredeki balık anlar, su anlar, yosun anlar, taş anlar ama düşlerinde bile bir kez olsun balık, yosun görmeyenler, rüyaları ve kabusları paradan ibaret olanlar anlamaz. Bakmayın meydanlarda attıkları “Allah”lı, “kul hakkı” bol nutuklara; “insanı”, “yaşamı” sevmeyen ama parayı seven bir kuşağın en hırslıları o gördükleriniz.
Partilerin enerji politikaları
Bir hafta sonra Türkiye'de milyonlarca insan sandık başına gidecek. O gün bu köşede seçim yasağı nedeniyle başka şeyler yazmam gerekecek. O yüzden ben en iyisi bugünden yazayım. Biliyorum, memlekette dert bir değil. Kimi maaşına zam almak için oy atacak, kimi daha fazla demokrasi için. Kimi ana dilde eğitim isteyecek kimi şifresiz, kayırmasız bir üniversite sınavı. Yaşa, sosyal sınıfa, çalışma ve ilgi alanına göre herkesin yeni iktidardan beklentisi farklı olacak. Ben size sadece Meclis'e girmesi beklenen üç parti (AKP, CHP ve MHP) ile Emek, Demokrasi Özgürlük Blok'unun enerji konusunda neler yapmayı planladıklarını anlatayım, kararı siz verin. AKP, Mersin ve Sinop'a sekiz adet nükleer reaktör yapmayı planlıyor. CHP de hayır demiyor. Halk oylamasından yana., halka soralım diyor. Yaşam hakkının referandumu olur mu; bence pek olmaz. CHP, nükleer santral kurulmasına kategorik olarak karşı olunmayacak, nükleer santral projelerinde nihai karardan önce atıkların güvenli bir şekilde saklanması sorunu çözülecek diyor. MHP de nükleere karşı değil. Bir tek blok adayları nükleer ve fosil yakıt kaynaklı santrallerin üzerini çizme cesaretini göstermiş. Hasankeyf, Munzur ve Karadeniz'deki HES projelerinin durdurulmasını vaat ediyorlar. Siyanürle altın aranmasının yasaklanması da bağımsız adayların planları arasında.
Bir hafta sonra Türkiye'de milyonlarca insan sandık başına gidecek. O gün bu köşede seçim yasağı nedeniyle başka şeyler yazmam gerekecek. O yüzden ben en iyisi bugünden yazayım. Biliyorum, memlekette dert bir değil. Kimi maaşına zam almak için oy atacak, kimi daha fazla demokrasi için. Kimi ana dilde eğitim isteyecek kimi şifresiz, kayırmasız bir üniversite sınavı. Yaşa, sosyal sınıfa, çalışma ve ilgi alanına göre herkesin yeni iktidardan beklentisi farklı olacak. Ben size sadece Meclis'e girmesi beklenen üç parti (AKP, CHP ve MHP) ile Emek, Demokrasi Özgürlük Blok'unun enerji konusunda neler yapmayı planladıklarını anlatayım, kararı siz verin. AKP, Mersin ve Sinop'a sekiz adet nükleer reaktör yapmayı planlıyor. CHP de hayır demiyor. Halk oylamasından yana., halka soralım diyor. Yaşam hakkının referandumu olur mu; bence pek olmaz. CHP, nükleer santral kurulmasına kategorik olarak karşı olunmayacak, nükleer santral projelerinde nihai karardan önce atıkların güvenli bir şekilde saklanması sorunu çözülecek diyor. MHP de nükleere karşı değil. Bir tek blok adayları nükleer ve fosil yakıt kaynaklı santrallerin üzerini çizme cesaretini göstermiş. Hasankeyf, Munzur ve Karadeniz'deki HES projelerinin durdurulmasını vaat ediyorlar. Siyanürle altın aranmasının yasaklanması da bağımsız adayların planları arasında.
AKP, MHP ve CHP’nin hidroelektrik potansiyeli kullanma konusunda, bu konudaki hassasiyetleri nasıl gidereceklerini belirtmeden yaptıkları açıklamalar var. Bir sürü teknik soru yanıtlanmamış. İktidar partisinin duruşu ise çevre açısından kat ve kat daha tehlikeli. AKP'nin kömür, su, nükleer, ellerine ne geçerse, hem de tüm sınırları zorlayarak kullanmayı amaçlayan hedefleri, çevre ve yaşam açısından ciddi tehlike sinyalleri veriyor. Bugün, Dünya Bankası verileriyle söylersek yüzde 14'lerde olan kayıp-kaçak oranını yüzde 5'in altına düşürme hedefi gibi, altına imza atacağım bir hedef bile resmin tümüne bakınca kuşku yaratıyor. Onu da yapalım, bunu da yapalım gibi bir hal var. Boş nehir kalmasın, yeraltındaki tüm kömür yakılsın, her yere nükleer kurulsun! Benim anlayamadığım, Enerji Bakanlığı'nın abartılı olduğunu bile söyleyebileceğimiz talep tahminlerinin üstünde enerji/elektrik üretimini amaçlayan bu hedeflerle ne yapılmak istendiği. İnsan bize 100 lazım deyip, ülkedeki tüm kültürel, doğal değerleri hiçe sayarak 200 üretmeye çalışır mı? Ne yapacağız bu kadar enerjiyi, elektriği? Yiyecek miyiz, yutacak mıyız yoksa satacak mıyız? “Anadolu'yu vermeyoz” diyenlere su ve yiyecek verilmesi engellendiğine göre herhalde bundan böyle elektrikle besleneceğiz. Hayal gibi ama zorla değil mi; o da olur.
Avrupa nükleere sırtını döndü
Japonya'daki Fukuşima kazasının nükleer endüstriye kalıcı bir darbe daha indirdiği kesin. Ancak bu defa kazanın etkileri nükleer santral siparişlerinin azalmasıyla sınırlı kalmayabilir. Bir enerji devrimi ya da en azından evrimi ve ötesi mümkün.
Özgür Gürbüz-Bianet/4 Haziran 2011
1986'daki Çernobil kazasından sonra dünyanın o "eski dünya" olmayacağı herkesçe söyleniyordu. Nükleer endüstri Çernobil kazasından sonra uzun süre kendisini toparlayamadı. Siparişler iptal edildi, birçok ülkede santraller kapatıldı. Yenilenebilir enerji yatırımları ve doğalgaz öne çıktı. Kazanın, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin yıkılmasına neden olan faktörlerden biri olduğunu iddia edenler bile var.
Japonya'daki Fukuşima kazası sonrası ise Çernobil'in unutulduğunu düşünen ve küresel ısınmayı durdurma konusunda fosil yakıtlar karşısında yakaladığı avantajını kullanmak isteyen nükleer endüstrinin "rönesans" hamlesi yarım kaldı. Fukuşima'nın nükleer endüstriye kalıcı bir darbe daha indirdiği kesin. Ancak bu defa kazanın etkileri nükleer santral siparişlerinin azalmasıyla sınırlı kalmayabilir. Bir enerji devrimi ya da en azından evrimi ve ötesi mümkün.
Japonya'daki Fukuşima kazası sonrası ise Çernobil'in unutulduğunu düşünen ve küresel ısınmayı durdurma konusunda fosil yakıtlar karşısında yakaladığı avantajını kullanmak isteyen nükleer endüstrinin "rönesans" hamlesi yarım kaldı. Fukuşima'nın nükleer endüstriye kalıcı bir darbe daha indirdiği kesin. Ancak bu defa kazanın etkileri nükleer santral siparişlerinin azalmasıyla sınırlı kalmayabilir. Bir enerji devrimi ya da en azından evrimi ve ötesi mümkün.
Almanya ve İsviçre'de nükleer reaktörler kapatılıyor
Fukuşima kazasından bir süre önce Almanya'da bambaşka nükleer şarkılar çalınıyordu. Sosyal Demokratlar ve Yeşiller'in oluşturduğu, "Kızıl-Yeşil" koalisyonunun 2002'de aldığı tüm nükleer santralleri 2022'ye kadar kapatma kararı ötelenmiş, nükleer enerji şirketleri, sağ partilerden oluşan Angela Merkel koalisyonuna çeşitli vergiler ödemeyi taahhüt ederek, 2032 hatta 2037'ye kadar santrallerini çalıştırmayı garanti altına almışlardı.
Bu rüya çok uzun sürmedi. Almanya'da Fukuşima kazasından sonra büyüyen anti-nükleer hareket oylara da yansıyınca Almanya Başbakanı Angela Merkel ve arkadaşlarının fazla seçeneği kalmadı. Kızıl-Yeşil Koalisyonu'nun 2022'ye geri dönüldü.
Hatta daha fazlası yapıldı. Almanya'daki 17 reaktörün en eski yedi tanesi Japonya'daki kazadan sonra üç aylığına zaten kapatılmıştı. Bu santrallerin fişi şimdi tamamen çekildi, bir daha hiç açılmayacaklar. Bu yedi reaktöre 2007 ve 2009'da ciddi kazalarla adını duyuran Krümmel de eklendi. Geriye kaldı dokuz. Onların da 11 yıl süresi var.
Her ülkenin sahip olduğu enerji kaynakları çeşitlilik gösteriyor. Çevre, demokrasi kıstasları farklı. Sanayi ve kalkınma gibi enerji talebini şekillendiren politikaları da değişken olunca bir ülkenin diğerine bakarak benzer kararlar almasını beklemek pek gerçekçi değil. Ancak, söz konusu ülke, elektriğinin 2010 yılında yüzde 28'ini nükleer santrallerden sağlayan dünyanın en büyük dördüncü ekonomisi olunca işler değişiyor.
Kısacası Almanya nükleersiz yaparsa herkes yapabilir demek pek de yanıltıcı olmaz. Nitekim, beş nükleer reaktör işleten ve elektriğinin yüzde 38'ini nükleerden sağlayan İsviçre de aynı yolda ilerliyor. 2034'e kadar ülkedeki beş reaktör kapatılacak. Yapılması planlanan üç reaktörle ilgili planlar da çöpe atıldı. İsviçre, hidroelektrik santrallerden üretip komşu ülkelere sattığı ve 1 milyar doların üzerinde gelir elde ettiği elektrik enerjisini kendisine saklayacak ve yenilenebilir enerjiye yatırım yapacak.
Hatta daha fazlası yapıldı. Almanya'daki 17 reaktörün en eski yedi tanesi Japonya'daki kazadan sonra üç aylığına zaten kapatılmıştı. Bu santrallerin fişi şimdi tamamen çekildi, bir daha hiç açılmayacaklar. Bu yedi reaktöre 2007 ve 2009'da ciddi kazalarla adını duyuran Krümmel de eklendi. Geriye kaldı dokuz. Onların da 11 yıl süresi var.
Her ülkenin sahip olduğu enerji kaynakları çeşitlilik gösteriyor. Çevre, demokrasi kıstasları farklı. Sanayi ve kalkınma gibi enerji talebini şekillendiren politikaları da değişken olunca bir ülkenin diğerine bakarak benzer kararlar almasını beklemek pek gerçekçi değil. Ancak, söz konusu ülke, elektriğinin 2010 yılında yüzde 28'ini nükleer santrallerden sağlayan dünyanın en büyük dördüncü ekonomisi olunca işler değişiyor.
Kısacası Almanya nükleersiz yaparsa herkes yapabilir demek pek de yanıltıcı olmaz. Nitekim, beş nükleer reaktör işleten ve elektriğinin yüzde 38'ini nükleerden sağlayan İsviçre de aynı yolda ilerliyor. 2034'e kadar ülkedeki beş reaktör kapatılacak. Yapılması planlanan üç reaktörle ilgili planlar da çöpe atıldı. İsviçre, hidroelektrik santrallerden üretip komşu ülkelere sattığı ve 1 milyar doların üzerinde gelir elde ettiği elektrik enerjisini kendisine saklayacak ve yenilenebilir enerjiye yatırım yapacak.
İtalya'da referandum
İsviçre'den elektrik satın alan ülkeler arasındaki İtalya da, Çernobil sonrası kapattığı dört reaktörün yerine yenilerini yapmayı planlıyordu. Görünüşe bakılırsa bu da çok kolay olmayacak. Hâlihazırda zor günler yaşayan Berlusconi hükümeti, bu ay yeni nükleer santrallerin kurulup kurulmamasıyla ilgili bir sınav daha verecek. Ülkedeki yüksek mahkeme nükleer santrallerin kurulması konusunda referanduma gidilmesi gerektiğine karar verdi. 12 ve 13 Haziran'da halk kararını sandıkta verecek. 1987'de yapılan halk oylaması ülkedeki dört reaktörün kapatılmasıyla sonuçlanmıştı. Berlusconi, halk oylamasının daha sonra yapılmasını, muhtemelen halkın Fukuşima'yı unutmasını istiyordu ancak bu istediği olmadı. Bir sürpriz olmazsa İtalyanlar bir kez daha nükleere hayır diyecek ve Avrupa'da nükleer enerjiye sırtını çevirmiş ülkelerin arasında yerini alacak.
Avrupa'da nükleer karşıtı ortak bildiri
Avrupa'da yaşanan ilginç bir gelişme de Avusturya, Yunanistan, İrlanda, Letonya, Lihtenştayn, Lüksemburg, Malta ve Portekiz'den gelen resmi delegasyonların açıkladığı nükleer karşıtı ortak bildiriydi. İklim değişikliğinden, sürdürülebilir enerjiye uzanan taleplerin nükleersiz gerçekleşmesini istediklerini belirten bu ülkeler, nükleer endüstrinin yoluna kocaman bir taş daha bıraktılar. Nükleer santralleri kapatma kararları devam eden İspanya ve Belçika'yı, hiç nükleer santrali olmayan Danimarka, Norveç'i de bu resme eklediğinizde Avrupa'da nükleer reaktör satmanın artık ne kadar zor olduğu açıkça görülüyor. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'nın listesinde yapım aşamasında 64 yeni reaktör (Bazılarının inşaatı yıllardır sürüyor, bazılarında ise inşaatın sürdüğü bile şüpheli) olduğu belirtiliyor. Bunların 27 tanesi Çin'de, 11 tanesi Rusya'da, 10 tanesi Güney Kore ve Hindistan'da yer alıyor.
Geriye 16 reaktör kalıyor ve bunların sadece üç tanesi Batı Avrupa ve Kuzey Amerika'da. Fransa ve Finlandiya'daki en son teknoloji reaktör projelerinin zamanında bitirilemeyeceği ve tahmin edilenin çok üstünde rakamlara mal olacağı şimdiden ortaya çıktığı için hiçbir nükleer taraftarı bu projelerden bahsetmek istemiyor.
Amerika Birleşik Devletleri'nde (ABD) yapımı süren reaktör ise inşaatına aslında 1974'te başlanıp, sonra yarım bırakılan Watts Bar-2 reaktörü. O da değil örnek olmak, 40 yıldır bitmeyen inşaatın maliyetini kurtarsa iyi. Kısacası, enerji talebi hızla artan, çevresel kaygıları sınırlı ya da sırlandırılmış, halkın karar mekanizmalarına katılmasıyla ilgili kültürün gelişmediği ülkelerde nükleer enerji daha kolay yol alıyor.
Yenilenebilir enerji ve enerji verimliliğiyle ilgili çalışmaların artması da atom santrallerinin işini daha fazla zorlaştırıyor. Ekonomi penceresinden baktığınızda, yenilenebilir enerji kaynaklarından gün geçtikçe daha ucuza elde edilen enerji ve özellikle istihdam konusu nükleer enerjinin elini kolunu bağlıyor.
Amerika Birleşik Devletleri'nde (ABD) yapımı süren reaktör ise inşaatına aslında 1974'te başlanıp, sonra yarım bırakılan Watts Bar-2 reaktörü. O da değil örnek olmak, 40 yıldır bitmeyen inşaatın maliyetini kurtarsa iyi. Kısacası, enerji talebi hızla artan, çevresel kaygıları sınırlı ya da sırlandırılmış, halkın karar mekanizmalarına katılmasıyla ilgili kültürün gelişmediği ülkelerde nükleer enerji daha kolay yol alıyor.
Yenilenebilir enerji ve enerji verimliliğiyle ilgili çalışmaların artması da atom santrallerinin işini daha fazla zorlaştırıyor. Ekonomi penceresinden baktığınızda, yenilenebilir enerji kaynaklarından gün geçtikçe daha ucuza elde edilen enerji ve özellikle istihdam konusu nükleer enerjinin elini kolunu bağlıyor.
Bugün Almanya'da 370 bin kişi yenilenebilir enerji sektöründe çalışıyor ve nükleer santrallerin daha fazla elektrik üretme vaadi, daha fazla iş yaratmadıkça ekonomik kriz sonucu işini kaybeden insanlar için pek fazla bir şey ifade etmiyor.
Çıldırt bizi Tayyibim
Özgür Gürbüz-BirGün / 29 Mayıs 2011
Beşiktaş'ın ünlü taraftar topluluğu Çarşı, “Çıldırt bizi Kartalım, bu stadı başlarına yıkalım” diye bağırmaya görsün, tarihi İnönü Stadı'nda yer yerinden oynar. Eski kaptan “Deli” lakaplı İbrahim dışında tüm oyuncular ve seyirciler çıldırır, stad yıkılacak gibi sallanır. Beşiktaşlılar iyi bilir.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan birkaç gün önce de Ankara'nın “çılgın projesi”ni açıkladı. Yine inşat, yine hafriyat. Bilgisayar desteğiyle birkaç günde yapıldığı belli olan sinevizyon gösterisinde, bir tünel animasyonu özellikle ilgimi çekti. Bildiğiniz üç şeritli bir tünel işte. Sağa dönüyor, sola dönüyor, 20 yıl öncesinin Atari oyunlarındaki araba yarışlarına benzer bir şey. Başbakan, “Tünel nasıl, tünel” diye soruyor, AKP'liler çıldırıyor. Başbakan biraz daha bastırsa salonu başlarına yıkacaklar. Gerçek hayatta pek olmaz ama animasyondaki yolun şerit çizgileri bile var. Bravo!
Dekolte giyen kadın görünce olmayan aklını yitirenlere, şimdi de tünel görünce “çıldıranlar” eklendi. Parti toplantısı değil taraftar buluşması sanki.
-Bak bu tünel.
-Heyooo!
-Bak bu köprü.
-Yaşa, varol!
Bak bu kanal, su geçiyor içinden.
-Vay beee!
Bu çıldırmış taraftar kitlesine, bu hengame içinde bir şey anlatmak, sesimizi duyurmak mümkün mü? Pek emin değilim ama yine de ezber bozma adına yazmakta fayda var. Tünel, köprü trafik sorununu çözmez. Ne kadar yol, o kadar yeni araç demektir. İstanbul ve Ankara'nın en büyük dertleri büyüklükleri, nüfus artışıdır. Sınırsız ve hedefsiz olmalarıdır. Küçük kentler güzeldir, kolay idare edilir. Yeni yerleşim yerleri açarak bir kentin küçüldüğü, nüfusunun azaldığı nerede görülmüş? Deprem tehditi altındaki yerleşim bölgeleri yeni iki kente taşınacakmış da, falan da filan. Boşaltılan yerler yeşil alan mı olacak? Haşa! Oradaki insanlar yukarıya (kalan son yeşil alanlar) taşınacak, gittikleri yerlerdeki evler ucuza kapatılacak ve yerine yeni konutlar yapılacak. Kanalından, yeni yol ve kentlerine, tüm bu inşaat işleri için İstanbul ve Ankara'ya gelenler de bu kentlerin yeni yerlisi olacak. Nüfus daha da artacak. Su sorunu, trafik sorunu ve beraberinde gelen çeşitli sosyal sorunlar da çığ gibi büyüyecek. İstanbul gibi tarihi bir kentin merkezini değiştirebilir misiniz? Bahçeşir, Esenler gibi yerlere kurulan yeni ve modern(!) kentlerle bu denenmedi mi? Denendi. Sonuç ise hüsran. Aksaray yine Aksaray, Taksim yine Taksim. Tıklım tıklım.
Yapılması gereken kentin doğal sınırlarını belirlemek ve bunun ötesinde yeni yapılaşmaya izin vermemek. Ancak bu takdirde imara yeni açılan alanlarda bina yapılmasını önler, konut yapımı için ayrılmış mevcut sermayeyi de deprem tehlikesi altındaki eski binalara aktarırsınız. Bunu yaparken de sosyal devleti ortaya çıkarır, orada yaşayanlara, doğup büyüdükleri semtte yaşama hakkını verirsiniz (parayla satarsınız demiyorum). Toki, moki dediğiniz kurumlar bu sosyal dayanışma için var, yoksa memlekette müteahhit mi yok?
Bu çılgınlıkla ilgili çok şey yazılabilir ama gözden kaçan başka bir noktaya da değinmek lazım. Başbakan Ankara'da yaptığı konuşmada, “Ankara'nın nüfusunun çok hızlı artarken şehrin buna hazırlıklı planlanmadığını” söyledi. Kızılay'da yenileme çalışması yaplacak, Ankara'ya lunapark kurulacak gibi daha bir çok şey vaadetti. Kim? Başbakan. İnsan, “Ankara'nın belediye başkanı Melih Gökçek'in eli armut mu topluyor diye” sormadan edemiyor. İstanbul'da da aynı manzara söz konusuydu. Başbakan aynı zamanda 81 ilin belediye başkanı oldu da bizim mi haberimiz yok? Kızılay'da meydan düzenlenmesinden Başbakan'a ne? İstanbul'a Ankara'ya lunapark kurma projelerinin genel seçimle ne ilgisi var? Kürt sorunu hakkında konuşan yok, işsizlik hakkında konuşan yok. Enerji politikalarında nükleerden, HES'lere, dağıtımdan enerji güvenliğine bin tane sorun var; konuşan yok.
-Ankara'ya lunapark geliyor.
-Heyooo, çıldırt bizi başbakanım!
-Köşeye de simit sarayı koyacağız, bakın animasyonda var, gevrek simit şeklinde...
-Helal olsun, çıldırt bizi Tayyip başkan.
“Her bir şeyin başkanı” diye bir mevki var mı demokrasilerde acep? Başkanlık sisteminin de ötesinde bir şey Erdoğan'ın istediği ama elim varmıyor yazmaya. Sibel Üresin'i bilmem ama Sayın Emine Erdoğan'ın “harem” meselesi nedeniyle itiraz edeceğini düşünüyorum; o iş zor biraz. Bu seçimlerde ülkenin “çılgınlığa” değil “normalleşmeye” ihtiyacı olduğunu başta AKP seçmeni olmak üzere herkesin Başbakan'a anlatması gerek. Birilerinin çıkıp, “bak, bu ağaç”, “kanal yapacağın yer orman, su havzası” demesi gerekiyor. Yoksa Tayyip bizi çıldırtacak, bu ülkeyi de hepimizin başına yıkacak. 75 milyon hafriyat altında kalmak üzere.
Beşiktaş'ın ünlü taraftar topluluğu Çarşı, “Çıldırt bizi Kartalım, bu stadı başlarına yıkalım” diye bağırmaya görsün, tarihi İnönü Stadı'nda yer yerinden oynar. Eski kaptan “Deli” lakaplı İbrahim dışında tüm oyuncular ve seyirciler çıldırır, stad yıkılacak gibi sallanır. Beşiktaşlılar iyi bilir.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan birkaç gün önce de Ankara'nın “çılgın projesi”ni açıkladı. Yine inşat, yine hafriyat. Bilgisayar desteğiyle birkaç günde yapıldığı belli olan sinevizyon gösterisinde, bir tünel animasyonu özellikle ilgimi çekti. Bildiğiniz üç şeritli bir tünel işte. Sağa dönüyor, sola dönüyor, 20 yıl öncesinin Atari oyunlarındaki araba yarışlarına benzer bir şey. Başbakan, “Tünel nasıl, tünel” diye soruyor, AKP'liler çıldırıyor. Başbakan biraz daha bastırsa salonu başlarına yıkacaklar. Gerçek hayatta pek olmaz ama animasyondaki yolun şerit çizgileri bile var. Bravo!
Dekolte giyen kadın görünce olmayan aklını yitirenlere, şimdi de tünel görünce “çıldıranlar” eklendi. Parti toplantısı değil taraftar buluşması sanki.
-Bak bu tünel.
-Heyooo!
-Bak bu köprü.
-Yaşa, varol!
Bak bu kanal, su geçiyor içinden.
-Vay beee!
Bu çıldırmış taraftar kitlesine, bu hengame içinde bir şey anlatmak, sesimizi duyurmak mümkün mü? Pek emin değilim ama yine de ezber bozma adına yazmakta fayda var. Tünel, köprü trafik sorununu çözmez. Ne kadar yol, o kadar yeni araç demektir. İstanbul ve Ankara'nın en büyük dertleri büyüklükleri, nüfus artışıdır. Sınırsız ve hedefsiz olmalarıdır. Küçük kentler güzeldir, kolay idare edilir. Yeni yerleşim yerleri açarak bir kentin küçüldüğü, nüfusunun azaldığı nerede görülmüş? Deprem tehditi altındaki yerleşim bölgeleri yeni iki kente taşınacakmış da, falan da filan. Boşaltılan yerler yeşil alan mı olacak? Haşa! Oradaki insanlar yukarıya (kalan son yeşil alanlar) taşınacak, gittikleri yerlerdeki evler ucuza kapatılacak ve yerine yeni konutlar yapılacak. Kanalından, yeni yol ve kentlerine, tüm bu inşaat işleri için İstanbul ve Ankara'ya gelenler de bu kentlerin yeni yerlisi olacak. Nüfus daha da artacak. Su sorunu, trafik sorunu ve beraberinde gelen çeşitli sosyal sorunlar da çığ gibi büyüyecek. İstanbul gibi tarihi bir kentin merkezini değiştirebilir misiniz? Bahçeşir, Esenler gibi yerlere kurulan yeni ve modern(!) kentlerle bu denenmedi mi? Denendi. Sonuç ise hüsran. Aksaray yine Aksaray, Taksim yine Taksim. Tıklım tıklım.
Yapılması gereken kentin doğal sınırlarını belirlemek ve bunun ötesinde yeni yapılaşmaya izin vermemek. Ancak bu takdirde imara yeni açılan alanlarda bina yapılmasını önler, konut yapımı için ayrılmış mevcut sermayeyi de deprem tehlikesi altındaki eski binalara aktarırsınız. Bunu yaparken de sosyal devleti ortaya çıkarır, orada yaşayanlara, doğup büyüdükleri semtte yaşama hakkını verirsiniz (parayla satarsınız demiyorum). Toki, moki dediğiniz kurumlar bu sosyal dayanışma için var, yoksa memlekette müteahhit mi yok?
Bu çılgınlıkla ilgili çok şey yazılabilir ama gözden kaçan başka bir noktaya da değinmek lazım. Başbakan Ankara'da yaptığı konuşmada, “Ankara'nın nüfusunun çok hızlı artarken şehrin buna hazırlıklı planlanmadığını” söyledi. Kızılay'da yenileme çalışması yaplacak, Ankara'ya lunapark kurulacak gibi daha bir çok şey vaadetti. Kim? Başbakan. İnsan, “Ankara'nın belediye başkanı Melih Gökçek'in eli armut mu topluyor diye” sormadan edemiyor. İstanbul'da da aynı manzara söz konusuydu. Başbakan aynı zamanda 81 ilin belediye başkanı oldu da bizim mi haberimiz yok? Kızılay'da meydan düzenlenmesinden Başbakan'a ne? İstanbul'a Ankara'ya lunapark kurma projelerinin genel seçimle ne ilgisi var? Kürt sorunu hakkında konuşan yok, işsizlik hakkında konuşan yok. Enerji politikalarında nükleerden, HES'lere, dağıtımdan enerji güvenliğine bin tane sorun var; konuşan yok.
-Ankara'ya lunapark geliyor.
-Heyooo, çıldırt bizi başbakanım!
-Köşeye de simit sarayı koyacağız, bakın animasyonda var, gevrek simit şeklinde...
-Helal olsun, çıldırt bizi Tayyip başkan.
“Her bir şeyin başkanı” diye bir mevki var mı demokrasilerde acep? Başkanlık sisteminin de ötesinde bir şey Erdoğan'ın istediği ama elim varmıyor yazmaya. Sibel Üresin'i bilmem ama Sayın Emine Erdoğan'ın “harem” meselesi nedeniyle itiraz edeceğini düşünüyorum; o iş zor biraz. Bu seçimlerde ülkenin “çılgınlığa” değil “normalleşmeye” ihtiyacı olduğunu başta AKP seçmeni olmak üzere herkesin Başbakan'a anlatması gerek. Birilerinin çıkıp, “bak, bu ağaç”, “kanal yapacağın yer orman, su havzası” demesi gerekiyor. Yoksa Tayyip bizi çıldırtacak, bu ülkeyi de hepimizin başına yıkacak. 75 milyon hafriyat altında kalmak üzere.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)