Arap Zirvesi'nin bu yıl kaçıncısı yapıldı?

Özgür Gürbüz / 29 Mart 2010

Sizlere 10 puanlık uzman sorusu sorduğumun farkındayım. Libya'da gerçekleştirilen Arap Zirvesi'nin, bu yıl 32. toplantısını yaptığını düşünüyorsanız siz de yanılıyorsunuz. Gazetelerde "32" rakamını okuduğunuza hiç şüphem yok. Zaten, hatanız sizin hala o gazeteleri okuyor olmanızda ya, neyse... Görebildiğim kadarıyla İHA, TRT, Mynet gibi birçok kanal okuyucularına yanlış bilgi vermiş. Kontrol etmek isterseniz, bağlantılar aşağıda.

http://haber.mynet.com/detay/dunya/32-arap-ligi-zirvesi-basliyor/502586

http://www.haberfx.net/32-arap-ligi-zirvesi-libyanin-sirte-sehrinde-basliyor-haberi-173406/

http://www.trt.net.tr/haber/HaberDetay.aspx?HaberKodu=32ae91f3-19f4-45fd-aede-9a8cb6e5e3e6

Uzman sorumuzun doğru yanıtı ise "22". Haberlerin birçoğunun mahreçinin Libya olması ise bir başka soruna işaret ediyor. Toplantıyı yerinde izleyen gazeteciler yazıyor bu haberleri, dünyadan bir haber İstanbul ve Ankara'daki editörler kontrol ediyor ve onların işlerinden sorumlu yayın yönetmenleri de onay veriyor. Bu sadece medyamızın içinde bulunduğu durumu göstermek için basit bir örnek. Haberlerin dilinden, yapısına kadar onlarca sorun daha var. Ne yazmış diye değil de, nasıl yazmış diye okursanız, eminim siz de fark edeceksiniz.

Nükleer saldırı

Özgür Gürbüz / 12 Mart 2010

Türkiye'ye yönelik nükleer saldırı planı ortaya çıktı. Güneyden Ruslar, kuzeyden Koreliler taarruza geçtiler. Arkalarında destek aldıkları, çok bilinmeyenli nükleer anlaşmalarla geliyorlar. Memleket, 1986 yılında meydana gelen tarihin en büyük endüstriyel kazası Çernobil'den sonra bir kez daha radyasyon kuşatması altında.

Nükleer kuşatmayla beraber başlatılan, nükleer santrallere karşı duranlara yönelik karalama kampanyaları da, AKP hükümetinin artık klasikleşmiş "cadı avı" manevralarından bir olarak karşımıza çıktı. İç politikada işlerin iyi gitmediği şu günlerde, nükleer kozunu oynayarak oy toplamak isteyen hükümet, olayın iç yüzünü pek anlamayan halkın popülaritesini kazanmak ve yeni ticari rantlar peşinde koşuyor. Yandaş medya, bir yerden işaret almış gibi, başta Greenpeace (Yeşilbarış) olmak üzere nükleer karşıtlarına yönelik iftira kampanyaları düzenliyor. Yandaş medya dışında kalan basın-yayım organları da sindirilmiş durumda. Medyanın büyük bir bölümü, nükleer enerjinin ne gerçek maliyetini yansıtan rakamlara, ne de sık sık rastlanan kaza ve sızıntılara yıllardır yer vermiyor. Geçen Şubat ayında Kanada Nükleer Güvenlik Dairesi (CNSC) tarafından açıklanan, 217 nükleer santral çalışanının nükleer radyasyona maruz kaldığı haberinii kaçımız duydu acaba? Kasım 2009 ayında, Bruce Nükleer Santrali'nin yenileme çalışmaları sırasında 217 işçinin alfa ışınlarına maruz kaldığını Şubat 2010'da açıklayan CNCS, olayla ilgili inceleme başlatırken, nükleer santrali işleten firma ise klasik bir açklama yaparak radyasyona maruz kalan işçilerin sınır değerlerin üzerinde doz almadıklarını söylemekle yetindi. CNCS Kanada'nın tarihindeki en büyük kitlesel radyasyona maruz kalma olayını araştırmaya devam ediyor. Ne kadarı örtbas edilecek göreceğiz. Tek bir gerçek var, o da santrallerin hala kaza ve sızıntı riski taşıdığı ve bu her ay birer ikişer ortaya çıkan kaza haberlerinin öncü depremler gibi büyük bir felakete işaret ettiği.

Turizm nükleer tehdit altında
Kanada'da olan biteni, Türkiye'de yaşayan bizlerin dünyadaki nükleer gelişmelerden nasıl habersiz bırakıldığını anlatmak için yazmadık. İşin başka bir boyutu daha var. Bugün Akkuyu ve Sinop'ta yapılması planlanan nükleer reaktörler hakkında yazılıp çizilenlere bir bakın. Kimse, güvenlik tedbirlerinden, denetlemenin hangi "bağımsız" kuruluş tarafından yapılacağından, atıkların ne olacağından, fay hattındaki Türkiye'de kurulacak reaktörlerin olası bir depremde, nasıl yönetileceğinden, terör tehlikesine karşı nasıl korunacağından, Akdeniz ve Karadeniz'de turizmin ne kadar zarar göreceğinden bahsetmiyor.

Bilgilendirme adeta tek parti dönemi gibi, bakanlığın verdiği mesjlardan ibaret. Enerji Bakanı Taner Yıldız'ın yaptığı açıklamalar, reaktörler şu kadar güçte olacak, şu kadar elektrik üretecekle ve bununla birlikte teknik değeri sıfır olan onlarca yanlış ve yanıltıcı bilgilerle dolu. Taner Yıldız, nükleer reaktörler kurulunca doğalgaza bağımlılığın azalacağını söylüyor. Eğer Sayın Bakan, kurulan reaktörlerden üretilen elektrikle evlerin ısıtılmasını planlıyorsa vay halimize! Isı enerjisinden elektrik üretip onu yeniden ısı enerjisine çevirmenin ne kadar verimsiz olduğunu, 58 nükleer reaktörü olan ve nükleer endüstriye her yıl milyarlarca dolarlık destek veren Fransızlar bile biliyor. 2007-2008 yıları arasında Fransa'da harcanan doğalgaz miktarı 45 milyar metreküp, Türkiye'de ise 35.ii Üstelik Fransa doğalgazın neredeyse yarısını ticarethane ve konutlarda yani ısınma amaçlı kullanıyor. Bizde bu oran yüzde 22 civarında.iii Bu açıklama, 2010 yılına gelmemize rağmen enerji verimliliğinden hiçbir şey anlamadığımızın bir göstergesi olarak da kabul edilebilir. Eğer Yıldız, nükleer reaktörler kurulduğunda mevcut elektrik talebimizin yarısına yakınını karşılayan doğalgaz santrallerini kapatmayı planlıyorsa, ki birçoğunun al ya da öde anlaşması var, kendisinden kapatılacak santrallerin adlarını ve hangi yıllarda bunu gerçekleştireceğini tek tek açıklamasını rica ediyorum. Hem özel sektör başına gelecekleri bilsin hem de bizler doğalgazdan kurtulma planının laftan ibaret olmadığını görelim. Uzun dönemli gaz alım anlaşmalarına imza atan BOTAŞ da, Nabuko'dan ülkeye gaz sağlamaya uğraşanlar da rahat bir nefes alır. Kaldı ki, tüm nükleer rönesans masallarına rağmen, Batı'da nükleer rekatörlerinin hala kömür, rüzgar ve doğalgaza yenik düşmesinin ardında " yüksek maliyet" diye adlandırılan bir gerçek var. Bu durumda hükümetinin çaktırmadan, "Size nükleer santral kuruyorum ama elektriğe de ciddi bir zam yapıyorum" dediğini alamamız mı lazım? Çünkü nükleer serbest piyasa koşullarında hala doğalgaz ve kömürden çok daha pahalıya elektrik enerjisi üreten bir kaynak. Bunu ben söylemiyorum, Citi Grup söylüyor.

Citi Bank da nükleer ekonomik değil diyor
"Yeni Nükleer – Ekonomi Hayır Diyor" başlıklı ve 9 Kasım 2009 tarihli araştırmalarında Citi Grup uzmanları, İngiltere'nin uzun yıllar sonra yeni santraller kurulmasına ilişkin aldığı kararın önündeki 5 ana risk alanına dikkat çekiyor. Planlama, inşaat, elektrik satış fiyatı, santralin işletimi ve nükleer atık sorunuyla miyadı dolan santralin söküm işlemleri, yatırımcının çözmesi gereken beş riskli nokta. Türiye'de bizzat Enerji Bakanı tarafından yapılan açıklamalarda veya sözkonusu yatırım için Kore ve Rusya ile işbirliği içerisindeki yerli şirketlerin demeçlerinde, bu sorunları nasıl çözeceklerine dair en ufak bir ipucu yok. Citi raporuna göre, nükleer reaktörün yapım maliyeti kurulu kilovat güç başına 2500 ile 3500 avro arasında değişiyor. Bu durumda, Sinop'a kurulması düşünülen 5600 MW'lık santralin bedeli ortalama 17 milyar avro oluyor. Raporda, bir nükleer reaktörün zarar etmemesi için üretilen elektriğin kilovatsaatinin piyasada en az 6,5 avro sentten satılması gerektiğine vurgu yapılmış. Türkiye'de bu rakama ve altnda üretim yapabilecek onlarca rüzgar ve jeotermal santrali kurulabilirken nükleerde ısrar neden? Yakıt teknolojisini elinde tutan 5 ülkeye bağımlı olmak için mi?

Finlandiya'da olduğu gibi, santralin inşasında olası bir gecikme bu fiyatı daha yukarılara çıkarabilir. 1600 MW'lık son teknoloji Olkiluoto reaktörü, dünyanın nükleer enerji konusunda bir numarası kabul edilen Fransız Areva tarafından 3 milyar avroya yapılacak ve 2009'un Mayıs ayında elektrik üretmeye başlayacaktı. 2004'te inşasına başlanan reaktör hala bitirlemedi. Şu anda reaktörün tahmin edilen maliyeti 5,6 milyar avro. Yapılan denetimler, inşa sırasında onlarca hata buldu ve bu hataların firma tarafından düzeltilmesi istendi. Yaklaşık 3 milyar avroyu bulan maliyeti üstlenmeyecek olan Finlandiyalı firma TVO ile AREVA tahkimlik oldular. Bütün Avrupa'nın konuştuğu bu olaylar yine Türkiye'de gazete sayfalarına ve televizyon haberlerine yansımadı. Citi'nin raporunda olası gecikmelerde maliyetin kim tarafından yüklenileceği soruluyor. Biz de soralım, inşaatı kim deneteyecek, olası maliyet artışları elektrik zamlarıyla bizim cebimizden mi yoksa firmadan mı çıkacak? Denetimi, Çernobil faciasında çayları gömerek ve yakarak önlem aldığını düşünen, ülkeye giriş ve çıkışı sorumluluğu altında olan radyoaktif izotopları İkitelli'deki hurdalıklardan toplayan TAEK mi yapacak? Hayatlarında batı standartlarında denetim görmemiş, ülkelerinde inşa ettikleri reaktörleri yine devlet kuruluşlarınca denetlenmiş(!) Kore ve Rus firmalarının, işi doğru yapıp yapmadığını santralde sızıntı olunca mı öğreneceğiz? Başından beri Korelilerin nükleer işi almalarını isteyen ve bu konuda birçok gezi ve toplantı düzenleyen TASAM adlı kuruluşun, "Güney Kore Nükleer Teknoloji İnceleme Gezisi" adlı yayınından bir alıntı yapalım. Kore'nin nükleer teknolojisini incelemek için düzenlediği teknik bir geziye katılan iki uzman arasındaki konuşmayı yorum yapmadan aktarıyorum:

"...Önder Bey uzun yıllar Uluslararası Atom Enerjisi Kuruluşu, IAEA'de çalışmıştı. Dünya'nın çeşitli yerlerinde güvenlik denetimlerine gitmiş. Hazır aklıma gelmişken sorayım dedim: 'Ya, Önder Bey; bu Koreliler reaktörlerini artık A'dan Z'ye kendileri yapıyor, %100'e varan verimle işletiyorlar. Güç arttırımlarına, ömür uzatmalarına filan gidilmiş. Koreliler sanki bu işi Japonya'dan bile daha iyi götürüyorlar. Çünkü orada ikide birde kazalar, sızıntılar filan oluyor. Hatta ölümler de oldu: Bu nasıl iş?”iv

Bir an durup düşündükten sonra, "Japonlar daha açık bir toplum" dedi. "Bu konuda daha hassaslar, Hiroşima ve Nagazaki nedeniyle. Koreliler bazı şeyleri daha iyi gizliyor..." Hmmm, vay canına. Öyle ya; kadının ayağına basıp da kaçtıktan sonra, gittiği yerde hatasını anlatacak değildi tabi.

Hükümet,bazı bilim insanları tarafından verilen, "1-2 cente elektrik üretiriz" beyanlarına kanıp girdiği bu yolda, "ucuz nükleer" diye bir şey olmadığını görünce başka çözüm yolları aramaya başladı. En sonunda kendini soru şaretleriyle dolu Rus ve Kore teknolojisinin kucağına attı. Sadece çevresel ve ekonomik riskler tehdit altında değil. Kapalı kapılar ardında yapılan anlaşmalar, Türkiye'de oluşturulmaya çalışılan elektrik sektöründeki serbest piyasayı da derinden sarsıyor. Bir taraftan lisans başvurusunu iki yıl önce yapmış, teminat yatırmış rüzgarcıları bekleteceksin, güneş enerjisi yatırımcılarını bir köşeye iteceksin. Öte yandan, nükleer yatırımcılara 250 bin yıl radyoaktif kalacak atığı nereye koyacaksın diye sormayacak, araziyi bedava verecek, söküm işleri için sadece cüzi bir miktar almakla yetineceksin. Bakanlık, serbest piyasada nükleerin rakipleri karşısında çaresiz kalacağını bildiği için, santral yatırımında devletçi politika izliyor. Öte yandan termik santrallerin özeliştirmesine hazırlanıyor. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu? AKP hükümeti, girdiği bu çıkmazdan, temiz enerjilerin önünü açacak yeni bir enerji plitikasıyla çıkarsa kimse hükümeti eleştirmez, tersine oy bile kazanabilir. Bu yolda gitmeye devam ederse, ekonomik ya da ekolojik bir kaza kaçınılmaz görünüyor. Aynı otobüsün yolcusu olmasak hiç umrumda olmazdı ama biz de bu otobüste yolcuyuz.

i The Glob and Mail, http://www.theglobeandmail.com/news/national/nuclear-incident-exposes-217-workers-at-bruce-power/article1469970/, 12 Mart 2010.

ii Eurogas, Natural Gas Consumption report, 12 Mart 2009.

iii Eurogas, Statsitical data of 2008.

iv Vural Altın, "Stratejik Rapor No:18", Güney Kore Nükleer Teknoloji İnceleme Gezisi, İstanbul, TASAM, 2007, s. 25.

Haberturk'ten Çin'e doğru

Sevgili Dostlar,

Uzun bir izin döneminden sonra tekrar merhaba. Haberturk Gazetesi'nde bir yıldır suren gazetecilik macerama bundan boyle Çin Uluslararası Radyosu'nda devam edeceğim. 8 Şubat itibariyle Pekin'in havasını soluyup, başta enerji ve çevre konuları olmak üzere, bu yeni dünyadaki izlenimleri sizlerle paylaşmayı deneyeceğim. 

Bu vesileyle, bugüne kadar bu bağımsız iletişim kanalına verdiğiniz destek için teşekkür etmeyi bir borç bilirim.

Saygı ve sevgilerimle,

Özgür Gürbüz

Su boşa akmaz!

Geçtiğimiz hafta sonu kurulan "Türkiye Su Meclisi"nin açıklamasını ilginize sunuyorum.

Türkiye’de uygulanan su politikalarının mağdur ettiği insanlar 16-17 Ocak 2010’da Rize İkizdere’de düzenledikleri ilk genel kurul toplantısında Türkiye Su Meclisi’ni kurdu. Türkiye’nin 81 ilinden gelen katılımcılarla gerçekleştirilen Türkiye Su Meclisi’nin Genel Kurulu’nda Yürütme Kurulu Üyeliği’ne Artvin’den Bedrettin Kalın, Muğla’dan Berna Babaoğlu Ulutaş, Çanakkale’den Güneşin Oya Aydemir, İstanbul’dan Güven Eken, Antalya’dan Hediye Gündüz, Rize’den Kadem Ekşi, İstanbul’dan Ümit Gürses, Konya’dan Pervin Çoban ve Zonguldak’tan Yakup Okumuşoğlu seçildi.

Suyla ilgili yanlış uygulamaları engelleyerek suyun akılcı kullanımını sağlamak amacı ile çalışacak Türkiye Su Meclisi, bilimsellik ve gerçeklikten uzak “su boşa akar” düşüncesine karşın doğada tek damla suyun bir boşa akmadığı gerçeğinin savunucusu olacak.

Türkiye’nin dört bir yanında yürütülen mücadeleleri ulusal ve uluslar arası ölçeğe taşıyacak olan Türkiye Su Meclisi, yeni bir su çerçeve yasasının hazırlanması, Elektrik Piyasası Kanunu’nda tadilat yapılması, DSİ Teşkilat ve Vazifeleri Kanunu’nun değiştirilmesi ve suyun ekolojik etki ve katkısını esas alan entegre havza planlaması yapılmadan uygulamaya sokulmuş tüm projelerin durdurulması için çalışacak.

Türkiye Su Meclisi Yürütme Kurulu adına açıklama yapan Güven Eken, “Şu anda şirketler yaşamın kaynağı, can damarı olan dere ve nehirlerimize hiçbir planlama yapmadan ve kural tanımadan dilediği gibi inşaat yapıyor. Bunun adı kelimenin tam anlamıyla dere soykırımdır. Türkiye Su Meclisi bu soykırımın ve suyun doğadaki döngüsünü parçalayan her türlü müdahalenin önüne geçmek için kuruldu” dedi.

Genel Kurul sonucunda bir manifesto açıklayan Türkiye Su Meclisi’nin manifestosunda şu görüşlere yer verildi:
  • Doğa kendi başına vardır ve insan doğanın sadece bir parçasıdır.
  • Doğa bir nesne değildir. Kendi kadim kuralları doğrultusunda, değerli bir işleyişe sahiptir.
  • Doğa ticari bir mal haline getirilemez.
  • Su yalnızca doğaya aittir ve onun ayrılmaz bir parçasıdır.
  • Su bulunduğu havzaya aittir. Doğal bir varlıktır, kaynak değildir.
  • Su kendini ancak akarak var edebilir ve doğada tek bir damla su bile boşa akmaz. -Suyun özelleştirilmesi ve suya efendi atanması kabul edilemez.
  • Sürdürülebilir kalkınma, koruma, kullanma dengesi gibi ilkeler doğanın sömürülmesi için gerekçe gösterilemez.
  • Yaşamın yegane kaynağı olan doğanın “Çevre” diye tanımlanarak hayatın dışına çıkarılması kabul edilemez.
SU BOŞA AKMAZ!