Özgür Gürbüz - Çevre ve Mühendis / 12 Mart 2008 Uluslararası Enerji Ajansı’nın, “Dünya Enerjisinin Geleceği 2007” raporuna göre; elektrik enerjisi üretiminde nükleerin yüzde 15 olan bugünkü payı 2030’da yüzde 9’a gerileyecek. Hidroelektrik hariç tutulmasına rağmen yenilenebilir enerjinin bugün yüzde 2 olan payının, yüzde 6’ya çıkması bekleniyor. Aslan payı da, yüzde 1’den yüzde 4’e çıkması beklenen rüzgâr enerjisinde. Artan küresel enerji talebine rağmen nükleer enerji pazar payının azalması garip değil mi? Hâlbuki, Türkiye'de başta AKP iktidarı ve onlardan hız alan özel sektör, nükleer enerjiye övgüler yağdırmaya devam ediyor. Bazı “uzmanlar” nükleer rönesans masalları anlatıyor. Dolayısıyla bir kısım medya da... Reklam gelirleri nereden geliyorsa, patron ne diyorsa o oluyor büyük çoğunlukla.
Medyadaki derinliği olmayan ve tek taraflı haberlerin arkasında, 40 yıldır bu memleketteki temiz toprakların peşini bırakmayan nükleer lobinin olduğunu tahmin etmek zor değil. Nükleer lobi, küresel ısınma ve enerji güvenliği sorunlarını fırsat bilerek nükleer enerjinin kaybettiği pazar payını, hatta daha gerçekçi olmak gerekirse, bugünkü konumunu korumak için kuvvetli bir pazarlama faaliyetine başlamış durumda. İran, doğalgaz akışını kestiğinde sahnedeler, iklim değişikliği tartışmaları ortaya çıktığında yine sahnedeler. Tüm bunlara rağmen neden nükleer santrallardan üretilen elektriğin payı artmıyor da bizim memlekette pek bir itibar görmeyen yenilenebilir enerji kaynakları katlanarak büyüyor? Yoksa nükleer rönesans denen şey bir aldatmaca mı?
Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) rakamlarına göre dünyada şu anda 439 reaktör (santral değil) var. Bunların toplam kurulu gücü 371 GW ve 34 yeni reaktör de yapım aşamasında.
Bu 34 reaktörün 7’si Rusya, 6’sı Hindistan, 5’i Çin, 3’ü Kore, 2’si Ukrayna ve Bulgaristan, 1’er adet de Arjantin, Fransa, İran, Japonya, Pakistan, Finlandiya ve ABD’de inşa ediliyor. Nükleer lobi bu rakamlardan bahsetmekten çok hoşlansa da, onlara yakından bakmamızdan da bir o kadar rahatsız oluyor. Bize nükleer reaktör satmak için kapalı kapılar ardında en çok zaman harcayan ülke ABD olduğuna göre işe oradan başlamakta fayda var.
Bitmeyen santrallar
ABD’de inşa edilen tek reaktör Watts Bar 2’nin yapımına aslında 1972 yılında başlandı. 1988 yılında enerji talebinde beklenen artışın gerçekleşmemesi sonucu inşaat durduruldu ve 2007 yılında tekrar başlatıldı. Aslında bu reaktör bile, Türkiye’deki abartılı talep tahminlerinin nelere yol açacağı hakkında özel sektöre başlı başına bir yanıt niteliğinde. İlk yatırım maliyeti yüksek olduğu için inşaatın durduğu her gün şirketlere binlerce dolara mal oluyor. Öncesinde onlarca reaktör yapmış olmasına rağmen, 1165 MW gücündeki Watts Bar 2’yi 16 yılda bitiremeyen, daha sonra da inşaatı enerji talebi yok diye durduran ABD, yüzde 60’ından fazlasının tamamlandığı söylenen bu reaktöre yaklaşık 2,5 milyar dolar daha harcamayı planlıyor. İşin garibi, Watts Bar 1’de (1121 MW) tam 23 yılda bitirilmiş ve 7 milyar dolara mal olmuştu. Kimse bunun ABD’nin deneyimsiz zamanına geldiğini de iddia edemez. Watts Bar 1, 1996 yılında devreye alınan ABD’nin şu ana kadar yapılmış en son santralı. Bush yönetiminin nükleere yeşil ışık yaktığını söylememek doğru olmaz ama özel sektörün bu konuda hala ciddi çekinceleri var. Watts Bar 2’nin tekrar inşaatına başlanmasının tek nedeni de önceden alınmış inşa lisansının hala geçerli olması. ABD’de, iktidarın istekli olması, nükleer santral inşasına başlamak için gereken izinlerin alınmasını ya da güvenlik standartlarının düşürülmesini kolaylaştırmıyor. Bizde ise, olmadık teşviklerle yüksek maliyet halkın cebinden karşılanarak özel sektöre tatlı bir “yatırım ortamı” hazırlanmaya çalışılıyor. Türkiye’de yaşayanlar tedirgin olmakta yerden göğe kadar haklı.
Nükleer lobi o kadar kendine güveniyor ki, tüm dünya nükleer yapıyor masalına anlatırken Arjantin’den bile bahsetmekten kaçınmıyor. UAEA’nın listesinde yer alan ve hatta listeden hiç çıkamayan Attucha 2’nin inşaatına 1981 yılında başlandı. Arjantin’deki bu santralın adı yıllardır Atom Ajansı’nın listesinde, inşası sürenler arasında yer alıyor. Aynı listede, Pakistan’ın sözü geçen geçen 300 MW gücündeki (Yatağan Termik Santralı’nın yarısı kadar) reaktörü de var. Bu reaktörün ve Hindistan’da yapılan, ülkenin elektrik ihtiyacı göz önüne alındığında, popüler bir tanımlamayla “ultra mini” olarak adlandırılabilecek reaktörlerin de ne amaçla yapıldığı tartışılır. Listede 6 reaktörle yer alan Hindistan’ın inşa halindeki reaktörlerinin toplam kurulu gücü (2910 MW) çok şey anlatıyor. Örnekleri çoğaltabiliriz. Rusya’da inşa edilen 7 reaktör’den 2’si deniz üstünde kurulması düşünülen 30’ar MW’lık “mini” reaktörler. Güvenlik ve demokrasi standartları Batı’ya göre çok düşük olan Rusya’da, nükleer enerji yetkililerin bir tercihi ama bu tercihi halkın ne kadar paylaştığı tartışılır. Dünyanın enerjiye en çok ihtiyaç duyan Çin’de sadece 5 reaktör inşa ediliyor olması da garip değil mi sizce? Çin’de nükleer enerjinin elektrik üretimindeki payı sadece yüzde 1,9. Hâlbuki bu ülkede haftada 1 tane kömür santralı kuruluyor. Dünyanın enerjiyi en kötü kullanan, enerji yoğunluğu en yüksek olan ülkeler arasında başı Çeken Bulgaristan ve Ukrayna’yı bir kenara koyalım. Nükleer reaktör satarak girdikleri bataktan kurtulmaya çalışan, bu nedenle de kendi sektörlerini ayakta tutmak için durmadan yeni reaktör inşa etmek zorunda kalan Kore ve Fransa’yı da bir diğer kenara koyunca geriye nükleer rönesanstan pek de bir şey kalmıyor. Uzun lafın kısası, yaklaşık son 5 yıldır nükleer rönesans geliyor diye bağırıp çağıranların, bahsettiği rönesans buysa, yenilenebilir enerji kaynaklarında bir devrim yaşanıyor demektir.
Finlandiya’da neler oluyor?
Atomspor kızacak ama biz nükleer enerjiye yakından bakmaya devam edelim. AB-15 olarak adlandırılan, Avrupa’nın ekonomik olarak gelişmiş bölümünde şu anda sadece 2 reaktör yapılıyor. Finlandiya’da yapılan reaktörün yapımına 2005 yılında başlandı. Yapımı, hisselerinin yüzde 90’ı Fransız devletine ait Areva ile Alman Siemens tarafından yürütülüyor. Bittiğinde Avrupa’nın ilk üçüncü kuşak (jenerasyon) nükleer santralı olacak; tabi biterse. İnşaatın başladığı 2005 yılında elektrik üretimine 2009 ortasında geçeceği söyleniyordu. İşler yine nükleer firmaların söylediği gibi olmadı. İnşaatın sürdüğü iki yıl içerisinde ortaya çıkan hatalar ve güvenlik konusundaki eksiklikler inşaatı şimdiden iki yıl geciktirdi. 2007 baharından bu yana inşaatta çalışan insan sayısını iki katına çıkarmalarına rağmen (2 bin 600 civarı) Areva ve Siemens’in en iyi tahmini elektrik üretimine 2011 yazında geçilebileceği yönünde. Gecikmeleri değerlendiren Areva Nükleer Güç şirketinin (Areva NP) İcra Kurulu Başkanı Luc Oursel, “Bir serinin ilk örneğini inşa ettiğinizde kaçınılmaz olarak yeni maliyetler keşfediyorsunuz, çalışanlar yerinde durdukları için de maliyetler artıyor” diyor. Oursel, birkaç kuruştan bahsediyor sanabilirsiniz ama gerçekte bahsettiği rakam 1 milyar Avro’nun üzerinde. İki yıllık gecikme sonucunda üretilemeyen elektriği de hesaba katarsanız bu rakamın toplamda 1 milyar 600 milyon Avro’ya ulaştığını görüyorsunuz. İlk yatırım maliyetini reaktörü inşa eden TVO firmasının İcra Kurulu Başkanı Pertti Simola, 21 Mart 2005’te Paris’te yaptığı bir sunumda 3 milyar Avro olarak zaten açıklamıştı. Bu kadar rakamdan kafası karışanlar için bir toparlama yapalım. İki yıldır inşası süren ancak iki yıl gecikmesi kesinleşen, Olkiluoto’daki 3 numaralı reaktörün ilk yatırım maliyeti şu anda 4,5 milyar Avro’yu buldu. Önümüzdeki yıllarda maliyetin artması ve inşaatın gecikmesi olasılığı da hala devam ediyor. Bir karşılaştırma yapmak için kurulu kW güç başına düşen ilk yatırım maliyetini ele alalım. 1600 MW’lık bu santral için kW başına düşen değer 2812 Avro olarak hesaplanıyor. Dolarcası 4219. Bağımsız kaynaklara dayanan bu tahmin bazı nükleercilerin yüreklerini hoplatabilir. Bu nedenle, daha mütevazı bir rakam olan ve Areva’nın ortağı EdF tarafından Olkiluoto için tahmin edilen 2200 Avro/kW’ı baz alsak bile, yıllardır “fırıldak enerjisi” diye hafife alınan rüzgâr enerjisinin ilk yatırım maliyetlerinin çok çok üstünde bir rakam ortaya çıkıyor. Her kilovat kurulu güç için 3213 dolarlık bir yatırımdan bahsediyoruz. Avrupa Rüzgâr Enerjisi Birliği’nin değişik rüzgâr hızlarını (9,5 m/s ve 6 m/s) göz önüne alarak verdiği rakamlar, rüzgâr enerjisi için kW başı kurulu güç maliyetinin 1174 ile 1689 dolar arasında değiştiğini gösteriyor. Kısaca 1 nükleer santral yerine, aynı paraya 2 ya da 3 katı kadar rüzgâr santralı kurmak mümkün. Bu da size Türkiye gibi kuvvetli ve sürekli rüzgâr potansiyelinin olduğu bir ülkede aynı miktarda elektrik üretimine olanak sağlar. İş bu kadarla kalsa iyi. Nükleer reaktörlerin, yakıt, işletim, söküm, bakım maliyetleri, çözülemeyen atık sorunu, getirdiği çevresel riskler ve sosyal maliyetler de faturayı uzatıyor. İşler planlandığı gibi gittiğinde bile çözülemeyen bunca ekonomik sorun, planlandığı gibi gitmediğinde bir ekonomik felakete dönüşüyor. Geçmişte Arjantin’de, Brezilya’da yaşanan ekonomik krizlerde yıllar süren inşaatlar sonucu bitirilemeyen ya da maliyeti artan nükleer santral kurma girişimlerinin de etkili olduğu unutulmamalıdır. Bahsettiğimiz Finlandiya örneği ise geçmişte defalarca yaşanan sorunların, en tecrübeli kadrolarca, en son teknoloji kullanılmış olmasına rağmen hala çözülememiş olduğunun ispatıdır. İnşa edilen Avrupa’daki ilk üçüncü kuşak reaktör. Bir de dördüncü olsaydı siz düşünün artık kaça patlayacağını…
Herkes nükleer enerjiye koşmuyor
Nükleer santral yapma heveslisi AKP hükümetinin yetkilileri ve başta Enerji bakanı Hilmi Güler, ne zaman nükleer enerji konusu açılsa yukarıda adı geçen ülkeleri örnek gösteriyor. Nedense birazdan aşağıda sayacağımzı ülkelerden ise hiç bahsetmiyor. Coğrafya bilgisi eksikliğinden kaynaklanabilir düşüncesiyle, dünyanın gelişmiş ülkeleri arasında yer alan ancak nükleer enerjiden pek haz almayan ükeleri sayın Bakan’a ve hükümet yetkililerine anımsamakta fayda görüyorum:
- Avusturya inşaatı bitmiş olmasına rağmen, tek reaktörü Zwentendorf’u (Siemens) 1978 yılında hiç çalıştırmadan kapatmıştır.
- İtalya, Çernobil kazasından sonra ülkedeki tüm santralları (4 reaktör) kapatmıştır.
- İsveç’te 1999’da Barseback 1, Haziran 2005’de ise Barseback 2 kapatıldı.
- İspanya’da hükümet tüm santralları kapatma kararı aldı. Bu karar, 30 Nisan 2006’da Zorita (Cabrera)reaktörünün kapatılmasıyla uygulanmaya başladı. İspanya’da 8 reaktör kaldı.
- 11 Mayıs 2005’te, Almanya’da Obrigheim (357 MW) reaktörü kapatıldı. Bu, Stade (672 MW) reaktöründen sonra Almanya’nın kapatılan ikinci reaktörü oldu. Almanya’da Yeşiller Partisi ve Sosyal Demokrat Parti’nin koalisyonu sırasında alınan karara göre 2020’de tüm nükleer santrallar kapanmış olacak. Almanya, birçok ülkenin aksine santrallarını 40 yıl çalıştırmayı da kabul etmedi. 32 yılı sınır olarak belirledi.
- Belçika, santrallarını en fazla 40 yaşlarına kadar çalıştırmayı ve daha sonra kapatmayı kabul etti. 2025 yılında Belçika’da nükleer santral kalmayacak.
Bunun dışında Norveç, Yeni Zelanda, Avustralya gibi nükleer enerjiye hiç bulaşmamış gelişmiş ülkelerde listeye eklenebilir. Burada önemle durulması gereken konu; gerek nükleer karşıtları gerekse savunucularının bu ve benzeri tablolara bakarak nükleer enerji konusunda karar vermeye çalışmaları. Unutulmaması gereken bir ülkenin enerji konusunda alacağı kararların temelini o ülkenin özel koşulları belirler. Ülkelerin bu kararları neden aldığını ve deneyimlerinin sonuçlarını öğrenmek açısından bu gibi analizlerin yapılması doğru olsa da başka ülkeler yapıyor diye nükleer yapmak, ya da başkaları yapmıyor diye yapmamak pek mantıklı bir yol olmasa gerek.
Yine petrol krizi ama durum bu defa farklı
Nükleerin yeniden şahlandığını öne sürenler aslında gelişmiş ülkelerdeki bu durumdan pek bahsetmiyor, tersine dikkatleri başka bir yere çekmeye çalışıyor. Onların asıl güvendiği rakamlar özellikle Asya’dan ve Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin çiçek dağıtır gibi nükleer santral dağıttığı Orta Doğu’dan gelen “düşünüyoruz” ya da “yapacağız” haberleri. Bilindiği gibi nükleer enerjinin altın çağını yaşadığı 197o'li yıllarda da benzer bir durum ortaya çıkmış, özellikle yaşanan petrol krizinden çıkmak isteyen birçok ülke nükleer santral yapmak için kolları sıvamıştı. Öyle ki, 1974’te Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı, 2000 yılına gelindiğinde 4500 GW kurulu nükleer güç olacağını tahmin ediyordu. Bugün, 2008’de bu rakam sadece 371 GW. Üstelik o tarihlerde fuel-oil ile çalışan ve elektrik üreten santralları kapatıp yerine nükleer santral kurarak petrol tüketimini düşürme şansınız vardı. Birçok kişinin atladığı önemli bir nokta, nükleer santralların sadece elektrik üretebildiği gerçeği. Bilindiği gibi enerjiyi birçok değişik türde kullanıyoruz ve enerji talebi deyince sadece elektrik enerjisini anlamıyoruz. Petrolün varil fiyatının 100 dolar civarlarına geldiği günümüzde, ikinci bir petrol krizinden bahsedebiliriz ancak eskisinden çok farklı bir enerji sektörünün içindeyiz.
Elektrik enerjisini üretirken neredeyse hiç petrol kullanmıyoruz. Petrol tüketiminin birçoğu ulaşımda kullanılıyor ve nükleer enerjinin bu konuda yapabileceği hiçbir şey yok. İş elektrik üretmeye gelince hala kömür ve gaz santrallarının egemenliği göze çarpıyor. Petrol fiyatları doğal olarak gaz fiyatlarını da etkiliyor ve bu yüzden gaz santralları yerine nükleer santral kullanmak gerektiğini savunanlar var ama durum bu defa ilk petrol krizinden çok farklı. İş elektrik üretmeye gelince, doğalgazın tek alternatifi nükleer değil; yenilenebilir enerji kaynakları hem ekonomik olarak hem de küresel ısınmaya daha az neden oldukları için nükleere göre çok avantajlı konumda. Enerji güvenliği yani dışa bağımlılık konusunda da nükleer güven vermiyor. İleri teknoloji gerektiriyor ve birkaç ülke hem teknolojiyi hem de yakıt olarak kullanılan uranyumu ellerinde tutuyor. Bir de doğalgaz santrallarının yüksek verimde çalışmasını, çabuk kurulabilmesini de unutmamak lazım. Bir başka kalem ise, sınırsız enerji talebinin sınırlı enerji kaynaklarıyla karşılanamayacağının anlaşılmış olması. Dünyada enerji yönetimi alanında ciddi bir değişim yaşanıyor. Artık sırsız bir şekilde artan talebe yanıt verecek arzı yaratmak yerine, gelişmiş ülkeler talebi yönetmeye çalışıyor. Enerji tüketimini gereksiz yere arttırmamaya, enerjiyi akıllı kullanmaya halkı teşvik ediyorlar. Enerji yoğunluğunu düşüren yani aynı işi daha az enerji kullanarak yapan kazanıyor. Ne trajiktir ki hala ülkemizde, üniversite derecesinde verilen eğitimlerde kişi başına düşen elektrik tüketiminin arttırılarak kalkınmanın sağlanacağını öğretmeye çalışan akademisyenlerimiz var. Siyasetçilerimiz hala bu doğrultuda nutuk atıyor.
Enerji yoğunluğunu hesaplamak için o ülkenin GSYİH’ye katkı sağlamak için ne kadar enerji harcadığını bulmak gerekiyor. Ürün ya da hizmet yaratmak için enerji harcamak zorunda olduğumuz ortada. Eurostat’ın verileri bize ülkelerin son 10 yıl içerisinde nasıl aşama kaydettikleri hakkında net bilgiler veriyor. Enerjiyi etkin kullanan ülkelerin başında dünyanın en büyük ekonomilerinden biri olan Japonya geliyor. Japonya, 1993 yılında 1000 Avro’luk ürün/hizmet yaratmak için 117 kilogram eşdeğeri petrol (KEP) harcıyordu. Biraz rotadan çıkmış olsa da 2004 yılında 121,07 kilogram ile hala dünyanın enerjiyi en verimli kullanan ülkelerinden biri. Artık en iyisi değil. Japonya az çok yerinde sayarken, Danimarka büyük aşama kaydetti. 1995 yılında 1000 Avro’luk GSYİH yaratmak için 146,94 KEP harcayan Danimarkalılar, 2005 yılında aynı katkıyı 114,12 KEP ile yapmayı başardılar. Rakamlar aşağıya indikçe daha iyi derecelerin yapılmasının zorlaşacağını öne süren uzmanları da şaşırttılar. Danimarka’nın bu başarısının ardında istikrarlı politikalar var. Avusturya, Almanya ve İrlanda’da olduğu gibi. Bu ülkelerin sonraki adımları, eskisine oranla daha zor atacağı ortada ama gidilecek yol henüz bitmiş değil.
Tablo 1: Enerjiyi en etkin kullanan ülkeler (1000 Avro'luk GSYİH için KEP)
Ülke 1993 1999 2002 2004 2005
Japonya 117,11 122,01 123,33 121,07 --
Danimarka 153,71 132,14 123,75 121,14 114,12
Almanya 183,36 163,90 158,74 159,61 157,02
İrlanda 239,02 187,73 166,14 158,84 143,92
Avusturya 146,44 139,60 139,87 147,09 149,32
Hollanda 236,42 202,13 201,09 201,99 195,55
Fransa 209,05 191,03 186,05 186,96 185,47
İtalya 193,92 190,87 184,12 188,82 190,67
Kaynak: Eurostat
Türkiye gibi ülkelerin önünde, alınacak basit önlemlerle gidilecek çok yol var; tüm kamu kuruluşlarında veya okullarda verimli ampul kullanımını zorunlu kılmak gibi. Basit önlemlerin yanında ise ciddi bir ekonomi-enerji planlaması yapmak zorundayız.
Türkiye inşaat sektöründe, sanayide henüz istenilen yerde değil. Çimento, demir-çelik, kağıt üretimi gibi enerji yoğun sektörlerin yaygınlaşması ve eski teknolojilerin kullanılması, enerji yoğunluğu verilerinin yukarılarda dolaşmasına neden oluyor. Yaptığımız yapılar enerji verimliliği açısından hala çok kötü standartlarda. Ulaşımda karayolunun egemenliği sürüyor. İşin kötüsü pek bir ilerleme de yok. Enflasyonun, hesapları şaşırtmaması için 1995 fiyatları baz alınarak yapılan hesaplamalara göre şu sonuç ortaya çıkıyor. 1993 yılında Gayri Safi Yurtiçi Hasıla'ya (GSYİH) 1000 Avro'luk katkı yapmak için
452,50 kilogram eşdeğeri petrol (KEP) harcayan Türkiye, 2004 yılında aynı katkı için yine aynı oranda enerji harcamak zorundaydı. Aradan geçen 11 yıl boyunca Türkiye bir arpa boyu yol alamadı.
Tablo 2: Enerjiyi kötü kullananlar (1000 Avro'luk GSYİH için KEP)
Ülke 1993 1999 2002 2004 2005
Türkiye 452,50 484,96 476,69 452,44 438,34
Romanya 1896,47 1481,46 1316,48 1226,89 1164,89
Macaristan 758,84 642,04 579,58 533,64 543,58
Bulgaristan 2305,57 1986,60 1804,30 1595,28 1582,48
Polanya 1615,21 730,18 654,15 596,35 584,70
Letonya 1217,49 840,90 750,25 692,30 644,81
Kaynak: Eurostat
Enerji yoğunluğu rakamları üzerine söylenecek çok şey var. Bir özet yapmak gerekirse, bu rakamların gerçek gelişmişlik göstergesi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Kişi başına düşen elektrik tüketimini referans alan senaryolar artık zerre kadar değerli değil. Bu yanıltıcı rakamlarla ekonomiyi yönlendirmeye bir son vermek lazım. Nükleer santrallara harcayacağımız kaynakların enerji yoğunluğunun düşürülmesine harcanması daha akıllıca ve uzun vadeli bir yatırım olacaktır.
Nükleer enerji ucuz mu?
Nükleer santralı olan bir ülkenin aya gideceği masallarıyla nükleer mühendis yetiştirildiği ülkemizde, pek konuşulmayan nbir başka nokta ise nükleer santralların diğerlerine göre ne kadar ucuza ya da pahalıya elektrik ürettiği. 2003 yılında Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nün (MIT) “Nükleer Enerjinin Geleceği” raporu aslında nükleer enerjinin hangi koşullarda diğer kaynaklarla başedebileceğini araştırmak için yapılmış bir anlamda “taraf” bir çalışma. Nükleer santrallar için ilk yatırım maliyetlerinin 1 kilovatlık kurulu güç için 2000 dolara düşmesi ve işletme-bakım giderlerinin üretilen her kilovatsaat için 1,5 sent olması durumunda ortalama maliyetin ne olacağı araştırılmış. Daha önce de belirttiğimiz gibi 1 kW kurulu güç için 2000 dolar gerçekten oldukça iyimser bir rakam. Finlandiya’daki santral için bu rakamın başlangıçta 3000 olduğunu, gecikmelerden sonra daha da arttığını tekrar anımsatalım. Yine, bilinen en ucuz işletme ve bakım giderlerinin de çalışmadaki iyimser rakamın üstünde, 2 sent civarında olduğunu da anımsamakta fayda var. Bu hesaplamada biraz önce bahsettiğimiz çevresel maliyetler yer almazken, atıklar ve sökümle ilgili maliyetler de hesap dışı bırakılmış. Nükleerle karşılaştırılan doğalgazın ise fiyat artışı gözönüne alınmış. İşte tüm bu nükleerin lehine yapılan tahminlere rağmen, nükleer santraller 25 ve 40 yıl çalıştıkları varsayılan iki senaryoda da kömür ve doğalgaz (yüksek fiyat senaryosu bizim ödediğimiz miktara yakın) santrallarından pahalıya elektrik üretiyor.
Tablo:3 Kilovatsaat başına maliyetler (dolar sent)
| 25 yıl | 40 yıl |
Nükleer santral | 7,9 sent | 7,5 |
Kömür santralı | 4,8 | 4,6 |
Doğalgaz santralı | 5,5 | 5,7 |
Kaynak: Future of Nuclear Power, MIT
Nükleer enerji oldukça uzun deneyimleri olan ülkelere baktığınızda bu ekonomik tablonun ne kadar doğru olduğunu görebilirsiniz. Bir devlet politikası olarak 1973’teki petrol krizinden sonra benimsenen nükleer enerji politikası sonucu Fransa, bugün bir Türkiye kadar, 40 bin MW’lık fazla kurulu güce sahip. Diğer ülkelere maliyetine elektrik satarak zararını kapamaya çalışan Fransa’da bazı nükleer santrallar hafta sonları kapatılmak zorunda kalıyor! Çünkü elektrik ihraç edilen komşu ülkelerin sanayi tesisleri hafta sonu elektrik talep etmiyor.
Yenilenebilir gerçekten pahalı mı?
Bugün bahsi geçen yenilenebilir enerji kaynakları içinde rüzgar enerjisinin kilovatsaat maliyetleri 4-6, hidroelektriğin 3-7, jeotermalin 4-7, biyokütlenin ise 5-12 sent arasında. Bu maliyetler ülkeden ülkeye göre de değişmekte. İşçiliğin ucuz olduğu ya da rüzgarın Türkiye gibi kuvvetli ve düzenli olduğu ülkelerde maliyetler daha da aşağıya iniyor. Bozcaada Rüzgar Santralı yüzde 40’lara varan kapasite faktörüyle Almanya ortalaması olan yüzde 20’lerin çok daha üstünde bir verimliliğe sahip. Bugün Almanya’da 22 bin MW’ın üstünde rüzgar kurulu gücü varken Türkiye’de bu rakam 200 MW’lara ancak ulaşabiliyor. Yenilenebilir enerji kaynakları, enerjinin startejik araçlardan biri olarak benimsendiği günümüzde, gerek teknolojisi gerek yakıta ihtiyaç duymayışıyla dışa bağımlı kaynaklara göre önemli avantajlara sahip. Bir başka avantaj ise istihdam yaratması. Bugün sadece Almanya’da yenilenebilir enerji kaynaklarında çalışan insan sayısı 200 binin üstünde.
Nükleer atık sorunu çözüldü mü?
Nükleer santralların başımıza açtığı tüm sorunlar ne yazık ki maliyet hesaplamalarıyla açıklanacak kadar basit değil. Nükleer atıkların, özellikle de yüksek seviyeli radyoaktif atıkların yarattığı sorun, matematik ve ekonomi bilimlerinin sınırlarını zorlar. Prof. Dr. Hayrettin Kılıç, bu sorunu gayet iyi özetlemiştir. “Bir nükleer reaktör normal operasyonlar sırasında bile atmosfere ve kuruldukları yerlerdeki nehir, göl ve denizlere, düzenli olarak radyoaktif gazlar ve radyoaktif izotopları içeren soğutma sularını deşarj etmektedir. Buna ek olarak kullanılmış nükleer yakıt çubuklarının yeniden ayrıştırma tesislerine gitmeden, santral civarındaki havuzlarda soğutulması gerekmektedir. Bu tonlarca kullanılmış yakıt çubukları, bozunma ömürleri yüz binlerce yıl olan, binlerce yeni radyoaktif izotop ihtiva eder.” TAEK’in web sayfasında iki yıl öncesine kadar yer alan şu bilgi de nükleer atık sorununun ciddiyeti hakkında bizlere bilgi vermektedir. Ortalama 1000 MW gücündeki bir reaktör bir yılda 30 ton yüksek düzeyde, 300 ton orta ve 450 ton düşük düzeyde atık üretir.
Nükleer atık denildiğinde hep nükleer santrallerden çıkan atıktan bahsederiz ama aslında uranyum madenciliğinden başlayan tüm nükleer yakıt zinciri içinde radyoaktif atıklar üretilir. Orta büyüklükte bir santralın yıllık yakıt ihtiyacı karşılamak için yaklaşık 45-50 bin ton kayanın yeraltından çıkarılması gerekmektedir. Yakıtın hazırlanması da ardında birçok kimyasal işlem ve tehlikeli atık bırakır. Nükleer reaktörlerde ise yüksek radyoaktivite içeren atıkların düzenli bir şekilde reaktörlerden alınması gerekir ve bu kullanılmış yakıt çoğu santrallerde su dolu havuzlarda soğutmaya alınır. Bağımsız uzmanlara göre, kullanılmış yakıt miktarı 2010’a gelindiğinde 322 bin tonu bulacaktır. 50 yıllık nükleer macera boyunca değişik öneriler konuşulup durulsa da, hala nükleer atıkları doğadan tamamıyla izole edilecek bir yöntem bulunabilmiş değildir. Yeraltındaki depolara gömeriz diyenler, atıkların gömülmüş olduğu bir tek son depolama alanı gösteremezler. Aynı toryumla reaktör çalıştıracağız diyenlerin çalışan bir tane ticari toryum santralını gösteremedikleri gibi. İçlerinde Plütonyum-239 gibi tam 240 bin yıl radyoaktif kalan atıkların oraya buraya atılabileceğine hangi 5 yıllık hükümetin karar vereceği de ciddi bir politik sorun olarak önümüzde durmaktadır.
Küresel ısınmayı nükleer enerji durdurabilir mi?
Bugün enerji yatırım kararlarında önemli bir etken de iklim değişikliğine yol açan sera gazları. Nükleeri savunanlar sık sık nükleer enerjinin karbondioksit salmadan elektrik ürettiği yalanını dillendiriyorlar. Halbuki nükleer enerji, santral tipi seçiminde tek kriter küresel ısınma bile olsa sınıfta kalıyor. Yakıtın çıkarılmasından, inşaata kadar olan tüm sürecin hesaba katıldığı hesaplamalar nükleer enerjinin canını sıkıyor. Nükleeri savunanların, santral gökten zembille inmiş gibi yaptığı hesaplar açıkçası biraz ucuz bir propagandadan ibaret. Almanya'da enerji ve çevre konularında uzun yıllardır çalışmalar yapan Öko Enstitüsü, yaptığı bir araştırmada küresel ısınmaya etkilerini ölçmek için birçok enerji kaynağını masaya yatırdı. Çıkan sonuçlar doğalgazla çalışan kojenarasyon santrallarının bile “karbonsuz” olduğu söylenen nükleer santrallardan daha az karbondioksit ürettiğini ortaya çıkardı. Sadece doğalgazla çalışan kojenerasyon olsa iyi. Rüzgar, fotovoltaik, biyokütle ile çalışan kojenerasyon santralları ve hidroelektrik santralları de iş küresel ısınmaya gelince daha iyi sonuçlar verdi. Nükleer santrallar içinde Almanya’dan gelen en iyi veri, her kilovatsaat başına 32 gramı bulan karbondioksit eşdeğeri salımı yapan ve yakıt için kullanılan uranyumun ithal edildiği seçenek oldu. Uluslararası Enerji Ajansı’nın raporlarında ise bu rakam 120 grama kadar çıkabiliyor. Kısacası en iyi olasılıkta bile, nükleer birçok kaynağın gerisinde kalıyor. Biyokütle kojenerasyon santralının sıfırın altında değer vermesinin arkasında ise ısı enerjisinin kullanılması yatıyor. Örnekle açıklamak gerekirse, 1 kWh'lik elektrik üretimi sırasında 2 kWh değerinde ısı enerjisi ortaya çıkıyor ki, bu üretim için ayrı bir enerji tüketimi gerekmiyor. Bu nedenle elektrik üretiminde ortaya çıkan karbondioksit miktarı paylaşılmış oluyor. Enerji kaynağı olarak doğalgaz yerine biyokütle kullanılırsa atmosfere salınan karbondioksit miktarı eksili rakamlara bile iniyor. Çünkü biyokütle fotosentezden gelen avantajı sayesinde "sıfır karbon" salan bir enerji kaynağı olarak kabul ediliyor. Nükleerin maliyetini, atıkları, kaza riskini bir kenara bırakıp sadece küresel ısınmayı değerlendirmeye alıp seçim yapmaya kalksanız bile ilk seçenek nükleer olmuyor.
Tablo 4: Enerji kaynaklarına göre seragazı salımları
Santral Türü | CO2 eşdeğer gram / kWs |
Linyit (Termik) | 729 |
Taşkömürü (Termik) | 622 |
Doğalgaz | 148 |
Fotovoltaik | 101 |
Nükleer (Uranyum-Rusya ithal) | 65 |
Doğalgaz (Kojenerasyon) | 49 |
Hidro | 40 |
Nükleer (Uranyum-birçok kaynak ithal) | 32 |
Fotovoltaik (İthal-İspanya) | 27 |
Rüzgar | 24 |
Rüzgar (Açıkdeniz) | 23 |
Enerji verimliliği | 5 |
Biyogaz (Kojenerasyon) | -409 |
Kaynak: Öko-Enstitüsü
İşin bir de matematiksel boyutu var. Diğer seçeneklerin ülkemizde olduğu gibi politik nedenlerle göz ardı edildiğini varsayalım. Küresel ısınmayı durdurmak için belirlenen hedeflere ulaşmak için çok kısa sürede yüzlerce yeni nükleer reaktör yapılması gerekecek. Halbuki yaş ortalaması 22’lere gelen 439 reaktörün emekliye ayrılma zamanları oldukça yakın. Mycle Schneider ve Antony Froggatt’ın kaleme aldığı, “Dünya Nükleer Endüstrisi Durum Raporu 2007” de belirtildiği gibi, 2015’e kadar 42 bin MW gücünde yeni santral kurulmazsa nükleer enerji bugünkü konumunu bile koruyamayacak. Çünkü 40 yaşına kadar çalıştırılması düşünülen reaktörlerin çoğu önümüzdeki 10-15 yıl içerisinde yaş haddinden emekliye ayrılacak. 2015-2025 arasında ise devreden 168 bin MW’lık bir güç( 192 reaktör) yine devreden alınacak. ABD Ulusal Enerji Komisyonu 2004 yılında yaptığı bir çalışmasında hissedilir bir karbondioksit emisyonu azatlımı için gelecek 30-50 yıl içinde 300 veya 400 reaktörün yapılması gerektiğini belirtmişti. ABD’de bir reaktörün inşasının 8-10 yıl arasında sürdüğünü ve şu anda sadece 1 eski santralın inşa edildiğini hesaba katarsak bu pek olası görünmüyor. Galiba kimse nükleer enerjinin iklim değişikliğini durduracağına inanmıyor.
Nükleer lobinin, tüm pazarlama faaliyetleri sonuç verse bile ancak kendi çöküşünü yavaşlatabileceğe benziyor; küresel ısınmayı değil.
Görüldüğü gibi nükleer kaza ve sızıntıları bir kenara bıraksanız bile nükleer enerji ekonomik olarak bir yatırımcıya güven verecek kriterlere ulaşmış değil. Halk tarafından kabul edilmemiş olmasını da unutmamak lazım. Türkiye özelinde ise yenilenebilir enerji ve enerji verimliliği ciddi potansiyele sahip. Bu siyasi seçeneği, hükümet halka teknik bir zorunluluk gibi anlatmaya çalışsa da bunu başaramayacağı açık. Yatırım konusunda özel sektörü zorlarsa çeşitli tavizler ve teşvikler vermesi gerekecek ki bunların sonu da Yüce Divan’a kadar gidebilir; son ihalede olduğu gibi. Bu koşullarda santral yapmaya girişmek için tüm bunların dışında başka bir neden olması gerekir. Bu nedenin halk tarafından ne kadar kabul edileceği ise ciddi bir tartışma konusu.
Açıkçası, nükleer santralların ne zaman sızdıracağı, infilak edeceği ve kaça patlayacağı hala net olarak kestirilemezken, bu şartlarda nükleer santral kurmaya çalışmak tek kelimeyle insanların hayatı ve ekonomik geleceğiyle kumar oynamaya benziyor. AKP’nin kumara karşı olduğunu sanarak ona oy verenler, hayatlarıyla oynanan bu kumarı gördükçe ciddi bir hayal kırıklığı yaşıyor olmalı.