Kara ağaçlar güneşi görmedikleri için,
uzun ağaçlar da susuz kaldıklarından kuruyup gittiler. Geriye bu iki ağaç
kaldı. Köylüler der ki, bu iki ağaç konuşmuş; birbirleriyle anlaşmış. Suyu da
güneşi de paylaşmışlar.
Özgür Gürbüz-BirGün/26 Ağustos 2012
Özgür Gürbüz-BirGün/26 Ağustos 2012
Güneşin terlettiği, yol boyunca uzanan evlerin
seyrekleştiği bir yerdeydik. Yol kenarlarında artık pek sık görülmeyen
çeşmelerden birinin başında durduk. Çeşmenin hemen ardında koca bir kayalık,
çeşme ile kayalığın arasında ise çeşmeye bitişik birbirine hiç benzemeyen iki
ağaç vardı. Biri kara ve kısa, kalın gövdeli; diğeri daha uzun, ince ve kavağa
benzer bir şeydi. Uzun olanın gövdesi beyaza çalıyordu; yapraklarını göğe doğru
uzatmıştı. Arkadaki kayalık, çeşmeye düşen güneşi tutuyordu. Su bu yüzden
soğuktu. Kayalığın sol yanından sızan güneş, uzun ağacın gövdesine vuruyor ama
kısa ve kara olanın üzerine düşmüyordu. Kara ağaç biraz yana yatmasa güneş
yapraklarına bile değmeden geçip gidecekti. Güneş ışınlarına yaklaşan dalları
zevkten yemyeşildi. Yanındaki ağacın tersine yapraklarını etrafına doğru açmış,
adeta sabah erkenden kalkıp yatağında gerinen bir insanın ellerini açması gibi
uzatabildiği kadar uzatmıştı. Kara ağacın gövdesinde, güneş görmeyen yerlerde
pek yaprak yoktu. Uzun Ağaç yapraklarını yukarı kaldırmasa belki de Kara
Ağaç güneşi hiç göremeyecek, kuruyup
gidecekti.
Kara Ağaç güneşi görmekte zorlanıyordu ama su
sıkıntısı çekmiyordu. Çeşmenin musluğu tam kapanmıyordu. Taşan su bayır aşağı
akıyor, sağındaki kara ağacın köklerinin üzerinden geçip yolun kenarından
süzülerek yine daha dik bir yokuşun akışına kendini bırakıveriyordu. Uzun
Ağaç'ın gövdesi belki de susuzluktan olsa gerek incecikti. Kuvvetli bir rüzgar
çıksa, “çıt” diye kırılacak bir dal gibiydi. Kökleri ise tam tersi. Zayıf bir
insanın ellerindeki damarlar gibi belirgindi. Toprağın üzerine çıkmış bir
tanesi, o dar çeşmenin ardından dolanıp Kara Ağaç'ın köklerinin hemen altından
yeniden toprağa giriyordu. Belli ki suya koşuyordu.
Kara Ağaç'ın dalları Uzun Ağaç'ı sarmalamıştı.
Uzun Ağaç dallarını yukarıya değil de yana uzatsa, Kara Ağaç'a güneşe uzanacak
yer kalmayacaktı. Kara Ağaç da kuvvetliydi, dipten giden köklerini şöyle biraz
yukarı kaldırsa Uzun Ağaç'ın suya erişen kökünü toprağın dışına itmesi hiç zor
olmazdı. Tüm su Kara Ağaç'ın olurdu.
Ağaçlara uzun uzadıya baktığımı gören
otobüsteki yaşlı bir yolcu, “Eskiden bu çeşmenin ardı ağaçlarla doluydu,
küçük bir orman gibiydi burası, bir uzunu bir kısası yan yanaydı” dedi.
Sesin geldiği yere döndüm. Belli ki oralıydı, kılığı kıyafeti öyle diyordu. “Ne
oldu onlara, insanlar mı kesti” diye sordum. “Yok, ağaçlar
birbirleriyle savaştı, birbirlerini yok ettiler” diye yanıtladı. Şöyle
bir baktım, “inanmıyorsun” değil mi diye sordu. “Ağaç ağacı yok eder
mi amca” dedim ardından da kibarca güldüm; o da güldü. “Bizden
öğrendiler” dedi ve devam etti:
“Öldürmek bir hastalık, insandan insana
bulaşır. Virüsün adı kin ve nefrettir.
Her ölümden sonra onlarca virüs yayılır ortalığa. Aşılanmamışsan, ruhunu
temizlememişsen sana da geçer. Öldürdüğünün aslında kendin olduğunu,içindeki
insanlık olduğunu bir süre sonra fark etmezsin bile. Panzehiri sevmektir,
affetmektir. Bu ağaçlar bu bölgede öyle zulümler, öyle nefretler gördüler ki
bizlere benzediler. Bir gün kara olanları toplandı ve aralarında anlaştılar.
Kökümüz derindedir, köklerimizle uzun ağaçlara yol vermezsek derindeki bütün su
bizim olur, uzunların boyları kısalır, bize benzerler diye düşündüler. Orman
fısıldar, fısıldaşır. Uzun ağaçlar da fısıltıları duyunca bir araya geldiler.
Yukarı kaldırdığımız dalları aşağı indirip güneşin önüne perde koysak bu tembel
kara ağaçlar güneşe ulaşmak için bizim gibi esner, gerinir, uzar; bizim
dilimizden konuşur ve bize benzerler. Suyun önünde de engel kalmaz diye
heveslendiler”.
“Sonra ne oldu”
diye sordum. “Ne mi oldu” diye hafifçe gülümsedi. “Oğul” dedi
elimi omzuma koydu ve devam etti: “Kara ağaçlar güneşi görmedikleri için,
uzun ağaçlar da susuz kaldıklarından kuruyup gittiler. Geriye bu iki ağaç
kaldı. Köylüler der ki, bu iki ağaç konuşmuş; birbirleriyle anlaşmış. Suyu da
güneşi de paylaşmışlar. Biliyorum, bana ağaçlar konuşur mu diye soracaksın.
Koca ormandan kala kala iki tane kalmışsan, işte o zaman konuşursun. Yalnız
kalınca ağaç da olsan konuşursun, ot da olsan konuşursun ve anlaşırsın. Mesele
kurumadan, yalnız kalmadan önce konuşmakta. Ardında nefret, ölüm kin dağları
biriktirmeden yüz yüze gelmekte. Çeşmenin gerisine bir bak, o koca ormanın
olduğu yer şimdi çorak bir toprak”.
Uzun Ağaç'la Kara Ağaç'ın aynı aileden olmadıkları
aşikardı. Yapraklarının desenleri, gövdelerinin rengi ve hatta konuştukları dil
bile farklıydı. Aynı rüzgar esiyordu ama yaprakları farklı farklı sallanıyordu.
Biri güneşin diğeri suyun dilinden konuşuyordu. Buna rağmen birbirlerini
anlıyor, aynı toprak üzerinde yaşamayı başarıyorlardı. Toplasan dört metrekare
etmeyecek bir toprak üzerindeydiler, ikisine de yetiyordu. Farklıydılar ama
özde aynıydılar. Elde avuçta ne varsa paylaştılar. Biri diğerine sen güneşsiz
yap, diğeri ötekine susuz yaşa demedi. Biri diğerine dallarında yaprak
bitireceksen aynı benimkilerden bitir diye emretmedi. Diğeri de ona benim
dilimden konuş, benim dinimden dua et demedi. İkisi de o çeşme başında yaşamayı
seçmemişlerdi; kim bilir hangi rüzgar atmıştı tohumlarını oraya. İkisi de çeşmenin
sahibi olmaya çalışmadı, paylaşmayı denedi. Hiçbiri hak ettiğinden fazlasına
göz koymadı, güneşe dalıyla, suya köküyle uzandı. Olmadığı yerde hak aramadı,
hakkım var demedi, fazlasını istemedi ve diğerini aza mahkum etmedi. Kara Ağaç
bir gün bile şu Uzun Ağaç ne garip şeydir demedi. Uzun Ağaç da Kara Ağaç için
hiçbir gün aklından bir kötülük geçirmedi.
Yaşlı adam omzumu hafifçe sarstı, dalmıştım. “Birinin
adı Mehmet, diğerinin ki Ciwan’dır” dedi”.