Varsayalım iklim krizi yok

Türkiye ısınmanın en kuvvetli yaşandığı bölgede yer alıyor. Bir hafta sürmesine alıştığınız 40 derecenin üstündeki sıcak hava dalgasının 2-3 hafta ve alışılmışın 4-5 derece üstünde sürdüğünü düşünün.

Özgür Gürbüz-BirGün Pazar/8 Ağustos 2021

İnsanların, fosil yakıt dediğimiz kömür, petrol ve doğalgaz kullanımıyla birlikte son 150 yılda
yürüttükleri “modern toplum” faaliyetleri iklimi krize soktu. Küresel ısınmaya neden olan seragazı emisyonlarından karbondioksiti hapsetme özelliğine sahip ormanlar tarım, hayvancılık ve yerleşim için talan edilirken, kentleşme, endüstriyel faaliyetler, ulaşım ve fosil yakıtlara bağlı enerji tüketimi atmosferdeki seragazı emisyonlarını tarihte hiç görülmediği kadar artırdı. Dünya 1,2 derece ısındı.

Dünyanın ısınmasıyla değişen iklimler aşırı hava olaylarının sıklığı ve şiddetini artırıyor. Yağışlar sertleşiyor, sıcak hava dalgaları uzuyor, hortumlar şiddetleniyor, orman yangınlarının sayısı artıyor. Bildiğimiz her şeyi unutma çağındayız. Felaketler eski felaketleri aratıyor. Kısaca yaşananı ve yaşayacaklarımızı böyle özetleyebiliriz. İçinde bulunduğumuz yaz aylarından bir örnek vereyim. Ortalama yüzey sıcaklığındaki 1,2 dereceyi bulan artış 1,5 dereceyi geçerse, dünya nüfusunun yüzde 14’ü en geç beş yılda bir şu anda yaşadığımız benzeri sıcak hava dalgalarından birine maruz kalacak. İki dereceyi geçerse dünya nüfusunun yüzde 37’si aynı kaderi paylaşacak.

Türkiye kritik bölgede


Türkiye de ısınmanın en kuvvetli yalandığı bölgede yer alıyor. Dünyanın ortalama sıcaklığındaki artış 1,5 dereceyi bulduğunda Türkiye’de bu artış 2 dereceyi bulacak. Her sıcaklık artışını en çok hisseden bölgelerden birinde yaşıyoruz. Yazın bir hafta sürmesine alıştığınız 40 derecenin üstündeki sıcak hava dalgasının 2-3 hafta ve alışılmışın 4-5 derece üstünde sürdüğünü düşünün. Yaşanan benzer sıcak hava dalgalarının geçmişte, başta kronik rahatsızlığı olanlar ve yaşlıların hayatını alıp götürdüğünü biliyoruz. Kuraklıkların, su sorunun artacağını görebiliyoruz. 1,5 derecelik artışta bile, gıda tedariğinde kritik role sahip arı gibi birçok böceğin yüzde 6’sının yaşam alanlarını yarı yarıya daraltıyoruz. 2 derecede böceklerin yüzde 18’i bundan etkileniyor. Gıda üretiminin dar bir alana sıkışması hem gıda üretimini hem de insanların gıdaya erişimini zora sokacak.

Türkiye’de de orman yangınlarının sık sık bu şiddette tekrarlanacağını bilimin verileri ışığında tahmin edebiliyorduk. Bugün Türkiye’yi saran yangınlar tesadüf değil. Bu afetlere hazırlıksız olmamız iklim krizini bahane haline getirmez, onun olmadığı anlamına gelmez. Aksine, iklim krizinin bizi daha fazla etkileyeceği anlamına gelir. Sellerde, orman yangınında yaşanan da bu. Altyapı eksikliğini tartışabiliriz çünkü bu iklim krizinin sonuçlarını artırır ama yanlış sözcükler kullanarak, halka “iklim krizi yok” anlamına gelecek sözler söylersek bilimi inkar etmiş oluruz. Son günlerde bu konuda çok fazla hata yapıldığını gördüğüm için not düşmek istedim.

Krizden çıkış mümkün

Felaket listesi uzun ama artık zaman kendimizi korkutma zamanı değil. Bu krizden çıkmak için harekete geçme zamanı. Belki inanmayacaksınız ama hâlâ şansımız var. 2050 yılına kadar her alanda karbonsuzlaşarak 2 derecenin hatta 1,5 derecenin altında kalmak mümkün ama değişmek gerekiyor. Uluslararası Enerji Ajansı’nın 2050 için önerdiği ve adım adım yapılacakları gösteren bir net sıfır emisyonu var. Bu senaryo hâlâ soruna teknolojik çözümler bulmaya ve mevcut hayat tarzını korumaya çalışıyor. Yapılması gereken tam anlamıyla bu değil ama iklim krizini durdurduğumuz bir dünyayı hayal etmek adına gelin bu senaryoyu gözümüzde canlandıralım.

Yıl 2020. Tüm dünyada yeni petrol, kömür ve gaz sahalarının açılması durdurulmuş. Elektrikli otomobil satışı küresel satışın yüzde 5’ine ulaşmış. Yıl 2025. Gelişmiş ekonomilerde yapılan her yeni ev net sıfır emisyon standardında. Fosil yakıt tüketse de çatısındaki panelle, ısı pompasıyla saldığı emisyon miktarı kadar salınmasını da önlüyor. Bu tarihten itibaren binalar için fosil yakıtlı kazan satışı yasak, yani kombi almak mümkün değil. Yalıtım artacak, elektrikli ısınma öne çıkacak. Aynı yıl küresel elektrik üretiminin yüzde 20’si güneş ve rüzgardan sağlanacak.

Binalar emisyonsuz olacak

2025 yılında televizyonlar son kömür santralının inşaatının bittiğini yayınlayacak. 2030’da tüm dünyada yapılan yeni evler net sıfır emisyon standartına sahip olacak. Faturalara ne kadar zam geldi telaşı da aslında azalacak. Aynı yıl dünyada satılan otomobillerin yüzde 60’ı elektrikli olacak. Ağır sanayide geniş çaplı temiz teknoloji uygulamaları başlayacak, hidrojen enerjisi 850 gigavat kapasiteye ulaşacak (Türkiye’nin elektrik kurulu gücünün yaklaşık 9 katı). 2035’e geldik. Küresel fosil yakıt kullanımı 2020 seviyesinin yarısına düşecek, içten yanmalı motora sahip otomobil satışı olmayacak, muhtemelen trafik kaynaklı hava kirliliği de azalmaya başlayacak bu yıl. Kamyon ve benzeri araçların yarısı da elektrikli olacak ve soğutma sistemi benzeri ekipmanların sadece en yüksek verimlilikte olanları satılacak. Dandik klima dönemi bitiyor, yalıtımın binalarda artmasıyla klima ihtiyacı da azalacak.

Hidrojen ve elektrifikasyon çağı

2040 olduğunda her yerde hidrojen enerjisi görmek kimseyi şaşırtmayacak. Yeni eski demeden, mevcut binaların yarısı net sıfı emisyon standartına sahip yalıtıma kavuşacak. Petrol talebi 2020 seviyesinin yarısına düşecek. Son kömür santralı kapatılacak. Dünyada elektrik üretimi net sıfır emisyon seviyesine ulaşacak. 2045’te ısı pompaları binalardaki ısı ihtiyacının yarısını karşılar hale gelecek. 2050’de ise oturduğumuz binaların yüzde 85’i sıfır karbona hazır hale gelecek (muhtemelen TOKİ binaları hariç), elektriğin büyük bölümü rüzgar, güneş ve hidrojenden elde edilecek ve ağır sanayi üretiminin yüzde 90’ı düşük emisyonlu tesislerden oluşacak. Her yerde elektrik şarj istasyonları, dev akü sahaları görülecek. 10 milyara yakın insanın elektriğe erişimi olacak. Ulaşımda elektrikli araçlar, aydınlatmada LED ampul dışında bir şey görmeyeceksiniz. Trenlerin büyük bölümü de elektrikli olacak. Uçaklarda biyoyakıt kullanımı yüzde 45’lere ulaşacak. Atmosfere bırakılan az miktardaki karbon da tutularak hapsedilecek. Bu da bizi net sıfır emisyona götürecek.

Siyaset teknolojiyi yönlendirmek zorunda


Uluslararası Enerji Ajansı’nın bu senaryosunun, özellikle zengin kuzey ülkelerinde yaşayan ve refahından vazgeçmek istemeyen insanları rahatsız etmeyeceği ortada. Teknoloji açısından tüm bu gelişmelerin yapılabilir olduğunu görmek de bir yere kadar anlamlı. Ancak, dünyanın kaynak sorunu, bu kaynakların adil bir şekilde dağılımı, teknolojiye erişimdeki eşitsizlikler veya senaryo içerisine boca edilen bolca nükleer santralın yaratacağı sorunlar böylesine teknik bir senaryoda görülemez. Biz buradan yola çıkarak başka bir dünya yaratma kabiliyetine sahip olduğumuzu görmeliyiz. Elektrikli araçların kullanıldığı ancak ağırlığın özel araçlara değil toplu taşımaya verildiği bir senaryo bize çok daha fazla elektrik tasarrufu yapma şansı verir. Çalışma günlerinin sayısını dörde çekmek hem sosyal refahı artırır hem de küresel enerji ve kaynak tüketimini azaltır. Lüksün sınırlandırılması, üretimin gerçek ihtiyaçlar doğrultusunda şekillendirilmesi de aynı amaca katkı sağlar. Siyaset bu alanlarda devreye girer ve başarılı olursa hem iklim krizini durdurur hem de yukarıdaki senaryoyu daha çevreci bir hale getirmiş olur. Dünyayı bu krizden kurtarmak mümkün ama sorunu yaratanlardan ve kaynağı kapitalizmden uzak, bir başka dünya yaratma umuduyla yola çıkan, teknolojiyi de gerçek refahı yaratmak için kullanan bir siyasi harekete hiç olmadığı kadar ihtiyacımız var.

II. Bölüm: Varsayalım İklim Krizi yok


Hazır zihnimizi açmışken işe bir de iklim krizini inkar eden, yok sayan veya anlayamayanların tarafından bakalım. Varsayalım iklim krizi yok. İklim krizi çevrecilerin palavrası olsun. Sellerin şiddetlenmesi, kuraklığın uzaması, ormanların günlerce ve ülkenin her yerinde yanmasına da kader diyelim. Hayatımızı hiç değiştirmeyelim. Ne bulursak tüketelim. Petrol, kömür ve doğalgazı bitene kadar yakalım. Uçak bulduk mu atlayalım, otomobil bulduk mu gaza basalım. Otobüsle, bisikletle uğraşmayalım. Karbon ayak izi de başka bir palavra zaten. Alabilen kalmadı herhalde ama bulduğumuz sürece et yemeye devam edelim. Hayvancılık nedeniyle atmosfere daha fazla seragazı emisyonu bırakılıyormuş diyorlar; takmayalım. İklim krizi yok diyelim, keyfimize bakalım.

1,7 Dünya varmış gibi yaşıyoruz

Tüm bunların dünyaya bir faydası olacak mı? Hayır çünkü dünyanın insanların bu bitip tükenmez isteklerini karşılayacak gücü yok. Sudan gıdaya, demirden ağaca bildiğimiz tüm doğal varlıkların bir sınırı var. Gezegenin kendini yenileme kapasitesi sınırlı. Bu kapasitenin üzerinde tükettiğimiz için her yıl temiz su miktarı, ormanlar, temiz hava azalıyor. Bu yıl dünyanın bize bir yıl içinde sunabileceği bu varlıkları 29 Temmuz’da tükettik. Mavi gezegenden bir değil 1,7 tane varmış gibi yaşıyoruz. Geri kalan beş ay boyunca tüketeceklerimiz aslında bir önceki yıla ait rezervler. Gün gelecek gezegenin rezervleri boşalacak, borç alacak su, hava veya gıda kalmayacak. Yok saydığımız, görmezden geldiğimiz iklim krizi aslında bizi başka felaketlerden, çevre sorunlarından da korumaya çalışıyor. Belki de bir başka ve daha kanlı bir paylaşım savaşından.

Enerji ithalatından şikayetçiyiz ama fosil yakıtlardan vazgeçmiyoruz

Gelin dünyanın kalanını karıştırmayalım. Gezegende sadece Türkiye varmış gibi yapalım. Yok saydığımız, her felaketten sonra ilk kez duyuyormuş gibi yaptığımız iklim krizinden çıkmak için yapmamız gerekeni hatırlayalım. Petrol, kömür ve doğalgazdan vazgeçmek. Yine iklim krizinin olmadığını varsayalım. Hani şu yüzde 99’u ithal edilen doğalgazdan vazgeçmek. Yüzde 90’dan fazlası yine ithal edilen, tankerlerle taşınırken yüreğimizi kaldıran petrolden vazgeçmek. Yarısına yakını ithal edilen, yakıldığında hava kirliliğinden asit yağmurlarına kadar çeşitli çevre sorunlarına yol açan, hasta ettiği kişiler nedeniyle yılda 53 milyarı bulan sağlık harcamasına ve 5 bin erken ölüme yol açan kömürden vazgeçmek. Aklı başında biri bana bu üç beladan neden vazgeçemediğimizi söyleyebilir mi? İklim krizini yok saysak bile, hem ithalata ödediğimiz milyar dolarlık fatura hem de yarattıkları sağlık ve çevre sorunlarıyla hayatımızı kabusa çeviren kömür, doğalgaz ve petrolü neden bırakamıyoruz?

Nükleer ve kömür güneşten pahalı

Mesele elektrik üretmekse rüzgar, güneş doğalgazdan da, kömürden de daha ucuza elektrik üretiyor. Türkiye’deki son güneş enerjisi ihalelerinde, en düşük teklif kilovatsaat başına 2 dolar sente kadar geriledi. Kömür ve doğalgazda bu fiyatlara erişmek mümkün değil, nükleerde Akkuyu için verilenin fiyatın ise güneşten altı kat pahalı, 12,35 dolar sent olduğunu zaten biliyoruz. Elektriğe daha az para ödemek mi istemiyoruz, o yüzden mi iklim krizi yok diyoruz?

Daha az tüketerek de aynı işi yapmak mümkün. Almanya’nın ekonomisi büyümeye devam ediyor ama daha az enerji harcıyor. Ülkedeki birincil enerji tüketimi 1990 ila 2019 arasında yüzde 15 azaldı. Aynı dönemde ekonomi yüzde 53 büyüdü. Üretim yöntemlerini daha verimli kılmak mı bizi rahatsız ediyor, o yüzden mi iklim krizi başka ülkelerin sorunuymuş gibi davranıyoruz?

Çevreciler bizi kandırmışsa ne kaybederiz?

Diyelim ki biz iklim krizi olmamasına rağmen hataya düştük, fonlanmış çevreci ajanlar bizi kandırdı ve harekete geçtik. Yukarıdaki tedbirleri alarak kömürden, petrolden kaçtık. Hava kirliliği azalsın, ithal enerjiye ödediğimiz, zaman zaman 50 milyar dolarları bulan fatura azaldı. Madenlerde ölüm tehlikesiyle çalışan işçilere güneş paneli, rüzgar türbini fabrikalarında istihdam sağladık. Sınırlı kaynaklarla yaşadığımızı kabul ettik, herkesin otomobili olmadı ama binebileceği trenleri, otobüsleri oldu. Üretim süreçlerini ihtiyaca göre düzenledik, çalışma saatlerini düşürdük, haftada dört gün çalışmaya yılda bir ay tatil yapmaya başladık. Evlerimiz üst düzey yalıtım standartlarıyla inşa ettik, enerjimiz klimalara harcanmadı, faturalar düştü. Enerji kooperatifleri kurduk, çatılarımızdaki güneş panellerle üreten de tüketen de biz olduk. Aracı şirketlerle al ya da öde anlaşmaları yapmadık. Rusya’nın nükleer firmalarına değil yerli panel, türbin üreten firmalara destek verdik. Tarım, sanayi, kentleşme politikalarımızı hep iklim krizi varmış gibi belirledik. Yani, insanı boğan, yeşile hasret kentler yerine yeşili bol, toplu ulaşımı sağlam, alt yapısı afetlere dayanıklı kentler kurduk. Organik tarımla, doğal gübreyle hem seragazı emisyonlarını azalttık hem de sağlıklı ürün yetiştirdik. Sanayide geri dönüşüm ve yeniden kullanımı hammaddelerin verimli kullanılmasıyla birlikte öne çıkardık, fabrikaları yenilenebilir enerjiyle, hidrojenle çalıştırdık. Arıtma tesislerini ihmal etmedik, Ergene’yi Gediz’i yüzülür hale getirdik. Denizlerimiz müsilajsız, derelerimiz zehirsiz oldu. Ve tüm bunları biz iklim krizini durdurmak için yaptıktan sonra biri bize geldi ve “Ey eblehler, iklim krizi yok, yemiş sizi çevreciler” dedi. Kandırıldık diye üzülür müsünüz yoksa sevinir misiniz?

Değişimden kim korkuyor, kim istemiyor?
Türkiye bir petrol ülkesi mi ki korkuyoruz? Bize otomobil, kömür, doğalgaz, petrol satanlar; yalıtımsız binaları, verimsiz fabrikaları, zehirleyen tarlaları pazarlayanlar korksun iklim krizinin getireceği değişimden, biz niye korkuyoruz? Yoksa bizi yönetenler mi korkuyor bu değişimden? Beşi bir yerde şirketleri mi rahatsız, ormanları maden sahasına çevirecek olanlar mı, otoyol ve havalimanı ihalelerinde Deli Dumrul kesilenler mi? Yoksa biz, bizi yönetenlerle aynı gemide değil miyiz?