Nükleer enerjiye evet mi hayır mı?

Özgür Gürbüz - Sabah Pazar
27 Nisan 2008*

Türkiye’de nükleer santral kurulması tekrar gündemde ve 24 Eylül’de son bulması beklenen ihale süreci devam ediyor. İlk nükleer santralın kurulması için düşünülen yerlerin başında Mersin’in Gülnar'ına bağlı Büyükeceli beldesi ve Sinop yer alıyor. Yatırımcının Sinop’a oranla gözdesi Akkuyu çünkü 25 yıl önce nükleer santral kurulması için alınmış bir yer lisansı var. O gün bugündür de tellerle çevrili. Gerçi, bu lisansın bugün geçerli olup olmadığı tartışmalı bir konu. Lisansı veren uzmanlardan Prof. Dr. Tolga Yarman, lisansın artık geçerli olmadığını, bugünkü şartlarla 25 yıl öncesinin çok farklı olduğunu söylüyor.

Mersin’den Alanya yönüne yaklaşık 170 km. gittiğinizde kendinizi Akkuyu beldesinin önünde buluyorsunuz. Türkiye’nin Akdeniz sahil şeridinde en az betona rastladığınız noktalardan bir tanesi. Beldede yaşlı nüfus hakim, gençler iş bulmak için civar kentlere gitmiş. Kimileri nükleer kurulsa işsiz kalmazdık kimileri ise nükleer kurulacak diye yatırımların önü kesildi turizmden bile para kazanamadık diye yakınıyor. En can alıcı tartışmalardan biri de zaten Turizm konusunda yaşanıyor. Akkuyu’nun bir ucu Alanya-Antalya diğer ucu Mersin. Buraya kurulacak bir nükleer santralın Türkiye’nin en büyük ihracat kalemi olan turizmi nasıl etkileyeceği ciddi bir soru işareti. Turizmdeki rakibimiz Yunanistan’da bu konuda kampanya hazırlıkları başladı bile.

Nükleerin payı düşüyor
Nükleer enerji sadece enerji politikalarını ilgilendiren bir sorun olmadığı için, olumlu ya da olumsuz görüş bildirmek için aynı yukarıdaki turizm örneğinde olduğu gibi onlarca kriteri gözden geçirmek gerekiyor. Biz bu gözden geçirmeyi rakamlar üzerinden yapalım ve son noktayı koyma işini size bırakalım. Önce küresel anlamda nükleer enerjinin durumuna bakmakta fayda var. 1978’de Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşanan Üç Mil Adası ve ardından gelen tarihin en büyük nükleer kazası Çernobil nükleer enerjinin altın çağına noktayı koymuştu. Sadece kaza riski değil kazaların önlenmesi için arttırılan güvenlik tedbirleri de maliyetleri yükseltti ve nükleer enerji gözden düştü. Küresel ısınmanın gündeme gelmesi, nükleer santralların kömür santrallarına göre daha az karbondioksit çıkarması, enerji güvenliği konusunda Rusya ve Ortadoğu’ya olan bağımlılığın artması nükleer enerjiyi yeniden güncel enerji tartışmalarına dahil etti. Tüm bunlara rağmen nükleer enerji hala beklenen çıkışı yapabilmiş değil. Uluslararası Enerji Ajansı’nın, “Dünya Enerjisinin Geleceği 2007” raporuna göre; elektrik enerjisi üretiminde nükleerin yüzde 15 olan bugünkü payının 2030’da yüzde 9’a gerilemesi bekleniyor. Hidroelektrik hariç tutulmasına rağmen yenilenebilir enerjinin bugün yüzde 2 olan payının ise yüzde 6’ya çıkması bekleniyor. Aslan payı da, yüzde 1’den yüzde 4’e çıkması beklenen rüzgâr enerjisinde. Artan küresel enerji talebine rağmen nükleer enerji pazar payının azalması yeni siparişlerin istenilen hızda artmamasından ve mevcut 439 reaktörün birçoğunun önümüzdeki 10-20 yıl içerisinde yaş haddinden emekliye ayrılacak olmasından kaynaklanıyor.

Küresel ısınmaya çözüm mü?
Nükleer reaktörler tüm hayatları boyunca yapılan bir karşılaştırmada kömür santrallarına göre daha az seragazı salıyor. Nükleer enerjinin son yıllarda yeniden tartışılmasının ardında yatan nedenlerden biri de bu. Ancak bir nükleer reaktörün uzun süren inşaatı, ilk yatırım maliyetinin yüksekliği ve mevcut reaktörlerinin yaşlanmış olması, uranyum rezervlerinin giderek azalması, gereken seragazı indiriminde nükleer enerjinin ciddi bir rol oynama olasılığını azaltıyor. Bugün, nükleer endüstrinin tüm çabaları küresel ısınmayı durduracak büyük bir atılımdan çok mevcut kapasiteyi korumaya yönelik aslında. ABD Ulusal Enerji Komisyonu, 2004 yılında yaptığı bir çalışmasında, hissedilir bir karbondioksit emisyonu azaltımı için gelecek 30-50 yıl içinde 300 veya 400 reaktörün yapılması gerektiğini belirtmişti. Enerji yatırımlarında tek kriter seragazları olsa bile nükleer enerji beşikten mezara yapılan hesaplarda listenin ortalarında yer alıyor. Almanya’daki Öko Enstitüsü tarafından yapılan bu çalışma az çok durumu özetliyor. Belki de bu yüzden ABD’de şu anda yapımına 1972 yılında başlanan Watts Bar 2 reaktörü dışında bir başka inşaat yok. 1165 MW gücündeki Watts Bar II’yi 16 yılda bitiremeyen, 1988’de de inşaatı enerji talebi yok diye durduran ABD, yüzde 60’ından fazlasının tamamlandığı söylenen bu reaktöre yaklaşık 2,5 milyar dolar daha harcamayı planlıyor. İşin garibi aynı santraldaki Watts Bar I reaktörü de (1121 MW) tam 23 yılda bitirilmiş ve 7 milyar dolara mal olmuştu. Nükleer enerjinin en büyük sorunlarından biri de ilk yatırım maliyetinin yüksekliği ve inşaatının zorluğu. Geciktiğiniz her ay size ciddi finansal zorluklar getiriyor. Bugün, Batı Avrupa’da Fransa dışında reaktör inşa eden tek ülke olan Finlandiya’da yaşananlar bu sorunun hala çözülemediğini gösteriyor. Finlandiya’da yapılan Olkiluoto reaktörünün yapımına 2005 yılında başlandı. Yapımı, hisselerinin yüzde 90’ı Fransız devletine ait Areva ve Siemens tarafından yürütülüyor. Bittiğinde Avrupa’nın ilk üçüncü kuşak (jenerasyon) nükleer santralı olacak ama biterse. İnşaatın başladığı 2005 yılında elektrik üretimine 2009 ortasında geçeceği söyleniyordu. İşler yine nükleer firmaların söylediği gibi olmadı. İnşaatın sürdüğü iki yıl içerisinde ortaya çıkan hatalar ve güvenlik konusundaki eksiklikler inşaatı şimdiden iki yıl geciktirdi. Areva ve Siemens’in en iyi tahmini elektrik üretimine 2011 yazında geçilebileceği yönünde.Gecikmeleri değerlendiren Areva Nükleer Güç şirketinin (Areva NP) İcra Kurulu Başkanı Luc Oursel, “Bir serinin ilk örneğini inşa ettiğinizde kaçınılmaz olarak yeni maliyetler keşfediyorsunuz, çalışanlar yerinde durdukları için de maliyetler artıyor” diyor.[1] İki yıllık gecikme sonucunda üretilemeyen elektriği de hesaba katarsanız bu rakamın toplamda 1 milyar 600 milyon Avro’ya ulaştığını görüyorsunuz.[2] Bu gecikme bedelinin, bugün Türkiye’de ilk yatırım bedeli olarak telaffuz edilen rakama eşit olması insanı düşündürüyor.

Nükleer atık sorunu çözülemiyor
Nükleer enerji tartışmasında en çok konuşulan konulardan biri de atık sorunu. Nükleer santrallardan çıkan yüksek seviyeli atıkların bazıları 240 bin yıl boyunca radyoaktif kalıyor. Bu atıkların, doğadan ve canlılardan uzakta saklanmaları gerekiyor ancak çözüm olarak önerilen yer altı depolarının henüz dünyada gerçekleştirilmiş bir örneği yok. Nükleer enerjinin ömrünün 60 yıl olduğu düşünülürse bu depolarda atıkların sızdırmadan binlerce yıl kalabileceği de sonuçta bir iddia. Uranyum zengini olmayan Türkiye’de dışa bağımlı olmamak için toryumun yakıt olarak kullanılabileceği de biraz böyle aslında. Dünyada toryumla çalışan bir tek ticari reaktör bulunmuyor.

Nükleer santralların sadece elektrik ürettiği göz önüne alınırsa yerine bir başka enerji santralı koymak mümkün. Bugün başta rüzgar olmak üzere çevrecilerin savundukları rüzgar, güneş, jeotermal, küçük hidrolik santrallar ve biyokütleden elektrik üretmek teknik olarak sorun teşkil etmiyor. Maliyetler de güneş dışında nükleerle başa baş mücadele edebiliyor hatta rüzgar birçok noktada daha ucuza elektrik üretiyor. Atık, güvenlik sorunu olmadan. Nükleer mi temiz enerji mi arasında yapılan tercih teknik değil daha çok siyasi bir tercihe benziyor. Fransa 59’uncu reaktörünü yaparken Almanya, Türkiye’nin kurulu gücünün yarısından fazlasına ulaşan 22 bin megavatlık rüzgar gücüne yeni türbinler ekliyor. Danimarka elektriğinin dörtte birini rüzgardan sağlıyor Litvanya ise dörtte üçünü nükleerden. Sorun elektriksiz kalmayla değil vatandaşın hassasiyetiyle ilgili artık.


Kim yapıyor? Kim Kapatıyor?

Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) rakamlarına göre dünyada şu anda 439 reaktör (santral değil) var. Bunların toplam kurulu gücü 371 GW ve 35 yeni reaktör de yapım aşamasında. Bu 34 reaktörün 7’si Rusya, 6’sı Hindistan, 5’i Çin, 3’ü Kore, 2’si Ukrayna ve Bulgaristan, 1’er adet de Arjantin, Fransa, İran, Japonya, Pakistan, Finlandiya ve ABD’de inşa ediliyor. Yalnız biraz dikkatli bakınca Arjantin örneğinde olduğu gibi 1981 yılında inşaatına başlanan Attucha-2 reaktörünün 27 yıldır listede yer aldığını görüyorsunuz. Diğer tarafta ise Obrigheim ve Stade reaktörlerini kapatan Almanya var. Yeşiller ve Sosyal Demokrat Parti’nin koalisyonu sırasında alınan karara göre 2020’de tüm nükleer santrallar kapanmış olacak. Avusturya inşaatı bitmiş olmasına rağmen, tek reaktörü Zwentendorf’u (Siemens) 1978 yılında hiç çalıştırmadan kapatmış. İtalya, Çernobil kazasından sonra ülkedeki 4 reaktörü, İsveç ise 1999’da Barseback 1, Haziran 2005’de ise Barseback 2’yi kapattı. İspanya’da hükümet tüm santralları kapatma kararı aldı. Bu karar, 30 Nisan 2006’da Zorita (Cabrera)reaktörünün kapatılmasıyla uygulanmaya başladı. İspanya’da 8 reaktör kaldı. Belçika, santrallarını en fazla 40 yaşlarına kadar çalıştırmayı ve daha sonra kapatmayı kabul etti. 2025 yılında Belçika’da nükleer santral kalmayacak. Bunun dışında Norveç, Yeni Zelanda, Avustralya, İrlanda gibi gelişmiş ülkeler nükleer enerjiye hiç bulaşmamış.

*Tam metin


[1] Nuclear Bid to Rival Coal Chilled by Flaws, Delay in Finland, 4 Eylül 2007. http://www.bloomberg.com/apps/news?pid=20601087&sid=aFh1ySJ.lYQc&refer=home

[2] Power failure: What Britain should learn from Finland's nuclear saga, 16 Ocak 2008. http://www.independent.co.uk/news/science/power-failure-what-britain-should-learn-from-finlands-nuclear-saga-770474.html

Rakamlarla Çernobil

22 yıl önce tarihin tek değil ama en büyük nükleer kazası gerçekleşti. Bu kadar yılın ardından, kazayı yok saymak isteyenlere aşağıdaki rakamları bir kez daha okumalarını öneriyorum.

Temizlik çalışmalarına çoğunluğu asker 800 bin kişi katıldı.

Tasfiyeci adı verilen bu 800 bin kişiden 25 bininin öldüğü, 70 bininin sakat kaldığı Sovyetler Birliği dağılmadan önce elimize ulaşan tek resmi bilgi.

Bazı bağımsız kaynaklar ise ölü sayısını toplam 60 bin, sakat kalanların ise 165 bin olduğunu söylüyor.

Reaktörde çıkan yangını söndürmek için helikopterler 1800 uçuş yaptı ve 5 bin ton materyali(sodyum fosfat ve kum gibi) reaktörün üzerine boşalttı.

400 bine yakın insan tahliye edildi. Bugün hala 30 kilometre çapında bir alana izinsiz giriş yasak.

7 bin işçi kazanın ardından 22 yıl geçmesine rağmen temizlik çalışmalarına devam ediyor.

Radyoaktif bulutlar, Rusya, Belarus ve Ukrayna’da 7 milyon insanın yaşadığı bir alanı etkiledi. Daha sonra ise neredeyse tüm dünyaya yayıldı. Mayıs başında Edirne derken Karadeniz ve tüm Türkiye bu bulutlardan nasibini aldı.

2006 yılında Türk Tabipler Birliği ve Hopa Belediyesi’nin yaptığı ortak çalışma Hopa’da son 3 yılda meydana gelen ölümlerin yüzde 47’sinin nedenin kanser olduğunu belirledi.

Birleşmiş Milletler İnsani İşler Koordinasyon Ofisi, İtalya’nın yarısı kadar bir alanın, (yaklaşık 150 bin kilometrekare) kirlendiğini ve yaklaşık 52 bin kilometrekare, (Danimarka’dan biraz daha büyük) tarımsal alanın da harap olduğunu belirtiyor.

Belarus Ekonomi Enstitü’sünün verilerine göre Çernobil kazasının maliyeti 235 milyar doları geçecek.

Çevremizi tanıyalım

Dünyanın çok ciddi bir enerji ve gıda krizi yaşadığı günümüzde, Türkiye'nin yedi bölgesine bakıp da 'çevremizi tanıyalım' demek için cesaret ve çevre bilinci gerekiyor. Kurumuş göllerden toprak kaybına, atık meselelerinden orman yağmalarına ve doldurulmuş sahillere kadar, her şey ortada aslında. Gelin, çevremizi tanımakla kalmayıp onunla barışalım..

Özgür Gürbüz-Sabah Pazar/20 Nisan 2008

Marmara Bölgesi
Sanayi ve kentleşmenin yoğunluğu, Marmara Bölgesi'ni çevre sorunlarının hemen her türüyle karşı karşıya bırakıyor. Dünyanın oksijeni en bol ikinci bölgesi Kaz Dağları, altın madencilerinin hücumuna uğramış durumda. Çanakkale sınırları içerisinde birçok kömür ve doğalgaz santralı kurulması planlanıyor. Ergene Havzası'ndaki kirlilik yıllardır sürüyor; Dilovası ise adını tarihe kanser ovası olarak yazdırdı. Bölgede kanserden ölenlerin oranı yüzde 30'lara yaklaşıyor. İstanbul ise trafikten çarpık kentleşmeye kadar birçok çevre sorunu ile karşı karşıya. Türkiye'de trafiğe kayıtlı araçların yaklaşık dörtte biri İstanbul'da. İstanbul Boğazı'ndaki tanker trafiği başlı başına bir sorun. Boğazın üstünden geçecek üçüncü köprü birçok uzmana göre kentin sonunu getirecek. İzmit, sanayi kaynaklı sorunlarla anılır halde, çözüm olarak öne sürülen atık yakma tesisi İzaydaş bile, kimilerine göre başlı başına bir kirlilik kaynağı. Tuzla sadece tersane kazalarıyla değil, zehirli varilleriyle de anılıyor. Bursa'da Cargill ile anılan tarım alanlarına sanayi tesisi kurulması tartışması devam ediyor. Su ve hava kirliliği, sanayi kaynaklı sorunlar çözülmüş değil. Bursa Kocaçay Deltası'ndaki su kaynakları da şehir ve sanayi atıkları nedeniyle kirlenmeye devam ediyor. Balıkesir'deki Manyas Kuş Cenneti, çevredeki işletmeler tarafından bırakılan atıklar, küresel ısınma ve ilgisizlik yüzünden can çekişiyor. Tekirdağ'da deri ve tekstil fabrikalarının atıkları sorun yaratıyor.

Karadeniz Bölgesi
Karadeniz'le Karadenizli arasına sınır çeken sahil yolu projesi hayata geçirildi. Projeye çevreciler kumsallara, koylara, doğal yapıya zarar verecek diye karşı çıktılar. Doğu Karadeniz'de başta Yusufeli, Fındıklı olmak üzere birçok baraj projesi var. Barajlara olan tepki, Orta ve Batı Karadeniz'e gelince termik ve nükleer santrallara karşı yoğunlaşıyor. Samsun'un en verimli tarım arazilerinin olduğu Çarşamba ile Tekkeköy arasına altı termik santral planlanıyor. Samsun'daki mobil santrallara karşı hukuki mücadele sürüyor. Amasra ve Bartın'a da termik santral kurulmak isteniyor. Sinop'un derdi de tepkisi de daha büyük. Kentin duvarları 'nükleer santrala hayır' diyen afişlerle kaplı. Çernobil faciasını yaşamış olan Karadenizli nükleere çok tepkili. Türk Tabipler Birliği ve Hopa Belediyesi'nin 2006 yılında açıkladığı araştırmaya göre Hopa'da ölümlerin yüzde 47'si kanserden. Karadeniz'deki ilk resmi kanser taramasında, 11 yıl içinde 15 bine yakın kanserli hasta tespit edildi. Sağlık Bakanı Recep Akdağ, "Asıl Çernobil, cebinde sigara taşıyan her vatandaşın üzerinde" dedi. Nükleer tartışma devam ederken denizlerdeki kirlilik de durmadı. Türkiye'nin en kirli denizi olan Karadeniz, komşu ülkelerden ve Tuna Nehri'yle Avrupa'dan gelen kirlilikle mücadele ediyor. Trabzon Çamburnu'nda kurulması düşünülen çöp depolama tesisi, "Cennet bahçesine çöp tesisi olur mu?"diyen çevrecilerin tepkisiyle karşı karşıya. Sadece kıyılar değil, iç bölgeler de sorunlu. Nesli tehlike altındaki su samurlarına, küçük akbaba, puhu ve kızböceği gibi türlere ev sahipliği yapan Yeşilırmak'daki kirlilik Amasya'da toplu balık ölümleriyle su yüzüne çıktı. Gümüşhane Cerattepe'deki altın madeni ise, tartışmalara rağmen işletilmeye devam ediyor.

Doğu Anadolu Bölgesi
Doğu Anadolu'nun denizi olarak bilinen Van Gölü'nde tespit edilen yüksek derecede koli basili değerleri, insan sağlığı için ciddi tehlike oluşturuyor. Van'ın artan nüfusu ve atık su arıtma, burada da sorun. Bir başka risk ise, Türkiye sınırına 16 kilometre uzaktaki Metzamor Nükleer Santralı. Dünyanın en tehlikeli santralları arasında gösterilen Metzamor, sadece Iğdır için değil, tüm dünya için bir tehlike. Tunceli'de Munzur Nehri üzerine kurulmaya çalışılan sekiz baraj ve altın madenciliği başlıca çevre sorunları. Türkiye'nin ilk milli parkı olan Munzur Vadisi Milli Parkı'na bir dizi baraj yapılmasına tepki çok. Bölgede orman yangınları da sorun yaratıyor. Erzincan Karasu Nehri'nde yaşanan kirlilik, endişe verici boyutlarda. Hakkari'de çöp sorunu devam ediyor. Yüksekova Nehir Kuş Sazlığı'nın durumu, Zap Nehri'ne yapılmak istenen barajlar, tartışılıyor. Bölgenin en büyük kentlerinden Erzurum'un hava kirliliği sorunu ise, bölge halkı gündeminin ilk sıralarında. Kars Çayı'nın kirlilik sorunu çözülmeye çalışılıyor.

Ege Bölgesi
Türkiye'deki yeşil hareketin başlangıç noktalarından olan Ege Bölgesi, özellikle doğa koruma alanında verilen hukuk mücadeleleriyle akla geliyor. Çevreci avukatlarıyla ünlü İzmir'in son başarı öyküsü Kültürpark'ın altına yapılması planlanan otoparkın Danıştay tarafından durdurulmasıydı. Bakanlar Kurulu kararlarıyla çalışan Gökova, Yatağan ve Yeniköy termik santralları, Bergama'da AİHM kararına rağmen çalışan altın madeni, tüm Türkiye'de çevre sorunu denince ilk akla gelen örnekler arasında. Yatağan Santralı filtrelere kavuştu ama ikinci santral planları ve kömür havzalarının genişletilmesi nedeniyle yerinden edilecek köylüler mutlu değil. Uşak-Eşme ve İzmir-Efemçukuru'nda da altın madenlerine itiraz sürüyor. Gemi söküm tesisleriyle anılan Aliağa'ya termik santral kurulması gündemde. Marmaris, dünyaca ünlü çam balını korumak için manganez madenine karşı yürüyor. Balık çiftlikleri ve beton canavarlar, başta Bodrum olmak üzere neredeyse tüm kıyı şeridini tehdit ediyor. Balık çiftliklerinden şikâyetçi olan bir başka bölge de, çiftliklerin taşınması planlanan Dilek Yarımadası Milli Parkı kıyıları. Küresel ısınmayla birlikte artması beklenen orman yangınları her yaz ciddi ekolojik sorunlar yaratıyor. Bodrum'da yapılan ve yapılması düşünülen golf sahaları, doldurulan kıyı alanları, bölgenin doğal güzelliğini sonsuza dek yok ediyor. Menderes nehirleri kirlendi. İzmir Kuş Cenneti'nin koruma statüsü kaldırıldı. Bafa Gölü kurudu haberleri herkesi dehşete düşürdü. Bir de Allianoi var. İzmir'in Expo tanıtımına kapak olan 1800 yıllık termal merkezi, Yortanlı Barajı'nın suları altında kalmak üzere.

Akdeniz Bölgesi
Akdeniz Bölgesi aynı Ege gibi 'beton canavar'ın saldırısıyla karşı karşıya. Mersin'den Silifke'ye kadar olan sahil yollarında muz bahçeleri yerine artık dev tatil siteleri var. Silifke'den ötesinde ise 240 bin yıl radyoaktif kalacak atıkları, kaza riski ve ekonomik soru işaretleriyle Akkuyu'ya kurulmak istenen nükleer santral projesi yer alıyor. Ecemiş Fay Hattı 25 km. ötesinde santralı bekliyor. Göller Bölgesi'nde tehlike çanları çalıyor. Evsel ve sanayi atıkları gelişigüzel bir şekilde Burdur Gölü'ne boşaltılıyor. Eğirdir Gölü'ndeki kirliliğin araştırılması için TBMM'de komisyon kurulması istendi. Halkın desteklediği komisyon henüz kurulmadı ama karşı çıktığı golf sahaları birçok yerde kuruldu. Sorgun Ormanı ve Belek karşı çıkışın odak noktası oldu. 2007 başında Antalya'da taş ocağı ve maden ruhsatı alanların sayısı bin 600'ü geçti. En son Kurşunlu köylüleri taş ocağına karşı eylem yaptı. Tarsus, atık yakma tesisine karşı mücadele etti ve ÇED olumlu kararını iptal ettirdi. Adana ise Tarsus gibi birlik olamadı. Ceyhan'da Türkiye'nin en büyük termik santrallarından Sugözü Santralı kuruldu. Petrol boru hattı, rafineri planları bölgedeki çevresel riski artırdı. Tufanbeyli'de bir başka termik santral yolda. Biraz içeride Osmaniye'de ise Kastabala Antik Kenti'nin yanına çimento fabrikası kurulmak isteniyor. Tüm bu planların, yaratacağı yerel sorunların yanında küresel ısınmaya etkisi de ciddi boyutlarda. Silifke'deki Göksu Deltası, kaçak kum alımı, kaçak avcılık ve sazlıkların yakılması sorunları ile karşı karşıya. Afşin-Elbistan kömür santralının CO2 emisyonlarının küresel ısınmaya katkısı birçok ülkeden fazla. Santrala yönelik, yöreden gelen şikâyetler de dinmiyor. Maraş'ın Pazarcık Ovası'nın verimli arazilerine çimento fabrikası kurulmak isteniyor.

İç Anadolu Bölgesi
Tuz Gölü, 90 yılda yüzde 85 küçüldü. Bu gidişle gölün 2015 yılında tamamen kuruyacağı öne sürülüyor. Konya'nın günde 125 bin tonu bulan atığı göle boşalıyor. Kuraklık, Konya'da bulunan 60 bin kuyudan 41 bini kaçak. Konya, Burdur ve Isparta çevresindeki göllerin yanı sıra, Hotamış, Suğla, Seyfe gölleri, Eşmekaya Sazlığı ve Akgöl'de kuraklık problemi var. Akşehir, Eber, Beyşehir ve Meke gölleri ile, Sultansazlığıda, yok olma riski altında. Eskişehir'deki Porsuk Çayı'nda kirlilik had safhada. Bölgede kurumayan, kirlenmeyen su yok gibi. Zaten su da pek yok. Başkent Ankara'da geçtiğimiz yıl kesecek su bile kalmadı. İç Anadolu'nun erozyon riski de yüksek. Hasanoğlan Kasabası sayıları 20'yi geçen taş ocaklarından musdarip. Bölgedeki tüm büyük kentlerde hava kirliliği ve kentsel atık sorunu var. Altı ilin kanalizasyonu Kızılırmak'a boşalıyor.

Güneydoğu Anadolu Bölgesi
Güneydoğu Anadolu Projesi bölgeye yeni fırsatlar getirdiği kadar sorunlar da getirdi. Bilinçsiz sulama nedeniyle Harran Ovası'nda 3 bin 400 hektar alanda 'tuzlanma' meydana geldi. Tuzlanmanın yanı sıra bölgede yaşanan çarpık kentleşme, yetersiz arıtma tesisleri, mevcut su kaynakları için de tehdit oluşturmaya başladı. Başta Diyarbakır olmak üzere tüm kentlerin arıtma tesisi ihtiyacı var. Mardin'de tüm kenti kaplayan bir kanalizasyon sitemi yok. Foseptik çukurları devrede. Barajlar diyarı olan Güneydoğu'da baraj gölleri çöp deposu olarak da kullanılıyor. Şanlıurfa ve Adıyaman illerinin atıkları Atatürk Barajı'nın gölüne, Gaziantep'e bağlı Nizip'in atıkları Hancağız Barajı'na akıyor. Gecekondulaşma sorunu yaşanan Batman'da da kanalizasyon büyük bir problem. Batman'ın bir başka sorunu ise binlerce yıllık Hasankeyf'in Ilısu Barajı'nın suları altında kalacak olması. Baraj projesine karşı çıkanların bir başka nedeni ise yaklaşık 40 bin kişinin göç edecek olması. Silopi'de önce mobil olarak kurulan termik santral, zaman içinde eklenen ünitelerle de giderek büyüdü. Santralla birlikte tepkiler de büyüdü ve bir harekete dönüştü.

Yakıt mı, yemek mi?

Tüm dünyada pirinç ve buğday stoklarının azalması nedeniyle fırlayan fiyatlar yüzünden gıda krizi yaşanıyor. Diğer taraftan, yıllardır küresel bir ekolojik krizin kapısında olduğumuz söylenip duruyor. Medyada yer alan haberlere bakınca, bu kapıdan çoktan geçtiğimiz açıkça anlaşılıyor. Bu dosyanın üçüncü sayfasındaki Türkiye haritası da hepimize bugünü ve yarını gösteriyor.

Özgür Gürbüz – Sabah Pazar / 20 Nisan 2008

Garip şeyler oluyor etrafımızda. Yoksulun aç kalmama umudu ekmeğin fiyatı, otomobilden daha hızlı artıyor. Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellick, artan gıda fiyatlarının 100 milyon kişiyi daha yoksulluğa iteceğini söylüyor. Zoellick, açıklamasını yaparken sağ elinde bir paket pirinç, sol elinde ise bir somun ekmek tutuyordu. Sağ elinde tuttuğu pirincin fiyatı dünyada bir yılda yüzde 70 arttı. Sol elindeki ekmeğin hammaddesi buğdayın fiyatı ise yüzde 130! Mısır'da, Bangladeş'te, Senegal ve Fildişi Sahilleri'nde aç insanlar sokakları doldurdu. Açlıklarını bastırmak için attıkları çığlıkları ne karınlarını doyurdu ne de artan gıda fiyatlarını düşürdü. Ekmeklik buğdayını, pilavlık pirincini hızla artan fiyatlar yüzünden alamayan insanlardan ve onların aç kalmamak için yedikleri yemeklerden bahsediyoruz. Halbuki yaşam standartlarının yükseltilmesi gerektiğini söylemişlerdi. Her eve bir televizyon herkese bir otomobil düşerse gelişmiş ülke olacaktık. Geliştik geliştik ama bir kap pilava muhtaç kaldık. Altı küsur milyar insanın yarısına yakını elektriksiz yaşıyor. Elektriği olanların bazılarının şimdi yiyecek yemeği de yok. Televizyonlarımızı yiyemeyeceğimize göre onları saksı yapıp domates yetiştirmek için mi kullansak acaba? Başa döndük sanki, ne demişti Maslow? Önce temel ihtiyaçlar...

Arabanızın mı karnı doysun?
Dünya'da gıda fiyatlarının artması üç ana nedene bağlanıyor. Çin'deki insanların daha çok et tüketmeleri, et talebini karşılamak için yem talebinin artmasına neden oluyor. Petrol fiyatlarının varil başına 110 doların üzerinde seyretmesi hem tarımsal girdi maliyetlerini hem de petrolün yerine geçebilen yakıtlara olan ilgiyi artırıyor. Biyodizelin, etanolün talebi ve dolayısıyla fiyatı da arttıkça, çiftçiler ektikleri ürünleri yiyecek olarak değil, yakıt olarak değerlendirecek şirketlere satıyor. Mısır hem yakıt hem yiyecek olarak kullanılınca fiyatı da haşlamak ya da ekmek yapmak için çok pahalıya geliyor. İnsanlara tercihlerini, "Arabanızı mı, karnınızı mı doyurmayı tercih edersiniz?" gibi bir soruyla sormak mümkün ancak arabasını mısırla doyuranla, karnını mısırla doyuran aynı kişi olmayacak. Biri zengin dünyadan diğeri ise televizyonlarda pek rastlamadığımız öteki dünyadan geliyor. Kısacası, küresel ısınmayı durdurmak için dünyanın petrolden biyoyakıta terfi etmesi teknik olarak doğru bir çözüm, ancak bunu aç kalmadan yapmak gerekiyor. Bu arada üçüncü nedeni de ağzımızdan kaçırıverdik. Küresel ısınma yüzünden değişen iklim koşulları, en başta da yaşanan kuraklık tarım ürünlerinin rekoltelerinde sıkıntılara yol açıyor.

Pirinç yerine bulgur
Türkiye'de ise hükümet sorunun spekülatörlerden kaynaklandığını belirtiyor. Tarım ve Köy İşleri Bakanı Mehdi Eker, pirinçteki fiyat artışına karşı tedbir alındığını belirtiyor ve yaşanan fiyat artışının arz eksikliğinden kaynaklanmadığını açıklıyor. Eker'e göre sorun ellerinde pirinç ve çeltik bulunan bazı firmaların, fiyatlar daha da yükselir umuduyla bunları piyasaya sürmemesi. Çözüm de pirinç boykotu. Eker, "Eğer tüketici olarak biz bu şekilde insafsızca, hak edilmemiş bir zamla karşı karşıya kalıyorsak, buna birey olarak da tüketici olarak da tepkimizi koyalım. Ben de koyuyorum. Gerekirse üç- beş gün pirinç yemeyelim. Hiçbir şey olmaz. Bulgur yiyelim yerine ki zaten bizim kendi Anadolu kültürümüzde zaten bulgur tüketilir," diyor. Ziraatçılar Derneği Başkanı İbrahim Yetkin ise sorunun sadece spekülatörlerden kaynaklanmadığı görüşünde. Küresel ısınma kaynaklı kuraklık, Çin ve Hindistan gibi ülkelerde yaşanan beslenme alışkanlığı ve yanlış politikalar krizin ana nedeni. Dünyanın en kârlı sektörlerinden biri haline gelen tarım ve gıda maddeleri ticareti, Yetkin'e göre bu ticareti elinde bulunduran gelişmiş ülkelere avantaj sağlıyor. Yetkin bir örnekle tezini açıklıyor: "Örneğin ABD'nin her üretici başına verdiği tarımsal destek 15 bin doları buluyor. AB de bütçesinin yüzde 40'ını tarımsal desteklere ayırıyor. Ancak bu ülkeler ve onların etkilediği uluslararası kurumlar, Türkiye gibi ülkelerin kendilerini ve üreticilerini korumaya yönelik önlemler almasına ve üreticilerini desteklemesine karşı çıkıyorlar. Bu da sözkonusu ülkeleri, gelişmiş ülkelere ve onların dayattığı fiyatlara bağımlı hale getiriyor."

Tahminler doğru çıkıyor

Türkiye, biyoyakıt konusuyla yeni ilgilenmeye başladığı için henüz yakıtyemek ikilemi tartışma masasına yatırılmış değil. Türkiye'de biyoetanol üretiminde ilk girişimlerden birine imza atan Pankobirlik, şeker pancarından etanol üreten bir tesisi, hayata geçirdi. Pancar Ekicileri Kooperatifleri Birliği'ne göre Türkiye'nin 32 milyon dönümlük arazisinde pancar ekimi yapılabiliyor. Pancar aynı tarlaya dört yılda bir ekilebiliyor. Dolayısıyla Türkiye'de her yıl 8 milyon dönüme pancar ekilmesi mümkün ama yeni şeker rejimiyle birlikte şeker ihtiyacımız 3,5 milyon dönümlük arazide yetiştirilecek pancardan karşılanıyor. Pankobirlik, geriye kalan 4,5 milyon dönümlük arazinin biyoetanol üretime dönük şeker pancarı için kullanılması halinde, en az 2- 2,5 milyon ton (2,5- 3 milyar litre) biyoetanol (biyobenzin) üretimi yapılabileceğini öngörüyor. Bu değer, 2007 benzin tüketiminin yüzde 80- 90'ına karşılık geliyor. Halihazırda Türkiye'nin biyoetanol kurulu kapasitesi 170 milyon litrelik üretim yapabiliyor ama bu kurulu kapasite de tam olarak kullanılamıyor. Pankobirlik'in bir başka dikkat çektiği nokta ise 1995- 2006 yılları arasında 1 milyon hektar arazide tarımdan vazgeçilmiş olması. Bu, yılda 200 bin kişiden fazla çiftçinin çiftçiliği bırakması, aileleriyle birlikte 1 milyon kişinin büyük şehirlere göç etmiş olması anlamına geliyor. Kısaca, terk edilen ve nadasa bırakılan alanların planlı bir enerji tarımı ile biyoyakıt üretimine açılmasıyla biyoyakıt potansiyeli daha da artırılabilir. Bu rakamların da ışığında potansiyelin büyük olduğunu söylemek yanlış olmaz. İnce nokta ise gıda- yakıt ikileminde nerede duracağınızı bilmek ve fiyat ayarını iyi yapmakta yatıyor. Bugün dünyanın geldiği noktaya bakılınca ayarın bozulmuş olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Türkiye'de tartışmalar pirince ve spekülatörlere odaklansa da dünyada gıda krizi, uluslararası gizli anlaşmalara kadar uzanıyor. Financial Times'ın 10 Nisan 2008 tarihli haberinde, Ukrayna'nın 100 bin hektarlık bir tarım alanını Libya için ayırmasına yönelik gizli bir anlaşmanın yapılmak üzere olduğu yazılıydı. Mısır ve Suriye, Hindistan ve Kazakistan arasında yine gizli görüşmelerin yapıldığı da belirtiliyor. Ekolojik krizin belki de en korkunç yüzü bize bakıyor. Küresel ısınmayla başlayan, inanması güç gelen tüm tahminler bir bir doğru çıkıyor. İnsan ırkı, Midyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan da olmak üzere ama pek farkında değil.

---

Küresel ısınma daha devreye girmedi
Ömer Madra (Açık Radyo Genel Yayın Yönetmeni)

"Hindistan ve Çin'de tüketim kültürünün değişmesi, artan et talebi, yem sanayi açısından büyük bir sorun yaratıyor. Daha küresel ısınma devreye girmedi, o yüzden çok ürkütücü. Bu sorunu spekülatöre bağlayarak çözebileceğini düşünmek, bence ne yapacağını bilememekten kaynaklanıyor. Kuraklık olduğunu da kabul etmiyorsunuz. Petrol ve kömür fiyatlarının müthiş yükselmesinin de etkisi var. Kömür kaynaklarının 200 yıl daha dayanacağı savının gerçek olmadığını söyleyen ciddi makaleler var. Bütün bunları dikkate almadan yapılan açıklamalar, bir panik durumunu mu gösteriyor bilemiyorum. Geçen yıl yaşanan kuraklıktan da ders alınmamış. Enerji Bakanı, 'İstikbal derinliklerdedir,' demiş. Yani, maden çıkararak küresel ısınma gibi sorunların çözüleceğini söylüyor ki bu inanılır gibi değil. Tüm bu yaşananlar, enerji krizi ve küresel ısınmayla ilgili. Çok daha riskli ve tehlikeli bir dünyaya gidildiği konusunda pek bir tereddüt yok. Su savaşı dediğimiz de zaten yiyecekle ilgiliydi. Mesele içecek su bulamamak değil ama tarımdan başlayarak, termik ve nükleer santrala kadar hepsi suya ihtiyaç duyuyor. Yenilenebilir enerji kaynakları dediğimiz rüzgâr ve güneş gibi kaynakların suya ihtiyacı yok. Bu da gözden kaçan noktalardan biri. İstikbal yenilenebilir enerji kaynakları ve gençliğin mücadelesinde. Örgütlenip bu gidişatı durdurmaları lazım. Güneş, rüzgâr, jeotermal ve enerji verimliliği çok önemli. Sanayileşmiş ülkeler hem teknoloji hem de fon transferi yapmalı. Tüm dünyadaki eski düşünce tarzının değişmesi, ağır sanayiyle kalkınma modellerinin değişmesi gerekiyor. Nevada Çölü'nün hepsi güneş enerjisi için kullanılsa, ABD'nin enerji sorunu çözülüyor ama oraya kömür santralı yapılmaya çalışılıyor. İşin kötüsü Türkiye tüm bunların dışında kalıyor. Birkaç gün pirinç almamakla çözülecek bir sorun değil yani."

“Aracıları zengin eden ziraat sistemi istemiyoruz”
İbrahim Yetkin (Ziraatçiler Derneği Başkanı )

- Bu krizin oluşmasında spekülatif hareketler de rol oynuyor mu?
- Spekülasyon olayı yalnız bizimki gibi buğday açığı veren ve acil ithalata ihtiyaç duyan ülkelerde değil, ABD gibi en büyük buğday ihracatçısı ülkelerde de yaygınlaşıyor. Bunun en büyük nedeni, ekonomik kriz belirtilerinin uluslararası spekülatörleri daha garantili bir alan olarak gördükleri gıda piyasasına yöneltmiş bulunması. Bu durum son aylarda 'gıda enflasyonu' olarak nitelendirilen aşırı fiyat artışlarının ana nedenlerinden birini oluşturuyor. Buğday başta olmak üzere hububat fiyatları, artık piyasaya çıkmadan beklenti üzerinden şekilleniyor. Küresel ısınmaya bağlı kuraklığın süregen bir nitelik taşıyacağı yolundaki beklentinin yaygınlaşması spekülasyonu körüklerken, Türkiye'nin de aralarında bulunduğu gelişmekte olan ülkelerde açlık ve kötü beslenme oranında artışa neden oluyor. Bizim ülkemizde spekülasyonu artıran bir özel neden daha var, o da artık neredeyse bir gelenek haline gelen her yıl Ramazan ayında gıda maddelerine yapılan büyük zamların aşırı kazanç imkânları yaratması.

- Tarımda kullanılan girdi maliyetlerindeki artış geçen yıla göre ne oranda?
- Petrol fiyatlarındaki artış, tarlada girdi olarak mazotun ve doğalgaz kullanılarak üretilen gübrenin fiyatını artırdığı gibi ithalata bağımlı ülkelerde denizaşırı nakliyat fiyatlarının artmasında da bir etken. Türkiye'de son bir yılda gübre fiyatlarında yüzde 100'e varan bir artış oldu. Mazota yıl başından bu yana yapılan zam, şimdiden yıllık enflasyon oranının çok üzerine çıktı. Geçen yıl enflasyon yüzde 10 civarındaydı, buna karşılık tarımsal girdilerdeki fiyat artışları yüzde 27'yi buldu. Çiftçinin ürettiği ürün karşılığında eline geçen para ise artmıyor, azalıyor. Örneğin bu yıl mısır gibi üretim açığı olan ve teşvik edilmesi gereken bir ürüne verilen prim üçte iki oranında azaltıldı. Birçok tarım ürününün üretici fiyatı yıllardır artmıyor. Buna karşılık tüketiciye ulaştığında dört-beş kat artıyor. Bu da üretimi sürdürülemez hale getiriyor.

- Biyoyakıt üretiminin fiyat artışlarında etkili olduğu söyleniyor. Bu sorun nasıl aşılabilir?
- Özellikle hayvan yeminde kullanılan mısır ve soya fasulyesinin giderek artan biçimde biyoyakıt üretiminde kullanılması et, yumurta ve süt fiyatlarında artışa yol açıyor. Uluslararası Tahıl Konseyi verilerine göre, 2007-2008 yılları arasında etanol üretiminde kullanılan tahıl miktarı yüzde 50 artarak, 35 milyon tona çıkacak. Bu da gıda olarak tüketilen tahıl miktarında 20 milyon tonluk bir açık anlamına geliyor. Aslında sorun, her ülkenin kendi koşullarını göz önüne alan ve imkânlarını değerlendiren bir planlama yapmasını zorunlu kılıyor. Tabii ulusal düzeyde yapılan planları dünya ölçeğinde koordine edecek uluslararası kurumlar da bir gereklilik. Ama bu kurumların büyük devletlerin çıkarlarına hizmet etmesinin önüne nasıl geçilecek; bu, tartışılması gereken bir konu.

- Türkiye'de biyoyakıt üretimi için belirlenmiş bir üst sınır var mı?
- Türkiye'de benzine yüzde 2 oranında biyoyakıt karıştırılmasına izin veriliyor. Buna karşılık TSE bu oranın yüzde 5'e kadar yükseltilebileceği görüşünde. Yüzde 2'lik karışım oranında 90 bin ton, TSE'nin öngördüğü yüzde 5'lik karışımda 225 bin ton biyoetanol ihtiyacı söz konusu.

- Çözüm önerileriniz neler?
- Birincisi, tarım yıllardır ekonomilerin sırtında bir yük gibi görüldü. Oysa Cumhuriyetimizi kurarken Mustafa Kemal Atatürk'ün de belirttiği gibi tarım, milli ekonominin temelidir ve öyle olmaya da devam ediyor. İkincisi, tarımın sürdürülebilmesi için toprak, su gibi doğal unsurlar çok önemli. Tarım topraklarımızı ve su kaynaklarımızı bugüne kadar olduğu gibi har vurup harman savurmayı bir kenara bırakmalı ve bunları korumalıyız. Üçüncüsü, üreticimizi korumalıyız. Çiftçi, ulusal ve toplumsal varlığımızı borçlu olduğumuz önemli bir topluluktur. Dünyada üreticisini desteklemeyen ülkeler, çöküş ve borç bataklığına sürükleniyor. Bu gerçeği görmeli ve ona uygun davranmalıyız. Son olarak da tarım ve gıda ürünlerinin pazarlama sistemlerini mutlaka denetim altına almalıyız. Üretici ve tüketicinin zararına aracıları zengin eden bir sistemle bir yere varamayız. Bunun için gerekirse bu tür piyasalar için üretici, tüketici ve kamunun etkin olduğu düzenleme kurulları oluşturmalıyız.

“Spekülatif hareketler rol oynuyor”
Pankobirlik (Pancar Ekicileri Kooperatifleri Birliği)


-Bugün yaşanan gıda krizinin nedenleri arasında biyoyakıtların payı nedir?
- Ülkemizde biyoyakıtların gıda krizi yaratmış olması sözkonusu değil. Geçen yıl yaşadığımız kuraklığa, bir de son günlerdeki spekülasyonlar karışınca bugünkü tablo ortaya çıkıyor. Biyoyakıt hammaddesi olmayan pirinçte yaşanan kriz bunun en güzel örneği. Dünyadaki gıda krizinin de en büyük etkenleri arasında kuraklık var. Bu konuda tümüyle biyoyakıtları sorumlu tutmak son derece yanlış. Diğer yandan, dünyada mısırda, buğdayda, yağlı tohumlarda yaşanan sıkıntı için biyoyakıtlar sorgulanabilir. Ancak ülkemizde henüz gıda hammaddelerinden geniş anlamda biyoyakıt üretilmemektedir. Biyodizel için çoğunlukla atık yağ kullanılmaktadır. Biyoetanol üretimi ise geçtiğimiz yıllarda az miktarda buğdaydan yapılmıştır.

- Bu krizin oluşmasında spekülatif hareketler de rol oynuyor mu?
- Kesinlikle... Dünyaya bakıldığında faizlerin son derece düşük seyrettiği görülüyor. Bu durum bir grup spekülatörün, emtiaya yönelmelerine neden olmuştur. Bu emtianın başında da tarım ürünleri geliyor. Tarım ürünlerine olan talep de fiyatları artırıyor. Bu artışların etkileri gelişmiş ülkelerde pek hissedilmiyor, çünkü gelişmiş ülkelerde aile gelirinin gıdaya ayrılan payı yüzde 10-15 düzeyinde. Oysa bizim gibi gelirinin yüzde 40-50'sini gıdaya ayıran, gelişmekte olan ülkelerde gıda krizinin yaşanması kaçınılmaz. Diğer yandan tüm dünyada petrol sektörü en güçlü sektördür. Biyoyakıtların yaygınlaşması ile kâr paylarının azalacağı endişeleri vardır. Lobicilik faaliyetleri kapsamında da her türlü gıda krizinde biyoyakıtların sorumlu tutulması normal görünüyor. Biz, plansızca yapılan biyoyakıt üretimine de karşı olduğumuzu belirtmek istiyoruz. Biyoyakıtlar, gıda ve yem dengesi gözetilerek planlı şekilde yapılmalıdır. Yağmur ormanlarının tahrip edilerek biyoyakıt hammaddesi üretmek gerçekten insanlık suçudur. Bugün Avrupa Komisyonu, hem biyoyakıt hammaddelerinin ekileceği alanları hem de biyoyakıt hammaddelerini sertifikalandırmak için çalışmalar yürütüyor. Bu, önemli bir girişim. Ülkemizde de benzer bir çalışma yapılmalı.

- Biyoetanol çalışmalarınızı özetleyebilir misiniz?
- Pankobirlik olarak şeker pancarından biyoetanol üretimine yönelik Çumra Şeker Fabrikası bünyesinde, yıllık kapasitesi 84 milyon litre olan etanol tesisimiz var. Tesisimiz deneme üretimlerini tamamladı, önümüzdeki dönemde üretime başlayacak. Şeker pancarından biyoetanol üretimindeki esas amaç, diğer ürünlere göre katma değeri daha fazla olan şeker pancarı üretiminin sürekliliğinin sağlanması. Şeker pancarı aynı zamanda birim alandan en yüksek enerji tarımı yapılan (1 dekar = 550 litre etanol) bir endüstri bitkisi. Avrupa Birliği, biyoetanole yönelik pancar ekimine hektar başına 45 avro destek veriyor.
(Kurumsal açıklama olarak aktarıldı.)

Yağmur ormanları tehlikede
Dünyanın en büyük 'hurma yağı' (palm oil) üreticisi Malezya'da orman alanlarının yüzde 87'si bu nedenle yok edildi. Brezilya'da tropik ormanlar, hayvan yemi olarak kullanılan soya fasulyesi üretimi için yok ediliyor. Kendi ihtiyacı için yeterli toprağı olsa da ABD ve Avrupa'ya yapılması düşünülen ihracat anlaşmalarının imzalanmasıyla 200 milyon hektar orman alanının da tarih olması söz konusu. Ülkenin seragazlarının yüzde 80'i, yağmur ormanlarının talan edilmesi sonucu ağaçların seragazı tutma kapasitelerinin azalmasından kaynaklanıyor. Yine tarımsal yakıtların çoğalması, yeraltı suları için de tehlike oluşturuyor.
Kaynak: AP Yeşiller Grubu

Rakamlarla Gıda Krizi

* Amerika'da yetişen mısırın yüzde 76'sı hayvan yemi olarak kullanılıyor.

* 1985 yılında 20 kg. et tüketen bir Çinli, bugün yılda 50 kg. et tüketiyor.

* Çin'de domuz fiyatları bir yılda yüzde 58 arttı.

* 2050 yılında dünya nüfusu 9,2 milyar olacak. Şimdi 6,6 milyar.

* AB, 2020'de biyoyakıtların ulaşımdaki payının yüzde 10 olmasını hedefliyor.

* Dünyanın en zengin yüzde 20'si, en fakir yüzde 20'sinden 16 kat daha fazla yiyecek tüketiyor.

Kaynak: The Observer

Ilısu Barajı'na bilirkişi engeli!

Ilısu Barajı'na kredi veren ülkelerin görevlendirdiği ekip, 3 ayrı rapor hazırladı. Rapora göre, hazırlanan projede çok sayıda eksik var. Raporun yankısı ise kredi veren ülkelerde oldukça sert oldu.

Özgür Gürbüz - Global Enerji / Nisan 2008

Türkiye'nin en tartışmalı baraj projelerinden biri olan Hasankeyf için uluslararası bilirkişilerden oluşan bir heyet tarafından hazırlanan rapor kamuoyuna yansıdı. Bilindiği gibi Almanya, İsviçre ve Avusturya'nın ihracat kredi ajansları, projeye finansman garantisi vermeyi kararlaştırdıklarında, sayıları 153'ü bulan koşul öne sürmüş ve bir önceki girişime göre kâğıt üzerinde de olsa ilerleme kaydedildiğini belirtmişlerdi. Aynı ajansların görevlendirdiği uzmanlardan oluşan ekip, bahsedilen ilerlemelerin kâğıt üzerinde kalıp kalmadığından emin olmak istedi. 2007 yılı Aralık ayında bölgeye gitti ve üç ayrı rapor hazırladı; çevre, yeniden yerleşim ve tarihi eserler üzerine. Üç raporun temel özelliğini oldukça fazla sayıda eksik bulunması olarak özetlersek yanlış olmaz. Kredi veren ülkelerde bu raporun yankısı çok sert oldu. Bizde ise adeta "es" geçildiği için özellikle üzerinde durmak istedim.

Yeterli uzman yok
Raporların en kısası 50 sayfaya yakın. Burada sadece çarpıcı bulduğum birkaç noktaya değineceğim. Ilısu'da inceleme yapan üç ayrı grubun ortak kanısı, "Proje Yürütme Birimi" olarak adlandırılan grubun istenildiği gibi çalışmadığı yönünde. Bunun nedenlerinden biri, bazı kritik konularda yeterli sayıda deneyim sahibi çalışanın olmaması. Karar alma mekanizmalarının eksikliğinden ve yine az sayıdaki uzmanın üzerine çok yük bindirilmesinden de yakınılıyor. Bunlar ekibin genel anlamda bulduğu eksiklikler. Birçok farklı grup tarafından eleştirilen bir projede yeteri kadar uzmanın çalışmaması açıkçası beni de kaygılandırdı. Öte yandan, ÇED toplantılarının bile formaliteye dönüştüğü Türkiye'de, bu kadar ayrıntılı bir çalışma sonucu bulunan eksikliklere de fazla şaşırmamak gerekiyor. Diyarbakır ve Batman kentlerinin, Dicle'ye boşalan atık sularına kadar varan bir incelemeden bahsediyoruz. Diyarbakır atıksu arıtma tesisini yetersiz bulan komite, Batman'da yapılması düşünülen tesisin de faaliyete geçtiğinde aynı Diyarbakır gibi Dicle'yi kirleteceğini belirtiyor.
Raporda ayrıca farklı konulara da değiniliyor. Birkaç alıntı daha yaparsak;

* Karasal ve su ekosistemlerinde biyoçeşitlilik araştırmalarına başlanmamış. Araştırmaların Mart 2008'de başlaması ve bir yıl boyunca yapılması gerekiyor. Bu yapılmazsa inşaatın bir yıl gecikeceğinin altı çizilmiş.

* Kamulaştırma konusunda sorunlar var. Altı köyde 1.474 adet parsel ve yapı kamulaştırmayı bekliyor. Ilısu ve Kartalkaya köylerindeki 351 arsa ve 100 yapı kamulaştırılmış ve paralar bankaya yatırılmış. Bu defa da iki çiftçi dışında 450'ye yakın mal sahibi mahkemeye kamulaştırma değerini beğenmeyerek dava açmış. Mahkeme, köylüleri haklı bulmuş yani kamulaştırmaların yapıldığı yerlerde de sorun bitmemiş.

* Ev tazminatlarının düşük olduğu ve uluslararası standartlara aykırı olarak amortisman bedellerinin kesilmiş olduğuna dikkat çekilmiş.

Tarihi eserlerle ilgili olan bölümde de buna benzer birçok eksiklik tespit edilmiş. Daha da trajik olan, belki de raporun kendisinden çok dış basında yer alan, "Arkeoloji uzmanlarına işe yarar bir harita dahi sağlanamamış" şeklindeki yorumlar. Projenin kendisi zaten tartışmalı ancak bu raporların bize gösterdiği başka bir şey daha var. O da, Türkiye'de yapılan enerji yatırımlarında çevre ve kültürel değerler için izlenen prosedürün formalitenin ötesine geçemediği ve biran önce dünya standartlarının gerçek anlamda uygulanır hale getirilmesinin gerekliği.

Nükleer iklim değişikliğine çare değil
İngiliz Başkonsolosluğu Kültür İşleri Ofisi (British Council) tarafından 25 Mart tarihinde, "Bilim Güzeldir" başlığı altında bir etkinlik düzenlendi. İTÜ Gümüşsuyu Kampüsü'nde gerçekleştirilen toplantıda, düşük karbon salımı için yenilenebilir enerji kaynaklarının mı, yoksa nükleer enerjinin mi etkili olacağını Sayın Prof. Dr. Vural Altın ile tartıştık. Toplantının zevkli geçtiğini ve klasik bir nükleere karşı temiz enerji tartışmasına dönmediğini düşünüyorum. Tartışmayı izleyenlerin bir kanıya vardığını ya da en azından evlerine döndüklerinde araştırmaya başladıklarını umuyorum. Kaçıranlar için birkaç ilginç rakamı burada tekrarlamakta fayda var. Nükleer enerji santrallerinin, yapımından sökümüne ve yakıtın çıkarılması aşamalarında umulandan daha çok seragazı salımına neden olduğunu Öko Enstitüsü'nün verilerine dayanarak daha önce Global Enerji'de haberleştirmiştik. Bu defa, sunumda da bahsettiğim Oxford Research Group tarafından 2007 Temmuz ayında hazırlanan "Too hot to handle?" raporundan örnek vereceğim. 2075 yılında dünya nüfusunun 10 milyar, kişi başına elektrik üretiminin iyimser bir tahminle 1 kilovat olacağı varsayılıyor. Bu üretimin 3'te birinin nükleer enerji tarafından yapılması (bugünkü payın iki katından fazlası) için 3 bin reaktöre (her biri 1 GW) ihtiyaç olduğu, bunun da zaten yaşlanan filonun yenilenmesiyle birlikte her ay 4 reaktör inşa edilmesi anlamına geleceği belirtiliyor. Ufukta ya da halihazırda böyle bir inşa faaliyeti gören var mı? Ne nükleer enerjinin ağır finansman yükünü ne de gereken mühendislik desteğini sağlayacak altyapı böyle bir yükü kaldırabilecek durumda değil. Olmadığına göre hem nükleerden daha az salım yapan hem de daha hızlı hayata geçen kaynaklara yönelmekte fayda var. Enerji tasarrufu ve yenilenebilir enerji gibi. Yoksa değil o çokça bahsedilen 'yaşam standardı', 'yaşam' diye bir şey kalmayacak!

Rio Tinto'ya Tuncelililerden "hayır" yanıtı
Biraz da kulislerde konuşulanlardan bahsetmek lazım. Geçtiğimiz günlerde Rio Tinto firmasının Avrupa ve Afrika'daki keşif ve araştırmalardan sorumlu müdürü Gerard Rheinberger'in Tunceli Dernekleri Federasyonu'na bir ziyareti olmuş. Bildiğiniz gibi Rio Tinto, Tunceli'nin Ovacık ilçesinde altın madeni işletmek istiyor. Okmeydanı'ndaki dernek merkezinde 150'ye yakın kişi, Rheinberger'in sunumunu dinlemiş. Daha doğrusu bir kısmını çünkü sunum yarıda kesilmiş. Rheinberger, "Bize bir şans verin, doğaya zarar vermeden altını çıkaracağız" dese de Tuncelililer, "Madencilik faaliyetleri kim tarafından yapılırsa yapılsın karşı çıkacağız" yanıtını vermiş. "İş olanağı olacak, Tunceli'ye bir katkımız olsun" diyen Rheinberger'e verilen yanıt da "İyilik yapacaksanız baraj karşıtı kampanyaya destek verin" olmuş. Söylentilere göre Rheinberger İstanbul'daki toplantı öncesi Ovacık'ta da görüşmeler yapmış ama anlaşılan olumlu sonuç alamamış. Maden sektörünün, Bergama'yla başlayan ve Kaz Dağları'yla devam eden sorunları anlaşılan devam ediyor.

Meraklısına...

Ilısu BarajıBilirkişi Raporları
Ilısu Barajı ile ilgili hazırlanan ve yukarıda da belirttiğimiz rapor aslında mühendislik fakültelerinde örnek olay olarak okutulacak nitelikte. Özellikle hidroelektrik santrallerle ilgilenenler, www.ilisuwasserkraftwerk.com adresinden bu raporları (İngilizce) elde edebilir. Olası bir baraj projesinde karşılaşabileceğiniz kültürel ve doğal çevre sorunları hakkında aranılan uluslararası kriterler hakkında fikir sahibi olmak için ideal.

Avrupa'nın biyoenerji potansiyeli
Avrupa Çevre Ajansı tarafından 2006 yılında hazırlanan bu rapor, eski olmasına rağmen biyoenerji potansiyeli hakkında ayrıntılı bilgi veriyor. Bir fikir vermek için söyleyelim; geleceğin enerji kaynakları arasında giderek önem kazanan biyoenerji kaynakları potansiyeli AB25 için 2010 yılında 188.5 milyon ton eşdeğeri petrol (MTEP) olarak belirlenmiş. En büyük potansiyel 31.4 MTEP ile Fransa'da. Bu raporu (İngilizce) Avrupa Çevre
Ajansı'nın web sayfasından ücretsiz indirebilirsiniz.

Avrupa'da rüzgâr gücü haritası
Gazetecilikle haşır neşir olanlar bilirler. Bazen tek sayfalık bir grafik, yüz sayfalık rapordan çok şey anlatır. Avrupa Rüzgâr Enerjisi Birliği tarafından her yıl güncellenen harita, rüzgâr kurulu gücünü görmek için ideal. Önerdiğimiz raporları okumak için zaman bulamıyorsanız www.ewea.com adresinin yayınlar bölümünden bu haritayı indirebilirsiniz. Ülke ülke kurulu güç miktarlarını, bir yıl içerisindeki gelişimi görmek mümkün. Unutmadan Avrupa'daki kurulu gücün 57 bin megavatı geçtiğini de anımsatalım.

Dünyada nükleer enerji, ekonomisi ve iklim değişikliği

Özgür Gürbüz - Çevre ve Mühendis / 12 Mart 2008

Uluslararası Enerji Ajansı’nın, “Dünya Enerjisinin Geleceği 2007” raporuna göre; elektrik enerjisi üretiminde nükleerin yüzde 15 olan bugünkü payı 2030’da yüzde 9’a gerileyecek. Hidroelektrik hariç tutulmasına rağmen yenilenebilir enerjinin bugün yüzde 2 olan payının, yüzde 6’ya çıkması bekleniyor. Aslan payı da, yüzde 1’den yüzde 4’e çıkması beklenen rüzgâr enerjisinde.[1] Artan küresel enerji talebine rağmen nükleer enerji pazar payının azalması garip değil mi? Hâlbuki, Türkiye'de başta AKP iktidarı ve onlardan hız alan özel sektör, nükleer enerjiye övgüler yağdırmaya devam ediyor. Bazı “uzmanlar” nükleer rönesans masalları anlatıyor. Dolayısıyla bir kısım medya da... Reklam gelirleri nereden geliyorsa, patron ne diyorsa o oluyor büyük çoğunlukla.

Medyadaki derinliği olmayan ve tek taraflı haberlerin arkasında, 40 yıldır bu memleketteki temiz toprakların peşini bırakmayan nükleer lobinin olduğunu tahmin etmek zor değil. Nükleer lobi, küresel ısınma ve enerji güvenliği sorunlarını fırsat bilerek nükleer enerjinin kaybettiği pazar payını, hatta daha gerçekçi olmak gerekirse, bugünkü konumunu korumak için kuvvetli bir pazarlama faaliyetine başlamış durumda. İran, doğalgaz akışını kestiğinde sahnedeler, iklim değişikliği tartışmaları ortaya çıktığında yine sahnedeler. Tüm bunlara rağmen neden nükleer santrallardan üretilen elektriğin payı artmıyor da bizim memlekette pek bir itibar görmeyen yenilenebilir enerji kaynakları katlanarak büyüyor? Yoksa nükleer rönesans denen şey bir aldatmaca mı?

Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) rakamlarına göre dünyada şu anda 439 reaktör (santral değil) var. Bunların toplam kurulu gücü 371 GW ve 34 yeni reaktör de yapım aşamasında.[2]

Bu 34 reaktörün 7’si Rusya, 6’sı Hindistan, 5’i Çin, 3’ü Kore, 2’si Ukrayna ve Bulgaristan, 1’er adet de Arjantin, Fransa, İran, Japonya, Pakistan, Finlandiya ve ABD’de inşa ediliyor. Nükleer lobi bu rakamlardan bahsetmekten çok hoşlansa da, onlara yakından bakmamızdan da bir o kadar rahatsız oluyor. Bize nükleer reaktör satmak için kapalı kapılar ardında en çok zaman harcayan ülke ABD olduğuna göre işe oradan başlamakta fayda var.

Bitmeyen santrallar

ABD’de inşa edilen tek reaktör Watts Bar 2’nin yapımına aslında 1972 yılında başlandı. 1988 yılında enerji talebinde beklenen artışın gerçekleşmemesi sonucu inşaat durduruldu ve 2007 yılında tekrar başlatıldı. Aslında bu reaktör bile, Türkiye’deki abartılı talep tahminlerinin nelere yol açacağı hakkında özel sektöre başlı başına bir yanıt niteliğinde. İlk yatırım maliyeti yüksek olduğu için inşaatın durduğu her gün şirketlere binlerce dolara mal oluyor. Öncesinde onlarca reaktör yapmış olmasına rağmen, 1165 MW gücündeki Watts Bar 2’yi 16 yılda bitiremeyen, daha sonra da inşaatı enerji talebi yok diye durduran ABD, yüzde 60’ından fazlasının tamamlandığı söylenen bu reaktöre yaklaşık 2,5 milyar dolar daha harcamayı planlıyor. İşin garibi, Watts Bar 1’de (1121 MW) tam 23 yılda bitirilmiş ve 7 milyar dolara mal olmuştu.[3] Kimse bunun ABD’nin deneyimsiz zamanına geldiğini de iddia edemez. Watts Bar 1, 1996 yılında devreye alınan ABD’nin şu ana kadar yapılmış en son santralı. Bush yönetiminin nükleere yeşil ışık yaktığını söylememek doğru olmaz ama özel sektörün bu konuda hala ciddi çekinceleri var. Watts Bar 2’nin tekrar inşaatına başlanmasının tek nedeni de önceden alınmış inşa lisansının hala geçerli olması. ABD’de, iktidarın istekli olması, nükleer santral inşasına başlamak için gereken izinlerin alınmasını ya da güvenlik standartlarının düşürülmesini kolaylaştırmıyor. Bizde ise, olmadık teşviklerle yüksek maliyet halkın cebinden karşılanarak özel sektöre tatlı bir “yatırım ortamı” hazırlanmaya çalışılıyor. Türkiye’de yaşayanlar tedirgin olmakta yerden göğe kadar haklı.

Nükleer lobi o kadar kendine güveniyor ki, tüm dünya nükleer yapıyor masalına anlatırken Arjantin’den bile bahsetmekten kaçınmıyor. UAEA’nın listesinde yer alan ve hatta listeden hiç çıkamayan Attucha 2’nin inşaatına 1981 yılında başlandı. Arjantin’deki bu santralın adı yıllardır Atom Ajansı’nın listesinde, inşası sürenler arasında yer alıyor. Aynı listede, Pakistan’ın sözü geçen geçen 300 MW gücündeki (Yatağan Termik Santralı’nın yarısı kadar) reaktörü de var. Bu reaktörün ve Hindistan’da yapılan, ülkenin elektrik ihtiyacı göz önüne alındığında, popüler bir tanımlamayla “ultra mini” olarak adlandırılabilecek reaktörlerin de ne amaçla yapıldığı tartışılır. Listede 6 reaktörle yer alan Hindistan’ın inşa halindeki reaktörlerinin toplam kurulu gücü (2910 MW) çok şey anlatıyor. Örnekleri çoğaltabiliriz. Rusya’da inşa edilen 7 reaktör’den 2’si deniz üstünde kurulması düşünülen 30’ar MW’lık “mini” reaktörler. Güvenlik ve demokrasi standartları Batı’ya göre çok düşük olan Rusya’da, nükleer enerji yetkililerin bir tercihi ama bu tercihi halkın ne kadar paylaştığı tartışılır. Dünyanın enerjiye en çok ihtiyaç duyan Çin’de sadece 5 reaktör inşa ediliyor olması da garip değil mi sizce? Çin’de nükleer enerjinin elektrik üretimindeki payı sadece yüzde 1,9. Hâlbuki bu ülkede haftada 1 tane kömür santralı kuruluyor. Dünyanın enerjiyi en kötü kullanan, enerji yoğunluğu en yüksek olan ülkeler arasında başı Çeken Bulgaristan ve Ukrayna’yı bir kenara koyalım. Nükleer reaktör satarak girdikleri bataktan kurtulmaya çalışan, bu nedenle de kendi sektörlerini ayakta tutmak için durmadan yeni reaktör inşa etmek zorunda kalan Kore ve Fransa’yı da bir diğer kenara koyunca geriye nükleer rönesanstan pek de bir şey kalmıyor. Uzun lafın kısası, yaklaşık son 5 yıldır nükleer rönesans geliyor diye bağırıp çağıranların, bahsettiği rönesans buysa, yenilenebilir enerji kaynaklarında bir devrim yaşanıyor demektir.

Finlandiya’da neler oluyor?
Atomspor kızacak ama biz nükleer enerjiye yakından bakmaya devam edelim. AB-15 olarak adlandırılan, Avrupa’nın ekonomik olarak gelişmiş bölümünde şu anda sadece 2 reaktör yapılıyor. Finlandiya’da yapılan reaktörün yapımına 2005 yılında başlandı. Yapımı, hisselerinin yüzde 90’ı Fransız devletine ait Areva ile Alman Siemens tarafından yürütülüyor. Bittiğinde Avrupa’nın ilk üçüncü kuşak (jenerasyon) nükleer santralı olacak; tabi biterse. İnşaatın başladığı 2005 yılında elektrik üretimine 2009 ortasında geçeceği söyleniyordu. İşler yine nükleer firmaların söylediği gibi olmadı. İnşaatın sürdüğü iki yıl içerisinde ortaya çıkan hatalar ve güvenlik konusundaki eksiklikler inşaatı şimdiden iki yıl geciktirdi. 2007 baharından bu yana inşaatta çalışan insan sayısını iki katına çıkarmalarına rağmen (2 bin 600 civarı) Areva ve Siemens’in en iyi tahmini elektrik üretimine 2011 yazında geçilebileceği yönünde.[4] Gecikmeleri değerlendiren Areva Nükleer Güç şirketinin (Areva NP) İcra Kurulu Başkanı Luc Oursel, “Bir serinin ilk örneğini inşa ettiğinizde kaçınılmaz olarak yeni maliyetler keşfediyorsunuz, çalışanlar yerinde durdukları için de maliyetler artıyor” diyor.[5] Oursel, birkaç kuruştan bahsediyor sanabilirsiniz ama gerçekte bahsettiği rakam 1 milyar Avro’nun üzerinde. İki yıllık gecikme sonucunda üretilemeyen elektriği de hesaba katarsanız bu rakamın toplamda 1 milyar 600 milyon Avro’ya ulaştığını görüyorsunuz.[6] İlk yatırım maliyetini reaktörü inşa eden TVO firmasının İcra Kurulu Başkanı Pertti Simola, 21 Mart 2005’te Paris’te yaptığı bir sunumda 3 milyar Avro olarak zaten açıklamıştı. Bu kadar rakamdan kafası karışanlar için bir toparlama yapalım. İki yıldır inşası süren ancak iki yıl gecikmesi kesinleşen, Olkiluoto’daki 3 numaralı reaktörün ilk yatırım maliyeti şu anda 4,5 milyar Avro’yu buldu. Önümüzdeki yıllarda maliyetin artması ve inşaatın gecikmesi olasılığı da hala devam ediyor. Bir karşılaştırma yapmak için kurulu kW güç başına düşen ilk yatırım maliyetini ele alalım. 1600 MW’lık bu santral için kW başına düşen değer 2812 Avro olarak hesaplanıyor. Dolarcası 4219. Bağımsız kaynaklara dayanan bu tahmin bazı nükleercilerin yüreklerini hoplatabilir. Bu nedenle, daha mütevazı bir rakam olan ve Areva’nın ortağı EdF tarafından Olkiluoto için tahmin edilen 2200 Avro/kW’ı[7] baz alsak bile, yıllardır “fırıldak enerjisi” diye hafife alınan rüzgâr enerjisinin ilk yatırım maliyetlerinin çok çok üstünde bir rakam ortaya çıkıyor. Her kilovat kurulu güç için 3213 dolarlık bir yatırımdan bahsediyoruz. Avrupa Rüzgâr Enerjisi Birliği’nin değişik rüzgâr hızlarını (9,5 m/s ve 6 m/s) göz önüne alarak verdiği rakamlar, rüzgâr enerjisi için kW başı kurulu güç maliyetinin 1174 ile 1689 dolar arasında değiştiğini gösteriyor.[8] Kısaca 1 nükleer santral yerine, aynı paraya 2 ya da 3 katı kadar rüzgâr santralı kurmak mümkün. Bu da size Türkiye gibi kuvvetli ve sürekli rüzgâr potansiyelinin olduğu bir ülkede aynı miktarda elektrik üretimine olanak sağlar. İş bu kadarla kalsa iyi. Nükleer reaktörlerin, yakıt, işletim, söküm, bakım maliyetleri, çözülemeyen atık sorunu, getirdiği çevresel riskler ve sosyal maliyetler de faturayı uzatıyor. İşler planlandığı gibi gittiğinde bile çözülemeyen bunca ekonomik sorun, planlandığı gibi gitmediğinde bir ekonomik felakete dönüşüyor. Geçmişte Arjantin’de, Brezilya’da yaşanan ekonomik krizlerde yıllar süren inşaatlar sonucu bitirilemeyen ya da maliyeti artan nükleer santral kurma girişimlerinin de etkili olduğu unutulmamalıdır. Bahsettiğimiz Finlandiya örneği ise geçmişte defalarca yaşanan sorunların, en tecrübeli kadrolarca, en son teknoloji kullanılmış olmasına rağmen hala çözülememiş olduğunun ispatıdır. İnşa edilen Avrupa’daki ilk üçüncü kuşak reaktör. Bir de dördüncü olsaydı siz düşünün artık kaça patlayacağını…

Herkes nükleer enerjiye koşmuyor
Nükleer santral yapma heveslisi AKP hükümetinin yetkilileri ve başta Enerji bakanı Hilmi Güler, ne zaman nükleer enerji konusu açılsa yukarıda adı geçen ülkeleri örnek gösteriyor. Nedense birazdan aşağıda sayacağımzı ülkelerden ise hiç bahsetmiyor. Coğrafya bilgisi eksikliğinden kaynaklanabilir düşüncesiyle, dünyanın gelişmiş ülkeleri arasında yer alan ancak nükleer enerjiden pek haz almayan ükeleri sayın Bakan’a ve hükümet yetkililerine anımsamakta fayda görüyorum:

  • Avusturya inşaatı bitmiş olmasına rağmen, tek reaktörü Zwentendorf’u (Siemens) 1978 yılında hiç çalıştırmadan kapatmıştır.
  • İtalya, Çernobil kazasından sonra ülkedeki tüm santralları (4 reaktör) kapatmıştır.
  • İsveç’te 1999’da Barseback 1, Haziran 2005’de ise Barseback 2 kapatıldı.
  • İspanya’da hükümet tüm santralları kapatma kararı aldı. Bu karar, 30 Nisan 2006’da Zorita (Cabrera)reaktörünün kapatılmasıyla uygulanmaya başladı. İspanya’da 8 reaktör kaldı.
  • 11 Mayıs 2005’te, Almanya’da Obrigheim (357 MW) reaktörü kapatıldı. Bu, Stade (672 MW) reaktöründen sonra Almanya’nın kapatılan ikinci reaktörü oldu. Almanya’da Yeşiller Partisi ve Sosyal Demokrat Parti’nin koalisyonu sırasında alınan karara göre 2020’de tüm nükleer santrallar kapanmış olacak. Almanya, birçok ülkenin aksine santrallarını 40 yıl çalıştırmayı da kabul etmedi. 32 yılı sınır olarak belirledi.
  • Belçika, santrallarını en fazla 40 yaşlarına kadar çalıştırmayı ve daha sonra kapatmayı kabul etti. 2025 yılında Belçika’da nükleer santral kalmayacak.

Bunun dışında Norveç, Yeni Zelanda, Avustralya gibi nükleer enerjiye hiç bulaşmamış gelişmiş ülkelerde listeye eklenebilir. Burada önemle durulması gereken konu; gerek nükleer karşıtları gerekse savunucularının bu ve benzeri tablolara bakarak nükleer enerji konusunda karar vermeye çalışmaları. Unutulmaması gereken bir ülkenin enerji konusunda alacağı kararların temelini o ülkenin özel koşulları belirler. Ülkelerin bu kararları neden aldığını ve deneyimlerinin sonuçlarını öğrenmek açısından bu gibi analizlerin yapılması doğru olsa da başka ülkeler yapıyor diye nükleer yapmak, ya da başkaları yapmıyor diye yapmamak pek mantıklı bir yol olmasa gerek.

Yine petrol krizi ama durum bu defa farklı
Nükleerin yeniden şahlandığını öne sürenler aslında gelişmiş ülkelerdeki bu durumdan pek bahsetmiyor, tersine dikkatleri başka bir yere çekmeye çalışıyor. Onların asıl güvendiği rakamlar özellikle Asya’dan ve Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin çiçek dağıtır gibi nükleer santral dağıttığı Orta Doğu’dan gelen “düşünüyoruz” ya da “yapacağız” haberleri. Bilindiği gibi nükleer enerjinin altın çağını yaşadığı 197o'li yıllarda da benzer bir durum ortaya çıkmış, özellikle yaşanan petrol krizinden çıkmak isteyen birçok ülke nükleer santral yapmak için kolları sıvamıştı. Öyle ki, 1974’te Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı, 2000 yılına gelindiğinde 4500 GW kurulu nükleer güç olacağını tahmin ediyordu. Bugün, 2008’de bu rakam sadece 371 GW. Üstelik o tarihlerde fuel-oil ile çalışan ve elektrik üreten santralları kapatıp yerine nükleer santral kurarak petrol tüketimini düşürme şansınız vardı. Birçok kişinin atladığı önemli bir nokta, nükleer santralların sadece elektrik üretebildiği gerçeği. Bilindiği gibi enerjiyi birçok değişik türde kullanıyoruz ve enerji talebi deyince sadece elektrik enerjisini anlamıyoruz. Petrolün varil fiyatının 100 dolar civarlarına geldiği günümüzde, ikinci bir petrol krizinden bahsedebiliriz ancak eskisinden çok farklı bir enerji sektörünün içindeyiz.

Elektrik enerjisini üretirken neredeyse hiç petrol kullanmıyoruz. Petrol tüketiminin birçoğu ulaşımda kullanılıyor ve nükleer enerjinin bu konuda yapabileceği hiçbir şey yok. İş elektrik üretmeye gelince hala kömür ve gaz santrallarının egemenliği göze çarpıyor. Petrol fiyatları doğal olarak gaz fiyatlarını da etkiliyor ve bu yüzden gaz santralları yerine nükleer santral kullanmak gerektiğini savunanlar var ama durum bu defa ilk petrol krizinden çok farklı. İş elektrik üretmeye gelince, doğalgazın tek alternatifi nükleer değil; yenilenebilir enerji kaynakları hem ekonomik olarak hem de küresel ısınmaya daha az neden oldukları için nükleere göre çok avantajlı konumda. Enerji güvenliği yani dışa bağımlılık konusunda da nükleer güven vermiyor. İleri teknoloji gerektiriyor ve birkaç ülke hem teknolojiyi hem de yakıt olarak kullanılan uranyumu ellerinde tutuyor. Bir de doğalgaz santrallarının yüksek verimde çalışmasını, çabuk kurulabilmesini de unutmamak lazım. Bir başka kalem ise, sınırsız enerji talebinin sınırlı enerji kaynaklarıyla karşılanamayacağının anlaşılmış olması. Dünyada enerji yönetimi alanında ciddi bir değişim yaşanıyor. Artık sırsız bir şekilde artan talebe yanıt verecek arzı yaratmak yerine, gelişmiş ülkeler talebi yönetmeye çalışıyor. Enerji tüketimini gereksiz yere arttırmamaya, enerjiyi akıllı kullanmaya halkı teşvik ediyorlar. Enerji yoğunluğunu düşüren yani aynı işi daha az enerji kullanarak yapan kazanıyor. Ne trajiktir ki hala ülkemizde, üniversite derecesinde verilen eğitimlerde kişi başına düşen elektrik tüketiminin arttırılarak kalkınmanın sağlanacağını öğretmeye çalışan akademisyenlerimiz var. Siyasetçilerimiz hala bu doğrultuda nutuk atıyor.

Enerji yoğunluğunu hesaplamak için o ülkenin GSYİH’ye katkı sağlamak için ne kadar enerji harcadığını bulmak gerekiyor. Ürün ya da hizmet yaratmak için enerji harcamak zorunda olduğumuz ortada. Eurostat’ın verileri bize ülkelerin son 10 yıl içerisinde nasıl aşama kaydettikleri hakkında net bilgiler veriyor. Enerjiyi etkin kullanan ülkelerin başında dünyanın en büyük ekonomilerinden biri olan Japonya geliyor. Japonya, 1993 yılında 1000 Avro’luk ürün/hizmet yaratmak için 117 kilogram eşdeğeri petrol (KEP) harcıyordu. Biraz rotadan çıkmış olsa da 2004 yılında 121,07 kilogram ile hala dünyanın enerjiyi en verimli kullanan ülkelerinden biri. Artık en iyisi değil. Japonya az çok yerinde sayarken, Danimarka büyük aşama kaydetti. 1995 yılında 1000 Avro’luk GSYİH yaratmak için 146,94 KEP harcayan Danimarkalılar, 2005 yılında aynı katkıyı 114,12 KEP ile yapmayı başardılar. Rakamlar aşağıya indikçe daha iyi derecelerin yapılmasının zorlaşacağını öne süren uzmanları da şaşırttılar. Danimarka’nın bu başarısının ardında istikrarlı politikalar var. Avusturya, Almanya ve İrlanda’da olduğu gibi. Bu ülkelerin sonraki adımları, eskisine oranla daha zor atacağı ortada ama gidilecek yol henüz bitmiş değil.[9]

Tablo 1: Enerjiyi en etkin kullanan ülkeler (1000 Avro'luk GSYİH için KEP)

Ülke 1993 1999 2002 2004 2005
Japonya 117,11 122,01 123,33 121,07 --
Danimarka 153,71 132,14 123,75 121,14 114,12
Almanya 183,36 163,90 158,74 159,61 157,02
İrlanda 239,02 187,73 166,14 158,84 143,92
Avusturya 146,44 139,60 139,87 147,09 149,32
Hollanda 236,42 202,13 201,09 201,99 195,55
Fransa 209,05 191,03 186,05 186,96 185,47
İtalya 193,92 190,87 184,12 188,82 190,67

Kaynak: Eurostat

Türkiye gibi ülkelerin önünde, alınacak basit önlemlerle gidilecek çok yol var; tüm kamu kuruluşlarında veya okullarda verimli ampul kullanımını zorunlu kılmak gibi. Basit önlemlerin yanında ise ciddi bir ekonomi-enerji planlaması yapmak zorundayız. Türkiye inşaat sektöründe, sanayide henüz istenilen yerde değil. Çimento, demir-çelik, kağıt üretimi gibi enerji yoğun sektörlerin yaygınlaşması ve eski teknolojilerin kullanılması, enerji yoğunluğu verilerinin yukarılarda dolaşmasına neden oluyor. Yaptığımız yapılar enerji verimliliği açısından hala çok kötü standartlarda. Ulaşımda karayolunun egemenliği sürüyor. İşin kötüsü pek bir ilerleme de yok. Enflasyonun, hesapları şaşırtmaması için 1995 fiyatları baz alınarak yapılan hesaplamalara göre şu sonuç ortaya çıkıyor. 1993 yılında Gayri Safi Yurtiçi Hasıla'ya (GSYİH) 1000 Avro'luk katkı yapmak için 452,50 kilogram eşdeğeri petrol (KEP) harcayan Türkiye, 2004 yılında aynı katkı için yine aynı oranda enerji harcamak zorundaydı. Aradan geçen 11 yıl boyunca Türkiye bir arpa boyu yol alamadı. [10]

Tablo 2: Enerjiyi kötü kullananlar (1000 Avro'luk GSYİH için KEP)

Ülke 1993 1999 2002 2004 2005
Türkiye 452,50 484,96 476,69 452,44 438,34
Romanya 1896,47 1481,46 1316,48 1226,89 1164,89
Macaristan 758,84 642,04 579,58 533,64 543,58
Bulgaristan 2305,57 1986,60 1804,30 1595,28 1582,48
Polanya 1615,21 730,18 654,15 596,35 584,70
Letonya 1217,49 840,90 750,25 692,30 644,81

Kaynak: Eurostat

Enerji yoğunluğu rakamları üzerine söylenecek çok şey var. Bir özet yapmak gerekirse, bu rakamların gerçek gelişmişlik göstergesi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Kişi başına düşen elektrik tüketimini referans alan senaryolar artık zerre kadar değerli değil. Bu yanıltıcı rakamlarla ekonomiyi yönlendirmeye bir son vermek lazım. Nükleer santrallara harcayacağımız kaynakların enerji yoğunluğunun düşürülmesine harcanması daha akıllıca ve uzun vadeli bir yatırım olacaktır.

Nükleer enerji ucuz mu?
Nükleer santralı olan bir ülkenin aya gideceği masallarıyla nükleer mühendis yetiştirildiği ülkemizde, pek konuşulmayan nbir başka nokta ise nükleer santralların diğerlerine göre ne kadar ucuza ya da pahalıya elektrik ürettiği. 2003 yılında Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nün (MIT) “Nükleer Enerjinin Geleceği” raporu aslında nükleer enerjinin hangi koşullarda diğer kaynaklarla başedebileceğini araştırmak için yapılmış bir anlamda “taraf” bir çalışma. Nükleer santrallar için ilk yatırım maliyetlerinin 1 kilovatlık kurulu güç için 2000 dolara düşmesi ve işletme-bakım giderlerinin üretilen her kilovatsaat için 1,5 sent olması durumunda ortalama maliyetin ne olacağı araştırılmış. Daha önce de belirttiğimiz gibi 1 kW kurulu güç için 2000 dolar gerçekten oldukça iyimser bir rakam. Finlandiya’daki santral için bu rakamın başlangıçta 3000 olduğunu, gecikmelerden sonra daha da arttığını tekrar anımsatalım. Yine, bilinen en ucuz işletme ve bakım giderlerinin de çalışmadaki iyimser rakamın üstünde, 2 sent civarında olduğunu da anımsamakta fayda var. Bu hesaplamada biraz önce bahsettiğimiz çevresel maliyetler yer almazken, atıklar ve sökümle ilgili maliyetler de hesap dışı bırakılmış. Nükleerle karşılaştırılan doğalgazın ise fiyat artışı gözönüne alınmış. İşte tüm bu nükleerin lehine yapılan tahminlere rağmen, nükleer santraller 25 ve 40 yıl çalıştıkları varsayılan iki senaryoda da kömür ve doğalgaz (yüksek fiyat senaryosu bizim ödediğimiz miktara yakın) santrallarından pahalıya elektrik üretiyor.

Tablo:3 Kilovatsaat başına maliyetler (dolar sent)


25 yıl

40 yıl

Nükleer santral

7,9 sent

7,5

Kömür santralı

4,8

4,6

Doğalgaz santralı

5,5

5,7

Kaynak: Future of Nuclear Power, MIT

Nükleer enerji oldukça uzun deneyimleri olan ülkelere baktığınızda bu ekonomik tablonun ne kadar doğru olduğunu görebilirsiniz. Bir devlet politikası olarak 1973’teki petrol krizinden sonra benimsenen nükleer enerji politikası sonucu Fransa, bugün bir Türkiye kadar, 40 bin MW’lık fazla kurulu güce sahip. Diğer ülkelere maliyetine elektrik satarak zararını kapamaya çalışan Fransa’da bazı nükleer santrallar hafta sonları kapatılmak zorunda kalıyor! Çünkü elektrik ihraç edilen komşu ülkelerin sanayi tesisleri hafta sonu elektrik talep etmiyor.

Yenilenebilir gerçekten pahalı mı?
Bugün bahsi geçen yenilenebilir enerji kaynakları içinde rüzgar enerjisinin kilovatsaat maliyetleri 4-6, hidroelektriğin 3-7, jeotermalin 4-7, biyokütlenin ise 5-12 sent arasında[11]. Bu maliyetler ülkeden ülkeye göre de değişmekte. İşçiliğin ucuz olduğu ya da rüzgarın Türkiye gibi kuvvetli ve düzenli olduğu ülkelerde maliyetler daha da aşağıya iniyor. Bozcaada Rüzgar Santralı yüzde 40’lara varan kapasite faktörüyle Almanya ortalaması olan yüzde 20’lerin çok daha üstünde bir verimliliğe sahip. Bugün Almanya’da 22 bin MW’ın üstünde rüzgar kurulu gücü varken Türkiye’de bu rakam 200 MW’lara ancak ulaşabiliyor. Yenilenebilir enerji kaynakları, enerjinin startejik araçlardan biri olarak benimsendiği günümüzde, gerek teknolojisi gerek yakıta ihtiyaç duymayışıyla dışa bağımlı kaynaklara göre önemli avantajlara sahip. Bir başka avantaj ise istihdam yaratması. Bugün sadece Almanya’da yenilenebilir enerji kaynaklarında çalışan insan sayısı 200 binin üstünde.

Nükleer atık sorunu çözüldü mü?
Nükleer santralların başımıza açtığı tüm sorunlar ne yazık ki maliyet hesaplamalarıyla açıklanacak kadar basit değil. Nükleer atıkların, özellikle de yüksek seviyeli radyoaktif atıkların yarattığı sorun, matematik ve ekonomi bilimlerinin sınırlarını zorlar. Prof. Dr. Hayrettin Kılıç, bu sorunu gayet iyi özetlemiştir. “Bir nükleer reaktör normal operasyonlar sırasında bile atmosfere ve kuruldukları yerlerdeki nehir, göl ve denizlere, düzenli olarak radyoaktif gazlar ve radyoaktif izotopları içeren soğutma sularını deşarj etmektedir. Buna ek olarak kullanılmış nükleer yakıt çubuklarının yeniden ayrıştırma tesislerine gitmeden, santral civarındaki havuzlarda soğutulması gerekmektedir. Bu tonlarca kullanılmış yakıt çubukları, bozunma ömürleri yüz binlerce yıl olan, binlerce yeni radyoaktif izotop ihtiva eder.” TAEK’in web sayfasında iki yıl öncesine kadar yer alan şu bilgi de nükleer atık sorununun ciddiyeti hakkında bizlere bilgi vermektedir. Ortalama 1000 MW gücündeki bir reaktör bir yılda 30 ton yüksek düzeyde, 300 ton orta ve 450 ton düşük düzeyde atık üretir.

Nükleer atık denildiğinde hep nükleer santrallerden çıkan atıktan bahsederiz ama aslında uranyum madenciliğinden başlayan tüm nükleer yakıt zinciri içinde radyoaktif atıklar üretilir. Orta büyüklükte bir santralın yıllık yakıt ihtiyacı karşılamak için yaklaşık 45-50 bin ton kayanın yeraltından çıkarılması gerekmektedir. Yakıtın hazırlanması da ardında birçok kimyasal işlem ve tehlikeli atık bırakır. Nükleer reaktörlerde ise yüksek radyoaktivite içeren atıkların düzenli bir şekilde reaktörlerden alınması gerekir ve bu kullanılmış yakıt çoğu santrallerde su dolu havuzlarda soğutmaya alınır. Bağımsız uzmanlara göre, kullanılmış yakıt miktarı 2010’a gelindiğinde 322 bin tonu bulacaktır. 50 yıllık nükleer macera boyunca değişik öneriler konuşulup durulsa da, hala nükleer atıkları doğadan tamamıyla izole edilecek bir yöntem bulunabilmiş değildir. Yeraltındaki depolara gömeriz diyenler, atıkların gömülmüş olduğu bir tek son depolama alanı gösteremezler. Aynı toryumla reaktör çalıştıracağız diyenlerin çalışan bir tane ticari toryum santralını gösteremedikleri gibi. İçlerinde Plütonyum-239 gibi tam 240 bin yıl radyoaktif kalan atıkların oraya buraya atılabileceğine hangi 5 yıllık hükümetin karar vereceği de ciddi bir politik sorun olarak önümüzde durmaktadır.

Küresel ısınmayı nükleer enerji durdurabilir mi?
Bugün enerji yatırım kararlarında önemli bir etken de iklim değişikliğine yol açan sera gazları. Nükleeri savunanlar sık sık nükleer enerjinin karbondioksit salmadan elektrik ürettiği yalanını dillendiriyorlar. Halbuki nükleer enerji, santral tipi seçiminde tek kriter küresel ısınma bile olsa sınıfta kalıyor. Yakıtın çıkarılmasından, inşaata kadar olan tüm sürecin hesaba katıldığı hesaplamalar nükleer enerjinin canını sıkıyor. Nükleeri savunanların, santral gökten zembille inmiş gibi yaptığı hesaplar açıkçası biraz ucuz bir propagandadan ibaret. Almanya'da enerji ve çevre konularında uzun yıllardır çalışmalar yapan Öko Enstitüsü, yaptığı bir araştırmada küresel ısınmaya etkilerini ölçmek için birçok enerji kaynağını masaya yatırdı. Çıkan sonuçlar doğalgazla çalışan kojenarasyon santrallarının bile “karbonsuz” olduğu söylenen nükleer santrallardan daha az karbondioksit ürettiğini ortaya çıkardı. Sadece doğalgazla çalışan kojenerasyon olsa iyi. Rüzgar, fotovoltaik, biyokütle ile çalışan kojenerasyon santralları ve hidroelektrik santralları de iş küresel ısınmaya gelince daha iyi sonuçlar verdi. Nükleer santrallar içinde Almanya’dan gelen en iyi veri, her kilovatsaat başına 32 gramı bulan karbondioksit eşdeğeri salımı yapan ve yakıt için kullanılan uranyumun ithal edildiği seçenek oldu. Uluslararası Enerji Ajansı’nın raporlarında ise bu rakam 120 grama kadar çıkabiliyor. Kısacası en iyi olasılıkta bile, nükleer birçok kaynağın gerisinde kalıyor. Biyokütle kojenerasyon santralının sıfırın altında değer vermesinin arkasında ise ısı enerjisinin kullanılması yatıyor. Örnekle açıklamak gerekirse, 1 kWh'lik elektrik üretimi sırasında 2 kWh değerinde ısı enerjisi ortaya çıkıyor ki, bu üretim için ayrı bir enerji tüketimi gerekmiyor. Bu nedenle elektrik üretiminde ortaya çıkan karbondioksit miktarı paylaşılmış oluyor. Enerji kaynağı olarak doğalgaz yerine biyokütle kullanılırsa atmosfere salınan karbondioksit miktarı eksili rakamlara bile iniyor. Çünkü biyokütle fotosentezden gelen avantajı sayesinde "sıfır karbon" salan bir enerji kaynağı olarak kabul ediliyor. Nükleerin maliyetini, atıkları, kaza riskini bir kenara bırakıp sadece küresel ısınmayı değerlendirmeye alıp seçim yapmaya kalksanız bile ilk seçenek nükleer olmuyor.

Tablo 4: Enerji kaynaklarına göre seragazı salımları[12]

Santral Türü

CO2 eşdeğer gram / kWs

Linyit (Termik)‏

729

Taşkömürü (Termik)‏

622

Doğalgaz

148

Fotovoltaik

101

Nükleer (Uranyum-Rusya ithal)

65

Doğalgaz (Kojenerasyon)‏

49

Hidro

40

Nükleer (Uranyum-birçok kaynak ithal)

32

Fotovoltaik (İthal-İspanya)‏

27

Rüzgar

24

Rüzgar (Açıkdeniz)‏

23

Enerji verimliliği

5

Biyogaz (Kojenerasyon)‏

-409

Kaynak: Öko-Enstitüsü

İşin bir de matematiksel boyutu var. Diğer seçeneklerin ülkemizde olduğu gibi politik nedenlerle göz ardı edildiğini varsayalım. Küresel ısınmayı durdurmak için belirlenen hedeflere ulaşmak için çok kısa sürede yüzlerce yeni nükleer reaktör yapılması gerekecek. Halbuki yaş ortalaması 22’lere gelen 439 reaktörün emekliye ayrılma zamanları oldukça yakın. Mycle Schneider ve Antony Froggatt’ın kaleme aldığı, “Dünya Nükleer Endüstrisi Durum Raporu 2007” de belirtildiği gibi, 2015’e kadar 42 bin MW gücünde yeni santral kurulmazsa nükleer enerji bugünkü konumunu bile koruyamayacak. Çünkü 40 yaşına kadar çalıştırılması düşünülen reaktörlerin çoğu önümüzdeki 10-15 yıl içerisinde yaş haddinden emekliye ayrılacak. 2015-2025 arasında ise devreden 168 bin MW’lık bir güç( 192 reaktör) yine devreden alınacak.[13] ABD Ulusal Enerji Komisyonu 2004 yılında yaptığı bir çalışmasında hissedilir bir karbondioksit emisyonu azatlımı için gelecek 30-50 yıl içinde 300 veya 400 reaktörün yapılması gerektiğini belirtmişti. ABD’de bir reaktörün inşasının 8-10 yıl arasında sürdüğünü ve şu anda sadece 1 eski santralın inşa edildiğini hesaba katarsak bu pek olası görünmüyor. Galiba kimse nükleer enerjinin iklim değişikliğini durduracağına inanmıyor.

Nükleer lobinin, tüm pazarlama faaliyetleri sonuç verse bile ancak kendi çöküşünü yavaşlatabileceğe benziyor; küresel ısınmayı değil.

Görüldüğü gibi nükleer kaza ve sızıntıları bir kenara bıraksanız bile nükleer enerji ekonomik olarak bir yatırımcıya güven verecek kriterlere ulaşmış değil. Halk tarafından kabul edilmemiş olmasını da unutmamak lazım. Türkiye özelinde ise yenilenebilir enerji ve enerji verimliliği ciddi potansiyele sahip. Bu siyasi seçeneği, hükümet halka teknik bir zorunluluk gibi anlatmaya çalışsa da bunu başaramayacağı açık. Yatırım konusunda özel sektörü zorlarsa çeşitli tavizler ve teşvikler vermesi gerekecek ki bunların sonu da Yüce Divan’a kadar gidebilir; son ihalede olduğu gibi. Bu koşullarda santral yapmaya girişmek için tüm bunların dışında başka bir neden olması gerekir. Bu nedenin halk tarafından ne kadar kabul edileceği ise ciddi bir tartışma konusu.

Açıkçası, nükleer santralların ne zaman sızdıracağı, infilak edeceği ve kaça patlayacağı hala net olarak kestirilemezken, bu şartlarda nükleer santral kurmaya çalışmak tek kelimeyle insanların hayatı ve ekonomik geleceğiyle kumar oynamaya benziyor. AKP’nin kumara karşı olduğunu sanarak ona oy verenler, hayatlarıyla oynanan bu kumarı gördükçe ciddi bir hayal kırıklığı yaşıyor olmalı.



[1] World Energy Outlook 2007, Reference Scenario, s. 593.

[2] PRIS Database, International Atomic Energy Agency.

[3] The Decatur Daily News, http://legacy.decaturdaily.com/decaturdaily/news/060728/tva.shtml

[4] Areva-Siemens sees Olkiluoto 3 reactor operational in summer 2011, 31 Aralık 2007. http://www.forbes.com/markets/feeds/afx/2007/12/31/afx4482317.html

[5] Nuclear Bid to Rival Coal Chilled by Flaws, Delay in Finland, 4 Eylül 2007. http://www.bloomberg.com/apps/news?pid=20601087&sid=aFh1ySJ.lYQc&refer=home

[6] Power failure: What Britain should learn from Finland's nuclear saga, 16 Ocak 2008. http://www.independent.co.uk/news/science/power-failure-what-britain-should-learn-from-finlands-nuclear-saga-770474.html

[7] The Economics of Nuclear Power, Research report 2007, Stephen Thomas, Peter Bradford, Antony Froggatt and David Milborrow, Greenpeace, s. 6.

[8] Yazıdaki tüm döviz hesaplamaları 17 Şubat 2008 tarihli kurlar baz alınarak yapılıştır.

[9] Enerji ve İnekler, Özgür Gürbüz, Yeni İnsan Yayınevi, Eylül 2007, s.110.

[10] Enerji ve İnekler, Özgür Gürbüz, Yeni İnsan Yayınevi, Eylül 2007, s.112.

[11] Renewable Energy Global Status Report 2005 – Worldwatch Institute

[12] Comparing Greenhouse-Gas Emissions and Abatement. Costs of Nuclear and Alternative Energy Options from a Life-Cycle perspective, Öko-Institut

[13] The World Nuclear Industry Status Report 2007, Mycle Schneider, Antony Froggatt, Kasım 2007