Başka bir dünya

Özgür Gürbüz-BirGün/15 Eylül 2013

Gezi direnişi ve dünyadaki benzer örnekler gösteriyor ki mevcut politik modeller işlemiyor. Ekonomik krizin atlatıldığını söylemek zor, ‘pansuman tedbirlerin’ bizi ne kadar uzağa götüreceğini hep birlikte göreceğiz. Krizin açtığı sosyal yaralar ise derinleşerek artıyor. Bu yüzden birçok ülkede insanlar sokakta. Kapitalizm piyasadaki sıcak para akışını düzenlemeyi, üretim ve tüketimi canlandırmayı başarsa da yine tökezleyecek. Çünkü önünde  bir de kaynak sorunu var. Dünyanın sınırlı kaynaklarıyla sınırsız tüketimi öngören bir modeli sürdürmek mümkün değil. Bu yüzden de yeni bir sisteme ihtiyacımız var.

Solun ‘yeni bir dünya’ söylemi çok yeni değil ama içeriği değişerek zenginleşiyor. Bunun en büyük nedenlerinden biri de ekolojinin eskisine oranla daha çok konuşulması. Önümüzde sadece bir paylaşım sorunu yok. Ne üreteceğimizi, ne kadar üreteceğimizi ve nasıl üreteceğimizi de sorgulayan bir paylaşım sorunu var. Herkesin otomobili olmayacak; bu kesin. Herkesin otomobilini üretecek hammaddeleri çıkarmak ve imal etmek için doğaya verilecek ekolojik zararı hayal etmek bile zor. Tüm bu otomobillere yetecek petrolü bulsanız da, küresel iklim değişikliğini geri dönülemeyecek noktaya getirmeyi göze almadıkça yakamazsınız. Elinizde yeterli kaynak olması sorunu çözmüyor. Devir ‘hesap devri’ anlayacağınız.

Yeni sistemin bütününü hayal etmek zor ama üretimde kararların daha kolektif bir biçimde alınacağını söylemek yanlış olmaz. Bir maden, bir fabrika için muhatabınızın hükümet olduğu günler geçti. Dört yılda bir seçilmiş olmak yeterli değil. Halka soracaksınız ve hatta bazı temel ihtiyaçların kullanımını, mülkiyetinin özelleştirilmesini olabildiğince sınırlayacaksınız. Müştereklerimizin dünyadaki insanlar tarafından adil bir şekilde kullanıldığından, paylaşıldığından emin olmak zorundayız. Nedir bu müşterekler? Yaşam kaynağımız su, temiz hava, temel gıda ürünleri, onların yetiştiği topraklar ve ortak kullandığımız alanlardan bahsediyoruz; Gezi Parkı gibi. Okulumu, hastanemi bana sormadan kapatamazsınız, parkıma AVM dikemezsiniz.

Üretim kararlarının adil bir süreçte alındığı, üretilen mal ve hizmetlerin eşitçe paylaşıldığı ve tüm süreç boyunca doğanın sınırlarının zorlanmadığı yeni bir anlayışı sistemin temeline yerleştirmeliyiz. Hayatımızı zenginleştiren pratik gelişmeler de olabilir. Çalışma saatleri azaltılabilir ve böylece üretim hızı yavaşlatılarak insanların kendilerine ve sevdiklerine daha fazla zaman ayırması sağlanabilir. “Hayattaki her şeyim” diye anlattıkları çocuklarını fazla çalışmaktan haftada sadece birkaç saat görebilen anne ve babalar, en büyük aşklarıyla parklarda dolaşmaya fırsat bulamayan sevgililer, büyükleriyle daha çok vakit geçirmek isteyen vefalı çocuklar sanırım bu fikre karşı çıkmaz. Haftada altı değil beş, beş değil dört gün çalışarak sınırlı kaynakların tükenişini yavaşlatabilir, doğanın kendini yenilemesine fırsat verebiliriz. Bu fikrin önünde şirketlerin kar hırsı dışında hiçbir şey durmuyor. Sahip olduğumuz teknolojik seviye ihtiyaçlarımızı karşılamak için beş gün çalışmamızı gerektirmiyor. Haftada 2-3 gün bile temel ihtiyaçlarımızı karşılamaya yeter. Fazla çalışıyorsak bilin ki, birilerinin evindeki ikinci televizyon, daha lüks bir otomobil, keyfi uçak seyahatleri, savaş makinaları için çalışıyoruz. Kısa ömrünüzü gerçekten de böyle geçirmek istiyor musunuz?

Başka bir dünya mümkün ve başarmanın anahtarı birlikte olmak. Unutmayın, doğanın en zayıf olduğu an, biyoçeşitliliğin azaldığı zamandır. Tarlada tek ürün varsa, hasat garanti değildir. O ürüne zarar veren bir hastalık sizi aç bırakabilir. Farklı ürünlerin olduğu tarlalar ise zor günlerde daha dayanıklıdır. Gezi direnişinin bugüne kadar sürmesi farklı grupların bir araya gelmesinden kaynaklanıyor. Dindarlar, ateistler, sosyalistler, çevreciler, eşcinseller, sosyal demokratlar… Bu çok renkli tarlalar çoğaldıkça hasat zamanı da yaklaşacak.

Olimpiyat ruhu bize uzak

Özgür Gürbüz-BirGün/8 Eyül 2013

Bu yazıyı yazarken 2020 Olimpiyatları’nın hangi kentte yapılacağı henüz açıklanmamıştı. İstanbul seçilsin ya da seçilmesin, ‘olimpiyat ruhu’nu hatırlamakta, Türkiye’nin mevcut haliyle olimpiyat ruhuna ne kadar uzak olduğunu görmekte fayda var. Dünyanın ve Türkiye’nin beş halkanın üstünde uçuşan barış güvercinlerini geri çağırmaya çok ihtiyacı var.

Barış ve Olimpiyat
Olimpiyatların doğduğu antik Yunan’da, oyunlardan bir ay önce kent devletleri arasında ateşkes ilan edilirdi. Böylece sporcu ve seyirciler Olimpiya’ya korkusuzca gidebilirdi. Hasım ülkeler güçlerini disk atarak, koşarak ve güreşerek gösterirlerdi. Olimpiyatların nasıl doğduğuna dair onlarca rivayet var ama bir tanesi bana daha inandırıcı gelir. Bu rivayete göre Elis Kralı İfitos savaştan bunalmış, düşmanlarından kurtulmaya çalışmaktadır. Bir kâhin ona tanrıların şerefine bu oyunları düzenlemesini tavsiye eder. İfitos kâhini dinler ve oyunlar başlar. Ateşkes çağrısıyla birlikte oyunların duyuruları yapılır. İşin içine tanrılara adanmış bir yarışma girince Spartalılar, Elis kentini oyunlar boyunca rahat bırakır.

Buradaysa ateşkes silahların ve sözlü tehditlerin gölgesinde geçiyor. Türkiye’nin barışla arası iyi değil. Barış güvercinleri dilimizden düşmüyor ama yüreğimize de hiç konmuyor. Üstünden 500 yıl geçen fetihleri kutluyoruz. Halbuki fethetmek sadece bir tarafı, tarifi zor bedeller karşılığında mutlu edebilir. Barış ise iki tarafa kazandırır. Zafer kazandığımız günler tatildir ama imzaladığımız barış anlaşmalarının, biten savaşların gününü kimse hatırlamaz. 2020 Olimpiyatları’na ev sahipliği yapmak isteyen Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı, keşke günlerini komşusu Suriye’ye saldırılması için lobi yapmak yerine, Kral İfitos gibi ateşkes çağrısı yaparak geçirseydi. Orta Doğu’ya savaşı değil barışı getirmeye çalışsaydı.

Ustalık ve Olimpiyat
Antik Yunan’daki demokrasiyi de mumla arar haldeyiz. Rakibe saygı, ne spor sahalarında ne de politikada kaldı. Birbirleriyle savaşan kentler ateşkes ilan edebilirken, aynı ülkenin siyasi partileri barış günlerinde el sıkışmaktan sakınır halde. Meclis çatısı altında bir küfür, kıyamet gidiyor. Sokaklar ikiye bölünmüş. Tarih usta sporcuların alçak gönüllüğünü yazarken, zamanın gerisindekiler ‘usta’nın kibrine övgüler düzme hevesindeler. Halbuki Emil Zatopek’i gördü bu pistler. 1948’de 10 bin metrede, 1952’de 5 bin ve 10 binde geçtiği Alain Mimoin ile yaşadığı diyaloğu unutmadı. 1956’da Zatopek, kendisini ilk kez geçip Olimpiyat Şampiyonu olan Mimoin’i şapkasını çıkararak selamlamıştı. Hem de Mimoin’in kendisini bitiş çizgisinde bekleyip, “Emil, bu sefer ben kazandım” demesine rağmen. Pardon, usta mı demiştiniz?

Umut ve Olimpiyat
Umutsuz değiliz elbet. 1968 Olimpiyatları’nda 200 metrede altın ve bronz madalyaları alan Tommie Smith ve John Carlos’un madalya töreninde kalkan siyah eldivenli ellerine benziyor park direnişleri. Irkçılığa, ötekileştirmeye karşı kalkan siyah yumruklarımız oldu parklarımız ve ağaçlarımız. Bugün İstanbul’un son yeşil alanlarını korumak için Kuzey Ormanları’nda kamp yapıyor insanlar. Belki de şu anda Riva yolundasınız. Ötekiler, çapulcular ve yüzde 50 denilenlerin sıkılmış siyah yumrukları havada. Gezi Parkı ise Etiyopyalı maratoncu Abebe Bikila’yı ateşleyen dikili taşa benziyor. Yer Roma, 1960 Olimpiyatları. Çıplak ayakla koşan Bikila, yarıştaki son atağını bitişe 1 kilometre kala yapmaya karar veriyor. Depar için koyduğu işaret İtalyanların Mussolini zamanında ülkesi Etiyopya’dan alıp getirdikleri meşhur dikili taş. Bikila depara orada başlıyor ve rakibi Faslı Abdesselem’e 200 metre fark atarak altın madalyayı alıyor. Bikila 1964’te 40 gün önce geçirdiği apandisit ameliyatına rağmen maratonu yine birinci bitirerek olimpiyat tarihine geçiyor. Üst üste iki kez maraton kazanan ilk sporcu Abebe Bikila.

Türkiye’de gerçek bir demokrasi isteyenlerin depar işareti de Gezi Parkı oldu. En güzel 100 metreyi koşmaya orada başladı bu ülke… Şimdi demokrasi rekoru kırmaya çalışıyor. Ankara’da ODTÜ’de, İstanbul’da Riva’da. Olimpiyat ruhu, olimpiyatların doğduğu Elis’e çok da uzak olmayan bu topraklara geri dönmeye çalışıyor.

İstanbul ormanlarına sahip çıkıyor

İstanbul'daki 3. köprü ve 3. havalimanı projeleri, kentin elde kalan son yeşil alanını da tehdit ediyor. Bu alanları savunmak için yola çıkan doğaseverler, 7-8 Eylül 2013 tarihlerinde Riva'da büyük bir etkinlik gerçekleştirecek. Yarınki etkinlik öncesi paylaşılan bilgi notunu aşağıda bulabilirsiniz.

1. Kuzey Ormanları Savunması olarak 7-8 Eylül’de gerçekleştireceğimiz kampın alanı, yangın mevsimi olması nedeniyle, bölgede bulunan resmi kamp alanlarından birisi olan Riva, Elmas burnundaki alan olarak belirlendi ve resmi sözleşme/başvuru yapıldı. Tuvalet, kullanım suyu, duş, elektrik gibi olanakların bulunduğu kamp alanıyla ilgili ayrıntılı bilgilere linkten ulaşabilirsiniz: (http://rivaelmasburnu.com/).

2. Kampa ulaşım için İstanbul’un çeşitli bölgelerinden otobüs kaldırılacak . Kamp alanına TEM bağlantılı Kavacık mevkiinden Riva’ya kadar uzanan otoyol ile 20 dakikada ulaşabilirsiniz. Ayrıca 137 numaralı İETT otobüsü Beykoz’dan kalkıp, kampa 1 kilometre uzaklıkta olan Riva merkeze kadar geliyor. Kampa özel araçla gelecek arkadaşlar bize ulaşırlarsa, ulaşım konusunda destek isteyebiliriz. 


3. Kamp alanında konaklama için çadır kullanacağız. Kampın ücretli çadırları mevcut. Ancak çadır, mat ve tulum ihtiyaçlarımızı kolektif olanaklarımızla karşılamaya çalışıyoruz. Gelen arkadaşların kendi çadırlarını getirmesini tavsiye ediyor, fazla çadır göz çıkarmaz diyor, bu konuda katkı sunabilecek herkesin bize ulaşmasını rica ediyoruz.


4. Kamp alanında, 2 günlük yiyecek ve içecek ihtiyaçlarımızı yine kendi olanaklarımızla karşılamaya çalışıyoruz. Bu konuda topluca katkı sunabilecek veya olanak bulabilecek arkadaşlar lütfen bize ulaşsınlar. Kampta ortak sofralar kurmaya çalışacağız, gelen arkadaşların bol yiyecekle gelmesini rica ediyoruz. 


5. Kampa gelenlerin yanlarında getirmesini tavsiye ettiğimiz ve bulunmasına yardımcı olmasını istediğimiz temel kalemler: Çadır, uyku tulumu, mat, yere sermek için çul-hasır, el feneri, bardak, tabak, çatal-bıçak (mümkün olduğunca çöp üretmemek için kağıt-plastik olmayan); peçete, tuvalet kağıdı, çöp poşeti, sağlık ve temel ilkyardım malzemeleri, şapka, yağmurluk. 


6. Kampa çocuklarıyla gelecek arkadaşlar için bir çocuk oyun –etkinlik çadırı oluşturmak istiyoruz. Bu konuda oyun-etkinlik malzemesi katkısında bulunup çocuklarla etkinlik yapabilecek arkadaşların katkısını ve bizlere ulaşmasını bekliyoruz. 


7. Kampta çadır açmaları için sağlıkçı arkadaşlarla temasa geçtik, kampımızda bir acil yardım sağlıkçı ekibi bulunacak. Acil sağlık malzemesi katkısında bulunabileceklerin bize ulaşmasını bekliyoruz. Sağlıkçı arkadaşlar aynı zamanda bisikletliler grubuna da eşlik edecekler. 


8. Kampa evcil hayvanlarınızla katılmanız mümkün. 


9. Kampta kolektif giderler için destek verebilenlerden 10 lira talep ediyoruz.

Tankın yeşili olmaz

Özgür Gürbüz-BirGün/1Eylül 2013 

F-16 savaş uçağı bir saate 3 bin 24 litre yakıt tüketiyor. Çoğu zaman uçaklar gibi jet yakıtıyla çalıştırılan M1 Abrams tankı da hareket halindeyken bir saatte 230 litre yakıt tüketiyor. Bu tankın yakıt kapasitesi 1885 litre. Rakamları, askeri enerji harcamaları konularında detaylı araştırmalar yapmış Dr. Sohbet Karbuz’dan aldım. M1 Abrams tankı da F-16’lar gibi Ortadoğu’nun yabancısı değil. Körfez Savaşı’nda, Irak’ın işgalinde bu savaş makineleri kullanıldı.

Jet yakıtıyla bizim kullandığımız araçlardaki yakıtlar aynı değil ama fikir vermesi açısından bir karşılaştırma yapalım. İstanbul’da öğrenci ve çalışanları taşıyan 20 bin servis aracı var. Bu araçlar 100 kilometrede 9 litre civarında yakıt tüketiyor. Her birinin günde 50 km yaptığını varsaysak, araç başına 4,5 litre düşer. 20 bin servis aracının İstanbul’daki günlük yakıt tüketimi de 90 bin litreyi buluyor.

İKİ SAATTE 10 GÜNLÜK YAKIT
Diyelim ki Türkiye Başbakan Erdoğan’ın hırsına kurban gitti ve Suriye’ye saldırdı. Türkiye’nin elinde 240 adet F-16 uçağı var. Bunların yarısının sadece bir kez Suriye’ye saldırdığını ve 2 saat havada kaldığını düşünelim.  Her biri 6 bin 48 litre yakıt tüketecek. 120 ile çarparsak bu iki saatlik macera sonucunda harcanan yakıt 725 bin litreyi geçiyor. Birkaç tankın da bırakın Suriye’ye girmeyi, iki saatliğine kontak çevirip, sınıra doğru harekete geçtiğini düşünün. İki saatte harcayacağımız yakıt miktarı toplamda rahatlıkla 900 bin litreyi bulur. İstanbul’da çalışanları, öğrencileri 10 gün okula, işe götürüp getirmek için harcayacağınız enerjiyi iki saatte harcarsınız.

Dünyada ordular olmasaydı belki bugün küresel iklim değişikliğinden bile bahsetmeyecektik. ABD enerji tüketiminin yüzde 1’inden tek başına Savunma Bakanlığı sorumlu. Karbuz’un makalelerinde dikkat çektiği gibi bu rakam az değil. 160 milyonluk Nijerya bu kadar enerji tüketmiyor. 2012 yılında ABD Savunma Bakanlığı’nın atmosfere bıraktığı karbondioksit miktarı 70 milyon ton. Amerikan ordusunun küresel iklim değişikliğine katkısı da Nijerya’dan fazla. Amerikan ordusunu bir ülke kabul etseydik, dünyanın en çok petrol tüketen ülkeler sıralamasında 36. sırayı onlar alacaktı. 2006’da harcadıkları elektrik miktarı 30 milyar kilovatsaat. Türkiye’nin bu yılın ilk altı ayında tüm barajlarından ürettiği elektrik miktarına eş.  

Bir savaşın ne kadar korkunç olduğunu elbette enerji sarfiyatından anlayacak değiliz. Hatırlatmak istediğim nokta bu savaş makinalarının barış günlerinde bile tatbikat, devriye uçuşu gibi nedenlerle çalıştırıldığı gerçeği. Üretimlerinde de ciddi miktarda hammadde ve enerji harcandığını unutmayın. Bir derenin üzerine kurulan HES’in onlarca cana mal olduğunu biliyoruz. Orada üretilen enerjinin ise bu makinelerce birkaç dakika içinde tüketildiğini hep hatırlamalıyız. Hem de can almak için. İşte bu yüzden, savaş karşıtlığı bir çevreci ya da yeşil için olmazsa olmaz bir koşuldur. Dünyadaki en köklü çevre hareketlerinin temelinde savaş karşıtlığı vardır çünkü savaşların getirdiği ekolojik yıkım başka felaketlerle mukayese bile edilemez. Greenpeace’in doğuşu ABD ve Fransa'nın nükleer denemelerine karşı çıkmasıyladır.  Nükleer karşıtı hareket nükleer silahlara hayır demese bu kadar yol kat edemezdi. Fidan dikerek değil, savaşa karşı çıkarak çevreci olunur. Derelere balık bırakarak değil, balıkların ve insanların üzerine bomba bırakmayarak ‘çevrecinin daniskası’ olabilirsiniz.

1 Eylül Dünya Barış Günü kutlu olsun!