Rüzgârlı gözleme

Özgür Gürbüz-BirGün Gazetesi / 31 Temmuz 2011

Sözüm ona Çanakkale'ye birkaç günlüğüne tatile gitmiştim. Sözüm ona sadece haftada bir gün yazı yazacak ve insanın yedi gün 24 saatini teslim alan bu gazetecilik illetinden ömür boyu kurtulacaktım. Olmadı. Gelibolu'ndaki hafta sonu tatilim bir anda ufak bir 'iş seyahatine' dönüverdi. Her şey bir gözleme yüzünden oldu; biraz da ayran. Gelibolu yarımadasında Anzak Koyu'na doğru yol alırken karşımıza çıkan gözlemeci de durduk. Yaşamak için yemeği felsefe edindiğim için bu yol kenarındaki gözlemecide benim ilgimi çeken ne o güzel ayran, ne de gözlemeler oldu. Bu konaklama noktasını diğerlerinden özel yapan arkadaki rüzgâr türbinine gözüm takılmıştı bir kere. Doktor meslek hastalığı diyor. Küçük bir rüzgâr türbini, altında da güneş panelleri var. Yeme de yanında yat!

Ferhat Ormancı uzun yıllar önce Bulgaristan'dan Türkiye'ye göçmüş. Yol kenarında kendi yağıyla kavrulan bir tesis kurmak istemiş. Mekan olarak Gelibolu'yu seçmiş. Ayıptır dedim sormadım ama gördüğüm kadarıyla işler fena değil. Sohbetimiz sırasında Ferhat Bey bana Bulgaristan'daki eğitim sistemini anlattı. Bugaristan'da meslek lisesinde okumuş Öğrencilere kaynak yapmasından, musluk tamirine birçok konuda eğitim veriliyormuş. Ormancı, en az beş altı meslek öğrenirler diyor. Öğrencinin hayatla ilgili bir fikri oluyor yani. Belki de bu yüzden olsa gerek Gelibolu'nun hiç durmayan rüzgârı kendisine ilham vermiş.

Reklamsa reklam, böyle işletmeye can kurban misali adını yazmaktan da çekinmiyorum. Doyuranlar Çay Bahçesi'nde tam sekiz tane irili ufaklı buzdolabı var. Bir tane limonata makinası, bir ayran makinası, bir çay ocağı, bir su motoru ve çok elektrik çeken bir de fritöz. Ampulleri, radyoyu, televizyonu, vantilatörleri ve kahve makinası da unutmamak lazım. İşte tüm bu aletlerin olduğu işletmenin elektrik yükünü bir rüzgâr türbini ve güneş enerjisinden elektrik üreten fotovoltaik paneller sağlıyor. 2,5 kilovatlık bir rüzgâr türbini, 2,5 kilovatlık güne paneleri ve bir dizi aküyle Ferhat Ormancı artık elektrik faturası ödemiyor.

Türkiye'nin en rüzgârlı bölgelerinden Çanakkale'de küçük türbin adeta hiç durmadan dönüyor ve elektrik üretiyor. Güneş panelleri de gündüz depoladıkları fazla enerjiyi akülere gönderiyor. Burada depolanan enerji gece boyunca elektrik ihtiyacını karşılıyor. Şebeke bağlantısı olmayan yerlerde buna benzer bir formülle elektrik üretmek ve kâra geçmek aslında yeni keşfedilen bir şey değil. Şebeke bağlantısı için istenen ücret çok yüksek olduğu için bu ve benzeri sitemler dört dörtlük bir çözüm. Buna rağmen çok yaygın değil. İnsanlar eni yeni güneşin gücünü keşfediyor. Genelde yerleşim merkezlerinde uzak bölgelerde jeneratörlerle elektrik üretiliyor. Ormancı da birkaç yıl öncesine kadar dizel jeneratörle elektrik üretiyormuş. rüzgâr ve güneşten oluşan bu yenilenebilir enerji sistemine 55 bin lira harcamış. Daha önce ise her ay dizel jenaratörünün çalışması için 4 bin liralık yakıt parası ödüyormuş. Yılda 48 bin lira ediyor! Kışın daha az müşteri olduğunu hesaa katarsak, ben diyeyim 18 ay, siz deyin iki yıl, Ferhat Bey yatırımını amorti edip kâra geçmiş. rüzgâr türbini ve güneş panellerinin ömrünün 20 yıl olduğu düşünülürse harcanan paranın oldukça aklı başında bir iş için gözden çıkarıldığı görülebilir. Ferhat Ormancı'nın başından ilginç bir olay da geçmiş. rüzgâr türbini kurulduktan bir süre sonra türbine yıldırım düşmüş. Sigortalar atmış, tüm gece elektrik yok. Ormancı, o gece hiçbir şeyi ellemedim diyor. Ertesi gün türbin hiçbir şey olmamaış gibi çalışmaya devam etmiş.

Çanakkale Türkiye'nin en rüzgârlı bölgelerinden biri. Yöre halkı çoğu zaman bu esintinin durmayışından şikayet ediyor. “Kulak kopartan” rügardan şikayet ediyorlar. İş rüzgârdan elektrik üretmeye gelince iş değişiyor. Dünya ortalamalarının üzerinde üretim yapan rüzgâr santralleri de bu bölgede. 1 Mart 2011 itibariyle, Türkiye'deki kurulu rüzgâr gücünün yüzde dokuzu Çanakkale ili sınırları içerisinde kurulmuş. rüzgâr hemen hemen her yerde esiyor ama onu ekonomik ya da kârlı yapan, yıl içinde kaç gün ve hangi şiddette estiği. Çanakkale bu yönden avantajlı. Kuvvetli ve sürekli esen rüzgâr, maliyetleri bölgede üretilen elektriğin fiyatını kilovatsat başına 5-6 dolar cent'e kadar düşürüyor. Birkaç gün önce açıklanan Yenilenebilir Enerji Küresel Durum Raporu'nda (Ren21) her temiz enerji kaynağının üretim maliyetlerine dair rakamlar veriliyor. Raporda, karada kurulan rüzgâr türbinleri için bir kilovatsaat elektriğin üretim maliyetinin 5 ila 9 cent arasında olduğu belirtilmiş. Rüzgârın iyi olduğu yerlerde 5, daha kötü olduğu yerlerde 9 cent. Özetle söylersek Çanakkale ilindeki rüzgâr türbinleri dünyanın en iyileriyle yarışıyor. Ege'de de benzer rakamlar karşınıza çıkıyor. Petrol ve doğalgazımız yok ama onlardan bin kat daha temiz olan rüzgâr enerjimiz var.

Gelibolun'dan eve dönerken aklımda bu rakamlar vardı. Bir yandan da Mersin'de yapılmasına çalışılan nükleer santral. Nükleer santral biterse, sahibi Rus şirketi bize 12,35 cent'ten elektrik satacak. Bize en ucuz dedikleri nükleer 12,35 cent, dünyanın en pahalı rüzgârı 9 cent.

Vallahi topladım olmadı, çıkardım yine olmadı. Gecesini gündüzünü nükleer santralsiz olmaz diye fetvalar vererek geçiren bakanlarımızı ben artık anlayamıyorum. Gelibolu'da gözleme yapan Ferhat Bey'in gördüğünü Ankara neden göremiyor? Gözleme desen Ankara'da da var. Ayran desen, o da bulunur. Belki de işin sırrı coğrafyada gizli. Gelibolu'da arazi düz, deniz açık. Gökle yer birleşiyor, ufku görüyorsun. Ankara'da ise bir sürü alt geçit, tünel falan var; su falan basıyor. Bir iniyor bir çıkıyorsun insanın aklı karışıyor. Belki de ondan.

Hatırlatma:
Akkuyu'da nükleer karşıtı kamp

Mersin Akkuyu'da nükleer santrale karşı çadır kamp kuruldu. 28 Ağustos tarihine kadar nükleer karşıtları çeşitli etkinliklerle nükleer santrale karşı çıkacak. Kamp ücreti kahvaltı, akşam yemeği ve konaklama dahil 11 TL.

Akkuyu'da Öner, Soner ve Güneş anıldı

Akkuyu'da kurulan nükleer karşıtı çadır kampında bugün özel bir anma yapıldı. 2006 yılında Sinopta düzenlenen 'Nükleersiz Yaşam Şenliği'ne katılan ve Karadeniz'in dalgalarına yenik düşen üç genç Soner ve Öner Balta ile Güneş Korkmaz için bugün denize çiçekler bırakıldı.

Mersin Nükleer Karşıtı Platform tarafından düzenlenen anmada yapılan açıklamada, "Nükleere inat,yaşasın hayat sloganıyla nükleer santralleri lanetleyen bizler, özellikle Japonya'da meydana gelen Fukuşima nükleer felaketinden sonra nükleer santrallerin çok güvensiz, doğa ve insan yaşamı için çok tehlikeli bir enerji modeli olduğunu ve nükleer santrallere karşı olduğumuzu Akkuyu'da bir kez daha kamuoyuyla paylaştık. Öner, Soner ve Güneş'in mücadeleleri mücadelemize ışık tutacaktır" dendi.

Mersin Nükleer Karşıtı Platform, 7 Ağustos tarihinde de antralin yapılması planlanan Akkuyu koyuna ev sahipliği yapan Büyükeceli beldesinde bir yürüyüş düzenliyor. Büyükeceli'de kurulan Nükleer karşıtı çadır kampı da 28 Ağustos'a kadar sürecek.

Kürtçe türkü söylemenin dayanılmaz ağırlığı

Cemil Topuzlu Sahnesi'nde Aynur'u dinleyen ve Kürtçe bimeyenler o an başlarını göğe kaldırıp yukarıdaki bir yıldıza baksalar eminim tüm sözleri anlarlardı. Ama onlar gökyüzünün kudretli duygularını değil, insanın yarattığı nefreti görmek istediler.

Özgür Gürbüz-BirGün / 24 Temmuz 2011*

12 Şubat 1999'da Ahmet Kaya, Magazin Gazetecileri Derneği tarafından kendisine verilen ödülü alırken Kürtçe klip hazırlayacağını söylemiş, bazı davetliler tarafından Ahmet Kaya'ya çatal bıçak fırlatılmıştı. Bu saldırı Kürtçe'ye tahammülsüzlüğün belki de en belirgin örneklerinden biriydi.

Aradan 12 yıl geçti. 15 Temmuz 2011 tarihinde İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı'nın (İKSV) düzenlediği Caz Festivali'nde benzer bir ırkçı protesto da Aynur Doğan'ın başına geldi. Harbiye Açıkhava Sahnesi'ni dolduran yüzlerce kişi sanatçıyı Kürtçe türküler söylediği için yuhaladı, sahneye minder ve pet şişe fırlattı. Sanatçıya destek veren bazı dinleyicilerle bu ırkçı protestoyu yapanlar arasında sert tartışmalar yaşandı. İKSV keşke sanatçının güvenliğini gerekçe göstererek konseri iptal etseydi. Bu ülkede yıllardır özgürlükler para ile satın alınır hale geldi. Bunun bir kurtuluş olduğu sanıldı. Dilediğiniz gibi bir yaşam alanı için özel sitelerde ev, dilediğiniz kıyafetlerle dolaşmak için (özellikle kadınların) otomobil alınması gibi birçok maddiyata bağlı 'kurtuluş' seçenekleri türetildi. Bu kurtarılmış bölgelere hapsedildik. Özgürmüş gibi numara yaptık oysa Anadolu'nun büyük bir kısmı, sokaklar, televizyonlar hep özgürlük düşmanlarının ellerine bırakıldı. İşte bu nedenle, konser iptal edilse, parasıyla dilediği müziği dinleyebileceğini sananlara ufak bir uyarı yapılmış olmaz mıydı? Bir de başka bir sorum var. Sahnede Joan Baez olsaydı ve ona minder fırlatılsaydı o konser devam eder miydi?

Bu ülkede insanların özellikleri hızla değişiyor. Nefretten, kavgadan yana tavır alanlar artıyor. Herkes sinirli, kimse birbirini sevmiyor. İstanbul'daki festivallere gidenler de zaman içerisinde çok değişti. Müzik ve sanat aşkından çok orada bulunmak için bu etkinliklere gelenler çoğaldı. Aynur Doğan'a yapılan da bu kaygılarımı doğrular nitelikte. Yoksa insan bilet aldığı konserdeki sanatçıyı tanımaz mı, yuhalar mı? Onun yıllardır Kürtçe türküler söylediğini bilmez mi? Bugün bu kültürel etkinliklerdeki birçok insan için orada yer almak falanca marka bir otomobile sahip olup çevreye hava atmaya benziyor. Bilet fiyatları da sanatsever birçok kişiyi dışarıda bırakacak kadar pahalı zaten.

Aynur'a yapılan protestoyu Diyarbakır'daki ölümlerle ilişkilendirerek bir anlamda unutturmak veya hafifletmek de bu ırkçı saldırıyı görmezden gelmek demek. Çok değil konserden bir hafta önce Radikal yazarı Berrin Karakaş'ın, yine İstanbul Caz Festivali kapsamında Miss Pizza'da başına gelenler de toplumun içine işlemiş ırkçılığın bir başka kanıtı. Beyoğlu'nda Miss Pizza adlı mekana müzik yapmak için çağrılan birkaç yazardan biri olan Berrin Karakaş, tercihlerinin arasına Koma Amed'den 'Hay Nik Na'yı ekleyince mekandaki DJ ve teknik sorumlunun tepkisine maruz kaldığını kendi köşesinde yazmıştı. Bu olanlar Silvan'dan önceydi ve hedefte yine Kürtçe vardı. Şarkılarını dinlemeye tahammül edemediğiniz insanlarla nasıl konuşacağız, nasıl anlaşacağız?

Rahmi Saltuk: "Daha önce net tavır alınabilseydi bugün bunlar yaşanmazdı"

Fotoğraf: http://www.rahmisaltuk.com/
Herkesin ortasında Kürtçe konuşmak hep zor oldu. Şarkı söylemek, o şarkıların olduğu kasetleri basmak ve satmak da. Özellikle de Batı'da. Kürtçe uzun bir dönem yasaklı kaldı, Kürtçe kasetler el altından satıldı. 1989 yılında Rahmi Saltuk 'Hoy Nare' adlı albümü çıkarıp mücadele bayrağını açana kadar Kürtçe şarkıları kasetlere koymak 12 Eylül'le yasaklanmıştı. Bugünü anlamak için, 1968 yılında Halk Oyuncuları tarafından sergilenen Pir Sultan Abdal adlı tiyatro oyunuyla adını duyuran Rahmi Saltuk'la konuştuk. Konuyu bilenine sorduk. Türkiye'nin müzik tarihinde önemli bir yeri olan Saltuk, Kürtçe'yle ilgili mücadelesinin 1989'dan da önce başladığını anlattı. Hukuk fakültesini bitirmesine rağmen avukatlık yapmayan, Kürtçe bilmemesine rağmen Kürtçe türkü söyleyen Saltuk, resmi öğretiye ilk karşı çıkışını o sıralarda Öğrenci Birliği'nde yer alan Uğur Mumcu'nun vasıtasıyla çağrıldığı bir konserde yaptığını anlatıyor. Karayılan türküsünü ilk defa 'doğru' haliyle, “Vurun Kürt uşağı” diye okuduğunu söylüyor. Daha sonra Ruhi Su ile de konuyu konuşmuş ve Ruhi Su'nun da türkünün doğrusunu bildiği halde böyle söylemek zorunda kaldığını kendisine söylediğini belirtiyor. Saltuk, yine Ruhi Su'dan dinlemeye alıştığımız başka bir türkünün sözlerinde de kürtler kelimesi yerine orman kelimesi konarak, “Ağır makineli de tepeden inmez, tarıyor ormanı kimse (kürtler) görünmez” şeklinde değiştirildiğini anlatıyor.

- İlk Kürtçe türkünüzü ne zaman söylediniz?
12 Mart sonrası yurt dışındaydım. Nazım Hikmet'in 10. ölüm yıldönümüydü ve ilk kez Paris'te kitlesel bir anma programı düzenlendi. Ben de davetli sanatçı olara katıldım, türkülerimi söyledim. Ne gariptir ki ondan sonra Nazım'la ilgili hiçbir konsere beni çağırmadılar. Organizasyonu Fransa Türkiyeli Öğrenciler Derneği yapıyordu, Abidin Dino başı çekiyordu. Ertuğrul Özkök, TİP'li Mehmet Ali Aslan gibi isimler de vardı. Mehmet Ali Aslan beni Kendal Nezan ile tanıştırdı. Paris'te Kendal Nezan'ın evindeydik. “Gulazer” türküsünü (Ha Gulazer – Sarı Gül, Sarı saçlı yâr anlamında) bir Sovyet sanatçısının 45'lik bir plağında ilk kez orada dinledim. Opera eğitmli bir sanatçıydı ve orkestrayla söylüyordu. Hemen kaptım. 1974'te Türkiye'ye döndüm, konserlerde söyledim. 1975'te ilk uzun çalarımda, Dersim Dört Dağ İçinde türküsünün önüne Gulazer'in ilk dörtlüğünü koydum. Çok beğenildi.

Gulezar türküsünden bir dize

Yar gulezar, can gulezar

Yar sarı güldür, can sarı güldür

Yar zerine zerine

Yar sarışındır sarışın (altın sarısı saçları vardır)

-Yasak değil miydi?
Sırf Dersim sözcüğü geçiyor diye türkü radyolarda çalınmazdı. Sanatçılar da söylemezdi. Yasak değil ama bir baskı vardı. O zaman Kürtçe yasak değildi. Kürtçe parçalar Kürtlerin düğünlerinde, otel lobilerinde söyleniyordu. Gulezar'dan sonra ister 'Beyaz Türk' deyin ister başka bir şey; o kişiler, entellektüeller, Kürtçe denen bir şeyin var olduğunu kabul etmeye başladılar. Herkesin diline düştü Dersim Dört Dağ İçinde türküsü.

-Kürtçe bilmiyordunuz ama...
Ben sosyalist bir gözle baktım bu meselelere. Kürtçe bilmediğim için 'Ha Gulezar' ile yetinmiyordum. Daha sonra mücadele adına yeni Kürtçe parçalar öğrendim. Sayısını 10'a çıkardım. Fonetiği ile ritmi ile çalışıyordum. Daha sonra Türkiye'yi mahveden 12 Eylül oldu. Özünde Kürtçe'nin yasaklanmasını hedef alan bir kanun çıkarıldı. Bunu kabul edemezdim. 1989 yazında 'Hoy Nare' adlı albümü çıkardım.

-Hatırlıyorum, ben de almıştım albümü. Sonra da geri vermek zorunda kaldım. Tepkiler nasıl oldu?
Sabah gazetesi haberi birinci sayfadan verdi. Hemen ardından toplatma kararı çıktı. Emniyet müdürüklerine yazı yazıldı, savcılık da bunu ihbar kabul etti ve hakkımda dava açtı. Yargıda beraat ettim. Toplatma kararı aleyhine de idare mahkemesinde dava açtım. İdare lehime karar verdi, bu defa da Kültür Bakanlığı itiraz etti. Dosya Danıştay'a gitti ve Danıştay beni haklı buldu. Onun üzerine tekrar stüdyoya girdim. Hoy Nare albümünün yönetmeni de Hasret Gültekin'dir. Hasret'i oğlum gibi severdim.

-Para kazanabildiniz mi?
Sanırım 20 bin tane bastık, haber kulaktan kulağa yayıldı ve hepsi bir anda tükendi. Hasan Saltık keşke 100 bin bassaydık derdi ama toplatma kararından sonra sayı çok olsa kimse depoda falan saklayamazdı. Rakam az olunca dağıtıcılarda kalması (saklanması) kolay oldu. Yasak olmasaydı herhalde zengin olurdum (gülerek).

-Daha sonra ne oldu, Kürtçe parçalar arttı mı?
Baktılar ki bu iş iyi, herkes Kürtçe şarkılar söylemeye koyuldu. Ben 'Cane cane'yi orijinal haliyle okudum. İşin sadece ticaretini düşünenler bu melodiyi beğendiler ve hemen içine yeni sözler koyarak 'İşte meydane' deyip okudular. Baktım 30-40 sanatçı okumuş. Mangalda kül bırakmayanlar izin alırken Türkçe söyleyeceğiz diye izin alıyor daha sonra Kürtçe söylüyorlardı. Amaç bir şeyleri değiştirmek değil para kazanmaktı.


Fotoğraf: http://www.rahmisaltuk.com/
 -Hoy Nare'den sonra ne değişti?
Ben bunu yapmasaydım SHP yasa teklifi vermeyecekti. Dönemin Kültür Bakanı Fikri Sağlar televizyonlara çıktı, bu işi bitiriyoruz diye açıklama yaptı. Ardından ben içinde 5-10 tane Kürtçe eserin de bulunduğu birçok parça için bir başvuru yaptım. Kültür Müdürlüğü'ne dosya verdim. Kürtçe diye kayda almıyolardı. Avukatlarımı çağırdım olmadı. Noterleri çağırdık onlar da korktu, tespit etmeye gelmedi. Fikri Sağlar'a memurun benim başvurumu kayda almadı dedim ama sonuç alınamadı. Hoy Nare'den sonra ilginçtir gerek sosyal demokratlar gerek sosyalistler olsun, beni konserlerine çağıranlar azaldı. Kürtler etkinliklerine davet etti ama baktılar ki ben yörüngeye girmiyorum, eleştirel bakıyorum, o da kesildi. 1987 yılında SHP Diyarbakır'daki sekiz milletvekilinden dördünü aldı. Hikmet Çetin ilk sıradaydı. Belediye SHP'liydi ama hiçbir belediye beni festivallerine çağırmadı. Kendilerine asker istiyorlar. Fehmi Işıklar HEP'in kuruluşunda çağırdı, kurucu üye olmamı istediler. Ben Türkiye İşçi Partisi'nden (TİP) başka bir partiye üye olmayacağımı söyledim. Daha sonra içinde olduğum birçok parti ile çatıştım. Sanatçının parti üyeliği zor.

-Daha sonra karşılaştığınız zorluklar oldu mu?
En son 1993'te Açıkhava'da vereceğim konser yasaklandı. Fikri Sağlar beni aradı, konserin yasaklanmış dedi. Bir dayanışma konseri önerdi. Ben de, bu benim işim başka bir şey yapmıyorum, neden hayır diyeyim dedim. Ankara Hipodrom'da 1 Eylül Dünya Barış Günü'nde konser verdik, 50 bin kişi geldi ama konsere ne Fikri Sağlar ne de Müsteşar Emre Kongar geldi.

- Aynur Doğan konserinde yaşananları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu sorunu sadece sanatçılar çözemez. O gün verdiğim mücadele desteklenseydi bugün insanlar birbirini vurmazdı. O tarihlerde net tavır alınsaydı bugün bunlar yaşanmazdı. Türkiye toplumu herkesin yüreğinin ağzına geldiği bir toplum olmazdı. 90'lı yıllarda kan gövdeyi götürdü, faili meçhuller oldu, gazete binaları bombalandı. O günkü SHP müthiş bir direnç gösterseydi bu noktaya gelinmezdi. Aynur için de talihsiz bir durum. At gözlülüğüyle bakmamak lazım. Seçimlerden bu yana 40-50 kişi hayatını kaybettiği bir ortamdayız. Bir de geçenlerde bir gazete hiç söylemediğim sözler yazıldı. Kesinlikle Sezen Aksu ve onun gibiler için vatan sadece paradır demedim. Bırakın bunu söylemeyi ima edecek bir şeyden bile bahsetmedim. Bundan da ciddi rahatsızlık duydum.  

***
Çözüm önerisi mi istiyorsunuz, işte size çözüm önerim

Rahmi Saltuk'un neredeyse tüm hayatı boyunca süren bu mücadelesi bugüne nasıl geldiğimizin kısa bir özeti gibi. Birkaç şey de müzik dinlemek üzerine söylenmeli. Aynur'un türkülerini dinlediğimde tüylerim diken diken olur. Onu ilk dinlediğim günden beri bu böyle. Sözlerini anlamasam bile. Arapça, Uygurca, Çince müzik dinlerim. Moğol şarkıcıların gırtlaklarını yırtarcasına çıkardığı o sesle bozkırlarda at binerim. Cezayir asıllı Fransız şarkıcı Rachid Taha olmazsa olmazımdır, George Bush'u bir bedeviye benzettiği İngiltere'deki konserinde kendimi Arapça şarkılar söyleyen bir bedevi gibi hissetmiştim. Müzik dediğin sadece söz değildir ki, notadır, duygudur. Dilini anlamadığım şarkılar benim için boşluklarını doldurmaya çalıştığım bilmecelere benzer. Dilediğini kendi ruh haline göre yazarsın. Ritim, müzik, titreyen ses, sanatçının mimkleri, yüzüne yansıyan duyguları sana şarkının ipuçlarını verir. Aldığın bu ipuçlarını iyi değerlendirirsen bilmeceyi doğru çözersin. Bir bakmışsın ağlıyorsun, bir bakmışsın gülüyorsun. Cemil Topuzlu Sahnesi'nde Aynur'u dinleyen ve Kürtçe bimeyenler o an başlarını göğe kaldırıp yukarıdaki bir yıldıza baksalar eminim tüm sözleri anlarlardı. Ama onlar gökyüzünün kudretli duygularını değil, insanın yarattığı nefreti görmek istediler.

Basit önerilerle bitirelim bu haftanın yazısını. Devletin resmi kanalı TRT Şeş'in Kürtçe yayın yapması toplumda olumlu bir hava yaratmaya yetmemiş. Halkları birbirinden uzaklaştırarak, kendi köşelerine hapsetmek beraber yaşamanın yolunu açmıyor. Kürtlere özel kanal verip onu Türklerin görüş açısından uzak tutarak hiçbir şeyi başarmış olmuyorsunuz. Egemenler hep azınlıklardan kurallarına uymalarını bekliyor. Türkçe Olimpiyatlar düzenleyip yabancılar bizim dilimizi konuşunca seviyoruz ama Türkler Kürtçe Olimpiyatları'na katılsa desem kıyamet kopar. Daha ilkokul sıralarında İngilizce şarkılar söylemeyi öğrenen çocuklarımızı gördükçe havalara uçan bizler, aynı çocuklara okullarda bir tane de olsa Kürtçe şarkı öğretilmek istense acaba ne yapardık? Çözüm önerisi mi istiyorsunuz, alın size çözüm önerisi.

*Bu metin Birgün'de yayımlanandan biraz daha uzun bir metin, kısalt kısalt nereye kadar?