İsveçli nükleer karşıtından "Katibim" şarkısı

İsveçli nükleer karşıtından "Katibim" şarkısı. Dayanışma buna denir! 
Sweedish anti-nuclear activist sings the song of Katibim in Turkish. That's called solidarity.

Yer: Malmö
Yıl: 2008 - Avrupa Sosyal Forumu

Sarıkız nükleere karşı

Özgür Gürbüz-BirGün / 17 Temmuz 2011

Bu ülkede her hafta nükleer enerjiyi savunmak adına olmadık şeyler ağza alınıyor. 'Gaf' desen değil, 'laf' desen hiç değil. En sonuncusunun altında Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan'ın imzası var. Çağlayan nükleer enerjiye karşı çıkanlara şöyle seslenmiş, “...Peki kardeşim başımın üstünde yerin var. Koy bakalım yerine, ne koyacaksın? Tezekten mi enerji üreteceğiz? Varsa böyle bir teknoloji getir. Ama yok.”

Gerçekten yok mu böyle bir teknoloji? Yanıtı siz de tahmin ettiniz; tabi ki var. Yıllardır Türkiye'de binlerce aile, 'tezek' dediğimiz büyükbaş hayvan dışkılarıyla evini, ocağını ısıtıyor. Doğalgazda dışa bağımlılıktan her fırsatta yakınan Adalet ve Kalkınma Partisi'nin çabaları henüz her köye doğalgaz borusu döşemeye yetmedi. Bu çelişki ayrı bir yazı konusu ama başka bir zaman değinelim. Döşense ne yazar? O faturaları ödeyecek para kimde? Doğalgaz pahalı. Evinizi nükleer santrallerde üretilen elektrikle ısıtmak da ekonomik değil. Enerji çevrimindeki verim kaybı, çevreye verilen zarar ve ekonomik maliyet gibi üç kıstas ele alındığında, elektrik enerjisi kullanarak evinizi ısıtmanın listenin en sonunda yer alacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bizde son yıllarda çok moda olan elektrikli ısıtıcı kullanıcılarına da bu vesileyle küçük bir uyarı yapmış olalım. Uzun lafın kısası, tezekle ev ısıtmak, hoşunuza gitsin ya da gitmesin, doğalgaz veya elektrikle ısınmaktan çok daha ucuz. Kişi başına düşen gelir köylerde hatırı sayılır bir miktarda artmadıkça tezek köylülerin tercihi olmaya devam eder; etmelidir de. Önemli olan daha akılcı ve verimli yöntemlerle tezekten yararlanmak. Dilerseniz bundan sonrasını, tezeğin enerji üretimindeki önemini bize üreticisi eski dostumuz ‘Sarıkız’ anlatsın.

Bakan Çağlayan, Sarıkız ve arkadaşlarının dışkılarından enerji elde etmenin teknolojik yolu var mı diye sormuş. Yanıtımız evet. İşlem, Sarıkız ve arkadaşlarının yeşil sahalara çıkmasıyla başlıyor. Sarıkız sahadaki otları yiyor, yedikçe dışkı ya da tezek üretiyor. Hayvan dışkılarından, çeşitli bitkilerden, ağaçlardan, organik atıklardan, büyük ve küçükbaş hayvanlar ile tavuk dışkılarından elde ettiğimiz enerjiye biyokütle enerjisi diyoruz. Odun ve bazı bitkiler aynı kömür gibi yakılarak enerji elde ediliyor. Hayvan dışkıları ve organik çöpler biyogaz tesislerinde gazlaştırılarak yakılabiliyor ve elektrik bile üretilebiliyor. Nükleer santraller sadece elektrik üretebilirken, biyogaz tesislerinden elektriğin yanında ısı elde edilmesi de mümkün. Asıl önemlisi bu tesisler daha küçük ölçekte olduklarından yerel enerji ihtiyacını karşılamada daha etkinler. Hayvan çiftliklerinin yanına kurulan bir biyogaz tesisi, hem çiftliğin elektrik ve ısınma ihtiyaçlarını karşılıyor, hem de fazla elektriği satarak bu yatırımın kısa sürede kendisini amorti etmesini sağlıyor. Merak edenleri Osmaniye'nin Hemite köyündeki projeyi incelemeye davet ediyorum. Üretilen enerji o civarda kullanıldığı ve genelde bu gibi tesisler kent dışında yer aldığı için iletim kayıplarının da önüne geçiliyor. Yerli kaynak olduklarından enerji ithalatı azalıyor; yerel ve makro ekonomiye katkı sağlanıyor. Hayvan dışkılarından biyogaz elde edildikten sonra kalan atık da gübre olarak kullanılabiliyor. Nükleer santralden çıkan radyasyonlu atığı siz gübre olarak kullanabilir misiniz? Bu iğneleyici soruyla birlikte Sarıkız ve arkadaşları nükleer enerjiye ilk gollerini atıyor. Sarıkızspor 1- Atomspor 0.

Biyogaz üretiminde kullanılan kaynaklar organik oldukları için çevreye zararları oldukça sınırlı. Bu nedenle temiz enerji kapsamında değerlendiriliyor. Küresel ısınmaya en az neden olan enerji kaynaklarından biri biyokütle. Bitkiler büyürken fotosentez yapar, karbondiyoksit alıp oksijen verirler. Yakıldıklarında ise biriktirdikleri karbondiyoksiti atmosfere salarlar. Bu nedenle de küresel ısınma katkısı 'sıfır' kabul edilir. Biyokütleden hem elektrik hem de ısı elde edilirse bu değer ‘eksi’ bile olabilir. Bu da Sarıkız'ın dışkısının nükleere attığı ikinci gol olsun. Bakan üzgün, şike itirazları var ama sonuç değişmedi. Durum şimdi 2-0.

Taraftar oyundan memnun ama henüz tam anlamıyla tatmin olmadı. Bunlar iyi hoş da, Sarıkız ve arkadaşları koca koca nükleer santraller kadar elektrik üretebilir mi diye soruyorlar. Kocaeli Üniversitesi’nden Semra Öztürk, Mustafa Özcan ve Mehmet Yıldırım ilginç bir çalışmaya imza atmışlar. Yapılan hesaplamalar sonucunda Türkiye'de 42 milyar kilovatsaate (kWs) eşdeğer biyogaz potansiyeli olduğu sonucuna varmışlar. Türkiye’nin 2010 yılında 210 milyar kWs civarında elektrik tükettiği düşünülürse bu potansiyelin ‘dev’ bir potansiyel olduğu rahatlıkla söylenebilir. Ancak bu idialı bir çalışma. Örneğin, 16 büyükşehirin kentsel atıksu arıtma çamurlarının yüzde 100’ünün biyogaz üretiminde kullanıldığı varsayılmış. Fikir vermesi açısından araştırmadan başka bir örnek verelim. Türkiye'nin işlenebilir tarım alanlarının sadece yüzde 1’inden 26 milyar kWs civarında elektrik üretilebiliyor. Bu rakam neredeyse Akkuyu’ya kurulması düşünülen 1200 megavatlık üç reaktörün üreteceği elektrik kadar. Kaleci çaresiz, Sarıkız bu sefer kafayla ağları havalandırıyor. Atomspor çok zor durumda, skor 3-0 oldu.

Bakan Çağlayan bilmiyor ama Türkiye halihazırda biyokütle kullanıyor. Sarıkız ve arkadaşları sağ olsun, Türkiye'de üretilen birincil enerjinin yüzde 15'i biyokütle ve atıklardan sağlanıyor (Kaynak: Eurostat). Az üreten ve çok tüketen bir ülke için bu rakamın önemini anlatmaya gerek yok. Türkiye 2009 yılında 30 milyon 349 bin ton eşdeğeri petrolü bulan (toe) birincil enerji üretiminin, 4 milyon 636 bin tonunu biyokütle ve atıklardan elde etmiş. Hesap bu kadar açık ve net. Koskoca Ekonomi Bakanı'na bunu kimsenin söylememiş olması bir ayıp. Sarıkız ve arkadaşlarının bu ülkedeki insanlar için yaptığı 'fedakarlığın' böylesine hor görülmesi ise bir başka ayıp. Avrupa Birliği'nin 2020 yılında enerjisinin yüzde 20'sini yenilenebilir enerji kaynaklarından karşılama hedefi olduğunu, biyokütlenin de bu hedefte çok önemli bir yer tuttuğunu da hatırlatalım. Bu son golle birlikte hakem doksan dakikayı bitirdi. Sarıkızspor Atomspor'u 4-0 gibi farklı bir sonuçla yenmeyi başardı.

Bana hastalığını söyle, sana ne kadar zengin olduğunu söyleyeyim

Özgür Gürbüz - BirGün / 10 Temmuz 2011

Yüksek kolestrol, yüksek kan şekeri, şişmanlık, obezite, yüksek tansiyon ve nöropsikiyatrik bozukluklarla boğuşuyorsanız, büyük bir olasılıkla “modern dünya”nın hastalıklarından birine yakalandınız. Tahminen gökdelenlerin sayısının her gün ikiye katlandığı bir kenttesiniz, kalp ve damar hastalıkları, kanser gibi bir sorunlarla karşı karşıyasanız. Muhtemelen, dünyanın zengin ülkelerinden birinde yaşıyorsunuz. Bitmedi, dahası var...

Yaşadığınız ülke zenginleştikçe daha fazla et ve abur cubur yiyeceksiniz. Meyve ve sebze tüketiminiz azalacak, bunun sonucunda da yukarıda bir kısmını sıraladığım hastalıklardan birine yakalanma olasılığınızı artacak. Peşin peşin yazıyorum, sonra demedi demeyin. Tabutunuz da Sahra'nın aşağısındaki Afrika ülkelerindeki tabutlardan büyük olacak, çünkü bu dengesiz beslenme sonucunda şişmanlayacak, belki de hayata obez biri olarak veda edeceksiniz. Pazar pazar bu felaket tellallığı da nereden çıktı demeyin. Ben “modern dünya”nın falcısıyım.

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) rakamlarına göre, 2008 yılında zengin ülkelerde yaşayanların yüzde 6'sı nöropsikiyatrik bozukluklar nedeniyle hayatını kaybetmiş. Fakir ülkelerde ise ana ölüm kalemleri arasında ruhsal sorunların adı sanı geçmiyor. Bu ülkelerde ölümlerin dörtte biri parazit ve enfeksiyon kaynaklı. Zengin ülkelerde ise ölümlerin yüzde 64'üne kalp ve damar hastalıkları ile kanser neden oluyor. Zenginler, bulup da yemedikleri sağlıklı gıdalar yerine koydukları abur cuburlar yüzünden, fakirler ise zenginlerin ellerinin tersiyle ittikleri sebze ve meyveleri bulamadıkları için ölüyor.

Dünya nüfusunun yüzde 50'sinden fazlası artık kentlerde yaşıyor. 2050 yılında bu oran yüzde 70'e çıkacak. Anlayacağınız yanyana değil, üst üste oturacağız. Kırsaldan kente göç etmek hayat koşullarını değiştirecek; iyileştirecek mi orası belli değil. İstatistikler, yüksek ekonomik gelire sahip ülkelerde ortalama ömrün uzadığını gösterse de, zenginleşme sağlık sorunlarının bittiği anlamına gelmiyor. Bu defa sizi kirli sudan aldığınız bir parazit değil, obezite öldürebilecek, çocuk ölümleri değil şizofreni sorun olacak. Kanserin adını duymayanlar, türlerini ezbere bilir hale gelecek. Kısacası, cebe para girdikçe hayat tarzı değişiyor, hastalıklar farklılaşıyor. Örneğin, kentleşme arttıkça trafik gibi nedenlerle solunum yolu hastalıkları ortaya çıkıyor. Kısacası, fakir bir ülkede yaşıyorsanız hayatınızı ruh sağlığıyla veya kanserle ilgili bir hastalıktan çok, basit bir parazit ya da sakatlık tehdit ediyor.

Dünyada her ülke aynı modeli kopyaladığı için sonları da birbirine benziyor. Bugün fakir ülkeler grubunda yer alanlar 2030 yılına gelince zenginler gibi ölmeye başlıyorlar. Bu ülkelerde 2008'de kanser ölümleri ana ölüm nedenlerinden biri değilken, 2030'da ölümlerin yüzde 13'ünden kanser sorumlu hale gelecek. Bunlar, modern hayatın durmadan yüceltildiği şu dünyada aslında vaat edilenin bir cennet olmadığını anlamak açısından faydalı. Daha çok kazandığımız, daha uzun yaşadığımız ve dolayısıyla daha çok çalıştığımız doğru. DSÖ, kalkınma ve ekonomik büyümeyle orantılı bir şekilde artan hastalık risklerini kıyaslıyor ve şu sonuçları buluyor. Ekonomik büyüme ve kalkınmayla birlikte iş güvenliği yükseliyor, ağır iş yükü azalıyor ancak onların yerine aynı sağlıkta olduğu gibi başka dertler ortaya çıkıyor. Zenginleşen, kente yerleşen insan, çalışma hayatında daha fazla kimyasal ürüne, trafik kaynaklı kirliliğe ve strese maruz kalıyor. Sonucunda alkole, sigaraya, uyuşturucuya yöneliyor, ayrıca hareketsizleşiyor.

Bize sunulan modern hayat, birçok kişinin 40 yaşında bir parazitten ölmesine izin vermiyor belki ama 65'inde kanserin kucağına atıyor. Bunun yine de bir ilerleme olduğunu söyleyenler olabilir ve sanırım birçoğumuz da itiraz etmez. Ancak madalyonun diğer yüzüne de bakmak lazım. Bu duruma gelene kadar dünyanın birincil üretim potansiyelinin dörtte biri kullanıldı. Balık stoklarının yüzde 80'i bitti. 2050'de belki de hiç kalmayacak. Ormanların yıkımı son yıllarda yavaşladı ama yılda 50 bin kilometrekare gibi bir hızla ormansızlaşma devam ediyor. Modern hayatın herkesi kente davet ettiği dünyamızda, tahmin edilen yüzde 27'lik nüfus artışı ve yüzde 83'lik gelir artışının gerçekleşmesi halinde iki kat fazla tarımsal ürüne ihtiyaç duyulacak. Bu da tarım alanlarının yüzde 10 arttırılmasını gerektirecek. İnsanlar bu defa kırsala göçe zorlanırsa hiç şaşırmayın. Pinpon topu gibiyiz maşallah.

Son araştırmalar daha uzun yaşayacağımıza da işaret ediyor. Hayatını “uzun ömürü” araştırmaya adayan bilim adamı Aubrey de Grey, şu anda aramızda yaşayan bazı kişilerin 150 yaşı görebileceğini iddia ediyor. Şu andaki rekor, 122 yılla bir Japona ait. Bu kadar uzun yaşadığımızda hangi hastalıklarla karşılaşacağımız, yeni sorunlarımızın ne olacağı ise soru işareti.

Dünyanın sınırlı kaynaklarını yiyip bitirmemize rağmen bir arpa boyu yol gittik. Buna rağmen dünya nüfusunun yüzde 40'ının gideceği bir tuvaleti bile yok. Suçlu dünya değil tabi. Kaynakları kâr için, savaş için haracayan insan. İyi haber mi, kötü haber mi bilemedim ama söyleyivereyim. Bu kör talihi değiştirmek için umudumuz da yine insanda.