Sermayeden yana "Taraf"ız...

Malumunuz, Taraf Gazetesi deyince hep akıllarda bir soru işareti oluşuyor. Kimin nesi ya da daha doğrusu kimin sesi diye. Aslında gazetenin haberlerine bakınca en azından net bir çizgi beliriveriyor. Sermayeye dokunmayan, dokunamayan bir gazete Taraf Gazetesi.

Tek duruş bu değil tabi, hükümete olan yakınlığı, çevre sorunlarına kayıtsızlığı gibi birçok başka unsur da Taraf'ın siyasi çizgisini belirginleştirmek için eklenecek ögeler arasında. Örneğin Kuzey Irak'tan hava görüntüsü ele geçirebilien, ordudan belge sızdırılan gazete, 20 metre ötesindeki dev Moda Oteli ile ilgili bir tek haber yapamadı şu ana kadar. Taşyapı'nın inşaatını yaptığı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin izin verdiği otelden bahsediyoruz. Taraf'ın manşetine Tekel işçileri çıkamaz ama TÜSİAD çıkar.

Bu sermaye sevgisini ortaya çıkaran son bir örnek de Taraf Gazetesi eski editörü İbrahim Günel'den geldi. İşte, maaşı ödenmediği için itiraz eden bir gazetecinin, kendi ağzından Jaguarlı, Range Rover'lı hikayesi...

***

Daha önce 1997 yılında belimden disk kayması (bel fıtığı) ameliyatı olmuştum. Ameliyat sonunda müdahale edilen bölgede bazı dokularda yapışma olmuştu ve iki kez tekrarlamıştı. Ekim sonu kasım başı ağrılarım ayağıma ulaşınca yeniden ameliyat olduğum İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Nöroşururji (Beyin ve Sinir Cerrahisi) Bölümü’ne başvurdum. Benden MR çektirmem istendi ve ayrıca 10 günlük iş görmezlik raporu aldım. MR için de 22 Kasım 2009 tarihine randevu aldım.

Daha sonra evde istirahat ederken iki yıldır çalıştığım Taraf Gazetesi"nin avukatı Yelda Bilal aradı ve bana sağlık raporumun eline ulaştığını, işten ayrılmak için mi rapor aldığımı sordu. Ben de kısaca sağlık durumumu kendisine aktardım. Ayrıca, rahatsızlığım dolayısıyla oturamadığımı da söyledim. Kendisine MR çektirdiğimi ve 1 Aralık’ta sonucunu alabileceğimi söyledim. 1 Aralık’ta MR sonucunu ve yeni on günlük sağlık raporumu alıp akşam saat 18.00’de gazeteye uğradım. Gazeteye raporumu teslim ettiğim sırada Av Yelda Bilal, beni tekrar cep telefonumdan aradı ve işyerinde olduğumu öğrenince görüşmek istediğini söyledi.

Taraf’ın bulunduğu ve gazetenin patronlarının sahibi olduğu Alkım Kitapevi’nin Kadıköy’deki binasının giriş katındaki Kahve Dünyası’nda buluştuk. Av Yelda Bilal, bana yöneticilerim Ahmet Altanile Yasemin Çongar’ın benimle çalışmak istemediğini aktardı ve “Keşke ikinci raporu almasaydınız” dedi. Ben de MR sonucunu yeni aldığımı, Cerrahpaşa Nöroşirurji’de bana bakan profesörün 7 Aralık 2009’tarihine kadar fakülte dışında olduğunu ve ancak müdahale konusunda o zaman karar verileceğini, raporu yasal zorunluluk gereği almam gerektiğini anımsattım.

Av Yelda Bilal’e o konuşmamızda ayrıca, Mart 2009, Temmuz 2009, Ağustos 2009 aylarından ödenmediğim maaşlarım olduğunu, ayrıca 5953 sayılı Basın Mesleğinde Çalışanlarla Çalıştırılanlar Arasındaki Münasebetlerin Tanzimi Hakkında Yasa gereği iki yıllık kıdem tazminatım olduğunu, ihbar tazminatı ödemeleri gerektiğini, ayrıca iki yıldır gazetede hiç yıllık izin kullanmadığımı ve 10 yıllık meslek kıdemimi aştığım için yıllık altışar haftadan 12 haftalık izin paralarımı ödemeleri gerektiğini, bir de eylül ayından bu yana aynı yasaya aykırı olarak yönetimin maaşlarımızda kesintiye gittiği için bu farkları da istediğimi, yine yönetimim benden yasalara aykırı olarak Asgari Geçim İndirimi olan aylık 49 TL’lik ödemeleri 11 aydır yapmadığını, bunları da ödemeleri gerektiğini anımsattım. Ayrıca, kendisine hasta halimle davalarla uğraşmak istemediğimi de belirttim.

Bu istemlerim üzerine Av Yelda Bilal, bunları hesaplattıracağını, hasta halimi de göz önünde bulundurarak bir seferde ödemek için yönetimle görüşeceğini ve beni tekrar arayacağını söyledi. Daha sonra ise aramadı.

Bu süreçte ben alacaklarımı hesaplattım ve ikinci raporumun bitimine yakın kendisini aradım. Bana alacaklarımı hesaplattırmadığını söyledi. Ben de kendisine, benim hesaplattırdığımı ve kendisine mail ile gönderebileceğimi söyledim. Ardından da elektronik posta ile gönderdim.

Ertesi gün Av Yelda Bilal, beni aradı “Bunların anacak yarısını ödeyebiliriz. İsterseniz dava açın ama iki yıl sürer” dedi. Ben de kendisine yasal haklarımı hatırlattım ve sonuna kadar gideceğimi, gerekli şikâyetleri yapacağımı söyledim. Bana “Bizi tehdit mi ediyorsunuz?” demesi üzerine , “Bir hukukçu olarak böyle konuşamazsınız. Ben size yasal haklarımı sonuna kadar kullanacağımı söylüyorum” dedim. Ayrıca, “Beni hasta iken işten çıkartıyorsunuz, bunun ağır tazminatı vardır” diye anımsattım. Av Yelda Bilal bana işyerinin parasının olmadığını söyledi. Ben de kendisine “Bunu beni işe alırken düşünecektiniz. Ayrıca, parası olmayan gazetenin sahibi Başar Arslan nasıl oluyor da her gün işe 500 bin TL’lik Jaguar marka arabasıyla geliyor? Parası olmayan ve gazetenin hissedarı Ahmet Altan nasıl oluyor da her gün 250-300 bin TL’lik 4X4 Range Rover arabasıyla geliyor? Parası olmayan patron, nasıl oluyor da 3 milyon TL’ye matbaa kuruyor” dedim.

Bunun üzerine beni tekrar aradı ve Başar Arslan ile konuştuğunu tedavimi ettirip işe devam etmem gerektiğini söyledi. Ben de kendisine resmi raporum olduğunu herkese ödenmesine karşın Aralık maşamın banka hesabıma yatırılmadığını hatırlattım. Bana patron ile konuşacağını, halledeceğini söyledi. Daha sonra üçüncü raporumu da aldım ve 28 Aralık’ta da fizik tedavi için ’dan randevu aldım. Bu arada aralık maaşım banka hesabıma yatırılmadı. Birkaç kez Av Yelda Bilal’i aradım ve maaşımın yatırılmadığını söyledim. Her defasında bana patrona aktardığını ve ödeneceğini söyledi.

Yelda Bilal’i 14 Aralık tarihinde tekrar arayarak maaş durumumu hatırlattım. Yine patronu arayacağını, halledeceğini söylemesine karşın, bir hafta boyunca hesabıma hiç para yatırılmadı. Ben de 21 Aralık 2009 tarihinde noterden “haklı fesih”ihtarnamesini çekerek tüm alacaklarımı ve haklarımı istedim. 23 Aralık Çarşamba günü beni tekrar arayarak neden böyle bir şey yaptığımı sordu. Ben de kendisine beni hasta durumda beş parasız bırakan tedavimi yaptıramayacağım bir işyerine güvenmediğimi söyledim. Kendisi bana patrona maaş durumum aktardığını ve bir haftadır yurtdışında olduğunu söyledi. Ben de kendisine “Sizin yurtdışında olmanız beni ilgilendirmez. Ben size en son 10 gün önce telefon açarak maaşımın yatırılması gerektiğini. Yatırmamanın yasadışı olduğunu anımsattım” dedim.

Bunun üzerine beni tekrar aradı ve ilk başta istediğim tüm haklarımı ödeyeceklerini ama yarısını peşin yarısını da birkaç aylık çek verebileceklerini söyledi. Ben de kendisine avukatımla görüşüp arayacağımı söyledim. Daha sonra noterden haklı fesih ve alacaklarımın ödenme ihbarnamesinin 22 Aralık’ta ellerine ulaştığını öğrendim ve Av Yelda Bilal’i aradım. Kendisine ihtarnamede iki günlük ödeme süresi tanıdığımı anımsatarak hesaplattırdığım alacaklarımın yarısının en geç 25 Aralık Cuma gününe kadar yatırılmasını, geriye kalan yarısının da en geç 25 Ocak 2010 tarihli şirket çeki olmasını, müşteri çeki kabul etmediğimi ve çeki tahsil edene kadar da hiçbir şeye imza atmayacağımı söyledim. Ayrıca, gazeteden bana aylardır ödenmeyen alacaklarımın 5953 sayılı yasanın 14. maddesine göre günlük yüzde 5 faiz işlediğini anımsatarak, bunları istemediğimi de söyledim. Bunu dava yoluyla alabileceğimi kendisine anımsattım. Beni ertesi gün arayacağını söyledi.

Av Yelda Bilal, beni 24 Aralık Perşembe günü arayarak, Başar Arslan’ın alacaklarımı hesaplattırdığını ve benim hesaplarımla onların arasında 2 bin TL fark olduğunu söyledi. Ben de kendisine “Ben pazarlık yapmıyorum. Ayrıca hesabıma güveniyorum. Bunun pazarlığını yapmıyorum. Size son sözümü söyledim. Yarın hesabımda para görmezsem, gereğini yaparım” dedim.

25 Aralık 2009 tarihinde banka hesabımda hiçbir hareket görmeyince de avukatıma talimat vererek gazeteye dava açtım.

‘Çevreci Bonus’ Ilısu Barajı'nın finansörü mü olacak?

Tarihi Hasankeyf kentini sular altında bırakacak Ilısu Barajı’na yabancı bankaların kredi vermekten vazgeçmesi üzerine gözler yerli finansman kaynaklarına çevrildi. Çevreciler, baraj projesine kredi verecek bankalar arasında adları geçen Akbank ve Garanti Bankası’ndan 2 aydır yanıt bekliyor.

Özgür Gürbüz / 5 Aralık 2009

Yapımı yıllardır tartışmalara neden olan ve iki kez yabancı finans kuruluşlarının mali destekten vazgeçerek yarıda bıraktığı Ilısu Barajı projesi bu defa da yerli finansman krizi yaşıyor. Yabancı yatırım bankalarının, öne sürdükleri çevresel ve kültürel şartların sağlanmadığı gerekçesiyle projeden çekilmesinin ardından kredi için yerli bankalara yönelinmişti. Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu yaptığı açıklamada eksik finansmanın Türkiye’deki büyük bankalardan karşılanacağını belirtmiş ve hükümet ile bankaların anlaşma için Ocak ayı içerisinde masaya oturacaklarını söylemişti.

Ilısu Barajı’nın tarihi Hasankeyf’in kültürel dokusuna ve Dicle Vadisi’ndeki ekolojik değerlere zarar vereceğini söyleyen Doğa Derneği, kredinin aralarında Akbank ve Garanti Bankası’nın da bulunduğu yerli bankalardan temin edilmeye çalışıldığını söylüyor. 13 Kasım tarihinde her iki bankanın genel müdürüne mektup yazan ve iddiaların doğru olup olmadığını soran Doğa Derneği yetkilileri aradan geçen iki aylık süreye rağmen hiç bir yanıt alamadıklarını söylüyor. Dernek Başkanı Güven Eken, “Hasankeyf ve Dicle Vadisi, UNESCO dünya mirası kıstastlarının onda dokuzuna uyan dünyadaki tek doğa ve kültür mirası. Çevre koruma projelerine desteği ile tanınan Garanti Bankası ile Birleşmiş Milletler Küresel İlkeler Sözleşmesi’ne (Global Compact) imza atan Akbank’ın bu dünya mirasını yok edecek olan Ilısu Baraj Projesini desteklemelerinin hiçbir nedeni olamaz. Doğa Derneği, her iki bankadan da kamuoyunda büyük bir hassasiyet yaratmış olan Ilısu Baraj Projesi konusunda rahatlatıcı birer açıklama beklemektedir” diyor. Eken, Yeşil Atlas gibi Garanti Bankası’nın desteklediği pek çok çalışmada Ilısu ve diğer baraj projelerinin doğaya verdiği zararların belgelendiğini; Akbank’ın imzalamış olduğu “Birleşmiş Milletler Küresel İlkeler Sözleşmesi”nin çevreyle ilgili maddelerinin bankanın Ilısu Barajı gibi bir projenin içinde bulunmasına olanak tanımadığını da ekliyor.

Ilısu Barajı, 2002 yılında özellikle İngiliz hükümeti üzerindeki tepkiler sonucu “Balfour Beatty” adlı firma ile Avrupalı ortaklarının çekilmesi sonucu askıya alınmış, son olarak da Temmuz 2009’da Almanya, İsviçre ve Avusturyalı bankalar kredi vermekten vazgeçmişti. Çevre Bakanlığı 30 yıllık geçmişi olan GAP projesi dahilindeki barajı tamamlamak isterken çevreciler ise Hasankeyf ve Dicle Vadisi’nin Dünya Kültür Mirası listesine dahil edilmesi için UNESCO’ya başvurulmasını talep ediyor.

Zenginler kirletiyor, fakirler bedelini ödüyor

Almanya’da faaliyet gösteren sivil toplum örgütü "Germanwatch" tarafından hazırlanan İklim Değişikliği Performans Endeksi’ne göre küresel ısınmaya neden olan birçok zengin ülke, küresel ısınmayı durdurmak için en az çabayı harcayanların başında geliyor. En çok çaba harcayanlar listesinin son sıralarında ABD, Kanada ve Çin gibi ülkeler yer alırken en başında Brezilya var.

Özgür Gürbüz-Gzt. Haberturk / 3 Ocak 2009

Özellikle Kuzey ve Güney ülkeleri arasındaki eşitsizliklere dikkat çeken çalışmalar yürüten “Germanwatch” adlı sivil toplum örgütü, 2006 yılından beri düzenli yayınladığı “İklim Değişikliği Performans Endeksi”nin 2010 yılı sonuçlarını açıkladı. Endeks hazırlanırken ülkelerin iklim politikaları, seragazı emisyonlarındaki artış ya da azalış gibi birçok kriter değerlendiriliyor. Değerlendirme sonucu yapılan sıralama ise küresel ısınmayı durdurmak için en çok çaba harcayan ülkeleri sıralıyor. 2010 endeksinde de daha önce olduğu gibi ilk üçe girebilen bir ülke olmadı. En iyi dereceyi listede 4. sırada yer alan Brezilya yaptı, onu geçen yılın en başarılı ülkesi İsveç izledi.

İsveç’i, İngiltere, Almanya, Fransa ve Hindistan izledi. 10. sırada Norveç, 11. sırada ise Meksika yer aldı. Avrupa ülkeleri özellikle kuvvetli iklim politikalarından puan topladı. Buna karşın, atmosfere en çok seragazı salan Çin 52. sırada, onu izleyen ABD ise 53. sırada yer aldı. Bilindiği gibi Çin ve ABD atmosfere salınan seragazlarının yaklaşık yüzde 40'ından sorumlu. 60 ülkenin yer aldığı listenin son sıralarında ise sırasıyla yine petrol ve kömür üreticisi ülkeler olan Avustralya, Kazakistan, Kanada ve Suudi Arabistan yer alıyor.

Türkiye politikasızlıktan kaybetti
Geçen yılki listenin 36. sırasındaki Türkiye ise 2010 sıralamasında 39. sıraya geriledi. Türkiye kişi başına düşen enerji tüketiminin az olmasından dolayı puan toplarken, iklim ve yenilenebilir enerji politikalarının zayıflığından dolayı oldukça fazla puan kaybediyor. Evlerde enerjinin verimsiz kullanılması, artan uluslararası havacılık faaliyetleri de karneye eksi puan olarak yazılıyor.

Zarar görenler gelişmekte olan ülkeler
Germanwatch tarafından yapılan, “İklim Değişikliği Risk Endeksi” ise bir başka gerçeği gözler önüne koyuyor. 1990 ile 2008 yılları arasında meydana gelen aşırı iklim olaylarından en çok etkilenen ülkelerin bir sıralamasının yapıldığı bu endekste ise ilk sırayı Bangladeş alıyor. Bangladeş’te iklim kaynaklı felaketlerin her yıl 8 bin 241 can aldığı tahmin ediliyor. Onu Myanmar, Honduras, Vietnam ve Nikaragua izliyor. Seragazı emisyonlarını indirmek için en başarılı politikaları izleyen ülkeler arasında 7. sırada yer alan Hindistan, en çok zarar görenler sıralamasında da aynı sırada yer alıyor. Felaketlerden en çok zarar gören ülkeler arasında Kopenhag’daki görüşmelerde ABD’ye göre daha iyi bir hedef almayı öneren Çin de var. Çin, en çok zarar gören 10. ülke.

***
Aşırı iklim olaylarından en çok zarar gören 10 ülke:
  1. Bangladeş
  2. Myanmar
  3. Honduras
  4. Vietnam
  5. Nikaragua
  6. Haiti
  7. Hindistan
  8. Dominik Cumhuriyeti
  9. Philipinler
  10. Çin

***
En çok CO2 salan 10 ülkenin küresel ısınmayı durdurma performansı

Ülke -- Küresel CO2 payı(%)* -- 2009 sıralaması

İngiltere 1,81 -- 6
Almanya 2,76 -- 7
Hindistan 4,57 -- 9
Japonya 4,27 -- 35
İran 1,61 -- 38
Güney Kore 1,69 -- 41
Rusya 5,48 -- 45
Çin 20,96 -- 52
ABD 19,92 -- 53
Kanada 1,98 -- 59

* Enerji kökenli

İyi yıllar dünya!

Ağaca, kuşa, börtü böcek, çiçek, bitki ve insana, hepimizi omuzlarında taşıyan dünyamıza; sakin, yavaş ve barış dolu bir yıl geçirmeleri için yardım etme sözü veriyorum.

Özgür

Balinalar intihar mı ediyor?

Yeni Zelanda'da kıyıya vuran 63 balinadan sadece 43 tanesi kurtarılabildi. Doç. Dr. Muzaffer Çetingüç, balinalarının kıyıya vurmasının intihar olarak nitelendirilmesini doğru bulmuyor ve gerçek nedenin dört farklı tez içinde aranması gerektiğini söylüyor.

Özgür Gürbüz-Gazete Haberturk / 30 Aralık 2009

Yeni Zelanda'da 63 balinanın kıyıya vurması, balinaların intiharı olarak adlandırılan bu eylemin nedenleri konusunda farklı yorumlara yol açtı. Konunun gizemini koruduğunu öne sürenler olduğu kadar Havacılık Tıbbı Derneği Başkanı Doç. Dr. Muzaffer Çetingüç gibi bilimsel araştırmaların sonuca çok yaklaştığına inananlar da var. Çetingüç, "Balina ve yunusların bu davranışlarının intihar olarak yorumlanması yanlıştır" diyerek kıyıya vurma konusunda 4 farklı nedenin üzerinde durulduğunu belirtiyor.

Dr. Çetingüç, balinaların kıyıya vurmalarının dört olası nedenini şöyle sıralıyor:

  • Lider balinanın dalga, tsunami, bazı patlama veya katil balinalardan korkup kaçarken yönünü kaybetmesiyle sığ sulara girmesi sonucu diğerlerinin de onu takip etmesi. Balinaların sevdikleri mürekkep balıkları sahile yakın sıcak sulara geldikçe, balinaların da onları takip ederek sığ sulara vurma olasılığı üzerinde de duruluyor.
  • Denizaltı depremleri ve tektonik hareketlerle karaların çöküp denize, deniz diplerinin yükselip karalara dönüşmesinin, on binlerce yıl öncesinden balina beyinlerine işlenmiş göç yönü kodlarıyla çeliştiği de ileri sürülüyor. Bu iddiaya göre, içgüdüsel şifrelerine göre açık deniz, boğaz veya geçit olması gereken yerlerde kara parçalarıyla karşılaşan balinalar bunu kabullenemeyip ısrarlı biçimde kıyılara hamle yapmaya devam ediyor.
  • Askeri denizaltıların, deniz dibi haritalarını çıkaran veya petrol arayan sismik gemilerin güçlü sonar cihazlarının yaydığı ultrasonik dalgalar balina ve yunusların içsel pusulalarını (vestibülü) bozmakta, akustik travma yaratmakta veya damarlarında gaz habbecikleri ortaya çıkarmaktadır (dekompresyon hastalığı). Böylece beyin damarlarının tıkanması bilinçlerini bulandırmakta, konfüzyon ve oryantasyon bozukluğu yaratmaktadır. Bu şekilde şaşkınlaşarak sahile vuran balinalardan daha fazlası, muhtemelen derin denizlerde bizim gözlemlerimiz dışında, sessizce ölmektedir.
  • Çok hafif meyilli kumsalları olan denizlerde yüzen balinaların sonarları sahilden yansımadığı için, o bölgenin kara olduğu algılanamamaktadır. Avustralya Quinnstone açıklarında "Ocean Beach"te sahile yakın sularda derinlik açısı 0,5 derecedir. Balinaları şaşkınlığa uğratan bu eko yanılgısı, benzer sularda seyreden Amerikan denizaltıları için de geçerlidir.
***
M.Ö. 350 yılında bile Aristoteles kıyıya vuran deniz hayvanlarından söz ediyor, Romalılar ise balinaların Deniz Tanrısı Neptün'ü kızdırdıkları için bu şekilde cezalandırıldıklarına inanıyorlardı.

Bakanlığın GDO broşürüne 'bilgi kirliliği' suçlaması

Tarım ve Köyişleri Bakanlığı'nın GDO konusunda halkı bilgilendirmek için hazırlattığı ve 5 milyon kişiye e-posta yoluyla iletmeye başladığı broşür yeni bir tartışma yarattı. GDO'ya Hayır Platformu, broşürün 'bilgi kirliliği' yarattığını söyleyerek bir yanıt hazırladı ve bu sabahtan itibaren onlar da 5 milyon kişiye e-posta ile yanıtlarını göndermeye başladı.

Özgür Gürbüz-Gzt. Haberturk /29 Aralık 2009

Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar’ı (GDO) içeren ürünlerle ilgili düzenlemelerin yapılması için Biyogüvenlik Yasa Tasarısı Meclis gündemine geldi ancak tartışmalar bitmedi. Tarım ve Köyişleri Bakanlığı'nın GDO konusunda halkı bilgilendirmek için bir broşür hazırladı ve bunu e-posta yoluyla 5 milyon kişiye ulaştıracağını söyledi. Ancak halkı bilgilendirme amacıyla hazırlanan bu broşüre GDO karşıtları, içerdiği bilgilerde hata olduğu gerekçesiyle itiraz ediyor. GDO’ya Hayır Platformu, itiraz ettikleri noktaları içeren bir açıklama hazırladı. Hazırlanan açıklamayı Tarım Bakanlığı gibi e-posta zinciriyle kamuoyuna iletmeye de başladı.

Yanlış bilgiler var
GDO’ya Hayır Platformu, öncelikle broşürlerde yer alan, “İspanya, Çek Cumhuriyeti, Romanya, Portekiz, Polonya, Almanya ve Slovakya’da GDO’lu mısır üretilmektedir” açıklamasına itiraz ediyor. GDO karşıtları, Almanya’da Nisan 2009 itibarıyla GDO’lu mısır üretimini yasaklandığını bu nedenle yanlış bilgilendirme yapıldığını öne sürüyor. Platform, tüm Avrupa’da 2005 yılında 165 bin hektar olan GDO ekim alanının 2008 yılında 107 bin hektara gerilediğine de dikkat çekerek üretim alanının birkaç ülkede ve dar bir alanla kısıtlı olduğunu söylüyor.

Hayvansal GDO’lu ürünlerde etiket olacak mı?
Yapılan yazılı açıklamada, Bakanlığın yapılan tüm itirazları değerlendirerek, yasayı geç de olsa gündeme getirmesi, antibiyotik direnç genli GDO’ların yasaklanması olumlu adımlar olarak değerlendiriliyor. Yazılı açıklamada hayvansal GDO’lu ürünlerin etiketlenmesiyle ilgili olarak da şu itiraza yer veriliyor: “Bakanlık broşüründe GDO’ların yemler vasıtasıyla hayvanların etine, sütüne ve yumurtasına geçmediği, Avrupa Gıda Güvenliği Otoritesi’nin (EFSA) bilimsel araştırma sonuçlarının da bu doğrultuda çıktığı için bu tür hayvansal ürünlere GDO etiketi konmadığı belirtilmektedir. EFSA’nın güvenilirliği ve doğruluğu bizzat AB ülkelerinin birçoğunda tartışılırken, bu kurumun görüşlerinin ve yeterince araştırma yapılmamış olan bu yaşamsal konunun doğru kabul edilip bu broşüre eklenmesini Bakanlığın büyük bir sorumluluk altına girmesi şeklinde yorumluyoruz”.

İğneada’da çimento limanına balıkçılar dur dedi

İgneada Körfezi'nde yapımına başlanan çimento ürünleri ihraç edip, kömür tozu ithal edilmek istenen limana karşı hukuki mücadele başlatan İğneadalı balıkçılar ÇED raporunu iptal ettirdi.

Özgür Gürbüz / 24 Aralık 2009

Longoz ormanları ve sakin kumsallarıyla bilinen Kırklareli’nin İğneada’da ilçesinde yapılması düşünülen liman inşaatının ÇED raporu Edirne İdari Mahkemesi tarafından iptal edildi. 2007 yılında liman inşaatının durdurulması için dava açan ve ÇED raporunun iptalini isteyen S.S. Limanköy Balıkçılar Kooperatifi üyeleri sonuçtan memnun. Balıkçılar Kooperatifi Başkanı Numan Sağlam, limanın yerinin doğru şeçilmemiş olduğunu ve İğneada’nın sanayi bölgesi olarak değil turizm bölgesi olarak planlanaması gerektiğini söylüyor. Liman yapılması düşünülen yer için Sağlam, “Orası turistlerin yoğun ilgi gösterdiği, yazın yazlıkçıların geldiği bir yer. Liman yapılırsa bir sürü yük gemisi gelecek ve balıkçı teknelerinin bu gemilere 1,5- 2 milden daha fazla yaklaşmaları engellenecek. Bu da İğneada koyunun balıkçılara kapanması demek” diyor. Bölge sadece İğneadalı balıkçıların değil, Karadenizli balıkçıların da avlanma bölgesi olarak biliniyor.

İğneada’da kooperatife kayıtlı, boyları 6 ile 22 metre arasında değişen 70 civarı tekne var. Balıkçılık bu tekne sahiplerinin tek geçim kaynağı olduğu için, söz konusu liman inşaatının ilçede ekonomik sorun yaratacağına da inanılıyor. Vize’de inşası süren Soyak Grubu’na ait Traçim adlı çimento fabrikasının ürünlerini ihraç edeceği söylenen limanın 60 dönümlük dolgu alanı ve 700 metre boyunca kazıklı yükleme boşaltma iskelesine sahip olacağı söyleniyor. Yazılı açıklama da yapan Kooperatif üyeleri, liman inşaatının yöreyi, yılda 120 bin kamyonun çimento ve kömür tozu taşıyacağı bir sanayi bölgesine dönüştüreceğini, yılda en az 175 adet 3 bin ila 5 bin tonluk geminin giriş çıkış yapacağını öne sürüyor. Sağlam ve arkadaşları, İğneada’nın bir sanayi limanına dönüşmesini, hem doğayı hem de yumuşak turizmin gelişmesiyle yeni geçim kaynakları bulacak insanları perişan edecek bir proje olarak görüyor.

Kopenhag’dan geriye kalan üç sayfa yazı

Kopenhag'daki 15. taraflar toplantısının kendimce bir özeti.

Özgür Gürbüz / 23 Aralık 2009

Kyoto Protokolü’nün hayata geçtiği 16 Şubat 2005 tarihinden bugüne, iklim değişikliğini önleme mücadelesinde kat edilen yolun, elimde tuttuğum beş sayfalık “mütabakat” metni olduğuna pek inanası gelmiyor insanın. Yaklaşık beş yıllık tartışma ve onlarca toplantıdan arda kalan beş sayfalık bir kağıt parçası. Her yıla bir sayfa düşüyor diyeceğim ama o da doğru değil. Ülkelerin ne kadar seragazı indirimi yapacaklarını gösteren tabloların yer aldığı iki boş sayfayı da saymazsak geriye üç sayfalık bir metin kalıyor. O metinde ise hiçbir şey yazmıyor desek yeridir...

“Kopenhag metni” tam 12 maddeden oluşuyor. Bu metni gördükten sonra, Danimarka’nın başkentine liderleri toplama çağrılarına neden kayıtsız kaldığımı daha iyi anladım. Çünkü ortaya çıkan bu boş metin, ancak bu kadar usta ve lider politikacılar tarafından yazılabilirdi. Halkın kaderini bir avuç, hem de nasıl seçildikleri, ne kadar demokratik bir rejime sahip oldukları şaibeli liderlerin eline bırakmanın sonucu bu olsa gerek. İki partiden başka kimsenin demeçlerinin yayınlanmadığı Amerika demokrasinin kurtarıcısı Obama’nın ne kadar başarılı bir demokratik seçim olduğunu Kopenhag’da bir kez daha gördük. Kyoto protokolü’ne taraf olmamış ve her yıl atmosfere bırakılan seragazı emisyonlarının beşte birinden sorumlu ABD, 1990 yılını baz almayı reddettiği gibi, 2025 yılına kadar 2005 temel alınarak sadece yüzde 17 indirim yapacağını açıkladı. Bu rakam, 1990 temel alındığında yüzde3-4’lere denk geliyor ki, Kyoto sonrası dönemde Kyoto’nun bile gerisinde bir hedefin kimseye faydası olmayacağı açık. ABD’nin tarihsel sorumluluğunu üstlenmekten kaçınması toplantının amacına ulaşma şansını baştan azalttı ve Çin, Hindistan, Japonya gibi ülkelere de müzakereleri başlamadan bitirmek için iyi bir fırsat verdi. Demokrasilerin medya vs. yoluyla gasp edilmesi ve halkını temsil etmeyen liderlerin seçimle iş başına gelmesi, profesyonelleşmiş STK’lerin etkisizliği, bilimsel verilerin ekonomik kaygıların yanında hiçselleşmesi Kopenhag Zirvesi’nin gerçek çıktıları oldu. Halkın kaderini halkın belirlemediği iki haftalık Kopenhag toplantısında saatlerce tartışmalar, konuşmalar yaşandı. Daha önce antlaşmaya vardıkları, zayıf, bir ilk adım olarak nitelediğimiz Kyoto Protokolü’nün bile gerisinde kalmış bir metinle Kopenhag’dan çıkıp gittiler.

12 madde sıfır umut

Madde 1 iyi bir başlangıç sayılabilir aslında. İklim değişikliğinin gördüğümüz en büyük mücadelelerden biri olduğundan bahsediliyor, yarı bilimsel yarı politik bir konsensus diyebileceğimiz ortalama sıcaklık artışının 2 derecenin altında tutulması gerektiğini açıkça söylüyor. Aslında bu bile ada devletlerinin sular altında kalmasını önleyecek bir hedef değil. Kopenhag boyunca ciddi itirazlarda bulunan Pasifik Okyanusu’ndaki ada devletlerinin temsilcileri, 1,5 derecenin üzerindeki bir artışın kendileri için son anlamına geldiğini söylemişlerdi. İki dereceye razı olsanız bile her aklı başında biri gibi, “Peki ama nasıl inecek bu seragazları” diye sormadan edemiyor insan. Madde 4 onun yanıtını veriyor ya da verirmiş gibi yapıyor. Dördüncü maddeye göre, EK-1 dediğimiz gelişmiş ülkelerin 2020 yılına kadar ne kadar indirim yapacaklarını dördüncü sayfada verilen tabloya yazıp 31 Ocak 2010’a kadar Birleşmiş Milletler Sekreteryası’na vermeleri isteniyor. EK-dışı olarak adlandırdığımız gelişmekte olan ülkelerin ev ödeviyse, seragazı indirimi için neler yapacaklarını diğer boş bırakılan, mütabakatın beşinci sayfasını kaplayan tabloya yazmak ve aynı tarihte Sekreterya’ya iletmek.

Para yardımı ama nasıl?
Mütabakatın 8. maddesinde dişe dokunur bazı rakamlar var. Bu rakamların yeterliliği yine iki hafta boyunca ciddi tartışmalara neden olmuştu. İlk olarak az gelişmiş ülkeler, ada devletleri ve Afrika’daki ülkelerin ağırlıklı olarak faydalanacağı 30 milyar dolarlık bir fonun 2010-12 yılları arasında iklim değişikliğiyle uyum kapsamında kullandırılmasından bahsediliyor. Yine aynı maddede, 2020’ye kadar her yıl 100 milyar dolarlık başka bir kaynağın da gelişmekte olan ülkelere aktarılması söz konusu. Söz konusu ama nasıl? Bu konuda, “Kopenhag Yeşil İklim Fonu” adı altında bir fon kuruldu ancak buraya nasıl para aktarılacağı, hangi ülkelerin katkıda bulunacağı da belli değil.

193 ülkenin toplantısından Kyoto’nun yerine bir antlaşma da çıkmadı. 2012 sonrası şu an için tamamen belirsiz. Kyoto sonrası olası antlaşmanın 2012-2017 mi yoksa 2012-2020 arası mı hayata geçeceği de karar bağlanamadı. Zaten iş ülkelerin gönüllerine kaldığı için kimin katılacağı kimin katılacağı da bilinmiyor. 2050 için öngörülen yüzde 80 ve yukarısındaki indirimler masaya dahi gelemedi. Bu durumda küresel bir antlaşmadan söz etmek için oldukça iyimser olmak lazım. Bu belirsizliklerin tercümesini yapmak gerekirse, karbon fiyatlarının ton başına 12 avrolara kadar düştüğü bir ortamda, ne yenilenebilir enerjiye bir destek, ne seragazı azaltımını finanse edecek bir mekanizma ne de ülkelerin onurunu, insanların hayatını kurtaracak bir antlaşma var elimizde. Küresel seragazı emisyonlarının yüzde 5’inden sorumlu iki sektör olan denizcilik ve havacılık için hiçbir hedef ya da kısıtlama da getirilmedi. Önümüzdeki iki yıl içerisinde tüm bu soruların yanıtını verecek doğru dürüst bir mütabakata varılmazsa, Kopenhag’daki eylemcilerin, “başka bir dünya mümkün” sloganı gerçekleşecek ancak o dünya hayal ettiklerinden ne yazık ki çok farklı olacak.