İki yılda 2 can alan seller, iki günde 31 can aldı.

Özgür Gürbüz /10 Eylül 2009

Tekirdağ ve İstanbul’u vuran sel felaketi, 2007 ve 2008 yıllarında tüm Türkiye’de meydana gelen 60’a yakın sel felaketinden daha fazla can aldı. Kızılay’ın istatistiklerine göre 2007 yılında tüm yurt çapında 45’in üzerinde sel felaketi gerçekleşti. Cizre’nin Silopi ilçesinde meydana gelen felakette iki kişi de hayatını kaybetti. 2008 yılında ise tüm Türkiye’de 11 sel felaketi Kızılay’ın kayıtlarına geçti. Can kaybına neden olmayan seller sadece maddi hasara yol açtı.

İstanbul ve Tekirdağ’da son iki günde yaşanan sel felaketi ise iki yılda yaşanan can kaybının çok üstüne çıktı. Şu ana kadar gelen bilgilere göre 30 kişi selde hayatını kaybetti. 2007 yılında meydana gelen sel felaketlerinden biri de yine Silivri ve Tekirdağ’ın merkezini etkilemişti. Felaket yine sonbahar aylarında, 16 Kasım tarihinde meydana gelmişti ancak can kaybına neden olmamıştı.

Silivri TEMA temsilcisi Seher Dertop, 2001’de yaşanan sel felaketinden ders çıkarılmadığından yakınıyor ve mali müşavirlik yaptığı dükkanının yine 1,5 metre sular altında kaldığını söylüyor. Herkesin tapulu evlerde ancak dere yatağında yaşadıklarını belirten Dertop, “Herşey mikroplu, bir tek belediye başkan yardımcısı dolaşıyor. Bir yağmurluk bile verilmedi” diyerek yöneticiler bunun hesabını vermeli diyor.

Yeşilbarış’ın sancak gemisi İstanbul’a demirledi

Adını Kuzey Amerika yerlilerinin efsanesinden alan “Gökkuşağı Savaşçısı” (Rainbow Warrior) İstanbul’a demir attı. Uluslararası çevre kuruluşu Yeşilbarış’ın (Greenpeace) sancak gemisi olan Gökkuşağı savaşçısı, Akdeniz’in korunması için yasadışı balıkçılığın engellenmesi ve deniz rezervlerinin kurulması için Akdeniz’e kıyısı olan hükümetlere çağrıda bulunuyor.

Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 8 Eylül 2009

Akdeniz turu kapsamında İtalya ve Yunanistan’dan sonra Türkiye’yi ziyaret eden geminin ilk durağı İstanbul oldu. Gökkuşağı Savaşçısı daha sonra İzmir, Sığacık, Datça, Marmaris ve Lübnan’ı ziyaret edecek. Kampanyanın basına tanıtıldığı toplantıda söz alan Greenpeace Akdeniz Ofisi, Denizler Kampanyası Sorumlusu Banu Dökmecibaşı, dünya denizlerinin yüzde 1’ine denk düşen Akdeniz’in, denizlerdeki biyoçeşitliliğin yüzde 8-9’una sahip olduğunu bu nedenle mutlaka korunması gerektiğini söyledi. Dökmecibaşı, “Akdeniz’de kirlilik son 50 yılda inanılmaz boyutlara ulaştı. Yasadışı yapılan endüstriyel balıkçılık ise balık stoklarını bitiriyor. Yapılması gereken insanlara kapalı, tamamen korunmuş büyük ölçekli deniz rezervleri oluşturmak” dedi. Türkiye’de böyle bir yasal statü bulunmadığına değinen Dökmecibaşı, taleplerini, Çevre ve Orman Bakanlığı’nın insiyatifi balıkçılık endüstrisinin elinden alıp yasal düzenlemeleri gerçekleştirmesi şeklinde özetliyor.

Türkiye’de Özel Çevre Koruma Kurulu (ÖÇKK) 14 ayrı bölgeden sorumlu. Bunların birçoğu Akdeniz ve Ege Bölgesi’nde deniz leri de içine alan bölgeler. Dökmecibaşı, bir bölgeyi korumak için orayı ÖÇKK ilan etmenin yetmediği görüşünde. “Gökova Körfezi, ÖÇKK kapsamında ama içinde bir termik santral var. Göçek de öyle ama hem tekne trafiği hem de yapılaşma tehdidi altında” diyen Denizler Kampanyası Sorumlusu’na göre çözüm tüm ÖÇKK alanlarını deniz rezervi ilan etmekten geçiyor. Türkiye gibi bir deniz ülkesinin balıkçılıkla ilgili ayrı bir yapılanmasının olmamasının, Tarım Bakanlığı kapsamında değerlendirilmesi de toplantıda eleştirildi. Gemi, sadece bugün (8 eylül) 11-18 arası halkın ziyaretine açık olacak.

Neden Sığacık?
Greenpeace’in kampanya kapsamına aldığı İzmir’in Seferihisar İlçesi sınırlarındaki Sığacık Körfezi, Posedonya deniz çayırları açısından Türkiye’nin en zengin bölgelerinden biri. Bu çayırlar, balık ve diğer deniz canlılarının yumurtlama alanları ve bölgede kurulmak istenen Orkinos çiftlikleri yüzünden tehlike altında. Seferihisar Belediyesi ve Greenpeace bu bölgede kurulmak istenen balık çiftliklerine karşı beraber hareket etme kararı aldılar.

Gemide 13 ayrı ülkeden 17 kişi var
Gökkuşağı Savaşçısı’nda çalışan gönüllü ve maaşlı personelin sayısı 17. Ortak dil İngilizce çünkü gemi personelinin neredeyse her biri ayrı bir ülkeden geliyor. İçlerinde Türkiye’den iki kişinin bulunduğu tayfa, Yeni Zelanda, İngiltere, İspanya, İtalya, Kolombiya, Gana, Ukrayna, Yunanistan, Lübnan ve Avustralya gibi dünyanın dört bir yanından gelen doğa korumacılardan oluşuyor.

Türkiye, Kopenhag sınavına hazırlanıyor

Kyoto Protokolü’ne 26 Ağustos 2009’da resmen taraf olan Türkiye, 90 gün sonra Kopenhag’ta başlayacak milat niteliğindeki müzakerelere hazırlanıyor. Pazarlık masasına birkaç alternatif senaryoyla çıkacak Türkiye’nin iklim stratejisini geçtiğimiz yılki müzakerelerde Türkiye heyetine başkanlık yapan Çevre ve Orman Bakanlığı Müsteşarı Prof. Dr. Hasan Zuhuri Sarıkaya ile konuştuk. Sarıkaya, Hasankeyf ve İstanbul için düşünülen 3. köprüyle ilgili düşüncelerini de dile getirdi.

Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 7 Eylül 2009

-Kopenhag’a 90 gün kaldı. Herkes gün sayıyor. Dünya için bir umut ışığı var mı?

En azından, 2012 sonrasındaki anlaşmanın ana hatları üzerinde uzlaşı sağlanacağı görüşü hakim. Bütün detayları, finansal kaynaklarıyla olmasa da bazı temel ilkelerde bile anlaşılması büyük bir başarı kabul edilecek. Bazı ülkelerin deklare ettiği rakamlar var ancak münferit deklarasyonlar olayı çözmüyor. Hala, G-77 ve özelde Çin’in ne yapacağı belli değil.

- Çin kendi içinde çaba harcıyor gibi görünüyor. Büyük yenilenebilir enerji yatırımları var.

Çin, Kyoto’ya başından beri taraf. Taraf olmalarının getirdiği bir yükümlülükleri de yok; o bakımdan çok rahat taraf oldular. Elde etmiş oldukları pozisyonu muhafaza etme şeklinde bir direnç gösterirlerse orada sıkıntı olur. Sadece Çin değil, G. Kore, Meksika, G. Afrika. Bunların hepsi ekonomisi gelişen ülkeler. Bir de zengin ülkeler var. OPEC ülkeleri mesela. Onlar da EK-1, EK-2* dışı. Hiçbir sorumluluk almaları gerekmiyor ama fosil yakıt ihraç edip buradan gelir elde eden ülkeler.

-Kişi başına bakıldığında ABD’den daha fazla emisyon salan ülkeler var..

Evet, Nijer gibi fert başına milli geliri 150 dolar olan ülkeyle, milli geliri 35 bin dolar olan bir ülke aynı paket içerisinde olabilir mi? Böyle olunca haksızlık oluyor. Bunları beraber müteala etmenin güçlüğü var. O nedenle yeni listelerin oluşturulması gerekiyor. Japonya bile 2020 yılı itibariyle 2005 seviyesine göre yüzde 15 azaltım öngörüyor. Bunlar havada uçuşan rakamlar. Beklentilerin altında. Zannediyorum ülkeler birbirlerini test ediyor. Biz de, 2020 yılı için artırımdan yüzde 11 oranında azaltmayı önerdik. Birinci bildirim raporunda zaten deklare etmiştik. Bundan başlayacağız ama bu ne kadar kabul görür bilinmez. Fakat bir şey söylemiş olmak lazım. Her şeye hayır diyerek pozisyon belirlenmiyor.

-Kabul göreceğine inanıyor musunuz?

Türkiye’den fazlası istenebilir. Onun için DPT’nin yürütmekte olduğu bir proje var. Değişik senaryolara göre neleri taahhüt edebiliriz diye. Onu mutlaka yapmak lazım. Tek bir rakamla oraya gitmek doğru olmaz. Henüz o çalışmanın sonuçları çıkmadı. Yüzde 11 zaten deklare edilmiş bir rakam. Türkiye gelişmekte olan bir ülke ve biz şimdiye kadar çok seragazı atmosfere salmadık. En azından kişi başına bakıldığında öyle. Ekonomik ve sosyal gelişme ihtiyacı dikkate alınarak, bunu olumsuz etkilemeyecek şekilde müzakereyi yürütmeye çalışacağız.

- Bu hedef kabul edilirse maliyet belli mi? Hep Kyoto’ya taraf olduğumuzda maliyet ne olacak diye soruluyor.

Maliyet sizin taahhüt ettiğiniz rakama bağlı. Bazı taahhüt seviyelerinde faydası bile olabilir. Enerjinizi verimli kullandığınızda bunun maliyeti var mı? Aslında belli bir rakama kadar faydası var. Diyelim bir lira harcayıp üç lira enerji tasarrufu temin ediyorsunuz. Hem iki lira kazancınız oluyor hem de seragazı emisyonunu azaltıyorsunuz. Belki üretim şekli, üretim sektörleri değişecek hedefler belirlenirse burada maliyetler ortaya çıkabilir. Ama o maliyet sizi rekabetçi hale de getirebilir. Bu hedefin Türkiye’ye çok maliyeti olmayacak. Toplu ulaşım gibi yürüyen projelerle zaten bu hedefe erişilebilir. Türkiye hidro ve rüzgar santrallerini geliştirmek zorunda. Enerji güvenliği açısından da yapmak zorunda.

-Türkiye sektörler arasında tercih yapmak zorunda galiba, çimento gibi...

Çimento Türkiye’nin hem şansı hem şansı hem şansızlığı. Avrupa’dan kaçınca en yakın yerde konuşlandı. Bu sürdürülebilir bir şey de değil. Sadece çimento diye bakmayalım ama hep enerji yoğun sektörleri konuşlandırarak, onu geliştirerek devam etmek çok zor. Ülkeler enerji yoğun ve az enerji kullanan sektörler arasında seçim yapacak. Az enerji kullandığınız bilgi ve iletişim gibi sektörler var. Hindistan o konuda inanılmaz adımlar attı.

- Türkiye’nin ulaşım kaynaklı karbon emisyonu sorunu da var. Yüzde 90 oranlarında yük ve yolcu karayoluyla taşınıyor, öte yandan da üçüncü köprü konuşuluyor. Bakanlık 3. Köprüye nasıl bakıyor?

Projesi yapılır, güzergahı belli olur bakanlığımıza ÇED (Çevre Etki Değerlendirme) açısından gelir. Henüz böyle bir şey yok. Bir de Orman’dan tahsis için gelir, o da ÇED’e bağlı. Yol için tahsis yapabiliyoruz. Orada bir sıkıntı yok. Tahsisi yaptıktan sonra tahsisi alan kurum ÇED’i hazırlıyor ve ÇED olumlu olduktan sonra izin alınıyor. Ormandan yol geçmesi gerekiyorsa bunu yapmak bir zorunluluk ama etkiyi minimize etmek gerek. Tabii, toplu ulaşımı teşvik etmek lazım. Marmaray o yönde atılmış önemli bir adım. Olaya sadece CO2 emisyonu açısından bakacak olursak, toplu taşıma öyle bir seviyeye gelmiş olmalı ki, iki köprü ihtiyacı karşılasın ve üçüncüye gerek olmasın. İstanbul sadece İstanbul’a hizmet etmiyor. İran’a kadar bir tır taşımacılığı var. Lojistiğin ne olduğunu bilmezdik şimdi İstanbul’da onlarca lojistik firması var. Gönül arzu eder ki, toplu taşıma yaygınlaşsın bütün imkanlar kullanıldıktan sonra köprü yapılsın.

-Teşekkür ederim.

****
“Ne Hasankeyf kalır, ne enerji santrali yapılır”

- Hasankeyf, Munzur, Karadeniz ve Allianoi gibi itiraz edilen birçok hidro santrali var. Siz de potansiyeli kullanmak zorundayız diyorsunuz. Nasıl bir çözüm bulunacak?

Herkesin bir kusuru var. ÇED’i veriyorum, müteahhitler dört dörtlük çalışırken sivil toplum olayı büyütüyor desem bu tam doğru olmaz. Bazen molozu usulüne uygun dökmeyen müteahhitler olabiliyor. Bazen de sivil toplum da ilgi oluyor ama bilgi olmuyor. Bilgisiz bir ilginin verdiği yanlış teşebbüsler oluyor. Kaynakları kullanalım ama diğer zenginlikleri de heder etmememiz lazım. - Hasankeyf, Ilısu Barajı bittiğinde sular altında kalacak. Devletin bu konuda bir ısrarı var ve uzlaşma bulunamıyor ama. Oradaki insanlara yeniden yerleşim için çok güzel imkanlar hazırlandı. Detaylı bir ÇED yapıldı. Tarihi ve kültürel varlıklar açısından Kültür ve Turizm Bakanlığı çalışmalar yaptı. Şu an ne yapılıyor? Tamamen kaderine bırakılmış. Tarihi yerlerin üzerine gecekondu yapılmış. Kendi haline bırakın, yok olsun gitsin; kimse bir şey demez. Ben bunu koruyacağım deyince itiraz ediliyor. Hiçbir şey yapılmasın demek sorunu çözmüyor. Devlet bunun hesabını yapmış. Böyle devam ederse ne Hasankeyf kalır ne de enerji santrali yapılır. Gidiş ona gidiyor. O zaman hem enerjimizi kullanalım hem de kültürel varlıklarımızı koruyalım.

****
Kimdir?
1945 tarihinde Çankırı'da doğan Prof.Dr. Hasan Zuhuri Sarıkaya, 1969 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi, İnşaat Fakültesi'nden yüksek mühendis olarak mezun oldu ve asistanlığa başladı. 1974'te yine İTÜ’de, Çevre Mühendisliği Bölümü'nde doktorasını tamamladı. 1974-1975 yılları arasında Delft Teknik Üniversitesi'nde (Hollanda) misafir araştırmacı olarak çalıştı. 1981-1990 yılları arasında Suudi Arabistan, Kral Abdülaziz Üniversitesi’nde öğretim üyesi ve Su Kaynakları ve Çevre Mühendisliği Grubu Başkanı olarak görev aldı. 1990 yılında profesör olarak döndüğü İstanbul Teknik Üniversitesi Çevre Mühendisliği Bölümü'nde, 1991-1994 yılları arasında bölüm başkanlığı ve 2000-2002 yılları arasında anabilim dalı başkanlığı yaptı. Ayrıca, 1994-2002 yılları arasında, İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresinde Yönetim Kurulu Üyeliği’nde bulundu. 2002 yılından beri, Çevre ve Orman Bakanlığı Müsteşarı olarak görev yapıyor.

Çocuk istiyorsan cebinde telefon taşıma

Avustralya’da cep telefonları üzerine yapılan yeni bir araştırma, pantolon cebinde taşınan cep telefonlarının spermlerin canlılık ve hareket kabiliyetinde ciddi olumsuz etki yarattığını ortaya koydu.

Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 5 Eylül 2009*

Avustralya’daki Newcastle Üniversitesi’nde doğurganlık üzerine yaptığı tanışmalarla tanınmış Prof. John Aitken tarafından yapılan son araştırmalar, çocuk sahibi olmak isteyen babalara cep telefonu konusunda ciddi uyarılar içeriyor. Cep telefonlarından kaynaklanan elektromanyetik dalga frekanslarının spermler üzerindeki etkilerini inceleyen araştırmalarda, cep telefonu radyasyonuna (1.8 GHz) 16 saat boyunca maruz bırakılan spermlerin, doğurganlıkta iki önemli etken olan sperm canlılığı ve hareket kabiliyetinde kayıplara uğradığını gösterdi. Araştırmayı yürüten Aitken, çocuk sahibi olmak isteyen erkeklerin açık konumdaki cep telefonlarını vücudun belden aşağı kısımlarında taşımamalarını öneriyor.

Yüksek değerde DNA hasarı görülüyor
Aitken tarafından yapılan deneylerde, cep telefonlarının kilogram doku başına emilen elektromanyetik enerji miktarını gösteren SAR değerlerinin de doğurganlık üzerindeki etkileri saptandı. Sperm canlılığı ve hareket kabiliyetindeki değişiklik SAR değerinin 1 w/kg. olduğu deneylerde belirgin hale geldi. 2,8 w/kg SAR değerinde ise daha da ürkütücü olan DNA hasarı tespit edildi. SAR değeri yükseldikçe olumsuz etkilerin arttığı da gözlemlendi.

Cep telefonlarının zararlı veya zararsız olduğunu gösteren birçok çalışma olduğuna dikkat çeken Hacettepe Üniversitesi Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Çağatay Güler, cep telefonların kullanım süresinin henüz bazı çalışmaların sonucunu almaya yeterli olmadığını söylüyor. Güler, “Zararlı olduğunu kanıtlayamadığımızda zararsız olduğuna dair çalışmalar yaparız. Telefonların zararsız olduğunu gösterecek çalışma gösteremediğimiz için, bilimin ihtiyatlılık ilkesi gereği bu etkileri yaptığını varsayıyoruz” diyor. Güler’in masum istekler olarak adlandırdığı öneriler arasında cep telefonlarının çocuklara özendirilmemesi, yatarken yanı başınızda cep telefonu bulundurulmaması ve okul gibi nüfus yoğunluğunun yüksek olduğu yerlerde baz istasyonu yapılmaması yer alıyor.

***
Ne kadar çok özellik o kadar büyük risk
Yaptığımız araştırmalar, Türkiye’de satılan 3G uyumlu birçok cep telefonun SAR değerlerinin 1 w/kg’dan yüksek olduğunu buna karşın, AB’nin sınır değeri olan 2 w/kg’ın üstüne de çıkmadığını gösteriyor. Kanada ise sınır değeri 1,6 w/kg olarak kabul ediyor. 3G ve bilgisayar özelliği olmayan telefonlarda bu değerler çok daha düşük.

Türkiye’de cep telefonu satışı yapılan sitelerin hemen hemen hiçbirinde SAR değerleri belirtilmiyor. Üretici firmaların internet sayfalarında da bu bilgiye rastlamak oldukça zor. Araştırma şirketi Gartner’a göre pazarın lideri olan Nokia, sizi uluslararası sitesine yönlendirerek bu bilgiye ulaştırıyor. Takipçisi Samsung’un internet sayfasında ise cep telefonlarının özellikleri arasında SAR değeri ve yönlendirme yer almıyor. Pazarın üçüncüsü Sony Ericsson ise sitesinden yönlendirme yapıyor ama onun sizi ulaştırdığı metin de İngilizce. Aşağıdaki listede yer almayan birçok marka ve modelin SAR değeri uluslararası internet sayfalarında da ne yazık ki belirtilmemiş.

Modeller ve SAR değerleri (Kulakta - w/kg)

Nokia E71 (1,53)
Nokia 5800 (1,00)
Nokia E 63 (1,03 – 1,10)
Sony W 890i (1,38)
Sony T700 (1,55)
Sony C 510 (1,18)
Sony C 902 (1,34)
Sony G 705 (1,05)
Blackberry Pearl (1,26)
Blackberry Bold (1,51)
LG KS20 (1,24)
Apple iphone (0,974)

*Tam metin

Köln’deki çocuklara kitaplarla “Merhaba” denecek

Özgür Gürbüz - Gazete Habertürk /31 Ağustos 2009

Köln Kültür Vakfı tarafından 14.’sü düzenlenen “Uluslararası Çocuk ve Gençlik Kitapları Günleri” 6 Eylül tarihinde başlıyor. Her yıl farklı bir ülkenin onur konuğu olduğu kitap şenliğinde bu yılın onur konuğu Türkiye oldu. Etkinliğin amacı, Köln’de yaşayan edebiyat meraklılarına, diğer ülkelerden örnekler sunmak ve çocuk ve genç kitaplarını tanıtmak. Etkinliğin başlığı da, “Merhaba – Türk Çocuk ve Gençlik Kitapları Haftası” olarak belirlendi.

Aralarında Behiç Ak, Yalvaç Ural, Mavisel Yener, Aytül Akal ve Fatih Erdoğan’ın da bulunduğu 12 çocuk kitabı yazarı, etkinlik boyunca Köln’deki çocuklara kitaplarını okuyacak. Kitaplar ayrıca Almanca olarak da çocuklara okunacak. Etkinlikler boyunca film gösterileri, panel ve sergilerde gerçekleştirilecek. Boyalıkuş İllüstratörler Grubu da kitap günleri süresince bir sergi açacak. Boyalıkuş İlüstratör Grubu’ndan Hatice Akbıçak Günel, “Çalışmalarımızla Türkiye’de olduğu kadar yurtdışında yaşayan çocuklara da ulaşarak, onların hayal dünyalarına seslenme fırsatını bulacağız. Köln’de düzenlenen “Türk Çocukları Kitap Günleri”, kuşkusuz bizler açısından özel bir anlam taşıyor. Etkinlik kapsamında ağırlıklı olarak Türk Çocuk Kültürü’nden esinlenerek oluşturacağımız illüstrasyonlardan oluşan bir sergi açıyoruz” diyor.

Kazdağları’ndaki yangında sabotaj şüphesi

Kazdağları’ndaki yangında sabotaj şüphesi Çarşamba gecesi başlayan ve dün öğleden sonra kontrol altına alınan Kazdağları’ndaki yangının çıktığı noktada geçen hafta üç farklı yangının daha çıktığı ancak büyümeden söndürüldüğü belirlendi.

Özgür Gürbüz - Gazete Habertürk / 28 Ağustos 2009*

Balıkesir’in Edremit ilçesinde Çarşamba gecesi başlayan ve 160 hektar ormanlık alanın kül olmasına neden olan yangının çıkışıyla ilgili soru işaretleri sabotaj olasılığını güçlendiriyor. Dünyanın oksijeni en bol bölgelerinden Kazdağları’nda çıkan yangın ile ilgili olarak konuştuğumuz Mehmetalan köyü muhtarı Metin Aktaş, aynı noktada son bir hafta içinde başlayan ve büyümeden söndürülen diğer üç yangına dikkat çekiyor.

Bir haftada dört yangın
Bölgedeki ilk yangın geçtiğimiz perşembe günü Ortaoba ile Mehmetalan köyleri arasındaki zeytinliklerde, son büyük yangının çıktığı noktaya 500 metre uzaklıkta başlamış. Yakındaki ormana sıçramadan söndürülmüş. Ertesi gün aynı yerin 500 metre yukarısında ikinci kez yangın çıkmış, arazörler ve köylülerin yardımıyla bu yangında zeytinliklerden ormana sıçramadan söndürülmüş. Cumartesiyi yangınsız atlattık diyen Aktaş, pazar günü ise ilk yangının 1000 metre üzerinde yangın çıktığını bunu da söndürmeyi başardıklarını belirtiyor. Üç gün sonra çıkan ve 160 hektar ormanlık alanı etkileyen yangın ise ilk yangın yerinin 500 metre aşağısında başlamış. Gece olması nedeniyle hava ekiplerinin desteği olmadan yapılan çalışmalar bu defa yangının büyümesini engelleyememiş. Aktaş, son yangına ilk müdahale eden görgü tanıklarının, yangının üç ayrı noktadan başladığını söylediklerini belirtiyor.

“Köylülerin ormanla bağı koptu”
Balıkesir Valisi Yılmaz Arslan da, yangının çıkış nedenini araştırdıklarını ve sabotaj da dahil olmak üzere her ihtimali araştırdıklarını belirtiyor. Güre Belediye Başkanı Kamil Saka, altın aramak isteyen firmalardan, teröristlere kadar birçok şeyin konuşulduğunu söylüyor ve “Her şey olabilir” diyor. Yangın çıkan Pınarbaşı mevkiinde altın aramak için izin alındığı, altın arama çalışmalarında Milli Park alanı içerisinde kalan ve zeytinliklere yakın olan bölgelerin arama çalışmalarının önündeki en büyük engeller olduğu biliniyor. Saka, ormandan bağı koparılan köylülerin ilgisizliğinden de yakınıyor. “Binlerce yıldır bu ormanlar ayaktaysa bu insanlar sayesinde ayakta. Eskiden sahiplenirlerdi, şimdi kahvede oturuyorlar. Buna bir çözüm bulmak zorundayız. Ormanla iç içe yaşayan insanları ormandan kopardılar. Ekmeğini buradan çıkaran insan buna müsade etmez” diyor. Başka bir ayrıntıya da dikkat çeken Saka, her yıl Ağustos ayında Kazdağları’nda düzenlenen Sarıkız Şenliği’ne bu yıl sınırlı sayıda köylünün katılımına izin verildiğini, diğer girişlerin ise para karşı yapıldığını, bu nedenle de halkın kızgın olduğuna dikkat çekiyor. Sarıkız şenliklerinin binlerce yıllık Alevi-Bektaşi geleneği olduğunu söylüyor.
*tam metin

Desa'da sendikayla anlaşma sağlandı.

Desa'da sendikayla anlaşma sağlandı. Yaklaşık iki yıldır, Deri-İş'e bağlı işçilerle DESA arasında süren anlaşmazlıkta çözüm sağlandı. DESA grevi, türbanlı Emine Arslan adlı işçinin tek başına fabrika kapısında yaptığı grevle kamuoyunun gündemine gelmişti.

Özgür Gürbüz - Gzt. Habertürk Ekonomi /27 Ağustos 2009*

Dünyaca ünlü firmalara tedarikçi olarak çalışan ve aynı zamanda kendi adıyla da satış yapan DESA’yla Deri-İş sendikası arasında iki yıldan sonra anlaşma sağlandı. DESA grevi, kamuoyunda özellikle Sefaköy’deki fabrikanın kapısında tek başına greve çıkan türbanlı işçi Emine Arslan ile gündeme gelmişti. Firma ve sendika arasında anlaşma sağlanamaması yüzünden, Düzce’de 15 ay, Sefaköy’de ise Emine Arslan tek başına 11 ay süren greve çıkmışlardı. Deri-İş’in Avrupa çapında DESA ürün ve ürünleri satan “Marks and Spencer” gibi mağazalara karşı yaptığı kampanya ise işe uluslararası bir boyut kazandırmıştı.

İşveren ve sendika işçilerle toplantı yapacak
DESA ve Deri-İş arasında yapılan protokolle Uluslararası Tekstil Hazır Giyim ve Deri İşçileri Federasyonu (ITGLWF), Avrupa Tekstil Hazır Giyim ve Deri İşçileri Konfederasyonu ve Temiz Giysi Kampanyası adlı sivil toplum örgütünün uluslararası boyutta yürüttüğü kampanya bitmiş oluyor. Protokol uyarınca Desa, işçilere sendika haklarının güvence altına alındığına dair yazılı bir belge dağıtmayı, işten çıkarılan altı sendika üyesiyle birlikte altı üyenin daha işe dönmesini, kesilen siparişlerin geri dönmesiyle bu sayının arttırılmasını garanti ediyor. Deri-İş ile uluslararası kampanyaya destek veren sendika temsilcileri, Sefaköy ve Düzce fabrikalarında işvereninin de katılacağı ortak toplantı yapmayı da kabul etti.

36 yıllık imaj 12 ayda zedelendi
Önümüzdeki günlerde Suudi Arabistan’da mağaza açacak olan DESA Yönetim Kurulu Başkanı Melih Çelet varılan son noktayı, “Mahkeme kararları şirket aleyhine sonuçlanmış tazminat ödenmesiyle konu kapanmıştı. Biz, görüşmelere devam ettik. Sonuçta çalışanların lehine olan bir durum ortaya çıktı” şeklinde özetliyor. Yönetim olarak işçilerin sendikaya girmelerini engelledikleri iddialarını da reddeden Çelet, yapılan protokol gereği işlerin açılması halinde Nisan 2008’deki kadroyu tekrar işe alacaklarını söylüyor. Sendikaya girip girmeme konusunda kararı bundan sonra bin 700 işçinin vereceğini söyleyen Çelet, “36 yıldır yaptığımız her şeyin 12 ay içinde nasıl yok olduğunu gördük. Bunların herkesin yaşadığı tecrübe olmamasını istiyoruz. DESA bir dünya markası. Ülkenin imajını zedeleyecek konuma taşımak yanlış” diyor.

*Orjinal metin

Masadaki balyoz davasında beraat

Kaçak inşaatı protesto etmek için Bodrum eski belediye Başkanı’nın masasına balyoz bırakan Yeşiller Partisi Eş Sözcüsü Bilge Contepe beraat etti. Mahkeme, Ceza Kanunu’nda makam odasındaki masaya balyoz bırakmanın suç olarak tanımlanmadığına hükmetti.

Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk/22 Ağustos 2009*

Türkiye’nin çevre hareketi siciline “Balyoz Davası” olarak geçecek olan, Bodrum’daki kaçak inşaat protestosuyla ilgili davadan beraat kararı çıktı. Dava, 2004 yılında dönemin belediye başkanı Mazlum Ağan tarafından, adını sık sık çevresel değerleri korumak için yaptığı protestolarla gündeme getiren Bilge Contepe’ye karşı açılmıştı. Bugün, Yeşiller Partisi’nin eş sözcülüğünü de yapan Contepe, “Diamond of Bodrum” adlı otel hakkında çıkan yıkım kararını, yıkacak alet bulamadığı için uygulayamadığını söyleyen Ağan’ın masasına yıkımda kullanması için balyoz bırakmıştı. O sırada yerinde olmayan eski belediye başkanı daha sonra Contepe’ye dava açmıştı.

Ceza Kanunu’nda tanımı yok
Beş yıl sonra sonuçlanan davada, Contepe’nin suçlu olmadığına karar verdi. Mahkemenin aldığı kararda, makam odasına balyoz bırakmanın Türk Ceza Kanunu’nda suç olarak tanımlanmadığına dikkat çekmesi de benzer protestolar için ilginç bir emsal dava olma şansı verdi. Mahkeme masraflarının karşılanması da Hazine’ye bırakıldı. Davaya konu olan otelin inşaatı 2002 yılının ortalarında başlamış, Bodrum’daki çevreciler ve Mimarlar Odası’nın tepkilerine neden olmuştu.

Otelin imar planlarına aykırı olarak iki değil sekiz kat yükseklikte ve bahçe payı bırakılmadan inşa edilmeye başlanmasına yönelik iddialar mahkemeye taşınmış, çevrecileri haklı bulan yerel mahkemeden yıkım kararı çıkmıştı. Bodrum’un Kumbahçe Mahallesi’nde yapılan otel hakkındaki yıkım kararının uygulanmamasına kızan çevrecilerle birlikte otelin maketini belediye önünde temsili olarak yıktıklarını belirten Contepe balyoz hadisesini, “Biz davalarla uğraşırken otelin kabası bitti. Belediye yazılar yazdık ama gelen cevaplar bizi oyalamaya yönelikti. İki yılda iki dava açtık ve kazandık. Bu arada otel bitmeye başladı. Başkan, ‘ihale ettim, ihaleye yanıt veren firma, alet edevat bulunamadı’ dedi. Ben de yıkım için ana malzeme olan balyozu kendisine vermeye gittim ama yerinde olmadığı için masasına bıraktım” sözleriyle anlatıyor.

*tam metin