İsmail ve Zeynep

En hızlıları İsmail'di. Bu sabah onları yakalamaya gelen belediye görevlilerinden istese kaçabilirdi. Onların önüne geçerek Zeynep’in kaçmasını sağladı ve kendini feda etti. 

Özgür Gürbüz-BirGün/30 Eylül 2012

İsmail’i arkası kapalı kamyonete attılar, üstüne de kapıyı kapattılar. İnce tel örgüyle kapatılmış camdan dışarıya bakarak uzun sure bağırdı ama sesini duyuramadı. Yanındakiler kamyonetin kasasında bir o tarafa bir bu tarafa savrulmaktan yorulmuş, baygın yatıyorlardı. Çıkardıkları sesler bağırmaktan çok inlemeye benziyordu.

Zeynep şanslıydı ama şansına sevinemedi. Onu bugün de yakalayamadılar fakat en yakın arkadaşı İsmail’i belki de bir daha hiç göremeyecek. Daha dün gece, İsmail'le İstanbul’un tüm sokaklarını dolaşmışlardı. Kokoreççi yine cömert davranmış, gece üçten sonra yeni müşteri gelmeyeceğini düşünerek kalan kokoreçleri onlara vermişti. İki dakikada yediler hepsini. Hiç sevmedikleri baharata bile alışmışlardı. Gece sokaklarda yatmaya, yağmurda ıslanmaya, sabah uyurlarken birdenbire karınlarına tekme yemeye. Her şeye alışmışlardı. Sevgisiz insanlara, aç dolaşmaya, yazları susuz kalmaya. Dün gece deniz kenarına gidip Boğaz’ı seyretmişlerdi. Gece boşalan dar sokaklarda koşturmuşlardı. En hızlıları İsmail'di. Bu sabah onları yakalamaya gelen belediye görevlilerinden istese kaçabilirdi. Onların önüne geçerek Zeynep’in kaçmasını sağladı ve kendini feda etti. Şimdi İsmail’i bir ormana götürecekler. Önce kısırlaştıracaklar sonra da orada bırakacaklar.

5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nda değişiklik öneren tasarı Meclis’ten geçerse, geceleri insanların sokaklardan çekilmesiyle bir nebze olsun huzur bulan hayvanların bu şansı da kalmayacak. Hepsi toplatılacak ve yer varsa barınaklara yoksa bir dağ başına bırakılacak. Bu tehlikeyle karşı karşıya kalan hayvanların adları benim öykümde Arsız ya da Biber değil; İsmail ve Zeynep. Daha kolay empati kurabilesiniz diye. Bu dünyada yaşama hakkının sadece insanlara ait olmadığını düşünenler bugün (30 Eylül 2012) saat 14:00’te meydanlara çıkıyor. İstanbul'da adres Taksim. Umarım siz de orada olursunuz.

SORUNUMUZ HAYVANLAR DEĞİL İNSANLAR
Açık konuşalım. Sokaktaki hayvanların insanların hayatını tehdit eden canlılar olduğunu ve bir an önce ortadan kaldırılmaları gerektiğini düşünüyorsanız bence sizin aklınızdan zorunuz var. Umut Vakfı’nın 2007 yılında elde ettiği resmi verilere göre Türkiye’de tam 2 milyon 500 bin adet ruhsatlı silah var. Vakıf, ateşli silahlarla işlenen suçların yüzde 85’inin ruhsatsız silahlarla işlendiğini buradan yola çıkılırsa Türkiye’de 17 milyon adet de ruhsatsız silah olduğunu tahmin ediyor. Toplamda 20 milyon adet silahtan bahsediyoruz. Her silahlı kişinin bir silahı olsa, beşimizden biri silahlı demektir. Sizce sokakta dolaşan köpekler ve kediler mi daha tehlikeli yoksa 20 milyon silahlı insan mı? Tuttuğu takım gol atınca silahına sarılan o insanlar mı sizi daha çok korkutuyor yoksa üstlerine yürümedikçe, gözlerinin içine korkuyla bakmadıkça size dokunmadan yanınızdan geçip giden köpekler mi? Hangisi sizi ve sevdiklerinizi bir anda öldürebilir? Gazetelerde ve televizyonlardaki haberleri aklınıza getirin. Her gün trafikte, okulda, kahvede silahına sarılıp birilerini kurşunlayanları düşünün. Onlar kedi mi, köpek mi yoksa insan mı? Hangi hayvan türü daha tehlikeli? Eli silahlı insanları toplayıp kulaklarından fişleseniz millet belki biraz rahatlar. Gazetelerde, “Fındık kendisini terk eden karısını kurşun yağmuruna tuttu” başlıklı bir haber okudunuz mu hiç? “15 yaşındaki A. Ş.’ye silah zoruyla tecavüz eden Mırmır suçunu itiraf etti” dendiğini gördünüz mü? Cinnet geçiren Karabaş ailesini çocukları önünde kurşunlasaydı emin olun insanlar tüm köpekleri meydanlara yığıp yakarlardı. Bir anket yapsalar, çocuklarımızın oynadığı sokaklarda eli silahlı insanların dolaşmasına izin verip, masum hayvanları dağ başına bırakmalı diyen milletvekillerinin toplatılıp dağ başına bırakılmaları yönünde fikir beyan ederdim. Mümkünse kısırlaştırılmadan; o kadar vicdansız değilim. Şansıma kimse böyle anketler yapmıyor da hâlâ hayattayım. Vekillerin çoğunun zaten silahı var, zabıtaya falan bırakmaz vururlar beni. Sahi, milletvekilinin silahı olur mu? Fikirlerini savunmaya insan silahla mı gider?

Orman Bakanlığı sakın Avrupa'yı örnek göstermesin. Batı, hayvan hakları konusunda sıkıntılı. Hayvanları birer süs oyuncağı yapıp onları yaşam alanlarından almış, evlerin içine hapsetmişler. Bizim aynı hatayı tekrar etmemiz gerekmiyor. Bireysel silahlanmanın önüne geçme  konusunda ise bizden iyi durumda çok ülke var. İngiltere’de bırakın sivilleri, belinde silah taşıyan polis görmek bile zor. Çin’de sivillerin silah sahibi olması yasak. Bu yüzden de silahlı suç oranı ülkenin büyüklüğü ve nüfusuna rağmen çok düşük. Son sözüm Ankara’ya. Hayvanların nasıl “bertaraf” edileceğini düşüneceğinize, düğünde, trafikte, sokakta insanları öldüren şu insanları nasıl silahsızlandıracağız diye düşünseniz daha iyi olmaz mı?

Ve AKP Tanrı'yı yarattı

Bu yeni tanrının kudretini, gücünü kaybetmeden yaşayabilmesi için işçilerin ölmesi, tanrıya kurban edilmesi gerek. Büyüme tanrısını mutlu etmek için her gün verdiğimiz kurbanlardan biri insan yaşamı, diğeri doğa.

Özgür Gürbüz-BirGün/23 Eylül 2012

Foto: www.birgun.net
Şubat, Yağmur’un gözlerinin içine bakmış, yönetmenin istediği, binlerce dizi izleyicisini birkaç saat daha uyutacak o müthiş bakışı yakalamıştı. Belki de tam o sırada oldu trafik kazası. TRT’de yayınlanan Şubat dizisinin sahnesini kuran altı set işçisi o günkü işlerini bitirmiş İstanbul'dan İzmit’e dönüyorlardı. Onları taşıyan minibüs yolda bir kamyona çarptı. Üç set işçisi, Ertaç Sevim, Ömer ve Abdullah Pektaş hayatını kaybetti. Bu kaza senaryoda yoktu. Dizinin bir sonraki bölümünde veya haberlerde de gösterilmeyecekti. Kaç saat ya da kaç gün uykusuz çalıştıklarını kimsenin bilmesi gerekmiyordu. O gün bayramın ikinci günüydü. Sahi, devletin “resmi” kanalı için “resmi” tatil değil miydi o gün? Ya sigortaları var mıydı? Kimin umurunda; birkaç saatliğine beynimizi uyuşturan sonu gelmez diziler uğruna uykusuz, sevdasız kalan ve sonunda cansız yere düşen bedenlerden bahsediyoruz.

Ertaç, Ömer ve Abdullah, Ağustos ayında ölen 71 işçiden üçü. Adlarını tahminen hiç öğrenemeyeceğim 18 işçi ise geçen ay memleketin dört bir yanına dağılmış tarlalarında can verdi. Kimi pamuk topluyordu, kimi fındık. Mevsimlik işçiler ömürlerini yaz mevsiminin kavurucu rüzgarlarına bırakıp göçtüler bu dünyadan.

Tarlalardaki işçilerin ölümünden kaçımızın haberi oldu; bilmiyorum. Giydiğimiz pamuklu kumaşın ya da yediğimiz çikolatanın bedelini onlar ödüyor. Muğla’da orman yangınını söndürmeye çalışırken ölen beş işçinin haberi belki daha çok duyuldu. Yine de kimse onların heykelini dikmekten bahsetmedi. Futbolcu Alex ise karşılığında milyonlarca lira kazandığı işinin hakkını verdiği için artık heykeli dikilmiş bir kahraman. Yangını söndürme pahasına ölmeyi değil gol atmayı bilmek lazım bu memlekette.

Ağustos ayında madenlerde çalışan altı işçi can verdi. Enerji sektöründe ise çoğu elektrik çarpmasından dokuz kişi aramızdan ayrıldı. Ağustos ayında toplam 71 işçi öldü. Temmuz’da 110, Haziran’da 59, Mayıs’ta 69, Nisan’da 87. Yazmam lazım. Şubat’ta 42, Ocak’ta 62, Aralık’ta ise 52. 2011’in Kasım ayında slikozis nedeniyle bu defa kot işçileri değil diş teknisyenleri öldü. Belki de böyle apaçık, “öldüler” diye yazmak lazım. Hayatını kaybetti, aramızdan ayrıldı demek yetmiyor. Dört diş teknisyeni birkaç gün arayla öldü. 2011 Kasım’ı da 2012’nin herhangi bir ayından farklı değildi; 57 işçi öldü, 1976’sı ise yaralandı. Hepsi ekmek parası peşinde koşan emekçiler, hepsi iş kazası...

Mayıs ayında Giresun’daki HES inşaatında ölen dört işçiyi hatırlayın. Toprak kayması sonucu hayatını kaybeden işçilerin aileleri kazadan bir süre önce heyelan uyarısı yapıldığını ama firma yetkililerinin önlem almadığını söylemişlerdi. Aynı inşaatta, bu kazadan altı ay önce bir başka işçinin yine toprak kaymasından dolayı öldüğünü yazsam ne değişir bilemiyorum. Teoride insanlar her şeye muktedir. Elektrik çarpmadan yeni iletim hatları döşemeye, kaza yapmadan araç sürmeye, toprak altında kalmadan baraj yapmaya bir engel yok. İş kazalarının sayısının ülkeden ülkeye değişmesi bile buna bir örnek. Bir işçinin çalışırken ölmesi kimi ülkede büyük suç kimilerinde ise “takdir-i ilahi”; yani Tanrı’nın takdiri.

TAKDİR-İ İLAHİ
Evet, bana sorarsanız tüm bu işçi ölümleri takdir-i ilahi. Şaşırdığınızı biliyorum, neden böyle düşündüğümü matematikle açıklayayım. Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu Başkanı Hasan Köktaş geçenlerde bir demeç verdi. Doğu Karadeniz’de HES(hidroelektrik santrali) sayısı 375’i bulabilirmiş. Her biri için Giresun'daki gibi beş işçi feda etsek, hepsi tamamlandığında ölecek işçi sayısı bin 875'i bulur. Şu ana kadar tamamlanan HES sayısı ise 45 taneymiş. Evrensel Gazetesi bugüne kadar HES inşaatlarında ölen işçi sayısının 300’ü bulduğunu yazmıştı (15 Mayıs 2012). Bölün 45’e, sonuç 6, 6. Giresun’da inşaatı süren HES inşaatında ölen işçi sayısından farklı değil. Bu sadece bir rakam değil, bu bir cinayetin matematiksel tarifi; gerçeğin sağlaması. Büyüklüğüne küçüklüğüne aldırmadan, bu ülkenin yetkililerinin her bir HES inşaatı için 5-6 işçiyi gözden çıkardığını söylersek çok da yanlış yapmış olmayız diye düşünüyorum.

Sadece HES mi? AVM inşaatlarında, yol yapımında, tarlalarda, maden ve tersanelerde işçilerin ölümü tesadüf mü? Çok mu şaşırıyoruz ölüm haberi geldiğinde? İşler yavaşlatılsa, kar marjları düşürülse, tüketim çılgınlığının önüne geçilse memlekette bu kadar insan ölmez. Ölmez ama takdir-i ilahi diye bir şey var. Nedir ilahi olan? İlahi olan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yarattığı ve adına “ekonomik büyüme” dediğimiz bu yeni tanrı. Bu yeni tanrının kudretini, gücünü kaybetmeden yaşayabilmesi için işçilerin ölmesi, tanrıya kurban edilmesi gerek. Büyüme tanrısını mutlu etmek için her gün verdiğimiz kurbanlardan biri insan yaşamı, diğeri doğa. Öyle vahşi, doymaz bir tanrı yarattılar ki, onu mutlu etmek için bu ülkenin insanları her gün canlarını, doğası ise ağaçlarını, nehirlerini, suyunu, denizini, ormanını ve temiz havasını kurban ediyor. Karadeniz'e yapılacak 350 HES'in üzerine kurulacağı nehirleri düşünün. Madencilere peşkeş çekilen Kazdağları'nı, çimento fabrikalarına kurban edilen Pazarcık-Narlı Ovası'nı, sanayi atıklarıyla doldurulan Küçü Menderes Nehri'ni, Marmara Denizi'ni, tarihe tanıklık etmiş Allionai'yi ve daha nice kültürel ve doğal mirası kendi elimizle yarattığımız bu tanrıya kurban etmedik mi? Dicle üzerine kurulan Ilısu Barajı bir tanrı gibi Hasankeyf'in canını almayacak mı? Adaklar tükendiğinde adak taşına konacak başın bize ait olacağının farkında değil miyiz?

Hepsinden geçtim, insan eliyle tanrı yaratıp ona adaklar sunmak putperestlik sayılmaz mı?

***
İşçi ölümleriyle ilgili rakamların birçoğu guvenlicalisma.org sitesinden alınmıştır.

Nükleer enerjiye neden hayır?

Fukuşima kazasından önce de nükleer enerjinin tehlikeli olduğunu söylüyorduk. Çernobil benzeri bir kazanın her an başka bir ülkede gerçekleşebileceğini anlatmaya çalışıyorduk. Sanıyorum 2005 yılıydı, Referans gazetesinde çalışıyordum ve bir arkadaşımla nükleer enerji üzerine konuşuyorduk. Bana büyük bir nükleer kaza olma olasılığı en yüksek ülkenin hangisi olduğunu sorduğunda ona hiç tereddütsüz, Japonya yanıtını vermiştim. Çünkü Japonya'dan çok sık kaza haberleri geliyordu. Medya genelde bu küçük kaza ve sızıntı haberlerini önemsemez, insan ölmedikçe haber yapmaz. Halbuki bunlar izlenmesi gereken işaretlerdir, güvenlik önlemlerinin zaaflarını gösterir.

O günlerde kaza tehlikesini abarttığımızı söyleyenler, nükleer enerjinin pahalı olduğunu da inkar ediyordu. Şimdi her şey ortada. Nükleer enerjinin pahalı, çevreye zararlı ve tehlikeli bir seçenek olduğunu verilerle, güncel örneklerle anlatmaya devam ediyoruz. Sunumum, nükleer enerjinin dünyadaki son durumu, nükleer enerjinin ekonomisi, nükleersiz bir Türkiye'nin seçenekleri ve tabi sizin sorularınızdan oluşan soru-cevap bölümünden oluşacak.

Merak edenler için bu seferki adres Makina Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi. 22 Eylül 2012, saat 14:00. Katılım ücretsiz ve herkese açık.