Nükleer Hala Tehlikeli, En Son Nesil de Olsa!

Bianet'te yayımlanan söyleşiyi iletiyorum...

Haber:   Nilay Vardar / 14 Mart 2011
İstanbul BİA Haber Merkezi

Japonya'daki depremin ardından oluşan nükleer santrallerdeki kazalar, tüm dünyada tartışılan nükleer enerji meselesini yine gündeme getirdi.Bakan Yıldız, "Bizimkiler 3.nesil" derken, yazar Gürbüz, "3.nesil santraller deprem testinden geçmiş değil" dedi.
Geçtiğimiz günlerde Japonya'da  gerçekleşen 9 büyüklüğündeki depremin ardından, nükleer santrallerdeki kazalar, "yeni bir Çernobil faciası mı" sorusunu gündeme taşırken, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, "Japonya'daki santraller 1.nesil, bizimkiler 3.nesil" dedi.

Elektrik Mühendisleri Odası (EMO), Mersin Akkuyu'da kurulmak istenen santralin, 6-7 büyüklüğünde deprem üretebilecek Ecemiş Fay Hattı'na 25-30 km mesafede olduğunu söyleyerek uyardı.

Bianet'e konuşan çevre ve enerji konusunda yazılar yazan, aktivist gazeteci Özgür Gürbüz, Japonya'daki santralleri Türkiye'ye örnek gösteren Enerji Bakanı Yıldız'ın, "1. nesil, 3. nesil karşılaştırmasıyla" kafaları karıştırmak istediğini, 3. nesil santrallerin güvenliliğine dair bir kanıt olmadığını söyledi.

"Tecrübe edilmemiş bir şey yaşanıyor"
Nükleer Santral Deprem İlişkisi: Santraller en ufak bir sarsıntıdan etkilenirler. Her ne kadar acil durum için kendi kendini kapatma sistemi olsa da Japonya örneğinde de gördüğümüz gibi, bu sistem bir süre sonra çalışamaz hale geldi. Japonya'dan Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu'na (UAEK)  gelen bilgiler net ve bilgilendirici değil. Şu anda Japonya daha önce hiç tecrübe edilmemiş, olağanüstü bir durum yaşadığı için, uzmanlar farklı yöntemler deniyor. Sonuçlarını da yaşayarak göreceğiz.

"3.Nesil Santral, depremden etkilenmez diye bir kanıt yok"
3. Nesil Nükleer Santral: 1.nesil, 3. nesil karşılaştırmasını, 1. nesil olan bakanımız kafaları karıştırmak için yapıyor. 3. nesil santral demek, 1950- 60'lı yıllarda yapılan dizaynın teknik donanım ve güvenlik açısından daha iyileştirilmiş olmasıdır. Ama bu depremden etkilenmeme riskinin ortadan kalktığını göstermez. Yıldız, daha düne kadar Japonya'yı bize örnek gösteriyordu. Depremden sonra, oradaki santraller 1. nesil oluverdi.

"Hala 1976 Yer Lisansı kullanılıyor"
Fay Hattı Üzerinde Nükleer Santral: Türkiye'nin en büyük sorunu 1976'da alınan yer lisansına dayanarak santral yapmak istemesi. O zaman Çevre Bakanlığı bile yoktu. Bu kadar yıl geçtikten sonra tekrar jeolojik araştırma yapılmadan, alalacele santral yapmak istemek, bir şeylerden korkulduğunu da gösteriyor. Akkuyu'da Ruslarla anlaşma yapıldı, madem Japonya örnek gösteriliyordu neden Ruslara verildi bu iş. Sadece Rusya'da olan bu santraller hangi şiddetteki depremi atlatmış, hangi deprem testinden geçmiş. Akkuyu'daki ihaleye en düşük fiyatı Rusya verdi, acaba Rusya hangi güvenlik önlemlerinden taviz verip bu fiyatı verdi. Çünkü nükleer santral çok pahalı bir enerji aracıdır ve tüm dünyadaki fiyat aralığı bellidir.
Ucuz Değil, Güvenli Değil, Neden Bu Israr?
Neden Nükleer Santral: Nükleer santral ucuz ve güvenli değil, hala insan hatası söz konusu. Güvenlik, deprem, kaza, terörist saldırı gibi riskler barındıran bir enerji türü neden tercih ediliyor? Bakan bu soruyu, 'bizim başka enerji kaynağımız yok' diyerek yanıtlamamalı. Rüzgar, güneş enerjisi varken neden hala nükleer enerji.

Nükleer rönesans masalının sonu

Yeşil Gazete / 13 Mart 2011
Söyleşi: Savaş Çömlek


Japonya’da yaşanan depremin ardından ortaya çıkan nükleer santrallerdeki kazalar tüm gezegeni etkileyen bir nükleer felakete de dönüşüyor. Tarihin en büyük beşinci depremiyle sarsılan Japonya’da elektrik enerjisi üretiminin %28’ini karşılayan 55 nükleer reaktör var. Bu reaktörlerden en az üçünün, Fukuşima 1 ve 2 ile Oganawa’nın depremde zarar gördüğü bildiriliyor. Ayrıca iki santral daha devre dışı kaldı.

Bir yandan da Japonya hükümetinin güvenlik çemberini artırıp tüm dünyadan yardım talebinde bulunduğu haberleri geliyor. Böyle büyük bir nükleer felaketin orta yerinde, bir yandan Dünya Nükleer Enerji Birliği, bir yandan da Türkiye’nin kerameti kendinden menkul nükleerci profesörleri ortaya çıkıp Japonya’da yaşanan kazayı küçümsemeye, bizi endişe verici bir şey olmadığına inandırmaya, geleceği kalmayan nükleer enerjiyi bir kez daha aklamaya çalışıyorlar.

Yeşil Gazete okurları için, konuyu yakından takip eden, enerji, çevre, ekonomi alanında bağımsız çalışmaları olan, hem gazeteci hem de aktivist olarak tanıdığımız Özgür Gürbüz’le bir söyleşi yaptık. Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın, tüm bu olan bitene rağmen, “Japonya depreminden çıkarılacak sonuçlar var” demekle yetinmesini eleştiren Özgür Gürbüz, bu vahim olaydan çıkarılacak tek sonucun, ‘’bu nükleer sevdadan derhal vazgeçilmesi’’ olduğunu ifade etti. Bakanın da Türkiye’deki milyonlarca insanın hayatını hiçe sayan bir plana önderlik ettiği için özür dileyip görevini bırakması gerektiğini söyleyen Gürbüz “sorumlu ve onurlu bir davranış kanımca bunu gerektirir’’ dedi.

-Nükleer santral kazası nasıl bir şey? Çekirdek erimesi nedir? Neden bu kadar korkuyoruz?
Nükleer santrallerde gerçekleşen kazaların tek bir çeşidi yok ancak en çok korkulan 25 yıl önce Çernobil’de olduğu gibi reaktör kalbinin erimesine kadar varan kazalar. Reaktörün kalbi, adı üstünde nükleer yakıttan, kontrol çubuklarına kadar tüm hayati donanımın olduğu yer. Kalbin erimesi dediğimiz şey ise, bu merkezin aşırı ısınma dolayısıyla da kullanılamaz hale gelmesi. Teoride, yakıt çubuklarıyla kalbe indirilen yakıtta (zenginleştirilmiş uranyum) başlatılan nükleer reaksiyon sonucu ısı elde edilir ve su buharlaştırılarak türbinler çalıştırılır ve elektrik üretilir. Bu reaksiyon kontrol edilemezse aşırı ısınma ve radyoaktif yakıt kaynaklı radyasyon sızıntısı kaçınılmazdır.

Acil durumlarda reaksiyonu kontrol etmek için açığa çıkan nötronları emen (absorbe eden) kontrol çubukları kullanılır. Santrallerde farklı yavaşlatıcılar kullanılsa da Japonya’daki kaynar su reaktöründe olduğu gibi su da bunlardan biridir. Soğutma sistemleri işte bu nedenle çok önemlidir. Reaksiyonun ve ısının kontrol altına alınmasında büyük önem arz ederler. Eğer reaksiyon kontrolden çıkarsa, adeta, bir çelik fanus içinde birden fazla atom bombası patlatmış olursunuz. Bu miktardaki bir radyasyonun doğaya yayılması da aynı Çernobil’de olduğu gibi korkunç sonuçlar doğurur.

Nükleer kazalardan çok korkulması da doğal. Japonya’da petrol rafinerisinde de yangın çıktı ama yangın durduğunda tehlike büyük ölçüde geçti. Nükleerde ise durum çok farklı. Doğaya yayılan radyoaktif maddeler yüzyıllarca etkisini yitirmiyor. Radyasyon gözle görülür değil, tutulamıyor, kontrol edilemiyor. Adeta bir hayalet gibi sizi yakalıyor ve ölümcül sonuçlar doğuruyor. Japonya’da kısmi bir çekirdek erimesi yaşandığına dair bilgiler geliyor. Bu da şu anda tek güvence olarak görülen reaktörü kalbini çevreleyen çelik kabın içinde çok ciddi miktarda radyasyon depolandığına işaret ediyor. Daha önce ABD’deki Üç Mil Adası ve Çernobil’de meydana gelen kazalar çekirdek erimesi dediğimiz kazalar iyi birer örnek.

-Japonya'daki nükleer santralde neler oluyor? Nükleer santraller tehlike aninda kapattık denince kapanıyor mu? Japonya da geçmişte de kaza olmuş muydu?
Japonya’daki Fukuşima’daki santralin 1 numaralı reaktörü depremden sonra hemen otomatik olarak kapatılmaya çalışıldı. Yalnız bir nükleer santrali kapatmak, doğalgaz santralini kapatmaya benzemez. Reaksiyon hemen durdurulamaz, bu nedenle de yakıt çubuklarının kontrol altında tutulması, soğutulması gerekiyor. Kapattık denince kapatılmıyor yani, aynı nükleer atıkların 10-15 yıl soğutma havuzlarında kontrol altında tutulması gibi.

Öğrendiğimiz kadarıyla deprem sonrası her santralde acil durumlarda devreye giren dizel jeneratörlerle çalışan soğutma sistemi bir saat sonra devre dışı kalmış. Japon yetkililer çareyi reaktörde giderek artan ısı ve basıncı azaltmak için doğaya radyasyon bırakmakta buldu ancak bu da anlaşılan yeterli olmadı. Şu anda gelen bilgiler deniz suyuyla reaktörün kalbinin doldurularak reaksiyonun yavaşlatılmasına çalışıldığı yönünde. Umarım başarırlar yoksa tarihi bir felaketle karşı karşıyayız demektir.

Japonya benim yılladır dikkatle izlediğim bir ülke. Çok sık kazalar meydana geliyordu. Bundan önce de deprem sonrası bir kaza olmuştu örneğin. 16 Temmuz 2007 yılında Japonya’da meydana gelen 6,8 büyüklüğündeki deprem sonucunda, Kashiwazaki-Kariwa nükleer santralinde hasar meydana geldi. Japonya’nın en büyük nükleer reaktörü olan Kashiwazaki-Kariwa’da depremden sonra 63 farklı problem ortaya çıktığı, Fukuşima’nın da işletmecisi olan TEPCO (Tokyo Electric Power Company) firması yetkilileri tarafından açıklanmıştı. Santralde deprem sonrası çıkan yangın dört saatte söndürülmüş, denize de radyasyon sızmıştı. Sadece Japonya değil, yine 2007 yılında dünyanın en iyi güvenlik kayıtlarına sahip İsveç’in Forsmark santralinde de Çernobil tipi bir kazanın kıyısından dönüldü. Türkiye’de medya nükleer ihaleyle o kadar iç içe ki, bu kazayı da diğerlerini de hep “es” geçtiler. Japonya’da olan biteni bile halka tam olarak
anlatmıyorlar. Akkuyu’da kurulması düşünülen santral fay hattının burnunun dibinde!

-Deprem ve santral kazaları arasında nasıl bir ilişki var? Yani yüksek teknoloji kullanılması nükleer santral kazalarını önler mi?
Bu son deprem gösterdi ki, doğal afetlerin sınırı, ölçeği yok. Şimdi onlarca mühendis televizyonlarda açıklama yapacak, diyecekler ki, 9 şiddetinde bir depreme karşı duracak santralde yaparız. Uçak düşer bir şey olmaz. Bunun bir garantisi olmadığı ortaya çıktı. Böyle bir felakette olasılıklar sınırsız. Kimse bu depremlere Japonya kadar hazırlıklı değil dünyada ama onlar bile devasa bir faciayla karşı karşıya. Kaldı ki, siz daha fazla çelik, çimento koyarsanız maliyet de o kadar artar. Nükleer santraller zaten ateş pahası! Sonuçta rüzgar da, güneş de, doğalgaz da elektrik üretiyor. Kim aynı elektriği iki-üç katına ve bunca riske rağmen nükleerden üretmek ister ki? Aklı başında olan ya da bu işten çıkarı olmayan herkes bu olaydan sonra nükleerden vazgeçecektir. Japonya’dan olup biten nükleer rönesans masalının sonu olmuştur.

-Ülkemizde yapımı planlanan nükleer santrallerin fay hatları üzerinde olduğunu biliyoruz? Özelikle Ecemis fay hattı. Bu konuda bize bilgi verir misin?
Türkiye neredeyse baştan aşağıya ciddi deprem riski altında. Mersin Akkuyu’da yapılması planlanan nükleer santralin de Ecemis Fay Hattı’na çok yakın olduğu yönünde araştırmalar var ancak hükümet bu araştırmaları bırakın değerlendirmeye almayı, gündeme bile getirmek istemiyor. Zaten santralin fay hattına uzak olması tehlikenin geçtiği anlamına da gelmiyor. Deprem olduğunda santralde başlayacak bir yangına personelin vereceği yanlış bir tepkiden, inşaatta ihmal edilebilecek ufak bir hatanın depremde ortaya çıkmasına kadar onlarca olasılık bu işin riskini arttırıyor.

Burada hayret edilecek olan aslında Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın, tüm bu olan bitene rağmen, “Japonya depreminden çıkarılacak sonuçlar var” demekle yetinmesi. Bu vahim olaydan çıkarılacak bir tek sonuç var Sayın Bakan. Bu nükleer sevdadan derhal vazgeçilmesi. Bakanın da Türkiye’deki milyonlarca insanın hayatını hiçe sayan bir plana önderlik ettiği için özür dileyip görevini bırakması gerekir. Sorumlu ve onurlu bir davranış kanımca bunu gerektirir.

Onagawa'da yangın söndü, Tokai'de yeni deprem oldu

Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA), Japonya'daki dev deprem ve onu izleyen tsunaminin, ülkedeki nükleer santrallar üzerindeki etkisiyle ilgili bir açıklama yaptı. Ajansın Japon yetkililerden aldığı bilgilere göre Onagawa'daki yangın söndürüldü, Tokai yakınında ise 6,5 şiddetinde yeni bir deprem oldu

Özgür Gürbüz / 11 Mart 2011

Richter ölçeğine göre 8,9 büyüklüğündeki depremden sonra Japonya tsunami ve artçı şoklarla boğuşuyor. Japonya'nın kuzeybatısındaki nükleer santrallerden de az ve net olmayan haberler geliyor. UAEA'nın bugünkü (11 Mart) açıklamasında resmi nitelikte ve daha önemli bilgiler var. Japonya Nükleer ve Endüstriyel Güvenlik Ajansı'ndan aldığı bilgilere göre, “Fukuşima-Daiçi” nükleer santrlinde ileri düzeyde alarm verildi. Santral kapatıldı ve herhangi bir radyasyon sızıntısı gerçeleşmedi. Daha kuzeydeki ve deprem merkezine en yakın durumdaki Onagawa santralinde çıkan yangın ise söndürüldü. Bu iki santral dışında, Japonya'nın kuzeybatısında yer alan Fukuşima-Daini ve daha güneydeki Tokai santralleri de otomatik olarak devre dışı kaldı.

Tokai'de yeni deprem
UAEA'nın açıklamasında yeni bir bilgi de yer alıyor. İki reaktöre sahip Tokai santralinin yakınlarında 6,5 şiddetinde yeni bir deprem meydana geldiği belirtiliyor ancak konu hakkında daha fazla bir açıklama yapılmıyor. Japonya'daki nükleer santraller konusunda UAEA'ı da henüz fazla bir bilgiye ulaşamamışa benziyor. UAEA daha fazla bilgi aradığını da açıkça belirtmiş. Açıklamada aynen şöyle yazıyor: “UAEA, santral sahasındaki elektrik kaynakları, soğutma sistemi ve reaktör binalarının hali de dahil olmak üzere Fukuşima-Daiçi ve diğer nükleer santrallerle araştırma reaktörlerindeki durum hakkında daha fazla bilgi istiyor. Nükleer yakıtlar, santraller kapatıldıktan sonra da kontrollü bir soğutma işlemi gerektirir”.

Japonya'nın çalışır durumda 54 adet nükleer reaktörü bulunuyor. Bunlardan 15'ine ev sahipliği yapan dört nükleer santral, depremden sonra devre dışı bırakıldı.

Japonya'da nükleer santralde yangın

Özgür Gürbüz / 11 Mart 2011
Onagawa NS - Kaynak:INSC

Japonya'da meydana gelen, Richter ölçeğine göre 8,9 büyüklüğündeki depremden sonra Japonya'nın Onagawa Nükleer Santrali'nde yangın çıktığı belirtildi. Kyodo Haber Ajansı'nın bu haberi, santrali işleten firma tarafından doğrulanmadı. Daha önce de santralin soğutma sisteminin çalışmadığı yönündeki haberler yalanlanmıştı. İlginç olan, Japon medyasına göre, hükümetin “nükleer enerji acil durum”unu ilan etmesi oldu. Reuters'in haberine göre bu sadece radyasyon sızıntısı olduğunda hayata geçirilen bir önlem.

Onagawa Santrali'nde üç nükleer reaktör bulunuyor. Bir numaralı reaktör, Toshiba firması tarafından yapılmış, 497 megavatlık (Mwe) kurulu güce sahip. İkinci reaktöre ise yine Toshiba tarafından sağlanmış, 796 Mwe gücünde bir reaktör. Üçüncüsü de aynı güçte ancak daha yeni, 2001'de devreye alınmış. Reaktörlerin ilki 1984, ikincisi ise 1995 yılında ticari faaliyete başlamış.

Bilindiği gibi Enerji Bakanı Taner Yıldız kısa bir süre önce Japonya'ya bir ziyaret yapmış, Türkiye'de bir nükleer santral inşaatı için mutabakat zaptı imzalanmıştı. Yıldız, Japonya'yı seçme konusunda depreme dayanaklılığın öne çıktığını söylemişti.

Yıldız'ın daha önce Rusya ile anlaşma imzalarken depremden bahsetmemesinin nedenleri ve deprem konusu bu kadar önemliyse, daha önce neden Rusya'yı seçtikleri gibi aklımıza takılan sorular ise her zaman olduğu gibi Enerji Bakanı'na sorul(a)mamıştı. Akkuyu'da kurulması düşünülen santralın Ecemiş Fay Hattı'na yakınlığı şimdi daha da tartışmalı bir konu haline geldi. 

Japonya'yla ilgili gelişmeleri izlemeye ve bilgi vermeye devam edeceğim...

Vizyonsuzluk

Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi / 24 Ocak 2011

1990'lı yılların başı ile ortası arasıydı. Bizim gibi birkaç kendiniz bilmez çevreci, yeşil, anarşist, falan filan, Akkuyu'da kurulması düşünülen nükleer santrala itiraz ediyor, dünyada hızla gelişen rüzgar ve güneş enerjisinden örnekler veriyorduk. Gelecekte insanoğlu gereksinim duyduğu elektriği bu kaynaklardan, doğaya mümkün olduğunca az zarar vererek üretecek diyorduk. O dönemin yetkilileri ise bize, “fırıldaktan elektrik mi üreteceksiniz” diye sorup, tabir-i caizse “dalga” geçiyordu. Kömür, nükleer, gaz lobilerinin etkisini bir yana bırakalım, en basitinden görmüyor, göremiyorlardı. Onların “vizyonsuzluğundan” ne yazık ki Türkiye de nasibine düşeni almak zorunda kaldı. 1995'te temiz enerjinin hizmetindeki naçizane kulunuz, “nükleer ileriye doğru değil geriye doğru bir adımdır diyerek” nükleere kaşı 170 km geri geri yürüken, Türkiye gazetesinin yaşı kemale ermiş kalemlerinden biri, “bunlar sahiden gerici” diyerek bana köşesinden yanıt veriyordu. Dönemin hükümeti ve destekçileri geleceği görmekten ne kadar uzak da olsa, 18 günlük yürüyüşüm boyunca karşıma çıkan her bir vatandaş onların tam tersine, temiz enerjiye, doğasına ve yaşamına sahip çıkmaya kararlıydı. Bu, Türkiye'ye özgü bir durum değil, dünyanın birçok ülkesinde halk kendisini yönetenlerden daha ileride durur.

O zamanlar rüzgar türbini resimlerini yabancı dergilerde görüyorduk. Memlekette rüzgarı savunanlara gerici dendiği zamanlarda, 1995'te, Avrupa'da 814 megavatlık rüzgar kurulu gücü kurulmuştu. Neredeyse, Türkiye'nin 2010 yılında ulaştığı toplam kurulu güce eşit, gericiliğin hesabını siz yapın artık. 2009'a gelindiğinde ise Avrupa'da sadece o yıl kurulan rüzgar türbinlerinin kurulu gücü 10 bin megavatı geçiyor, doğalgaz santrallarını bile geride bırakıyordu.

Rüzgar Avrupa'da 200 bin kişiye iş sağlıyor
Avrupa'da rüzgar enerjisi bugün 200 bine yakın insana iş sağlıyor. Bundan iki yıl önce bu rakam 155 bindi. 2002 ile 2007 yılları arasında rüzgar enerjisi sektöründe doğrudan çalışan işçi sayısı yüzde 125 arttı, her gün 33 kişiye istihdam sağlandı. Avrupa Rüzgar Enerjisi Birliği (EWEA), 2020 yılında sektörde çalışan sayısının 446 bin, 2030 yılında ise 479 bine ulaşacağını öngörüyor. Avrupa Komisyonu ise, 2020 yılı hedeflerinin tutturulması halinde yeşil yakalı işçi sayısının 2 milyon 800 bine ulaşmasını bekliyor. EWEA'nın yaptığı ankete göre çalışanları yüzde 37'si türbin üretiminde, yüzde 27'si rüzgar çiftliklerinin planlanmasında, kurulmasında, çalıştırılması ve bakımında görev yapıyor. Parçaların üretiminde de çalışanların yüzde 22'sine istihdam sağlanıyor. Yani, şu türbin imalatının neresinden tutarsanız tutun, elinizde istihdam kalıyor.

Yasa hiçbir şey söylemiyor
Geçtiğimiz günlerde Türkiye Büyük Millet Meclisi'nden geçen yasa değişikliği tasarısıyla yenilenebilir enerji kaynaklarından üretilen elektriğe verilen alım garantileri değiştirildi, güneş enerjisi gibi bazı yeni kaynaklar da listeye alındı. Nereden baksanız, 2005 yılında çıkan ilk kanunla birlikte başlayan, alım garantilerinin yeterliliği üzerinde süren tartışmalar, bu değişiklikle de son bulmadı. RESYAD'ın yasadaki değişikliğin resmi gazetede yayımlanmasından sonra yaptığı açıklamada, rüzgar ve hidroelektrik için bir değişiklik olmadığı, güneş ve biyokütle içinse önerilen rakamların beklentilerin altında olduğu belirtilmiş. Bunu bir kenera not düşmek gerekir. Ancak asıl sorun, bu yasanın da daha önceki yasa gibi, Türkiye'nin geleceği için bir öngörüde bulunmamasıdır. Kamuoyu araştırmalarında ilk sıralarda yer alan ve giderek kronikleşen işsizlik sorununun çözümünde önemli rol oynayabilecek yenilenebilir enerji kaynaklarının, bu anlamda kullanılacağına dair yasada ciddi bir işaret bulmak oldukça zordur. Türkiye'nin kuvvetli iç pazarına dayanarak, başta güneş paneli olmak üzere, bu enerji kaynaklarından enerji üretiminde kullanılacak aksam ve parçaların üretilmesinde bir merkez olacağı, ihracat üssü haline geleceği yönünde bir vizyonun ana hatları bu yasayla da çizilmemiştir. Sadece yenilenebilir enerji değil, nükleerden kömüre, hemen hemen diğer tüm enerji kaynaklarıyla ilgili yasal düzenlemelerde de, iç talep gibi, üretimin sihirli kelimelerinden birine sahip olunmasına rağmen, bunu destekleyecek bir programın eksikliği kendini göstermektedir.

Türbin döner Ahmet bakar
Ceyhan'ın taşıma petrolle bir “merkez” olacağına inanılacağı kadar, yerli kaynaklarla, hem enerji üretimi hem de ekipman ihracı yapılabileceğine inanılsaydı, sanırım Türkiye'de ne bu kadar işsiz olurdu ne de memleket enerjide bu kadar dışa bağımlı kalırdı. Türkiye'nin mevcut ve yaşımın elverdigi kadarıyla anımsadığım tüm hükümetlerinin asıl sorunu işte bu vizyon yoksunluğu aslında. Bu nedenle, bugün ne bindiğimiz otomobilin adı “devrim”, ne gittiğimiz yollar “demir ağlarla” örülü. Mehmet güneş enerjisine 13,3 dolar sent verseniz de işsiz, 20 verseniz de. Panel yapmasını öğretecek, fabrika kurduracak vizyon olmadıktan sonra; ha türbin döner Ahmet bakar, ha su akar Zeynep bakar.

Çevreciler Meclis önünde

Özgür Gürbüz / 23 Ocak 2010

Daha önce İzmir Barosu'nun ayrıntılı itirazına yer verdiğimiz “Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Yasa Tasarısı”na tepkiler giderek artıyor. 24 Ocak günü birçok çevre kuruluşu, Ankara'da Türkiye Büyük Milet Meclisi önünde biraraya gelerek tasarının onaylanmaması için seslerini yükseletecek. Bu kuruluşlara WWF-Türkiye'de (Doğal Hayatı Koruma Vakfı) eklendi.

WWF-Türkiye, yaptığı yazılı açıklamada söz konusu tasarının Türkiye'de yıllardır korunan alanları tehdit ettiğine dikkat çekerek, söz konusu tasarının biyolojik çeşitliliği korumak yerine, doğayı tahrip edebilecek yatırımlar da dâhil her türlü kullanımın önünü açacağını öne sürüyor. Açıklamada, “... tasarı ile "Doğal Sit" statüsü ortadan kaldırılarak ülkemizdeki 1234 Doğal Sit Alanı'nda tahribatın önü açılacaktır. Oysa HES'ler başta olmak üzere doğaya zarar veren birçok müdahale Doğal Sit'ler sayesinde koruma kurulları tarafından engellenebilmiştir” deniyor.

Birçok çevreci ve yeşil örgüt 24 Ocak 2011 tarihinde, saat:11:30'da Ankara'da TBMM'nin önünde buluşacak. Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanun Tasarısı'na yönelik eleştirilerini dile getirmek üzere bir araya gelecek bu kuruluşlara destek olmak isteyenlere duyurulur.

Tabiatı Koruma Yasa Tasarısı'na İzmir Baro'su tepkili

Özgür Gürbüz / 12 Ocak 2011

2863 Sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu'nu değiştirmeyi amaçlayan “Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu Tasarısı" hükümet tarafından Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne (TBMM) sunuldu. Tasarıya çevreciler kadar hukukçular da tepkili. İzmir Barosu yaptığı yazılı açıklamada, tasarının yasalaşması halinde her türden koruma alanı ile ilgili doğal ve tabii sit kararları ve bu alanların doğal ve tabii sit statülerinin sona ereceğine dikkat çekiyor. Çevreyle biraz olsun haşır neşir olanlar çok iyi bilir ki, doğal çevreyi korumada yasaların arkasına dolanmanın moda olduğu ülkemizde bu değişikliklerin gerçekleşmesi adeta doğal hayatın idam fermanının imzalanması anlamına gelir.

İzmir Barosu'nun açıklamasındaki önemli bir husus da, tasarının genel gerekçesinde yer alan, “Avrupa Birliği (AB), Türkiye’nin birliğe katılma süreci içinde Çevre Faslını açmış bulunmaktadır. Bu çerçevede Türkiye’nin AB’ye üye olarak katılabilmesi için tabiatın ve biyolojik çeşitliliğin korunması gibi yerine getirmesi gereken bazı taahhütleri bulunmaktadır. Bu taahhütlerden bazıları; Kuş Direktifine uyum, Habitat Direktifine uyum, Birleşmiş Milletler Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi ile Uluslararası Ramsar Sözleşmesi hükümlerinin yerine getirilmesi ve iç mevzuatın AB mevzuatı ile uyumlaştırılması” iddiasının asılsız olduğunu öne sürmesi. Baro'nun iddiasını destekleyen açıklaması aynen şöyle: “Öncelikle belirtmek gerekir ki, bu yasa Tabiatı ve Biyolojik Varlıkları korumaya ilişkin bir yasa değildir. Bu yasa, amaç maddesinde yazılı koruma kullanma dengesi ifadesi ile de açığa vurulduğu gibi; aslında korunması gereken alanların mevcut durumdan daha da fazla yapılaşmaya açılmasının, bu alanların, işletme ve yönetme adı altında piyasalaştırılması önünde hiç bir engel kalmaması amacıyla hazırlanmış bir yasadır. AB uyum süreci ile de bir ilgisi de bulunmamaktadır. AB ilerleme raporunda 'endişe verici bir gelişme' olarak ifade edilmiş bir kanun tasarısıdır.”

İzmir Barosu'nun diğer itiraz nedenleri de kısaca şunlar:

*Yasanın gerekçesinde “Tabiatı koruma konusundaki farklı kurumların yetkili olması yetki karmaşasına neden olmakta” denilmektedir ancak Baro, koruma alanları ve sorumlu kuruluşların incelenmesi halinde bu alanların yüzde 86'sının zaten Çevre ve Orman Bakanlığı'na bağlı olduğunun, Doğal SİT Alanları ile Doğal Varlıkların'ın Turizm ve Kültür Bakanlığı'ndan alınarak Çevre ve Orman Bakanlığı'na verildiğinin anlaşılacağına dikkat çekiyor.

*Kanun maddeleri tek tek incelendiğinde, yapılmak istenen değişikliğin vereceği zararın telafisinin çok uzun yıllar boyunca mümkün olamayacağı anlaşılmaktadır. Çünkü, Yasa'nın geçici 1. ve 2. maddesi her türden koruma alanı ile ilgili doğal ve tabii sit kararları ve bu alanların doğal ve tabii sit statüleri sona erdirilmektedir.

*15.madde ile ülke düzeyinde ‘’üstün kamu yararı’’ ve ‘’stratejik kullanımı ‘’gerektiren doğal sit alanlarında kullanma izni, intifa ve irtifak hakkının 49 yıla kadar süre ile Bakanla Kurulu Kararı ile verilebileceği hükme bağlanmıştır. Böylece otoyollar, nükleer santraller, boğaz köprüleri, HES’ler, kitle turizm tesisleri ve benzeri yatırımların önündeki koruma hukuku engeli kaldırılmıştır. İşte yasanın gizli amacı, tamamen Hükümetin kontrolü altında bulunan Ulusal Biyolojik Çeşitlilik Kurulu tarafından çok kısa süre içinde rant getirecek projeleri 1.derecede doğal sitler, milli parklar ve tabiat alanlarında yaşama geçirmektir.

*Tasarının geçici 1. maddesine göre mevcut tüm statüler kaldırılacak , Bu alanlar tekrar isimlendirilecektir. Yapılacak bu yeniden değerlendirilme sonucu, koruma statüsü özellikleri taşımadığına karar verilenler artık korunmayacaktır. Koruma statüsü özellikleri taşıdığı anlaşılanların ise yasanın 9. maddesi ile belirlenen 13 korunan alan statüsünden hangisine girdiği saptanıp bu alanlara uygun statüler ihdas edilecektir.

*Koruma ya da koruma bölgesi dışına çıkarma ile ilgili bütün kararlar, ikisi sivil toplum kuruluşlarından, dördü akademisyen olmak üzere altı temsilci ile 16 çeşitli bakanlık bürokratlarından oluşacak yirmi iki kişilik, adına Ulusal Biyolojik Çeşitlilik Kurulu denilen ve yapısı itibariyle idareye dolayısıyla hükümete bağlı bir kurul tarafından verilecektir.

*Yasa ile getirilen 13 korunan alan statüsünün uluslararası anlaşmalarda belirlenen standartlarda olmaması bir yana, bu alanların neredeyse tamamında her türlü kullanıma ve yapılaşmaya yol açacak düzenlemeler getirilmektedir.

*Yine, taraf olduğumuz uluslararası sözleşmelerden kaynaklanan koruma statülerinden bahsedilmemiş bu statülerin ne olacağı belirtilmemiştir.

*Koruma statüsündeki 13 alanın 10'unun, mutlak koruma alanı dışında kalan kısımları, her türlü kullanıma ve işletmeye açılacaktır. Koruma statüsündeki, gen koruma alanı, tabiatı koruma alanı ve yaban hayatı geliştirme sahaları ile diğer 10 koruma statüsünün mutlak korunma alanlarında bile, Bakanlar Kurulu kararıyla ülke düzeyinde, üstün kamu yararı ve stratejik kullanımı gerektiren kullanma izni, intifa ve irtifak hakkı verilebilecektir.

*Koruma alanlarına ilişkin planlama yetkisi, Çevre ve Orman Bakanlığı'na ait olacaktır. Bu planlara uygun olarak, söz konusu koruma alanları 49 yıla kadar, intifa ya da irtifak tesisi suretiyle gerçek ve tüzel kişilerin kullanımına veya işletmesine verilebilecektir. Bu kanun kapsamındaki alanlar, Bakanlığın uygun görüşü alınarak turizm bölgesi ya da merkezi olarak da ilan edilebilecektir.

İzmir Barosu'nun açıklamasından da anlaşıldığı üzere, amaç Türkiye'nin yıllardır üzerinde titrediği doğal alanlarını, bir tutam yeşilini, kar amaçlı işletmelere açmaktır. Kızıldereliler, paranın yenmeyeceğini son balık tutulduğunda beyaz adamın da anlayacağını söyler. Bakalım bu tasarıyı hazırlayan, hiç çekinmeden, yetim hakkı, kul hakkı demeden oylamaya hazırlanan AKP'li milletvekilleri de paranın yenmeyeceğini bir gün anlayacak mı? Belki de onlar gerçekten para yiyordur. Dünya garip insanlarla dolu; kimbilir? Yanılmış olmayı ve bu tasarının TBMM'den geçemeyerek yasalaşmadığını yine bu mecrada kaleme almayı içtenlikle ümit ediyorum.

2011

Yıllardır bu e-günlük (blog) aracılığıyla dertlerimi, ümidimi ve yaşam mücadelesini paylaştığım tüm dostlarıma, sarı papatyalar kadar güzel bir yıl diliyorum.

2011'de yazıları, eylemeri ve paylaşımları arttırma dileğiyle, 2010'un büyük bir bölümünü Çin'de geçirdiğim için Çince söyleyerek, (Xin Nian Kuai Le), hepimizin yeni yılını kutluyorum.

Özgür