Nükleer enerjinin
gelişimini anlamak için nükleer kazalardan önceki ve sonraki
dönemlere bakmak gerekir. Çernobil öncesi, Çernobil sonrası ve
Fukuşima sonrası nükleer endüstri çeşitli büyüme ve küçülme
dönemleri yaşadı. Bu büyük nükleer kazalar, nükleer
endüstrinin seyrini tahmin edilebileceği gibi olumsuz etkiledi.
Nükleer reaktör teknolojilerindeki değişiklikler, yeni kuşak
reaktörler ise sanıldığı gibi dünyada reaktör sayısının
artmasına yol açacak, nükleer enerjiyi popülerleştirecek
sonuçlar doğurmadı. Çünkü bu teknolojiler “kazasız nükleer
santral” garantisini vermekten uzak. Nükleer enerjinin görece
ilerlemeleri ise daha çok nükleer endüstri dışı krizlerin
nükleer endüstri tarafından güçlü pazarlama kampanyalarıyla
lehlerine kullanılmasıyla yaşandı.
1973'teki petrol
krizi, iklim krizi ve Rusya'ya bağımlılık korkusuyla Avrupa'da
etkili olan doğalgaz krizi, bu kısa süreli ilerlemelere örnek
gösterilebilir. Fransa'nın nükleer enerji bağımlılığının en
büyük nedeni 1973'teki petrol krizi sonrası agresif bir nükleer
enerji politikası yürütmesidir. Devlet eliyle desteklenen ve fosil
yakıtlara bağımlılığın azaltılmasını amaçlayan bu
programın sonucunda Fransa bugün elektriğinin yüzde 77'sini1
nükleer santrallerden sağlayan bir ülke olmuştur. Elektrikte
nükleere bu kadar bağımlı başka bir ülke yoktur. Buna rağmen,
dünyada ABD'den sonra en çok nükleer reaktöre sahip ülke
Fransa'nın (58 reaktör) enerjide dışa bağımlılık oranı yüzde
51,30'dur. Avrupa'da enerji ithalatçısı konumundaki tek ülke ise
hiç nükleer reaktörü olmayan Danimarka'dır. Bu istatistik,
enerjinin elektrikten ibaret olmadığını göstermesi ve
Türkiye'nin enerjide dışa bağımlılık sorununu nükleer santral
kurmakla çözemeyeceğini anlatması açısından önemlidir.
1970'lerde fosil yakıtlardan kaçmanın tek yolunun nükleer
enerjinin kucağına atlamak olduğu söylenebilir. Günümüz
koşullarında ise elektrik üretiminde nükleere mahkum olunmadığı
açık. Bu nedenle petrol fiyatlarının 100 doların üzerinde
seyrettiği günlerde bile “tek yol nükleer” diye çığlık
atan ülkelerin ortalıkta gezinmemesine şaşırmamalı.
Nükleer endüstrinin
fırsata çevirdiği ikinci kriz ise iklim değişikliği oldu. Yapım
ve uranyumun çıkarılması sırasında atmosfere bırakılan
emisyonları “hesaba katmadan” kendisini “karbonsuz” bir
enerji kaynağı şeklinde tanıtan nükleer enerji, Çernobil
kazasının unutulmasını da fırsat bilerek 2000'li yılların
başında yeni bir pazarlama hamlesi yaptı. Fransa'nın milyarlarca
dolar yatırdığı nükleer endüstrisini atıl bırakmamak için
sahip olduğu fazla kapasiteye rağmen yapımına başladığı
Flamanville-3 sayılmazsa adına “nükleer rönesans” denen bu
hamle Batı'da Finlandiya'daki Olkiliuoto-3 reaktörüyle ses buldu.
Fukuşima'daki kaza nükleer rönesans kampanyasına son noktayı
koymuş gibi görünse de aslında rönesans başlamadan bitmişti.
Fransa ve Finlandiya'daki bu son model reaktörlerin (3+ kuşak,
Avrupa Basınçlı Su Reaktörü-EPR) inşası sırasında ortaya
çıkan teknik aksaklıklar, uzayan yapım süreleriyle artan
maliyetler buna işaret ediyordu. Finlandiya’da inşaatına 2005’te
başlanan reaktörün 2009’da devreye girmesi bekleniyordu. İnşaat
hâlâ sürüyor. Reaktörün 2014'te bile elektrik üretemeyeceği
birkaç ay önce açıklandı ve yeni bir tarih verilmedi2.
10 yıla varan bu gecikme sonucunda 3 milyar avroya mal olması
beklenen reaktörün maliyeti “en azından” 6 milyar avroyu
geçti. Fransa’da yapımı süren aynı tip reaktörün kaderi de
aynı oldu. İnşaatına Finlandiya’dan iki yıl sonra başlanan
reaktör de söylenildiği gibi dört yılda bitirilemedi. 2016
yılında biterse Fransızlar bayram edecek. Maliyeti de yine
söylendiği gibi 3 milyar avroda kalmadı, şimdiden 6 milyarı
garantiledi. Bu fiyatlarla nükleerin değil ABD'de olduğu gibi ucuz
doğalgazla baş etmesi, yenilenebilir enerjiyle rekabet etmesi bile
mümkün görünmüyor. Tüm bunlar Batı Avrupa'da yeni reaktör
kurmaya hevesli tek ülke İngiltere'yi de endişelendiriyor.
Almanya'nın dev enerji şirketleri RWE ve E.ON, İngiltere'de 6 bin
megavat(MW) gücünde nükleer santral kurmaya hazırlanıyordu ama
Fukuşima sonrası yaşanan gelişmeler bu iki devi, 19 milyar
avroluk bu projeden çekilmeye zorladı. Şimdi İngiltere'nin umudu,
Finlandiya ve ülkesindeki inşaatlarda sınıfı geçememiş Fransa.
Almanya'nın nükleer santrallerini kapatmaya başlaması ve 2022'ye
kadar hepsinin kapısına kilit vuracak olması RWE ve E.ON'un bu
kararında etkili oldu. Aynı Fukuşima sonrası Siemens'in nükleer
enerjiden tamamen çekilmesinde olduğu gibi.
Fukuşima sonrası Almanya
ve İsviçre'nin nükleerden çıkış kararı alması, Belçika ve
İspanya'nın bu yöndeki tavırlarına devam etmesi, İtalya,
İrlanda, Avusturya, Norveç, Yunanistan, Portekiz gibi birçok
Avrupa ülkesinin nükleer enerjiyi defterden neredeyse tamamen
silmesi nükleer endüstriyi belki de Çernobil sonrası dönemden
bile daha zor bir duruma soktu. Dünyadaki çalışabilir 435
reaktörün 212'sine sahip üç ülkesinde (ABD, Japonya ve Fransa)
Çernobil'den sonra bile bu kadar ciddi bir nükleer karşıtlığı
görülmemişti. Fransa'nın nükleerin elektrik üretimindeki payını
azaltma seçeneklerini tartışmaya başlaması, Japonya'nın
Fukuşima'dan sonra sağlam kalan 50 reaktörden sadece bir tanesini
çalıştırıyor oluşu ve ABD'de nükleer atıkların depolanması
için düşünülen Yucca Dağı projesinin iptali nükleer dünyanın
amiral gemilerinde bile kafaları karıştırdı. Avrupa ve Kuzey
Amerika'da kurulacak birkaç yeni nükleer reaktörün bile bundan
sonra tüm dünyada, ister adına rönesans ister devrim deyin, bu
türde bir eğilim yaratması oldukça zor. Nükleer endüstri hem
eldeki insan gücünü tutabilmek, hem de teknolojik yatırımları
finanse edebilecek siparişleri almak için gözlerini Doğu'ya,
özellikle de Çin ve Hindistan'a çevirmiş durumda.
UAEA'na göre şu
anda yapımı süren 63 reaktörün 26'sı Çin'de, 11'i Rusya'da ve
7 tanesi de Hindistan'da. Bu üç ülkeyi bir kenara koyduğunuzda
aralarında yapımına 1981 yılında başlanmış Arjantin'deki
Atuça-2 gibi ne zaman biteceği şüpheli reaktörlerin de olduğu
bir grup kalıyor. Rusya'daki reaktörlerin iki tanesi prototip, 35
megavat güce sahip üniteler. Geri kalan dokuz ünitenin arasında
Kursk-6 gibi 1985'ten beri bir türlü bitirilemeyen reaktörler var.
Kısaca UAEA'nın listesinde yer alan bu “63” rakamı da size
gerçek durumu anlatmıyor. Dünyada elektrik ihtiyacı hiç
tartışmasız herkesten daha fazla olan Çin bile Fukuşima sonrası
yeni nükleer reaktörlere lisans vermeyi dondurdu. Petrol ve
doğalgazda dışa bağımlı Çin'in yenilenebilir enerji ve enerji
verimliliğine nükleer enerjiden daha fazla yatırım yaptığını
söylemek yanlış olmaz. Çin'de kurulu rüzgar gücü son beş
yılda 50 kat artarak 63 gigavata (GW) ulaştı. Güneş fotovoltaik
kurulu gücü de yine 47 kat artarak 3,8 gigavat oldu. Aynı dönemde
Çin'in kurulu nükleer gücü sadece yüzde 1,5 oranında arttı ve
12 gigavata ulaştı3.
Çin, yapım halindeki 26 reaktörü (27,4 GW) 2020'ye kadar
bitirirse o tarihte 40 GW'lık bir nükleer kurulu güce ulaşmış
olacak. Çin Ulusal Enerji Müdürlüğü'nün açıkladığı
hedeflere göre ise Çin'in o tarihte 200 GW rüzgar kurulu gücüne
ulaşması bekleniyor4.
Hedefler her iki kaynak için de tutturulursa 2020 yılında Çin'in
rüzgar kurulu gücü nükleer enerjinin dört katından fazla
olacak. Tahminen rüzgardan üretilen elektriğin payı da nükleeri
geçecek. Nükleer enerjinin Çin'deki elektrik tüketiminin sadece
yüzde 1,85'ini karşıladığını ve Çin'in rüzgar enerjisi için
2050 hedefinin 1000 GW olduğunu da hatırlatalım.
Tüm bu tablodan
Türkiye'nin çıkaracağı onlarca sonuç var biz sadece birkaç
tanesini yazalım. Almanya gibi Türkiye'den üç kat daha fazla
elektrik tüketen bir endüstri devi yoluna nükleersiz devam
edebiliyorsa Türkiye gibi yenilenebilir enerji kaynakları açısından
Almanya'dan çok daha şanslı bir ülke rahat rahat devam eder. Bu
birinci sonuç. İkinci sonuç ise daha politik. Dünyada nükleer
endüstrinin pazar bulduğu ülkeler, ağırlıklı olarak, demokrasi
düzeyinin tartışmalı olduğu, halkın fikrinin sorulmadığı,
nükleer atık, kaza sonrası sorumluluk gibi hayati konuların
gündeme bile alınmadığı ülkelerden oluşuyor. Türkiye'nin
nükleer endüstri için iyi bir pazar işareti vermesi bu açılardan
da tartışılmazsa ileride ülkeye büyük zarar verir. Rusya'nın
Belarus ve Ukrayna ile olan ilişkileri, bu ülkelerde nükleer
enerjinin mevcut hükümetlerce desteklenmesi, nükleer karşıtlarına
bu ülkelerde uygulanan baskılar, nükleer enerjinin beraberinde
neleri getirdiği sorusunun da sorulmasına neden oluyor. Nükleer
enerjinin yapısı itibariyle anti-demokratik olduğunu ve otoriter
rejimlerde daha rahat yayıldığını söylemek mümkün.
Son sonuç ise teknolojik
gelişme ve istihdamla ilgili. Teknoloji transferi ve istihdam
açısından yenilenebilir enerji kaynakları Türkiye gibi gelişme
yönündeki ülkelere daha fazla fırsat tanıyor. Türkiye'nin yerli
nükleer reaktör üretmek için harcayacağı para yerli bir rüzgar
türbini üretmek için harcayacağından daha fazla. Yerli reaktörün
AR-GE masraflarını karşılaması için ihraç edilmesi de gerekir
ki, bu da yerli bir rüzgar türbini satmaktan kat ve kat daha zor.
Çin'in, İspanya'nın güneş ve rüzgar enerjisinde kısa zamanda
ihracat yapan ülkeler arasına girmesi gözden kaçırılmamalı.
---
*Bu yazının kaleme alındığı tarih Ağustos 2012'dir.
1UAEA.
2Finland's
Olkiluoto 3 nuclear plant delayed again.
http://www.bbc.co.uk/news/world-europe-18862422
adresinde 24 Ağustos 2012 tarihinde görüldü.
3The
World Nuclear Industry Status Report 2012, sf. 6.
4China
Increases Target for Wind Power Capacity to 1,000 GW by 2050
http://www.renewableenergyworld.com/rea/news/article/2012/01/china-increases-target-for-wind-power-capacity-to-1000-gw-by-2050
adresinde 24 Ağustos 2012 tarihinde görüldü.