Rönesans etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Rönesans etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Nükleer rönesansın sonu Fukuşima oldu

Özgür Gürbüz-EnergyTurk/Ekim 2012*

Nükleer enerjinin gelişimini anlamak için nükleer kazalardan önceki ve sonraki dönemlere bakmak gerekir. Çernobil öncesi, Çernobil sonrası ve Fukuşima sonrası nükleer endüstri çeşitli büyüme ve küçülme dönemleri yaşadı. Bu büyük nükleer kazalar, nükleer endüstrinin seyrini tahmin edilebileceği gibi olumsuz etkiledi. Nükleer reaktör teknolojilerindeki değişiklikler, yeni kuşak reaktörler ise sanıldığı gibi dünyada reaktör sayısının artmasına yol açacak, nükleer enerjiyi popülerleştirecek sonuçlar doğurmadı. Çünkü bu teknolojiler “kazasız nükleer santral” garantisini vermekten uzak. Nükleer enerjinin görece ilerlemeleri ise daha çok nükleer endüstri dışı krizlerin nükleer endüstri tarafından güçlü pazarlama kampanyalarıyla lehlerine kullanılmasıyla yaşandı.

1973'teki petrol krizi, iklim krizi ve Rusya'ya bağımlılık korkusuyla Avrupa'da etkili olan doğalgaz krizi, bu kısa süreli ilerlemelere örnek gösterilebilir. Fransa'nın nükleer enerji bağımlılığının en büyük nedeni 1973'teki petrol krizi sonrası agresif bir nükleer enerji politikası yürütmesidir. Devlet eliyle desteklenen ve fosil yakıtlara bağımlılığın azaltılmasını amaçlayan bu programın sonucunda Fransa bugün elektriğinin yüzde 77'sini1 nükleer santrallerden sağlayan bir ülke olmuştur. Elektrikte nükleere bu kadar bağımlı başka bir ülke yoktur. Buna rağmen, dünyada ABD'den sonra en çok nükleer reaktöre sahip ülke Fransa'nın (58 reaktör) enerjide dışa bağımlılık oranı yüzde 51,30'dur. Avrupa'da enerji ithalatçısı konumundaki tek ülke ise hiç nükleer reaktörü olmayan Danimarka'dır. Bu istatistik, enerjinin elektrikten ibaret olmadığını göstermesi ve Türkiye'nin enerjide dışa bağımlılık sorununu nükleer santral kurmakla çözemeyeceğini anlatması açısından önemlidir. 1970'lerde fosil yakıtlardan kaçmanın tek yolunun nükleer enerjinin kucağına atlamak olduğu söylenebilir. Günümüz koşullarında ise elektrik üretiminde nükleere mahkum olunmadığı açık. Bu nedenle petrol fiyatlarının 100 doların üzerinde seyrettiği günlerde bile “tek yol nükleer” diye çığlık atan ülkelerin ortalıkta gezinmemesine şaşırmamalı.

Nükleer endüstrinin fırsata çevirdiği ikinci kriz ise iklim değişikliği oldu. Yapım ve uranyumun çıkarılması sırasında atmosfere bırakılan emisyonları “hesaba katmadan” kendisini “karbonsuz” bir enerji kaynağı şeklinde tanıtan nükleer enerji, Çernobil kazasının unutulmasını da fırsat bilerek 2000'li yılların başında yeni bir pazarlama hamlesi yaptı. Fransa'nın milyarlarca dolar yatırdığı nükleer endüstrisini atıl bırakmamak için sahip olduğu fazla kapasiteye rağmen yapımına başladığı Flamanville-3 sayılmazsa adına “nükleer rönesans” denen bu hamle Batı'da Finlandiya'daki Olkiliuoto-3 reaktörüyle ses buldu. Fukuşima'daki kaza nükleer rönesans kampanyasına son noktayı koymuş gibi görünse de aslında rönesans başlamadan bitmişti. Fransa ve Finlandiya'daki bu son model reaktörlerin (3+ kuşak, Avrupa Basınçlı Su Reaktörü-EPR) inşası sırasında ortaya çıkan teknik aksaklıklar, uzayan yapım süreleriyle artan maliyetler buna işaret ediyordu. Finlandiya’da inşaatına 2005’te başlanan reaktörün 2009’da devreye girmesi bekleniyordu. İnşaat hâlâ sürüyor. Reaktörün 2014'te bile elektrik üretemeyeceği birkaç ay önce açıklandı ve yeni bir tarih verilmedi2. 10 yıla varan bu gecikme sonucunda 3 milyar avroya mal olması beklenen reaktörün maliyeti “en azından” 6 milyar avroyu geçti. Fransa’da yapımı süren aynı tip reaktörün kaderi de aynı oldu. İnşaatına Finlandiya’dan iki yıl sonra başlanan reaktör de söylenildiği gibi dört yılda bitirilemedi. 2016 yılında biterse Fransızlar bayram edecek. Maliyeti de yine söylendiği gibi 3 milyar avroda kalmadı, şimdiden 6 milyarı garantiledi. Bu fiyatlarla nükleerin değil ABD'de olduğu gibi ucuz doğalgazla baş etmesi, yenilenebilir enerjiyle rekabet etmesi bile mümkün görünmüyor. Tüm bunlar Batı Avrupa'da yeni reaktör kurmaya hevesli tek ülke İngiltere'yi de endişelendiriyor. Almanya'nın dev enerji şirketleri RWE ve E.ON, İngiltere'de 6 bin megavat(MW) gücünde nükleer santral kurmaya hazırlanıyordu ama Fukuşima sonrası yaşanan gelişmeler bu iki devi, 19 milyar avroluk bu projeden çekilmeye zorladı. Şimdi İngiltere'nin umudu, Finlandiya ve ülkesindeki inşaatlarda sınıfı geçememiş Fransa. Almanya'nın nükleer santrallerini kapatmaya başlaması ve 2022'ye kadar hepsinin kapısına kilit vuracak olması RWE ve E.ON'un bu kararında etkili oldu. Aynı Fukuşima sonrası Siemens'in nükleer enerjiden tamamen çekilmesinde olduğu gibi.

Fukuşima sonrası Almanya ve İsviçre'nin nükleerden çıkış kararı alması, Belçika ve İspanya'nın bu yöndeki tavırlarına devam etmesi, İtalya, İrlanda, Avusturya, Norveç, Yunanistan, Portekiz gibi birçok Avrupa ülkesinin nükleer enerjiyi defterden neredeyse tamamen silmesi nükleer endüstriyi belki de Çernobil sonrası dönemden bile daha zor bir duruma soktu. Dünyadaki çalışabilir 435 reaktörün 212'sine sahip üç ülkesinde (ABD, Japonya ve Fransa) Çernobil'den sonra bile bu kadar ciddi bir nükleer karşıtlığı görülmemişti. Fransa'nın nükleerin elektrik üretimindeki payını azaltma seçeneklerini tartışmaya başlaması, Japonya'nın Fukuşima'dan sonra sağlam kalan 50 reaktörden sadece bir tanesini çalıştırıyor oluşu ve ABD'de nükleer atıkların depolanması için düşünülen Yucca Dağı projesinin iptali nükleer dünyanın amiral gemilerinde bile kafaları karıştırdı. Avrupa ve Kuzey Amerika'da kurulacak birkaç yeni nükleer reaktörün bile bundan sonra tüm dünyada, ister adına rönesans ister devrim deyin, bu türde bir eğilim yaratması oldukça zor. Nükleer endüstri hem eldeki insan gücünü tutabilmek, hem de teknolojik yatırımları finanse edebilecek siparişleri almak için gözlerini Doğu'ya, özellikle de Çin ve Hindistan'a çevirmiş durumda.

UAEA'na göre şu anda yapımı süren 63 reaktörün 26'sı Çin'de, 11'i Rusya'da ve 7 tanesi de Hindistan'da. Bu üç ülkeyi bir kenara koyduğunuzda aralarında yapımına 1981 yılında başlanmış Arjantin'deki Atuça-2 gibi ne zaman biteceği şüpheli reaktörlerin de olduğu bir grup kalıyor. Rusya'daki reaktörlerin iki tanesi prototip, 35 megavat güce sahip üniteler. Geri kalan dokuz ünitenin arasında Kursk-6 gibi 1985'ten beri bir türlü bitirilemeyen reaktörler var. Kısaca UAEA'nın listesinde yer alan bu “63” rakamı da size gerçek durumu anlatmıyor. Dünyada elektrik ihtiyacı hiç tartışmasız herkesten daha fazla olan Çin bile Fukuşima sonrası yeni nükleer reaktörlere lisans vermeyi dondurdu. Petrol ve doğalgazda dışa bağımlı Çin'in yenilenebilir enerji ve enerji verimliliğine nükleer enerjiden daha fazla yatırım yaptığını söylemek yanlış olmaz. Çin'de kurulu rüzgar gücü son beş yılda 50 kat artarak 63 gigavata (GW) ulaştı. Güneş fotovoltaik kurulu gücü de yine 47 kat artarak 3,8 gigavat oldu. Aynı dönemde Çin'in kurulu nükleer gücü sadece yüzde 1,5 oranında arttı ve 12 gigavata ulaştı3. Çin, yapım halindeki 26 reaktörü (27,4 GW) 2020'ye kadar bitirirse o tarihte 40 GW'lık bir nükleer kurulu güce ulaşmış olacak. Çin Ulusal Enerji Müdürlüğü'nün açıkladığı hedeflere göre ise Çin'in o tarihte 200 GW rüzgar kurulu gücüne ulaşması bekleniyor4. Hedefler her iki kaynak için de tutturulursa 2020 yılında Çin'in rüzgar kurulu gücü nükleer enerjinin dört katından fazla olacak. Tahminen rüzgardan üretilen elektriğin payı da nükleeri geçecek. Nükleer enerjinin Çin'deki elektrik tüketiminin sadece yüzde 1,85'ini karşıladığını ve Çin'in rüzgar enerjisi için 2050 hedefinin 1000 GW olduğunu da hatırlatalım.

Tüm bu tablodan Türkiye'nin çıkaracağı onlarca sonuç var biz sadece birkaç tanesini yazalım. Almanya gibi Türkiye'den üç kat daha fazla elektrik tüketen bir endüstri devi yoluna nükleersiz devam edebiliyorsa Türkiye gibi yenilenebilir enerji kaynakları açısından Almanya'dan çok daha şanslı bir ülke rahat rahat devam eder. Bu birinci sonuç. İkinci sonuç ise daha politik. Dünyada nükleer endüstrinin pazar bulduğu ülkeler, ağırlıklı olarak, demokrasi düzeyinin tartışmalı olduğu, halkın fikrinin sorulmadığı, nükleer atık, kaza sonrası sorumluluk gibi hayati konuların gündeme bile alınmadığı ülkelerden oluşuyor. Türkiye'nin nükleer endüstri için iyi bir pazar işareti vermesi bu açılardan da tartışılmazsa ileride ülkeye büyük zarar verir. Rusya'nın Belarus ve Ukrayna ile olan ilişkileri, bu ülkelerde nükleer enerjinin mevcut hükümetlerce desteklenmesi, nükleer karşıtlarına bu ülkelerde uygulanan baskılar, nükleer enerjinin beraberinde neleri getirdiği sorusunun da sorulmasına neden oluyor. Nükleer enerjinin yapısı itibariyle anti-demokratik olduğunu ve otoriter rejimlerde daha rahat yayıldığını söylemek mümkün.

Son sonuç ise teknolojik gelişme ve istihdamla ilgili. Teknoloji transferi ve istihdam açısından yenilenebilir enerji kaynakları Türkiye gibi gelişme yönündeki ülkelere daha fazla fırsat tanıyor. Türkiye'nin yerli nükleer reaktör üretmek için harcayacağı para yerli bir rüzgar türbini üretmek için harcayacağından daha fazla. Yerli reaktörün AR-GE masraflarını karşılaması için ihraç edilmesi de gerekir ki, bu da yerli bir rüzgar türbini satmaktan kat ve kat daha zor. Çin'in, İspanya'nın güneş ve rüzgar enerjisinde kısa zamanda ihracat yapan ülkeler arasına girmesi gözden kaçırılmamalı. 

---

*Bu yazının kaleme alındığı tarih Ağustos 2012'dir.
1UAEA.
2Finland's Olkiluoto 3 nuclear plant delayed again. http://www.bbc.co.uk/news/world-europe-18862422 adresinde 24 Ağustos 2012 tarihinde görüldü.
3The World Nuclear Industry Status Report 2012, sf. 6.
4China Increases Target for Wind Power Capacity to 1,000 GW by 2050 http://www.renewableenergyworld.com/rea/news/article/2012/01/china-increases-target-for-wind-power-capacity-to-1000-gw-by-2050 adresinde 24 Ağustos 2012 tarihinde görüldü.