Çevremizi tanıyalım

Dünyanın çok ciddi bir enerji ve gıda krizi yaşadığı günümüzde, Türkiye'nin yedi bölgesine bakıp da 'çevremizi tanıyalım' demek için cesaret ve çevre bilinci gerekiyor. Kurumuş göllerden toprak kaybına, atık meselelerinden orman yağmalarına ve doldurulmuş sahillere kadar, her şey ortada aslında. Gelin, çevremizi tanımakla kalmayıp onunla barışalım..

Özgür Gürbüz-Sabah Pazar/20 Nisan 2008

Marmara Bölgesi
Sanayi ve kentleşmenin yoğunluğu, Marmara Bölgesi'ni çevre sorunlarının hemen her türüyle karşı karşıya bırakıyor. Dünyanın oksijeni en bol ikinci bölgesi Kaz Dağları, altın madencilerinin hücumuna uğramış durumda. Çanakkale sınırları içerisinde birçok kömür ve doğalgaz santralı kurulması planlanıyor. Ergene Havzası'ndaki kirlilik yıllardır sürüyor; Dilovası ise adını tarihe kanser ovası olarak yazdırdı. Bölgede kanserden ölenlerin oranı yüzde 30'lara yaklaşıyor. İstanbul ise trafikten çarpık kentleşmeye kadar birçok çevre sorunu ile karşı karşıya. Türkiye'de trafiğe kayıtlı araçların yaklaşık dörtte biri İstanbul'da. İstanbul Boğazı'ndaki tanker trafiği başlı başına bir sorun. Boğazın üstünden geçecek üçüncü köprü birçok uzmana göre kentin sonunu getirecek. İzmit, sanayi kaynaklı sorunlarla anılır halde, çözüm olarak öne sürülen atık yakma tesisi İzaydaş bile, kimilerine göre başlı başına bir kirlilik kaynağı. Tuzla sadece tersane kazalarıyla değil, zehirli varilleriyle de anılıyor. Bursa'da Cargill ile anılan tarım alanlarına sanayi tesisi kurulması tartışması devam ediyor. Su ve hava kirliliği, sanayi kaynaklı sorunlar çözülmüş değil. Bursa Kocaçay Deltası'ndaki su kaynakları da şehir ve sanayi atıkları nedeniyle kirlenmeye devam ediyor. Balıkesir'deki Manyas Kuş Cenneti, çevredeki işletmeler tarafından bırakılan atıklar, küresel ısınma ve ilgisizlik yüzünden can çekişiyor. Tekirdağ'da deri ve tekstil fabrikalarının atıkları sorun yaratıyor.

Karadeniz Bölgesi
Karadeniz'le Karadenizli arasına sınır çeken sahil yolu projesi hayata geçirildi. Projeye çevreciler kumsallara, koylara, doğal yapıya zarar verecek diye karşı çıktılar. Doğu Karadeniz'de başta Yusufeli, Fındıklı olmak üzere birçok baraj projesi var. Barajlara olan tepki, Orta ve Batı Karadeniz'e gelince termik ve nükleer santrallara karşı yoğunlaşıyor. Samsun'un en verimli tarım arazilerinin olduğu Çarşamba ile Tekkeköy arasına altı termik santral planlanıyor. Samsun'daki mobil santrallara karşı hukuki mücadele sürüyor. Amasra ve Bartın'a da termik santral kurulmak isteniyor. Sinop'un derdi de tepkisi de daha büyük. Kentin duvarları 'nükleer santrala hayır' diyen afişlerle kaplı. Çernobil faciasını yaşamış olan Karadenizli nükleere çok tepkili. Türk Tabipler Birliği ve Hopa Belediyesi'nin 2006 yılında açıkladığı araştırmaya göre Hopa'da ölümlerin yüzde 47'si kanserden. Karadeniz'deki ilk resmi kanser taramasında, 11 yıl içinde 15 bine yakın kanserli hasta tespit edildi. Sağlık Bakanı Recep Akdağ, "Asıl Çernobil, cebinde sigara taşıyan her vatandaşın üzerinde" dedi. Nükleer tartışma devam ederken denizlerdeki kirlilik de durmadı. Türkiye'nin en kirli denizi olan Karadeniz, komşu ülkelerden ve Tuna Nehri'yle Avrupa'dan gelen kirlilikle mücadele ediyor. Trabzon Çamburnu'nda kurulması düşünülen çöp depolama tesisi, "Cennet bahçesine çöp tesisi olur mu?"diyen çevrecilerin tepkisiyle karşı karşıya. Sadece kıyılar değil, iç bölgeler de sorunlu. Nesli tehlike altındaki su samurlarına, küçük akbaba, puhu ve kızböceği gibi türlere ev sahipliği yapan Yeşilırmak'daki kirlilik Amasya'da toplu balık ölümleriyle su yüzüne çıktı. Gümüşhane Cerattepe'deki altın madeni ise, tartışmalara rağmen işletilmeye devam ediyor.

Doğu Anadolu Bölgesi
Doğu Anadolu'nun denizi olarak bilinen Van Gölü'nde tespit edilen yüksek derecede koli basili değerleri, insan sağlığı için ciddi tehlike oluşturuyor. Van'ın artan nüfusu ve atık su arıtma, burada da sorun. Bir başka risk ise, Türkiye sınırına 16 kilometre uzaktaki Metzamor Nükleer Santralı. Dünyanın en tehlikeli santralları arasında gösterilen Metzamor, sadece Iğdır için değil, tüm dünya için bir tehlike. Tunceli'de Munzur Nehri üzerine kurulmaya çalışılan sekiz baraj ve altın madenciliği başlıca çevre sorunları. Türkiye'nin ilk milli parkı olan Munzur Vadisi Milli Parkı'na bir dizi baraj yapılmasına tepki çok. Bölgede orman yangınları da sorun yaratıyor. Erzincan Karasu Nehri'nde yaşanan kirlilik, endişe verici boyutlarda. Hakkari'de çöp sorunu devam ediyor. Yüksekova Nehir Kuş Sazlığı'nın durumu, Zap Nehri'ne yapılmak istenen barajlar, tartışılıyor. Bölgenin en büyük kentlerinden Erzurum'un hava kirliliği sorunu ise, bölge halkı gündeminin ilk sıralarında. Kars Çayı'nın kirlilik sorunu çözülmeye çalışılıyor.

Ege Bölgesi
Türkiye'deki yeşil hareketin başlangıç noktalarından olan Ege Bölgesi, özellikle doğa koruma alanında verilen hukuk mücadeleleriyle akla geliyor. Çevreci avukatlarıyla ünlü İzmir'in son başarı öyküsü Kültürpark'ın altına yapılması planlanan otoparkın Danıştay tarafından durdurulmasıydı. Bakanlar Kurulu kararlarıyla çalışan Gökova, Yatağan ve Yeniköy termik santralları, Bergama'da AİHM kararına rağmen çalışan altın madeni, tüm Türkiye'de çevre sorunu denince ilk akla gelen örnekler arasında. Yatağan Santralı filtrelere kavuştu ama ikinci santral planları ve kömür havzalarının genişletilmesi nedeniyle yerinden edilecek köylüler mutlu değil. Uşak-Eşme ve İzmir-Efemçukuru'nda da altın madenlerine itiraz sürüyor. Gemi söküm tesisleriyle anılan Aliağa'ya termik santral kurulması gündemde. Marmaris, dünyaca ünlü çam balını korumak için manganez madenine karşı yürüyor. Balık çiftlikleri ve beton canavarlar, başta Bodrum olmak üzere neredeyse tüm kıyı şeridini tehdit ediyor. Balık çiftliklerinden şikâyetçi olan bir başka bölge de, çiftliklerin taşınması planlanan Dilek Yarımadası Milli Parkı kıyıları. Küresel ısınmayla birlikte artması beklenen orman yangınları her yaz ciddi ekolojik sorunlar yaratıyor. Bodrum'da yapılan ve yapılması düşünülen golf sahaları, doldurulan kıyı alanları, bölgenin doğal güzelliğini sonsuza dek yok ediyor. Menderes nehirleri kirlendi. İzmir Kuş Cenneti'nin koruma statüsü kaldırıldı. Bafa Gölü kurudu haberleri herkesi dehşete düşürdü. Bir de Allianoi var. İzmir'in Expo tanıtımına kapak olan 1800 yıllık termal merkezi, Yortanlı Barajı'nın suları altında kalmak üzere.

Akdeniz Bölgesi
Akdeniz Bölgesi aynı Ege gibi 'beton canavar'ın saldırısıyla karşı karşıya. Mersin'den Silifke'ye kadar olan sahil yollarında muz bahçeleri yerine artık dev tatil siteleri var. Silifke'den ötesinde ise 240 bin yıl radyoaktif kalacak atıkları, kaza riski ve ekonomik soru işaretleriyle Akkuyu'ya kurulmak istenen nükleer santral projesi yer alıyor. Ecemiş Fay Hattı 25 km. ötesinde santralı bekliyor. Göller Bölgesi'nde tehlike çanları çalıyor. Evsel ve sanayi atıkları gelişigüzel bir şekilde Burdur Gölü'ne boşaltılıyor. Eğirdir Gölü'ndeki kirliliğin araştırılması için TBMM'de komisyon kurulması istendi. Halkın desteklediği komisyon henüz kurulmadı ama karşı çıktığı golf sahaları birçok yerde kuruldu. Sorgun Ormanı ve Belek karşı çıkışın odak noktası oldu. 2007 başında Antalya'da taş ocağı ve maden ruhsatı alanların sayısı bin 600'ü geçti. En son Kurşunlu köylüleri taş ocağına karşı eylem yaptı. Tarsus, atık yakma tesisine karşı mücadele etti ve ÇED olumlu kararını iptal ettirdi. Adana ise Tarsus gibi birlik olamadı. Ceyhan'da Türkiye'nin en büyük termik santrallarından Sugözü Santralı kuruldu. Petrol boru hattı, rafineri planları bölgedeki çevresel riski artırdı. Tufanbeyli'de bir başka termik santral yolda. Biraz içeride Osmaniye'de ise Kastabala Antik Kenti'nin yanına çimento fabrikası kurulmak isteniyor. Tüm bu planların, yaratacağı yerel sorunların yanında küresel ısınmaya etkisi de ciddi boyutlarda. Silifke'deki Göksu Deltası, kaçak kum alımı, kaçak avcılık ve sazlıkların yakılması sorunları ile karşı karşıya. Afşin-Elbistan kömür santralının CO2 emisyonlarının küresel ısınmaya katkısı birçok ülkeden fazla. Santrala yönelik, yöreden gelen şikâyetler de dinmiyor. Maraş'ın Pazarcık Ovası'nın verimli arazilerine çimento fabrikası kurulmak isteniyor.

İç Anadolu Bölgesi
Tuz Gölü, 90 yılda yüzde 85 küçüldü. Bu gidişle gölün 2015 yılında tamamen kuruyacağı öne sürülüyor. Konya'nın günde 125 bin tonu bulan atığı göle boşalıyor. Kuraklık, Konya'da bulunan 60 bin kuyudan 41 bini kaçak. Konya, Burdur ve Isparta çevresindeki göllerin yanı sıra, Hotamış, Suğla, Seyfe gölleri, Eşmekaya Sazlığı ve Akgöl'de kuraklık problemi var. Akşehir, Eber, Beyşehir ve Meke gölleri ile, Sultansazlığıda, yok olma riski altında. Eskişehir'deki Porsuk Çayı'nda kirlilik had safhada. Bölgede kurumayan, kirlenmeyen su yok gibi. Zaten su da pek yok. Başkent Ankara'da geçtiğimiz yıl kesecek su bile kalmadı. İç Anadolu'nun erozyon riski de yüksek. Hasanoğlan Kasabası sayıları 20'yi geçen taş ocaklarından musdarip. Bölgedeki tüm büyük kentlerde hava kirliliği ve kentsel atık sorunu var. Altı ilin kanalizasyonu Kızılırmak'a boşalıyor.

Güneydoğu Anadolu Bölgesi
Güneydoğu Anadolu Projesi bölgeye yeni fırsatlar getirdiği kadar sorunlar da getirdi. Bilinçsiz sulama nedeniyle Harran Ovası'nda 3 bin 400 hektar alanda 'tuzlanma' meydana geldi. Tuzlanmanın yanı sıra bölgede yaşanan çarpık kentleşme, yetersiz arıtma tesisleri, mevcut su kaynakları için de tehdit oluşturmaya başladı. Başta Diyarbakır olmak üzere tüm kentlerin arıtma tesisi ihtiyacı var. Mardin'de tüm kenti kaplayan bir kanalizasyon sitemi yok. Foseptik çukurları devrede. Barajlar diyarı olan Güneydoğu'da baraj gölleri çöp deposu olarak da kullanılıyor. Şanlıurfa ve Adıyaman illerinin atıkları Atatürk Barajı'nın gölüne, Gaziantep'e bağlı Nizip'in atıkları Hancağız Barajı'na akıyor. Gecekondulaşma sorunu yaşanan Batman'da da kanalizasyon büyük bir problem. Batman'ın bir başka sorunu ise binlerce yıllık Hasankeyf'in Ilısu Barajı'nın suları altında kalacak olması. Baraj projesine karşı çıkanların bir başka nedeni ise yaklaşık 40 bin kişinin göç edecek olması. Silopi'de önce mobil olarak kurulan termik santral, zaman içinde eklenen ünitelerle de giderek büyüdü. Santralla birlikte tepkiler de büyüdü ve bir harekete dönüştü.

Yakıt mı, yemek mi?

Tüm dünyada pirinç ve buğday stoklarının azalması nedeniyle fırlayan fiyatlar yüzünden gıda krizi yaşanıyor. Diğer taraftan, yıllardır küresel bir ekolojik krizin kapısında olduğumuz söylenip duruyor. Medyada yer alan haberlere bakınca, bu kapıdan çoktan geçtiğimiz açıkça anlaşılıyor. Bu dosyanın üçüncü sayfasındaki Türkiye haritası da hepimize bugünü ve yarını gösteriyor.

Özgür Gürbüz – Sabah Pazar / 20 Nisan 2008

Garip şeyler oluyor etrafımızda. Yoksulun aç kalmama umudu ekmeğin fiyatı, otomobilden daha hızlı artıyor. Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellick, artan gıda fiyatlarının 100 milyon kişiyi daha yoksulluğa iteceğini söylüyor. Zoellick, açıklamasını yaparken sağ elinde bir paket pirinç, sol elinde ise bir somun ekmek tutuyordu. Sağ elinde tuttuğu pirincin fiyatı dünyada bir yılda yüzde 70 arttı. Sol elindeki ekmeğin hammaddesi buğdayın fiyatı ise yüzde 130! Mısır'da, Bangladeş'te, Senegal ve Fildişi Sahilleri'nde aç insanlar sokakları doldurdu. Açlıklarını bastırmak için attıkları çığlıkları ne karınlarını doyurdu ne de artan gıda fiyatlarını düşürdü. Ekmeklik buğdayını, pilavlık pirincini hızla artan fiyatlar yüzünden alamayan insanlardan ve onların aç kalmamak için yedikleri yemeklerden bahsediyoruz. Halbuki yaşam standartlarının yükseltilmesi gerektiğini söylemişlerdi. Her eve bir televizyon herkese bir otomobil düşerse gelişmiş ülke olacaktık. Geliştik geliştik ama bir kap pilava muhtaç kaldık. Altı küsur milyar insanın yarısına yakını elektriksiz yaşıyor. Elektriği olanların bazılarının şimdi yiyecek yemeği de yok. Televizyonlarımızı yiyemeyeceğimize göre onları saksı yapıp domates yetiştirmek için mi kullansak acaba? Başa döndük sanki, ne demişti Maslow? Önce temel ihtiyaçlar...

Arabanızın mı karnı doysun?
Dünya'da gıda fiyatlarının artması üç ana nedene bağlanıyor. Çin'deki insanların daha çok et tüketmeleri, et talebini karşılamak için yem talebinin artmasına neden oluyor. Petrol fiyatlarının varil başına 110 doların üzerinde seyretmesi hem tarımsal girdi maliyetlerini hem de petrolün yerine geçebilen yakıtlara olan ilgiyi artırıyor. Biyodizelin, etanolün talebi ve dolayısıyla fiyatı da arttıkça, çiftçiler ektikleri ürünleri yiyecek olarak değil, yakıt olarak değerlendirecek şirketlere satıyor. Mısır hem yakıt hem yiyecek olarak kullanılınca fiyatı da haşlamak ya da ekmek yapmak için çok pahalıya geliyor. İnsanlara tercihlerini, "Arabanızı mı, karnınızı mı doyurmayı tercih edersiniz?" gibi bir soruyla sormak mümkün ancak arabasını mısırla doyuranla, karnını mısırla doyuran aynı kişi olmayacak. Biri zengin dünyadan diğeri ise televizyonlarda pek rastlamadığımız öteki dünyadan geliyor. Kısacası, küresel ısınmayı durdurmak için dünyanın petrolden biyoyakıta terfi etmesi teknik olarak doğru bir çözüm, ancak bunu aç kalmadan yapmak gerekiyor. Bu arada üçüncü nedeni de ağzımızdan kaçırıverdik. Küresel ısınma yüzünden değişen iklim koşulları, en başta da yaşanan kuraklık tarım ürünlerinin rekoltelerinde sıkıntılara yol açıyor.

Pirinç yerine bulgur
Türkiye'de ise hükümet sorunun spekülatörlerden kaynaklandığını belirtiyor. Tarım ve Köy İşleri Bakanı Mehdi Eker, pirinçteki fiyat artışına karşı tedbir alındığını belirtiyor ve yaşanan fiyat artışının arz eksikliğinden kaynaklanmadığını açıklıyor. Eker'e göre sorun ellerinde pirinç ve çeltik bulunan bazı firmaların, fiyatlar daha da yükselir umuduyla bunları piyasaya sürmemesi. Çözüm de pirinç boykotu. Eker, "Eğer tüketici olarak biz bu şekilde insafsızca, hak edilmemiş bir zamla karşı karşıya kalıyorsak, buna birey olarak da tüketici olarak da tepkimizi koyalım. Ben de koyuyorum. Gerekirse üç- beş gün pirinç yemeyelim. Hiçbir şey olmaz. Bulgur yiyelim yerine ki zaten bizim kendi Anadolu kültürümüzde zaten bulgur tüketilir," diyor. Ziraatçılar Derneği Başkanı İbrahim Yetkin ise sorunun sadece spekülatörlerden kaynaklanmadığı görüşünde. Küresel ısınma kaynaklı kuraklık, Çin ve Hindistan gibi ülkelerde yaşanan beslenme alışkanlığı ve yanlış politikalar krizin ana nedeni. Dünyanın en kârlı sektörlerinden biri haline gelen tarım ve gıda maddeleri ticareti, Yetkin'e göre bu ticareti elinde bulunduran gelişmiş ülkelere avantaj sağlıyor. Yetkin bir örnekle tezini açıklıyor: "Örneğin ABD'nin her üretici başına verdiği tarımsal destek 15 bin doları buluyor. AB de bütçesinin yüzde 40'ını tarımsal desteklere ayırıyor. Ancak bu ülkeler ve onların etkilediği uluslararası kurumlar, Türkiye gibi ülkelerin kendilerini ve üreticilerini korumaya yönelik önlemler almasına ve üreticilerini desteklemesine karşı çıkıyorlar. Bu da sözkonusu ülkeleri, gelişmiş ülkelere ve onların dayattığı fiyatlara bağımlı hale getiriyor."

Tahminler doğru çıkıyor

Türkiye, biyoyakıt konusuyla yeni ilgilenmeye başladığı için henüz yakıtyemek ikilemi tartışma masasına yatırılmış değil. Türkiye'de biyoetanol üretiminde ilk girişimlerden birine imza atan Pankobirlik, şeker pancarından etanol üreten bir tesisi, hayata geçirdi. Pancar Ekicileri Kooperatifleri Birliği'ne göre Türkiye'nin 32 milyon dönümlük arazisinde pancar ekimi yapılabiliyor. Pancar aynı tarlaya dört yılda bir ekilebiliyor. Dolayısıyla Türkiye'de her yıl 8 milyon dönüme pancar ekilmesi mümkün ama yeni şeker rejimiyle birlikte şeker ihtiyacımız 3,5 milyon dönümlük arazide yetiştirilecek pancardan karşılanıyor. Pankobirlik, geriye kalan 4,5 milyon dönümlük arazinin biyoetanol üretime dönük şeker pancarı için kullanılması halinde, en az 2- 2,5 milyon ton (2,5- 3 milyar litre) biyoetanol (biyobenzin) üretimi yapılabileceğini öngörüyor. Bu değer, 2007 benzin tüketiminin yüzde 80- 90'ına karşılık geliyor. Halihazırda Türkiye'nin biyoetanol kurulu kapasitesi 170 milyon litrelik üretim yapabiliyor ama bu kurulu kapasite de tam olarak kullanılamıyor. Pankobirlik'in bir başka dikkat çektiği nokta ise 1995- 2006 yılları arasında 1 milyon hektar arazide tarımdan vazgeçilmiş olması. Bu, yılda 200 bin kişiden fazla çiftçinin çiftçiliği bırakması, aileleriyle birlikte 1 milyon kişinin büyük şehirlere göç etmiş olması anlamına geliyor. Kısaca, terk edilen ve nadasa bırakılan alanların planlı bir enerji tarımı ile biyoyakıt üretimine açılmasıyla biyoyakıt potansiyeli daha da artırılabilir. Bu rakamların da ışığında potansiyelin büyük olduğunu söylemek yanlış olmaz. İnce nokta ise gıda- yakıt ikileminde nerede duracağınızı bilmek ve fiyat ayarını iyi yapmakta yatıyor. Bugün dünyanın geldiği noktaya bakılınca ayarın bozulmuş olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Türkiye'de tartışmalar pirince ve spekülatörlere odaklansa da dünyada gıda krizi, uluslararası gizli anlaşmalara kadar uzanıyor. Financial Times'ın 10 Nisan 2008 tarihli haberinde, Ukrayna'nın 100 bin hektarlık bir tarım alanını Libya için ayırmasına yönelik gizli bir anlaşmanın yapılmak üzere olduğu yazılıydı. Mısır ve Suriye, Hindistan ve Kazakistan arasında yine gizli görüşmelerin yapıldığı da belirtiliyor. Ekolojik krizin belki de en korkunç yüzü bize bakıyor. Küresel ısınmayla başlayan, inanması güç gelen tüm tahminler bir bir doğru çıkıyor. İnsan ırkı, Midyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan da olmak üzere ama pek farkında değil.

---

Küresel ısınma daha devreye girmedi
Ömer Madra (Açık Radyo Genel Yayın Yönetmeni)

"Hindistan ve Çin'de tüketim kültürünün değişmesi, artan et talebi, yem sanayi açısından büyük bir sorun yaratıyor. Daha küresel ısınma devreye girmedi, o yüzden çok ürkütücü. Bu sorunu spekülatöre bağlayarak çözebileceğini düşünmek, bence ne yapacağını bilememekten kaynaklanıyor. Kuraklık olduğunu da kabul etmiyorsunuz. Petrol ve kömür fiyatlarının müthiş yükselmesinin de etkisi var. Kömür kaynaklarının 200 yıl daha dayanacağı savının gerçek olmadığını söyleyen ciddi makaleler var. Bütün bunları dikkate almadan yapılan açıklamalar, bir panik durumunu mu gösteriyor bilemiyorum. Geçen yıl yaşanan kuraklıktan da ders alınmamış. Enerji Bakanı, 'İstikbal derinliklerdedir,' demiş. Yani, maden çıkararak küresel ısınma gibi sorunların çözüleceğini söylüyor ki bu inanılır gibi değil. Tüm bu yaşananlar, enerji krizi ve küresel ısınmayla ilgili. Çok daha riskli ve tehlikeli bir dünyaya gidildiği konusunda pek bir tereddüt yok. Su savaşı dediğimiz de zaten yiyecekle ilgiliydi. Mesele içecek su bulamamak değil ama tarımdan başlayarak, termik ve nükleer santrala kadar hepsi suya ihtiyaç duyuyor. Yenilenebilir enerji kaynakları dediğimiz rüzgâr ve güneş gibi kaynakların suya ihtiyacı yok. Bu da gözden kaçan noktalardan biri. İstikbal yenilenebilir enerji kaynakları ve gençliğin mücadelesinde. Örgütlenip bu gidişatı durdurmaları lazım. Güneş, rüzgâr, jeotermal ve enerji verimliliği çok önemli. Sanayileşmiş ülkeler hem teknoloji hem de fon transferi yapmalı. Tüm dünyadaki eski düşünce tarzının değişmesi, ağır sanayiyle kalkınma modellerinin değişmesi gerekiyor. Nevada Çölü'nün hepsi güneş enerjisi için kullanılsa, ABD'nin enerji sorunu çözülüyor ama oraya kömür santralı yapılmaya çalışılıyor. İşin kötüsü Türkiye tüm bunların dışında kalıyor. Birkaç gün pirinç almamakla çözülecek bir sorun değil yani."

“Aracıları zengin eden ziraat sistemi istemiyoruz”
İbrahim Yetkin (Ziraatçiler Derneği Başkanı )

- Bu krizin oluşmasında spekülatif hareketler de rol oynuyor mu?
- Spekülasyon olayı yalnız bizimki gibi buğday açığı veren ve acil ithalata ihtiyaç duyan ülkelerde değil, ABD gibi en büyük buğday ihracatçısı ülkelerde de yaygınlaşıyor. Bunun en büyük nedeni, ekonomik kriz belirtilerinin uluslararası spekülatörleri daha garantili bir alan olarak gördükleri gıda piyasasına yöneltmiş bulunması. Bu durum son aylarda 'gıda enflasyonu' olarak nitelendirilen aşırı fiyat artışlarının ana nedenlerinden birini oluşturuyor. Buğday başta olmak üzere hububat fiyatları, artık piyasaya çıkmadan beklenti üzerinden şekilleniyor. Küresel ısınmaya bağlı kuraklığın süregen bir nitelik taşıyacağı yolundaki beklentinin yaygınlaşması spekülasyonu körüklerken, Türkiye'nin de aralarında bulunduğu gelişmekte olan ülkelerde açlık ve kötü beslenme oranında artışa neden oluyor. Bizim ülkemizde spekülasyonu artıran bir özel neden daha var, o da artık neredeyse bir gelenek haline gelen her yıl Ramazan ayında gıda maddelerine yapılan büyük zamların aşırı kazanç imkânları yaratması.

- Tarımda kullanılan girdi maliyetlerindeki artış geçen yıla göre ne oranda?
- Petrol fiyatlarındaki artış, tarlada girdi olarak mazotun ve doğalgaz kullanılarak üretilen gübrenin fiyatını artırdığı gibi ithalata bağımlı ülkelerde denizaşırı nakliyat fiyatlarının artmasında da bir etken. Türkiye'de son bir yılda gübre fiyatlarında yüzde 100'e varan bir artış oldu. Mazota yıl başından bu yana yapılan zam, şimdiden yıllık enflasyon oranının çok üzerine çıktı. Geçen yıl enflasyon yüzde 10 civarındaydı, buna karşılık tarımsal girdilerdeki fiyat artışları yüzde 27'yi buldu. Çiftçinin ürettiği ürün karşılığında eline geçen para ise artmıyor, azalıyor. Örneğin bu yıl mısır gibi üretim açığı olan ve teşvik edilmesi gereken bir ürüne verilen prim üçte iki oranında azaltıldı. Birçok tarım ürününün üretici fiyatı yıllardır artmıyor. Buna karşılık tüketiciye ulaştığında dört-beş kat artıyor. Bu da üretimi sürdürülemez hale getiriyor.

- Biyoyakıt üretiminin fiyat artışlarında etkili olduğu söyleniyor. Bu sorun nasıl aşılabilir?
- Özellikle hayvan yeminde kullanılan mısır ve soya fasulyesinin giderek artan biçimde biyoyakıt üretiminde kullanılması et, yumurta ve süt fiyatlarında artışa yol açıyor. Uluslararası Tahıl Konseyi verilerine göre, 2007-2008 yılları arasında etanol üretiminde kullanılan tahıl miktarı yüzde 50 artarak, 35 milyon tona çıkacak. Bu da gıda olarak tüketilen tahıl miktarında 20 milyon tonluk bir açık anlamına geliyor. Aslında sorun, her ülkenin kendi koşullarını göz önüne alan ve imkânlarını değerlendiren bir planlama yapmasını zorunlu kılıyor. Tabii ulusal düzeyde yapılan planları dünya ölçeğinde koordine edecek uluslararası kurumlar da bir gereklilik. Ama bu kurumların büyük devletlerin çıkarlarına hizmet etmesinin önüne nasıl geçilecek; bu, tartışılması gereken bir konu.

- Türkiye'de biyoyakıt üretimi için belirlenmiş bir üst sınır var mı?
- Türkiye'de benzine yüzde 2 oranında biyoyakıt karıştırılmasına izin veriliyor. Buna karşılık TSE bu oranın yüzde 5'e kadar yükseltilebileceği görüşünde. Yüzde 2'lik karışım oranında 90 bin ton, TSE'nin öngördüğü yüzde 5'lik karışımda 225 bin ton biyoetanol ihtiyacı söz konusu.

- Çözüm önerileriniz neler?
- Birincisi, tarım yıllardır ekonomilerin sırtında bir yük gibi görüldü. Oysa Cumhuriyetimizi kurarken Mustafa Kemal Atatürk'ün de belirttiği gibi tarım, milli ekonominin temelidir ve öyle olmaya da devam ediyor. İkincisi, tarımın sürdürülebilmesi için toprak, su gibi doğal unsurlar çok önemli. Tarım topraklarımızı ve su kaynaklarımızı bugüne kadar olduğu gibi har vurup harman savurmayı bir kenara bırakmalı ve bunları korumalıyız. Üçüncüsü, üreticimizi korumalıyız. Çiftçi, ulusal ve toplumsal varlığımızı borçlu olduğumuz önemli bir topluluktur. Dünyada üreticisini desteklemeyen ülkeler, çöküş ve borç bataklığına sürükleniyor. Bu gerçeği görmeli ve ona uygun davranmalıyız. Son olarak da tarım ve gıda ürünlerinin pazarlama sistemlerini mutlaka denetim altına almalıyız. Üretici ve tüketicinin zararına aracıları zengin eden bir sistemle bir yere varamayız. Bunun için gerekirse bu tür piyasalar için üretici, tüketici ve kamunun etkin olduğu düzenleme kurulları oluşturmalıyız.

“Spekülatif hareketler rol oynuyor”
Pankobirlik (Pancar Ekicileri Kooperatifleri Birliği)


-Bugün yaşanan gıda krizinin nedenleri arasında biyoyakıtların payı nedir?
- Ülkemizde biyoyakıtların gıda krizi yaratmış olması sözkonusu değil. Geçen yıl yaşadığımız kuraklığa, bir de son günlerdeki spekülasyonlar karışınca bugünkü tablo ortaya çıkıyor. Biyoyakıt hammaddesi olmayan pirinçte yaşanan kriz bunun en güzel örneği. Dünyadaki gıda krizinin de en büyük etkenleri arasında kuraklık var. Bu konuda tümüyle biyoyakıtları sorumlu tutmak son derece yanlış. Diğer yandan, dünyada mısırda, buğdayda, yağlı tohumlarda yaşanan sıkıntı için biyoyakıtlar sorgulanabilir. Ancak ülkemizde henüz gıda hammaddelerinden geniş anlamda biyoyakıt üretilmemektedir. Biyodizel için çoğunlukla atık yağ kullanılmaktadır. Biyoetanol üretimi ise geçtiğimiz yıllarda az miktarda buğdaydan yapılmıştır.

- Bu krizin oluşmasında spekülatif hareketler de rol oynuyor mu?
- Kesinlikle... Dünyaya bakıldığında faizlerin son derece düşük seyrettiği görülüyor. Bu durum bir grup spekülatörün, emtiaya yönelmelerine neden olmuştur. Bu emtianın başında da tarım ürünleri geliyor. Tarım ürünlerine olan talep de fiyatları artırıyor. Bu artışların etkileri gelişmiş ülkelerde pek hissedilmiyor, çünkü gelişmiş ülkelerde aile gelirinin gıdaya ayrılan payı yüzde 10-15 düzeyinde. Oysa bizim gibi gelirinin yüzde 40-50'sini gıdaya ayıran, gelişmekte olan ülkelerde gıda krizinin yaşanması kaçınılmaz. Diğer yandan tüm dünyada petrol sektörü en güçlü sektördür. Biyoyakıtların yaygınlaşması ile kâr paylarının azalacağı endişeleri vardır. Lobicilik faaliyetleri kapsamında da her türlü gıda krizinde biyoyakıtların sorumlu tutulması normal görünüyor. Biz, plansızca yapılan biyoyakıt üretimine de karşı olduğumuzu belirtmek istiyoruz. Biyoyakıtlar, gıda ve yem dengesi gözetilerek planlı şekilde yapılmalıdır. Yağmur ormanlarının tahrip edilerek biyoyakıt hammaddesi üretmek gerçekten insanlık suçudur. Bugün Avrupa Komisyonu, hem biyoyakıt hammaddelerinin ekileceği alanları hem de biyoyakıt hammaddelerini sertifikalandırmak için çalışmalar yürütüyor. Bu, önemli bir girişim. Ülkemizde de benzer bir çalışma yapılmalı.

- Biyoetanol çalışmalarınızı özetleyebilir misiniz?
- Pankobirlik olarak şeker pancarından biyoetanol üretimine yönelik Çumra Şeker Fabrikası bünyesinde, yıllık kapasitesi 84 milyon litre olan etanol tesisimiz var. Tesisimiz deneme üretimlerini tamamladı, önümüzdeki dönemde üretime başlayacak. Şeker pancarından biyoetanol üretimindeki esas amaç, diğer ürünlere göre katma değeri daha fazla olan şeker pancarı üretiminin sürekliliğinin sağlanması. Şeker pancarı aynı zamanda birim alandan en yüksek enerji tarımı yapılan (1 dekar = 550 litre etanol) bir endüstri bitkisi. Avrupa Birliği, biyoetanole yönelik pancar ekimine hektar başına 45 avro destek veriyor.
(Kurumsal açıklama olarak aktarıldı.)

Yağmur ormanları tehlikede
Dünyanın en büyük 'hurma yağı' (palm oil) üreticisi Malezya'da orman alanlarının yüzde 87'si bu nedenle yok edildi. Brezilya'da tropik ormanlar, hayvan yemi olarak kullanılan soya fasulyesi üretimi için yok ediliyor. Kendi ihtiyacı için yeterli toprağı olsa da ABD ve Avrupa'ya yapılması düşünülen ihracat anlaşmalarının imzalanmasıyla 200 milyon hektar orman alanının da tarih olması söz konusu. Ülkenin seragazlarının yüzde 80'i, yağmur ormanlarının talan edilmesi sonucu ağaçların seragazı tutma kapasitelerinin azalmasından kaynaklanıyor. Yine tarımsal yakıtların çoğalması, yeraltı suları için de tehlike oluşturuyor.
Kaynak: AP Yeşiller Grubu

Rakamlarla Gıda Krizi

* Amerika'da yetişen mısırın yüzde 76'sı hayvan yemi olarak kullanılıyor.

* 1985 yılında 20 kg. et tüketen bir Çinli, bugün yılda 50 kg. et tüketiyor.

* Çin'de domuz fiyatları bir yılda yüzde 58 arttı.

* 2050 yılında dünya nüfusu 9,2 milyar olacak. Şimdi 6,6 milyar.

* AB, 2020'de biyoyakıtların ulaşımdaki payının yüzde 10 olmasını hedefliyor.

* Dünyanın en zengin yüzde 20'si, en fakir yüzde 20'sinden 16 kat daha fazla yiyecek tüketiyor.

Kaynak: The Observer

Ilısu Barajı'na bilirkişi engeli!

Ilısu Barajı'na kredi veren ülkelerin görevlendirdiği ekip, 3 ayrı rapor hazırladı. Rapora göre, hazırlanan projede çok sayıda eksik var. Raporun yankısı ise kredi veren ülkelerde oldukça sert oldu.

Özgür Gürbüz - Global Enerji / Nisan 2008

Türkiye'nin en tartışmalı baraj projelerinden biri olan Hasankeyf için uluslararası bilirkişilerden oluşan bir heyet tarafından hazırlanan rapor kamuoyuna yansıdı. Bilindiği gibi Almanya, İsviçre ve Avusturya'nın ihracat kredi ajansları, projeye finansman garantisi vermeyi kararlaştırdıklarında, sayıları 153'ü bulan koşul öne sürmüş ve bir önceki girişime göre kâğıt üzerinde de olsa ilerleme kaydedildiğini belirtmişlerdi. Aynı ajansların görevlendirdiği uzmanlardan oluşan ekip, bahsedilen ilerlemelerin kâğıt üzerinde kalıp kalmadığından emin olmak istedi. 2007 yılı Aralık ayında bölgeye gitti ve üç ayrı rapor hazırladı; çevre, yeniden yerleşim ve tarihi eserler üzerine. Üç raporun temel özelliğini oldukça fazla sayıda eksik bulunması olarak özetlersek yanlış olmaz. Kredi veren ülkelerde bu raporun yankısı çok sert oldu. Bizde ise adeta "es" geçildiği için özellikle üzerinde durmak istedim.

Yeterli uzman yok
Raporların en kısası 50 sayfaya yakın. Burada sadece çarpıcı bulduğum birkaç noktaya değineceğim. Ilısu'da inceleme yapan üç ayrı grubun ortak kanısı, "Proje Yürütme Birimi" olarak adlandırılan grubun istenildiği gibi çalışmadığı yönünde. Bunun nedenlerinden biri, bazı kritik konularda yeterli sayıda deneyim sahibi çalışanın olmaması. Karar alma mekanizmalarının eksikliğinden ve yine az sayıdaki uzmanın üzerine çok yük bindirilmesinden de yakınılıyor. Bunlar ekibin genel anlamda bulduğu eksiklikler. Birçok farklı grup tarafından eleştirilen bir projede yeteri kadar uzmanın çalışmaması açıkçası beni de kaygılandırdı. Öte yandan, ÇED toplantılarının bile formaliteye dönüştüğü Türkiye'de, bu kadar ayrıntılı bir çalışma sonucu bulunan eksikliklere de fazla şaşırmamak gerekiyor. Diyarbakır ve Batman kentlerinin, Dicle'ye boşalan atık sularına kadar varan bir incelemeden bahsediyoruz. Diyarbakır atıksu arıtma tesisini yetersiz bulan komite, Batman'da yapılması düşünülen tesisin de faaliyete geçtiğinde aynı Diyarbakır gibi Dicle'yi kirleteceğini belirtiyor.
Raporda ayrıca farklı konulara da değiniliyor. Birkaç alıntı daha yaparsak;

* Karasal ve su ekosistemlerinde biyoçeşitlilik araştırmalarına başlanmamış. Araştırmaların Mart 2008'de başlaması ve bir yıl boyunca yapılması gerekiyor. Bu yapılmazsa inşaatın bir yıl gecikeceğinin altı çizilmiş.

* Kamulaştırma konusunda sorunlar var. Altı köyde 1.474 adet parsel ve yapı kamulaştırmayı bekliyor. Ilısu ve Kartalkaya köylerindeki 351 arsa ve 100 yapı kamulaştırılmış ve paralar bankaya yatırılmış. Bu defa da iki çiftçi dışında 450'ye yakın mal sahibi mahkemeye kamulaştırma değerini beğenmeyerek dava açmış. Mahkeme, köylüleri haklı bulmuş yani kamulaştırmaların yapıldığı yerlerde de sorun bitmemiş.

* Ev tazminatlarının düşük olduğu ve uluslararası standartlara aykırı olarak amortisman bedellerinin kesilmiş olduğuna dikkat çekilmiş.

Tarihi eserlerle ilgili olan bölümde de buna benzer birçok eksiklik tespit edilmiş. Daha da trajik olan, belki de raporun kendisinden çok dış basında yer alan, "Arkeoloji uzmanlarına işe yarar bir harita dahi sağlanamamış" şeklindeki yorumlar. Projenin kendisi zaten tartışmalı ancak bu raporların bize gösterdiği başka bir şey daha var. O da, Türkiye'de yapılan enerji yatırımlarında çevre ve kültürel değerler için izlenen prosedürün formalitenin ötesine geçemediği ve biran önce dünya standartlarının gerçek anlamda uygulanır hale getirilmesinin gerekliği.

Nükleer iklim değişikliğine çare değil
İngiliz Başkonsolosluğu Kültür İşleri Ofisi (British Council) tarafından 25 Mart tarihinde, "Bilim Güzeldir" başlığı altında bir etkinlik düzenlendi. İTÜ Gümüşsuyu Kampüsü'nde gerçekleştirilen toplantıda, düşük karbon salımı için yenilenebilir enerji kaynaklarının mı, yoksa nükleer enerjinin mi etkili olacağını Sayın Prof. Dr. Vural Altın ile tartıştık. Toplantının zevkli geçtiğini ve klasik bir nükleere karşı temiz enerji tartışmasına dönmediğini düşünüyorum. Tartışmayı izleyenlerin bir kanıya vardığını ya da en azından evlerine döndüklerinde araştırmaya başladıklarını umuyorum. Kaçıranlar için birkaç ilginç rakamı burada tekrarlamakta fayda var. Nükleer enerji santrallerinin, yapımından sökümüne ve yakıtın çıkarılması aşamalarında umulandan daha çok seragazı salımına neden olduğunu Öko Enstitüsü'nün verilerine dayanarak daha önce Global Enerji'de haberleştirmiştik. Bu defa, sunumda da bahsettiğim Oxford Research Group tarafından 2007 Temmuz ayında hazırlanan "Too hot to handle?" raporundan örnek vereceğim. 2075 yılında dünya nüfusunun 10 milyar, kişi başına elektrik üretiminin iyimser bir tahminle 1 kilovat olacağı varsayılıyor. Bu üretimin 3'te birinin nükleer enerji tarafından yapılması (bugünkü payın iki katından fazlası) için 3 bin reaktöre (her biri 1 GW) ihtiyaç olduğu, bunun da zaten yaşlanan filonun yenilenmesiyle birlikte her ay 4 reaktör inşa edilmesi anlamına geleceği belirtiliyor. Ufukta ya da halihazırda böyle bir inşa faaliyeti gören var mı? Ne nükleer enerjinin ağır finansman yükünü ne de gereken mühendislik desteğini sağlayacak altyapı böyle bir yükü kaldırabilecek durumda değil. Olmadığına göre hem nükleerden daha az salım yapan hem de daha hızlı hayata geçen kaynaklara yönelmekte fayda var. Enerji tasarrufu ve yenilenebilir enerji gibi. Yoksa değil o çokça bahsedilen 'yaşam standardı', 'yaşam' diye bir şey kalmayacak!

Rio Tinto'ya Tuncelililerden "hayır" yanıtı
Biraz da kulislerde konuşulanlardan bahsetmek lazım. Geçtiğimiz günlerde Rio Tinto firmasının Avrupa ve Afrika'daki keşif ve araştırmalardan sorumlu müdürü Gerard Rheinberger'in Tunceli Dernekleri Federasyonu'na bir ziyareti olmuş. Bildiğiniz gibi Rio Tinto, Tunceli'nin Ovacık ilçesinde altın madeni işletmek istiyor. Okmeydanı'ndaki dernek merkezinde 150'ye yakın kişi, Rheinberger'in sunumunu dinlemiş. Daha doğrusu bir kısmını çünkü sunum yarıda kesilmiş. Rheinberger, "Bize bir şans verin, doğaya zarar vermeden altını çıkaracağız" dese de Tuncelililer, "Madencilik faaliyetleri kim tarafından yapılırsa yapılsın karşı çıkacağız" yanıtını vermiş. "İş olanağı olacak, Tunceli'ye bir katkımız olsun" diyen Rheinberger'e verilen yanıt da "İyilik yapacaksanız baraj karşıtı kampanyaya destek verin" olmuş. Söylentilere göre Rheinberger İstanbul'daki toplantı öncesi Ovacık'ta da görüşmeler yapmış ama anlaşılan olumlu sonuç alamamış. Maden sektörünün, Bergama'yla başlayan ve Kaz Dağları'yla devam eden sorunları anlaşılan devam ediyor.

Meraklısına...

Ilısu BarajıBilirkişi Raporları
Ilısu Barajı ile ilgili hazırlanan ve yukarıda da belirttiğimiz rapor aslında mühendislik fakültelerinde örnek olay olarak okutulacak nitelikte. Özellikle hidroelektrik santrallerle ilgilenenler, www.ilisuwasserkraftwerk.com adresinden bu raporları (İngilizce) elde edebilir. Olası bir baraj projesinde karşılaşabileceğiniz kültürel ve doğal çevre sorunları hakkında aranılan uluslararası kriterler hakkında fikir sahibi olmak için ideal.

Avrupa'nın biyoenerji potansiyeli
Avrupa Çevre Ajansı tarafından 2006 yılında hazırlanan bu rapor, eski olmasına rağmen biyoenerji potansiyeli hakkında ayrıntılı bilgi veriyor. Bir fikir vermek için söyleyelim; geleceğin enerji kaynakları arasında giderek önem kazanan biyoenerji kaynakları potansiyeli AB25 için 2010 yılında 188.5 milyon ton eşdeğeri petrol (MTEP) olarak belirlenmiş. En büyük potansiyel 31.4 MTEP ile Fransa'da. Bu raporu (İngilizce) Avrupa Çevre
Ajansı'nın web sayfasından ücretsiz indirebilirsiniz.

Avrupa'da rüzgâr gücü haritası
Gazetecilikle haşır neşir olanlar bilirler. Bazen tek sayfalık bir grafik, yüz sayfalık rapordan çok şey anlatır. Avrupa Rüzgâr Enerjisi Birliği tarafından her yıl güncellenen harita, rüzgâr kurulu gücünü görmek için ideal. Önerdiğimiz raporları okumak için zaman bulamıyorsanız www.ewea.com adresinin yayınlar bölümünden bu haritayı indirebilirsiniz. Ülke ülke kurulu güç miktarlarını, bir yıl içerisindeki gelişimi görmek mümkün. Unutmadan Avrupa'daki kurulu gücün 57 bin megavatı geçtiğini de anımsatalım.