Özgür Gürbüz-Perspectives/Temmuz 2013
Türkiye’nin büyüme stratejisi bir ekolojist için
“ürkütücü” rakamlardan oluşuyor. Ürün ve hizmetlerini satacak pazar arayanlarsa
tüketim ve iç taleple beslenen Türkiye’deki ekonomik hareketlilikten memnun.
Denetimlerin, hukukî süreçlerin işletilmediği, çok tartışılan sürdürülebilir
kalkınmanın bile kabul görmediği, bireylerin görüş ve önerilerinin dikkate
alınmadığı, sosyal maliyetlerin hiç konuşulmadığı Türkiye’de sürece olumlu
bakanlar büyümeyi adeta tanrılaştırılıyor. Büyüme tanrısını mutlu etmek için
ona her gün adaklar sunuluyor. Adaklar arasında nehirler, ormanlar, temiz hava
ve insanlar var. İnşaatlarda işçiler ölüyor, nehirlerin üstü barajlarla
örülüyor, kıyı şeritleri ve orman alanları yapılaşmaya açılıyor. Ekolojistler
ile pazar odaklı büyümeyi destekleyenler, Türkiye’nin ekonomik değişimini
yorumlarken farklı düşünseler de, bir noktada birleşiyor ve aynı soruyu
soruyorlar: Bu ekonomik hareketliliği destekleyecek yeterli enerji kaynağı var
mı? Ya da bir çevreci gibi soralım, “Bu hareketliliğin doğal varlıklar
üzerindeki etkisi kabul edilebilir bir düzeyde mi?” Bu sorunun yanıtını verebilmek
için, önce Türkiye’nin mevcut enerji durumuna sonra da büyüme ve enerji
talebiyle ilgili tahminlere bakmalı.
ENERJİDE DIŞA
BAĞIMLILIK
Türkiye, enerjisinin yüzde 70’den fazlasını ithal
ediyor.I Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidara geldiğinden bu yana,
ekonomide yüksek oranda bir büyüme hedefleniyor. AKP aynı zamanda enerjide dışa
bağımlılığı azaltmayı hedefliyor. Bu hedeflerden sadece yüksek oranda ekonomik
büyümede kısmî bir başarıdan bahsedilebilir. AKP’nin iktidara geldiği 2002’de,
enerjide dışa bağımlılık yüzde 69 civarındaydı, 2010’da bu oran yüzde 73’ü
gördü. Türkiye doğalgazda yüzde 98, petrolde ise yüzde 92 oranlarında dışa
bağımlı. Petrolde dışa bağımlılığı azaltmak için yeni sondajlar yapılıyor,
ancak talep yönetimi konusunda kayda değer bir çalışma yok. Aksine, yeni
otoyollar, köprüler ve bireysel araç sahipliğini destekleyen politikalarla
motorlu taşıt bağımlılığı destekleniyor. Elektrik üretiminde doğalgazın payı
azaltılmaya çalışılıyor. İthal doğalgaz yerine ithal kömür ve nükleer
öneriliyor. Doğalgazın konutlarda kullanılması yaygınlaştırılıyor ve yeni konut
stokunun yalıtım gibi temel konularda yetersiz kalması ithal edilen miktarı
azaltmıyor aksine arttırıyor. 2002’de 17 milyar m3 doğalgaz ithal eden Türkiye,
2012’de 43 milyar m3 doğalgaz ithalatıyla rekor kırdı. Deloitte’in mütevazı
tahminleri bile 2017’de bu rakamın 50 ila 60 milyar m3 arasında seyredeceğini
gösteriyor.II
Dışa bağımlılığı azaltma konusunda hükümetin
güvendiği bir başka kaynak da kömür. Yerli kömür denince akla gelen linyit
yataklarının yüzde 44’ü hâlihazırda elektrik üretimi için kullanılıyor.III
Bakanlığın hedefi tüm yerli kömür potansiyelinin 2023’e kadar ekonomiye
kazandırılması.IV İşin ilginç tarafı, 2009’da yayımlanan Elektrik Enerjisi
Piyasası Arz Güvenliği Strateji Belgesi’ne göre, sadece kömür değil, diğer
birçok kaynağın tamamının 2023’e kadar kullanılması hedefleniyor. Bu hedeflerin
en çarpıcılarını şöyle sıralayabiliriz:
• 2023 yılına kadar teknik ve ekonomik olarak
değerlendirilebilecek hidroelektrik potansiyelimizin tamamının elektrik
enerjisi üretiminde kullanılması.
• Rüzgâr enerjisi kurulu gücünün 2023’e kadar 20 bin
MW’a (megavata) çıkarılması.
• Elektrik enerjisi üretimine uygun 600 MW’lık
jeotermal potansiyelin tümünün kullanılması.
• Bu sayede doğalgazın elektrik üretimindeki payının
yüzde 30’a (2012 Nisan ayı itibariyle bu oran yüzde 47,1)V düşürülmesi.
Stratejik belgede enerji ithalatını azaltacak iki
önemli kaynakla (güneş enerjisi ve verimlilik) ilgili rakamsal hedefe
rastlanmazken, bir başka ithal kaynağa, ithal kömüre yeşil ışık yakılmış. Dışa
bağımlılığa karşı bir yandan ülkedeki her nehir üzerine hidroelektrik santral
kurmayı planlayan hükümetin aynı zamanda ithal kömüre “evet” demesi strateji
belgesinin çok da “stratejik” olmadığını düşündürüyor. Belgenin ağırlığını
azaltan bir başka nokta da, 2023’e kadar neredeyse tüm yerli kaynakları
kullanan Türkiye’nin bu tarihten sonra ister istemez enerji ithalatına yönelip
yönelmeyeceği sorusunun yanıtlanmaması. Türkiye yerli kaynaklarını on yıl
içinde sonuna kadar kullandıktan sonra (2023’e kadar yerli kömür ve
hidroelektrik potansiyelinin tamamı değerlendiriliyor), enerji talep artışı
durmazsa yine enerji açığı çekecek gibi gözüküyor. Hükümetin talep tahminleri
ise artışın durmayacağını söylüyor.
HEDEF ON YILDA
YERLİ KANAKLARIN TAMAMINI TÜKETMEK
Türkiye’nin birincil enerji talebi 2011’de yaklaşık
115 milyon TEP (ton eşdeğer petrol) iken 2023’te birincil enerji talebinin
yüzde 90 artarak 218 milyon TEP’i bulacağı öne sürülüyor. 2011’de birincil
enerji içerisinde yüzde 32 olan doğalgazın payının yüzde 23’e geriletilmesi
planlanırken, kömürün yüzde 31 olan payının 37’ye çıkarılması hedefleniyor.
Bakanlığa göre, nükleer enerjinin birincil enerji içerisinde “sıfır” olan payı
2023’te yüzde 4 olacak. Ne gariptir ki, 2011’den 2023’e hidroelektrik ve diğer
yenilenebilir enerji kaynaklarının birincil enerji içerisindeki payları
(sırasıyla yüzde 4 ve 6) petrol gibi (2011’de yüzde 27 ve 2023’de yüzde 26) hiç
değişmeyecek. Stratejik belgede belirtilen hedef tutturulup tüm hidroelektrik
potansiyel kullanılsa bile, iki katına çıkan talep yüzünden bu oransal bir
değişime neden olmayacak. “Stratejik” plan görüldüğü gibi, sürdürülebilirlik
anlamında Türkiye’de radikal bir değişime neden olmuyor. 2023’te birincil
enerji talebinin yüzde 90’ı sürdürülemez kaynaklardan sağlanacak: kömür, petrol
ve nükleer. Hem de Türkiye’nin neredeyse tüm nehirlerine hidroelektrik santral
kurulmasına, Enerji Bakanlığı’nca kabul edilmiş rüzgâr enerjisi potansiyelinin
(48 bin MW)VI yarısının değerlendirilmesine rağmen. Bu tablo Türkiye’nin
ekonomik büyümesinin yerli kaynaklarla sürdürülemeyeceğini hükümetin
verileriyle ortaya koyuyor. On yıl sonra, “iktidarca kabul edilen yerli
kaynakların” neredeyse tamamının tüketileceğini görüyoruz.
Bu kaynakların kullanılmasıyla yaşanabilecek çevre
sorunlarını bir yana bıraksanız bile, bu “stratejik” hamle size dışa bağımlılık
anlamında da ciddi bir avantaj sağlamıyor. 2023’te birincil enerji talebinin
yüzde 53’ünü oluşturacak nükleer, petrol ve doğalgazın hemen hepsi dışarıdan
ithal edilen kaynaklar. Kurulması planlanan nükleer santrallerin yakıtının ve
işletmeci firmalarının yabancı olduğunu hatırlatalım. Yüzde 37’lik orana sahip
olacak kömürün de tamamı yerli kömür değil. 2011’de Türkiye’de üretilen elektriğin yüzde 10’u ithal kömürle çalışan
santrallerden üretildi. Bu santraller 2023’te de çalışmaya devam edecek ve
ithal kömürle çalışan yeni santraller inşa edilecek. Bugün Enerji Piyasası
Düzenleme Kurumu’nda inceleme ve değerlendirme aşamasında ithal kömürle çalışan
6 bin MW’lık santral lisans almak için bekliyor. Lisans başvurusu yapan ithal
kömür ve doğalgaz santrallerini de hesaba katarsak, Türkiye’nin yüzde 70’lerde
seyreden dışa bağımlılık oranının 2023’te pek değişmeyeceğini rahatlıkla
söyleyebiliriz. Hem de yerli kömür ve hidroelektrik potansiyelinin tamamen kullanılmasına
rağmen.
SÜREKLİ ARTAN ENERJİ TALEBİ
Stratejik hedef ve tahminlerin enerji ayağının çok sağlam
olmadığını kısaca özetledikten sonra, bir de büyüme ayağına bakalım. Ekonomik
büyüme ile enerji arasında yakın bir ilişki var. Bir ekonomide büyümenin
ölçütü, mal ve hizmet üretimindeki artıştır. Daha çok mal üretmek, daha fazla
hizmet sunmak daha fazla enerji tüketimini de beraberinde getirir. Enerji
tüketiminin kendisinin büyümeyi desteklediği de unutulmamalı. Büyümenin yakıtı
kabul edilen enerji kaynaklı hasarın sonuçları Türkiye’de de ortaya çıkmaya
başladı. Madenler, enerji santralleri doğada geri dönüşü olmayan tahribata yol
açıyor. Türkiye’nin küresel iklim değişikliğine katkısı artıyor. 1990’dan bu
yana, seragazı emisyonu yüzde 124 arttı. Kişi başına düşen emisyon miktarı 5,7
ton; dünya ortalamasının üzerinde.VII Çevresel sorunları gözardı etsek bile
Türkiye’nin enerji kaynaklarının umulan büyümeyi desteklemeye yetip yetmeyeceği
gibi bir başka soruyla karşı karşıyayız. Türkiye ne kadar ve nasıl büyümek
istiyor? Enerji kaynaklarının yeterliliği konusu biraz da bu soruya verdiğiniz
yanıta bağlı.
2011’de ekonomisi yüzde 8,8 oranında büyüyen Türkiye,
krizle yatıp krizle kalkan birçok ülke için örnek gösterilse de, büyümenin
niteliği ve sürdürülebilirliğinin tartışmalı olduğu bir ülke. Sürdürülebilirlik
kelimesi burada iki farklı anlam taşıyor. Birincisi, çevresel açıdan bir
değerlendirme içeriyor ve Türkiye’de genelde ihmal ediliyor; ikincisi ise
büyümenin sürekliliğini anlatıyor. Öncelikle sürdürülebilirliğin ikinci
tanımına bakalım. Türkiye üst üste 13 çeyrektir büyüyor.VIII Büyüyor ama, büyüme
oranları arasında yıllara göre farklılıklar var. Küresel ekonomik kriz Türkiye
ekonomisinde ciddi bir darboğaza neden olmasa da, büyüme rakamlarının zikzaklar
çizmesine neden oluyor. 2001’deki ekonomik krizden sonra yüzde 5,7 oranında
daralan Türkiye ekonomisi, 2002’de yüzde 6,2 oranında büyüyebiliyor. 12 yılın
rekor büyümesi yüzde 9,4’le 2004’te gerçekleşiyor. Ardından iniş başlıyor,
2008’deki yüzde 0,6’lık yerinde saymadan sonra, 2009’da yine “eksili” oranlarla
(-4,8) büyüme değil, küçülme gerçekleşiyor. 2009’da yeniden yüzde 9’lara
çıkılıyor ama bu eğilim sadece iki yıl sürüyor. 2012 büyüme oranı sadece yüzde
2,2. Türkiye ekonomisi iç ve dış nedenlerden dolayı 7-8 yılda bir ekonomik
daralmayla karşılaşıyor. Basitçe söylersek, Türkiye sıkça kıyaslanan Çin gibi
sürekli aynı oranlarda büyümüyor. Büyüme hızı inişli çıkışlı, ama ortalamada
artan bir eğilime sahip.
İlk bakışta, enerji talebinin büyümedeki artışa paralel
bir yükseliş gösterdiği söylenebilir. 2000-2011 yılları arasında, ekonomik
büyüme ortalama yüzde 4,36 oranında artarken, elektrik talebi artışı yüzde 5,6
oldu. 2004, 2005 ve 2010’da ise bunun tersi gerçekleşti. Büyüme rakamlarının
sırasıyla yüzde 9,3, 8,4 ve 9,2 olduğu bu yıllarda elektrik tüketimindeki
artışlar yine sırasıyla, yüze 6,2, 7,1 ve 7,8’de kaldı. Büyümenin yüzde 4,7
olduğu 2007’de ise elektrik talebi yüzde 8,8 oranında arttı. Bir yıl sonra
Türkiye ekonomisi neredeyse hiç büyümedi (0,7), ama elektrik talebi yüzde 4,2
oranında arttı. Burada bir korelasyondan bahsetmek yerine, bir
“kontrolsüzlükten” bahsetmek daha doğru gibi görünüyor. Bu tespit, elektrik
talebinin genel seyrinde bir artış olduğunu reddetmemekle birlikte, Türkiye’de,
büyüme rakamlarına bakarak enerji veya elektrik için talep tahminleri yapmanın
zor olduğuna dikkat çekiyor. Yanılgılar da buradan kaynaklanıyor. Elektrik
talep öngörülerine bakarak tahminlerin nasıl yanıldığını görebiliriz.
Türkiye Elektrik İletim Anonim Şirketi (TEİAŞ), 2005’te
yaptığı talep tahmininde, 2011 yılında elektrik talebinin yüksek senaryoya göre
262 milyar kilovatsaat (kWs) olacağını söylemişti. 2011’de Türkiye’nin elektrik
talebi 230 milyar kWs’te kaldı. TEİAŞ, 2005’teki tahmininde yüzde 12’lik bir
sapmayla yanıldı. Böylesine hareketli bir elektrik piyasasında altı yıl
sonrasını bilmek zor, yüzde 12 iyi bir sapma oranı diyenler çıkabilir. Bir
başka örnek: TEİAŞ’ın Ekim 2010’da yayımladığı kapasite tahmini raporunda ise
2011’de elektrik talebinin yüksek talep senaryosuna göre 220 milyar kWs’in
biraz altında kalması bekleniyordu. Yıllık artışın yüzde 5 olması
hesaplanıyordu, ama artış yüzde 9’u buldu. Görüldüğü gibi, elektrik talep
tahminlerinde tek sorun zaman aralığı değil. Türkiye’de talep yönetilmiyor, arz
odaklı politikalarla enerji sorunu çözülmeye çalışılıyor. Sınırsız enerji kaynaklarınız
yoksa bu sizi ekonomik ve politik anlamda çok zorlar.
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın enerji ihtiyacına
dair tahminleri sürekli ve yüksek oranlarda bir artışa işaret ediyor. Türkiye
Elektrik İletim A.Ş.’nin (TEİAŞ) iki farklı senaryosu da geçmiş yıllardaki
yanılgılara rağmen aynı yolda yürümekte ısrar ediyor. Elektrikte düşük talep
senaryosunda yılda ortalama yüzde 6,5, yüksek talep senaryosunda ise yüzde 7,5
oranında artış bekleniyor. Bu da 2020’ye gelindiğinde, brüt talebin 400 ile 433
milyar kWs arasında değişeceği anlamına geliyor. 2012’de tüketimin 240 milyar
kWs civarı olduğu düşünülürse, 8 yıl için ciddi bir talep artışının
beklendiğini söyleyebiliriz. Enerji Bakanlığı’nın güneş enerjisi ve enerji
verimliliği gibi konuları pek ciddiye almadığını görsek de herkes bakanlık gibi
düşünmüyor. Muhalefetteki Cumhuriyet Halk Partisi’nin Enerji Komisyonu Başkanı
Necdet Pamir Türkiye’nin yüksek talep senaryosunu bile karşılayacak elektrik
üretme potansiyeline sahip olduğunu söylüyor: “Türkiye geçen yıl 241 milyar kWh
elektrik tüketmiş. Aslında, bizim kaynaklarımız ortalama yüzde 7’lik büyümeyi
bile karşılayacak düzeyde. 100 milyar kWh HES, 120 milyar kWh rüzgâr, 16 milyar
kWh jeotermal, 380 milyar kWh da güneş potansiyelimiz bulunuyor. Bunların yanı
sıra, 116 milyar kWh linyit, 35 milyar m3 biyogaz var. Yani, toplamda 700
milyar kWh’ın üzerinde kaynak var.’’ Pamir Türkiye’deki elektrik tüketiminin
241 milyar kWh civarında olduğunu da belirtiyor.IX Pamir’in çizdiği tablo da
çevrecileri mutlu etmez elbette. Kömür ve HES’ler Türkiye’deki birçok çevreci
için kırmızı çizgilerin ihlâli demek. Burada asıl önemli olan, potansiyelin
tamamını kullanmadan enerji sorununu çözebilmek olmalı. Bu da enerji
verimliliği ve talebin sorgulanmasıyla gerçekleşebilir. Türkiye’yi bu kadar
enerji kullanmaya iten büyümenin gerekliliği tartışılmalı. Enerji yoğun hangi
sektörlerde faaliyet gösterileceği hangilerinden çıkılacağı belirlenmeli.
|
Kaynak: Almanya Federal İstatistik Ofisi |
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın enerji ihtiyacına
dair tahminleri sürekli ve yüksek oranlarda artışa işaret ediyor. Bu, sadece bu
hükümete has bir beklenti değil. Türkiye’yi yakından tanımayanları çoğu zaman
yanıltıyor; özellikle de yatırımcıları. Zira bu tahminler, enerji talebinin
artacağına dair belirtilerden kaynaklanmaktan çok, bir isteğin ifadesi.
Türkiye’nin kalkınması için klasik iktisadî teorileri destekleyenler Gayri Safi
Yurtiçi Hasıla’da (GSYH) büyük artış oranlarının hayalini kuruyor. Bu artış
oranlarının gerçekleşeceğine inanan enerji konusundaki karar vericiler de,
senaryolarını talebin devamlı artacağını temel alarak hazırlıyor. Belki de iki
taraf da birbirinin yalancısı. Enerjiyi daha verimli kullanarak, düşük
oranlarda veya azalan bir enerji talebiyle kalkınmak hiçbir zaman gündeme
gelmiyor. Ya da enerji yoğun sektörlerden oluşan bir ekonomi yerine, katma
değeri yüksek ürün üreterek daha az enerji tüketimiyle aynı GSYH’yı elde etmek
konuşulmuyor; en azından, Türkiye’nin talep tahminlerine yansımıyor diyelim.
Hâlbuki bunun örnekleri var. Almanya 1990’da, 100 birim enerji harcayarak 100
birim GSYH üretirken, 2010’da 94 birim enerji harcayarak 131 birim GSYH üretir
hale gelebildi, bunda da enerjinin verimli kullanılması çok önemli rol
oynadı.X
Enerji verimliliği konusunda Türkiye’nin yapacağı çok şey
var. Türkiye GSYH’da 1000 avro değerinde artış sağlamak için 233 kilogram
eşdeğeri petrol (kgep) harcıyor. Aynı ekonomik büyümeyi Yunanistan 147, İsviçre
80, Almanya 141, İtalya 123 ve İrlanda 92 kgep ile gerçekleştirebiliyor.XI
Kabaca söylersek, aynı ürün veya hizmeti Türkiye’de üretmek için Avrupa’daki
birçok ülkenin iki hatta 3 katı enerji harcamamız gerekiyor. İşin daha da
kötüsü, tüm dünyada enerjiyi daha iyi kullanma yönünde bir eğilim gözlenirken
Türkiye’nin 1990’dan bu yana neredeyse hiç ilerleme göstermemesi. Türkiye,
1990’da 1000 avroluk GSYH katkısı için 242 kgep harcıyordu. İlgili tablolarda
ekonomisi Türkiye’ye benzerlik gösteren Avrupa ülkelerinde, enerjiyi akıllı
kullanma yönündeki değişim daha iyi görülebiliyor.
Daha az enerjiyle daha çok iş yapmanın sırrı
ulaşımdan üretime, konuttan sanayiye kadar yapılan tercihlerde yatıyor. Daha
verimli makinalar, yalıtımlı binalar, toplu ulaşım gibi örnekler çoğaldıkça
enerji talebi azalacak; bu sayede talep yönetimine de giriş yapmış olacağız.
Talebi yönetebilir, enerjiyi verimli kullanabilirsek, birçok santral projesine
gerek olmayabilir ve ekonomik büyüme daha az enerji tüketerek
gerçekleştirilebilir.
TÜRKİYE'DE BÜYÜMENİN
KAYNAĞI TÜKETİM
Türkiye’de büyümeye iç talebin büyük oranda katkı
yaptığını biliyoruz.XII
Bu nedenle de hükümet nüfus artışını hızlandırmaya
çalışıyor. Bireysel tüketim azalırsa büyüme de durur. Nüfusun artması tüketilen
mal ve hizmetin artmasıyla büyümeye katkıda bulunuyor. 75 milyonluk nüfusuna
rağmen Türkiye Cumhuriyeti hükümeti ailelere çok çocuk yapmaları için teşvik
paketi hazırlıyor. Bunun nedeni, 2050’den sonra nüfusun azalacağının
öngörülmesi.
2013 itibariyle, Türkiye’de kadın başına ortalama
çocuk doğurma sayısı iki. Aşağı yönlü mevcut eğilim devam ederse 2023’te
Türkiye nüfusunun 84 milyon 247 bin kişiye ulaşması bekleniyor. 2050’de 93
milyona ulaşarak zirve noktasını bulacak nüfus daha sonra düşüşe geçecek.
2023’te yaşlı nüfusun (65 yaş ve üzeri) 8,3 milyon olması bekleniyor. Bu da
toplam nüfusun yüzde 10’una denk düşüyor. 2075’te ise yaşlı nüfusun oranı yüzde
27’yi geçecek.XIII Başbakan Erdoğan’ın artık tavsiyenin de ötesine geçen en az üç
çocuk yapılması söylemi, yaşlanan nüfusun iç talebi sürdürecek alımda
bulunamamasından kaynaklandığı düşünülebilir. Erdoğan’ın endişe etmesi gereken,
2075’te Türkiye’deki yaşlı nüfus oranının Avrupa’daki ülkelerin bugünkü
oranlarını yakalaması değil; aksine, Türkiye ekonomisinin yapısal bir
değişiklik gösteremeyerek 60 yıl sonra bile hâlâ iç talebe dayalı bir büyümeden
medet umması olmalıdır. Korkulan yüzde 27’lik oran bugün Avrupa’nın birçok
ülkesinde (İsveç, Portekiz, İngiltere, Avusturya, Finlandiya) yakalanmıştır.XIV
Türkiye’nin büyümesinin inşaat, ticaret ve ulaşım gibi kalemler üzerinde
yükselmesi çok çocuk aşkının kaynağı olabilir, ama bu ekoloji açısından sürdürülemez.
Türkiye’nin biyolojik kapasitesi ve ekolojik ayak izinin karşılaştırması bize
bunu söylüyor. Türkiye’de kişi başına düşen tüketimin Ekolojik Ayak İzi 2,7 kha
(küresel hektar) ile kişi başına küresel biyolojik kapasitenin yüzde 50
üzerinde. Bir başka ifadeyle, dünyadaki herkes ortalama bir Türkiye vatandaşı
kadar tüketirse 1,5 gezegene ihtiyacımız olacak. WWF (Doğal Hayatı Koruma
Vakfı) ve Global Footprint Network (Küresel Ayak İzi Ağı) tarafından hazırlanan
Türkiye’nin Ekolojik Ayak İzi raporundaki en çarpıcı veri ise şu: “Türkiye’de
kişi başına düşen Ekolojik Ayak İzi’nin sabit seyrine karşın, tüketimin toplam
ayak izi yüzde 150 büyümüştür. Bu büyümenin en temel nedeni, 1961-2007 yılları
arasında Türkiye’nin nüfusunda olağanüstü artış yaşanmasıdır”.XV
Türkiye’de
uzun vadede bireysel tüketim miktarının çok değişmediğini, ama nüfus artışıyla
tüketimin arttığını göz önünde bulundurduğumuzda (2000’lerde doğanların
1960’larda doğanlara göre daha çok tükettiğini de hesaba katmamız gerekiyor),
tüketimle büyüyen Türkiye’nin çok çocuk ısrarını daha iyi anlıyoruz. Bunu
anlamamız ekolojik yıkımı elbette azaltmayacak.
Rapordaki bir diğer veri ise daha da önemli.
1990’lara kadar ekolojik ayak izini biyolojik kapasitesine uygun bir seviyede
tutmayı başaran Türkiye, 2002’den itibaren ekolojik ayak izini hızla arttırmaya
başlarken biyolojik kapasitesi de 2006’dan sonra düşüşe geçiyor.XVI
2002’de
iktidara gelen AKP’nin büyüme politikalarının hayata geçirilmesiyle ekolojik
ayak izimizin büyümesini ve biyolojik kapasitenin düşmesini aynı çerçevede
değerlendirmek gerekir. Görülen o ki, Türkiye’nin büyüme politikası enerji
tüketimini arttırdığı gibi ekolojik sorunlara da zemin hazırlıyor. Üstelik, bu
büyüme politikasının ve aşırı enerji tüketiminin sadece yerli kaynaklarla
desteklenebileceği tezi de tartışmalı. Güney Kore gibi ithal enerjiyle
ekonominizi yürütme şansınız her zaman var, ancak bu defa da ihracatı
arttırmanız ve katma değeri yüksek ürünler üretmeniz gerekir. Bir başka yol
daha var, sadece Türkiye için değil, diğer ülkeler için de çözüm olabilir.
Sınırsız tüketimi sınırlı kaynaklarla karşılamaya çalışmak yerine, tüketimi
sınırlayıp öncelikli ürünlerin üretimine izin vererek ya da silah sanayine
sınırlar koyarak sorunu çözebiliriz. Çok mu radikal bir öneri? Dünyanın
ortalama sıcaklığı 1,5-2,5 dereceden fazla artarsa, tüm bitki ve hayvanların
yüzde 30’unun soyu tükenebilir. Şimdi bir daha soralım: Lüks arabalara, savaş
uçaklarına kaynak ayırmamak çok mu radikal bir davranış olur?
Dipnotlar
I. T. C. Enerji ve Tabii Kaynaklar
Bakanlığı 2010-2014 Stratejik Planı’nda bu oran yüzde 73, s. 22.
II. Türkiye Doğalgaz Piyasası Beklentiler, Gelişmeler
2012, Deloitte, s. 18.
III. T. C. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı 2010-2014
Stratejik Planı, s. 24.
IV. T.C. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı 2013 yılı
Bütçe Sunumu, s. 70.
V. T.C. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, Dünyada ve
Türkiye’de enerji görünümü sunumu, saydam 19.
VI. En son 12 Mayıs 2013 tarihinde
http://www.enerji.gov.tr/index.php?dil=tr&sf=webpages&b
=ruzgar&bn=231&hn=&nm=384&id =40696 adresinde görüldü. 48 bin
MW, rüzgâr hızı 7 m/s’den fazla olan bölgelerde kurulabilecek kurulu güce
işaret ediyor.
VII. TÜİK, Seragazı Emisyon Envanteri,
1990-2011.
|
|
|
VIII. En son 12 Mayıs 2013 tarihinde
http://www.bloomberght.com/haberler/haber/1329715-turkiye-2012de--2-2-buyudu adresinde
görüldü.
IX. “Yüzde 7 büyümeyi karşılayacak enerji potansiyeline
sahibiz”. Dünya Gazetesi. En son 12 Mayıs 2013 tarihinde
http://www.dunya.com/yuzde-7-buyumeyi-karsilayacak-enerji-potansiyeline-sahibiz-187752h-p2.htm
adresinde görüldü.
X. Climate Protection and Growth
(İklimi Koruma ve Büyüme), Federal Ministry for the Environment, Nature
Conservation and Nuclear Safety (Almanya Çevre, Doğa Koruma ve Nükleer Güvenlik
Bakanlığı), s. 13.
XI. Eurostat 2010 yılı verileri, 21
Mayıs 2013.
XII. Türkiye
Ekonomisinde Büyüme ve Yapısal Sorunlar, BETAM Araştırma Notları, Derleyen
Prof. Dr. Seyfettin Gürsel.
XIII. TÜİK, Nüfus
Projeksiyonları 2013-2075, 14 Şubat 2013.
XIV. Eurostat,
Projected old-age dependency ratio (Tahmin edilen yaşlı nüfusa bağımlılık
oranı).
XV. Türkiye’nin Ekolojik Ayak İzi, WWF
Türkiye ve Global Footprint Network (Küresel Ayak İzi Ağı), s. 7.
XVI. Türkiye’nin
Ekolojik Ayak İzi, WWF Türkiye ve Global Footprint Network (Küresel Ayak İzi
Ağı), şekil 9.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|