Türkiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türkiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Sıcak, daha da sıcak olacak

Foto: David Law - Unsplash
 
Özgür Gürbüz-BirGün / 9 Mayıs 2024

Türkiye’nin yıllık ortalama sıcaklığı 1971 ila 2000 yılları arasında 13,2 dereceydi. 1981 ila 2010 arasında ölçülen ortalama sıcaklık 13,5 dereceye çıktı. 1991 ila 2020 yılları arasında ölçülen değer ise 13,9 derece. 10 yıl aralarla yapılan ölçümler Türkiye’nin ortalama sıcaklığında çok hızlı bir değişim olduğunu gösteriyor. Terliyor musunuz bilmiyorum ama artık her geçen gün eskisinden daha sıcak. Kentlerde, ısı adalarının oluştuğu bölgelerde bu sıcaklık artışı daha şiddetli hissediliyor.

6 Mayıs günü Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi sekretaryasına ‘Türkiye’nin Sekizinci Ulusal Bildirimi’ sunuldu. Bildiri, Türkiye’nin iklim değişikliği konusunda yapacaklarının bir özeti olduğu kadar mevcut durumu da resmeden bir belge niteliğinde.  Yukarıdaki rakamlar da o bildiriden alındı, Devletin Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün çalışması. Üfürükçü işi değil.

Yukarıda ortalamalardan bahsettik. Yıl bazında baktığınızda tablo daha da korkunç. 2010 yılı kış mevsiminde Türkiye’de sıcaklıklar normallerin 2,9 derece üzerinde seyretmiş. 2018 bahar ayı ortalamadan 2,5 derece daha sıcak geçmiş. 2020 sonbaharı 2,1 derecelik sıcak bir sapma ile yine ortalamaları şaşırtmış.

Yağışlar da azalıyor. 2013 ila 2022 arasındaki 10 yıla baktım. Bu 10 yılın altısında yağış miktarı 1991 ila 2020 ortalamasının çok altında kalmış. Diğer dört yılda ise ortalamayı anca yakalamış. 2020, 2021 ve 2022 yılları, ciddi farklarla, arka arkaya ortalamanın altında kalan yıllar olmuş. 1990’dan bu yana görülen en kurak dönemden bahsediyoruz.

Sıcaklık artışını küçümsemeyin. Ekolojistlerin ve iklim bilimcilerin uyardığı, Paris Anlaşması’nın vurgu yaptığı 1,5 derece sınırının aşılması Akdeniz’de tatlı su kaynaklarının yüzde 10 azalmasına, tarımsal üretimin büyük darbe almasına, orman yangınlarının sayısı ve şiddetinin artmasına ve sıcak hava dalgaları yüzünden binlerce insanın hayatını kaybetmesine yol açabilir. 2022 yılında Avrupa’da sıcak havayla ilişkili ölümlerin sayısının 61 bin olduğu bilimsel bir makalede[1] belirtilmişti. İtalya, Yunanistan, İspanya ve Portekiz gibi bize benzer iklim kuşa
ğında bulunan Akdeniz ülkeleri de başı çekiyordu.

Aynı raporda aşırı hava olaylarının sayısının nasıl sürekli ve hızla arttığını da görebilirsiniz. 2023 yılı 1475 aşırı hava olayıyla Türkiye’de tüm zamanların en çok aşırı hava olayı, yani şiddetli yağış, sel, su baskını ve fırtına görüldüğü yıl oldu. Çok değil 2015 yılında bu sayı 500 civarındaydı.

KAHRAMANMARAŞ’A YİNE KÖMÜR SANTRALI
Durumun giderek kötüleştiğini söylemek için başka verilere ihtiyaç olduğunu sanmıyorum. Mesele ne yapacağımız. Mevcut hükümet, Ulusal Bildirimi’nde de belirttiği gibi iklim krizinden çıkmak adına ciddiye alınır bir adım atma niyetinde değil. Kömür santrallarını kapatma konusunda bir planı olmadığı gibi, aksine Kahramanmaraş’ta Afşin Elbistan A termik santralında kapasite artırımına gidilmesine izin veriyor. Seragazı emisyonlarını dizginleme adına ciddi bir çaba görmüyoruz. 2030 yılı güncellenmiş hedefimize ulaşabilirsek bugün yılda 560 milyon tonu bulan seragazı emisyonlarımızı 765 milyon tonun altında tutacağız; azaltmayacağız arttıracağız. Türkiye elbette bundan daha iyisini yapabilir ve yapmalı. Eğer herkes Türkiye gibi kapasitesinin altında hedef verirse ortalama yüzey sıcaklığındaki artışı değil 2 derecenin, 4 derecenin altında tutmak bile mümkün olmayacak.

ABD, Çin ve Avrupa Birliği gibi ülkelerin alması gereken sorumlulukların farkındayız ve eleştiri odağımızda onlar ilk sırada yer alıyor. Ancak bu Türkiye’nin elinden geleni yapmaması anlamına gelmiyor. Küresel emisyonların yüzde 1,08’inden sorumlu Türkiye (İngiltere, Fransa, İtalya, İspanya’dan yüksek) iklim krizinde payı olmayan bir ülke değil. Üstelik yapmamız gerekenleri yaparsak doğayı koruma, enerjide dışa bağımlılığı azaltma, daha iyi kentlerde yaşama adına da önemli bir yol alacağız. O yüzden, parti ayırt etmeksizin herkesin oy ve yetki verdiği yönetenlerden iklim krizini durdurma konusunda talepte bulunması ve hesap sorması gerek. Yoksa bu sorumsuzluğun faturası da seller, orman yangınları ve kuraklıkla halka çıkarılacak.


[1] Heat-related mortality in Europe during the summer of 2022

Türkiye plastik sorununun neresinde?

Özgür Gürbüz-BirGün/25 Nisan 2024

Foto: Erik Mclean - Unsplash
 
Her yıl 400 milyon ton plastik üretiliyor ve 2040’a kadar bu rakamın iki katına çıkması bekleniyor. Üretilen plastik ürünlerin büyük bir bölümü yakılarak, gömerek ya da olduğu gibi bırakılarak doğaya karışıyor. Her yıl sadece nehir, deniz ve okyanuslara bırakılan plastik miktarı 19 ila 23 milyon ton civarında. Üretim arttıkça bu miktar da artıyor. Denizlerde balıklarla değil plastik şişeler ve torbalarla yüzmeye alışacağız. Beş milimetreden küçük mikroplastikler, gözle görülmesi çok zor olduğu için bizi su şişeleri kadar rahatsız etmiyor. Halbuki her yerdeler; suda, karada hatta vücudumuzda. Kanınızda bile mikroplastik bulunduğunu söyleyip konuyu kapatayım, sizi daha fazla üzmeyeyim.

***

Plastik üretimini kontrol altına almak, toplanmasını sağlamak ve geri dönüşümü artırmak için uluslararası görüşmeler sürüyor. Hükümetlerarası Müzakere Komitesi (INC) şu sıralarda Kanada’da dördüncü toplantılarını yapıyor. Amaçları plastik sorununu çözmesi beklenen, bağlayıcılığı olan uluslararası bir anlaşma metnini yıl sonuna kadar yürürlüğe koymak. Kasım sonunda Güney Kore’nin Busan kentinde yapılacak beşinci toplantıda (INC-5) bunun olup olamayacağını göreceğiz.

İklim müzakerelerinde olduğu gibi burada da zamanla yarışıyoruz. Gerçek bir çözüm üretilmeden müzakerelerin uzaması, plastik sorununu daha da büyütecek. İklim meselesinde bu taktiği izlediler. Ne garip bir tesadüftür ki burada da karşımızda büyük petrol üreticileri var. Plastik üretiminin azalması petrol tüketiminin de azalması demek; petrol plastiğin hammaddesi. Plastik kullanımının artması iklim krizinin büyümesi anlamına da geliyor. Plastik üretiminin küresel seragazı emisyonlarının yüzde 5,3’ünden sorumlu olduğunu belirten araştırmalar var. Küresel sıcaklık artışını 1,5 derecenin altında tutmak için içinde bulunduğumuz yıldan başlayarak her yıl plastik üretiminin yüzde 12 civarında azaltılması gerektiğini de söylüyorlar. Hem iklim krizi hem de plastik kirliliği petrol şirketlerinin üzerindeki baskıyı artıyor onlar da tüm güçleriyle süreci baltalamaya çalışıyor.

***

Müzakerelerdeki temel ayrılık tarafların süreci ele alış biçimlerinden kaynaklanıyor. Taslak metindeki seçenekler bu ayrılıkları net bir şekilde gösteriyor. Petrol üreticisi ülkeler ve plastik sanayi tüketim miktarını azaltmak yerine geri dönüşüm gibi sorunu kökünden çözmeyen çözümleri öneeiyor. Başta tek kullanımlık plastikler olmak üzere geri dönüşüm aslında bir yalan. Bir plastik şişe defalarca dönüştürülemediği gibi her geri dönüştürme işleminde daha kalitesiz bir ürüne (plastik kasa gibi) evriliyor ve bir noktada ya yakılıyor ya da mikroplastik olup doğaya karışıyor. O yüzden de gerçek çözümü savunanlar plastik üretiminin azaltılmasını, üretilmesi zorunlu ürünlerin daha dayanıklı olmasını, böylece tekrar tekrar kullanılabilmesini istiyor. Eskiden olduğu gibi açık bakliyat satışı yapılması, bizlerin de kutularıyla marketlere gitmesi veya su ve kahve gibi içecekleri kendimize ait termoslarla almak gibi çözümler Batı’da yaygınlaşıyor; yapılabilir gözüküyor.

Müzakerelere soldan bakanlar, plastiğin tüm yaşam döngüsünü içine alan bir çözüm istiyor. Üretimden atık yönetimine kadar tüm süreci kapsamalı diyor ve insan haklarıyla ilgili sorunlara da dikkat çekiyor. Atık işçilerinin ekonomik, sosyal ve kimi yerde ırkçılığa varan sorunlarının çözümünün, adil bir dönüşüm planıyla sonuç metninde yer almasını istiyorlar.

***

Müzakerelerde atık ithalatına sınırlama getirilmesi, plastik vergisi konulması gibi konular da dillendiriliyor. Türkiye gibi Avrupa’nın çöplüğü olmuş bir ülkenin bu konuda müzakere sürecine nasıl ‘katkıda bulunacağını’ da merakla bekliyorum. Avrupa’dan en çok plastik atık ithal eden ülkeyiz. Aynı zamanda plastik üretiminde dünya altıncısı, Avrupa ikincisi konumundayız. Bu yüzden çevreci tedbirlerin çoğu, yıllık geliri 44 milyar doları bulan bu sektörün hışmına uğruyor. Hatırlayın, 2021’deki plastik atık ithalatı yasağı sekiz gün sonra kaldırılmıştı. Tek kullanımlık içecek ambalajlara getirilecek depozito uygulaması da yıllardır erteleniyor. Çevre Bakanlığı uygulamanın en son 2024’te zorunlu hale geleceğini söylemişti, yedi ay kaldı bekliyoruz. Aldığımız tedbirler ise çok sınırlı. Ücreti artık caydırıcılıktan çok uzak hale gelen paralı plastik poşetlerden başka bir önlem ortada yok. Sıfır atık hikayesini ciddiyetten uzak buluyorum.

Türkiye plastik ürünleri ve üreticileri için adeta bir cennet. Çevre Bakanı Özhaseki eksik söyledi. Sadece ağaçları yok edip, ormanlarımızı kel haline getirmedik, doğal alanlarımızı da plastikle doldurduk. Herkesin ortak malı olan doğamızı kaynağı gibi kullanan birkaç şirket kar ederken, hepimiz kaybediyoruz.

Türkiye ne kadar küçüldü?

Özgür Gürbüz-BirGün / 6 Mart 2024

Foto: Wikipedia (Zeynel Cebeci)
TÜİK ya da hükümete göre Türkiye 2023 yılında yüzde 4,5 oranında büyüdü. Dünyanın sınırlı varlıklarını (kaynaklar) tüketerek yapılan mal ve hizmet üretimini ya da sermaye birikimini olumlu addedip, “büyüdük” demek iktisat biliminin bu çağdaki en büyük ayıbı olsa gerek. Milyonlarca yılda oluşan petrolü saniyeler içerisinde yakıp tüketerek ürettiğiniz mal veya hizmet nasıl olur da bu gezegeni ileri götürür?

Bizim artık büyüme rakamlarını bir kenara bırakıp ne kadar küçüldüğümüzü hesaplamamız gerek. Kirlenen havayla, azalan suyla ekonomik değeri kıyaslamak kolay değil. O yüzden de elimizde somut örnekleri olan bir veriden, Türkiye’nin orman varlığından yola çıkmak işimizi kolaylaştırabilir. Türkiye Ormancılar Derneği, Türkiye’de Ormansızlaşma ve Orman Bozulması raporunda, orman varlığındaki kaybı detaylı bir şekilde anlatmıştı. Türkiye, her yıl yangınlarla kaybedilen orman alanının dört katından fazlasını madencilik, enerji, turizm ve ulaşım gibi ormancılık dışı amaçlara verilen tahsisler nedeniyle kaybediyor.

Hesaplayalım. Sadece 2012-2020 yılları arasında, ormancılık dışı faaliyetler için tahsis edilen orman miktarı 342 bin 846 hektar. 2021’deki büyük yangınlarda kaybettiğimiz orman alanından (139 bin hektar) 2,5 kat fazlası. Aynı dönemde orman alanlarında enerji üretimi ve iletimi için verilen izinlerin yol açtığı kayıplar ise 126 bin 296 hektar. Madenler nedeniyle kaybettiğimiz orman miktarı da 87 bin hektar. Hepsinin toplamı 555 bin hektarı buluyor.

Orman Genel Müdürlüğü’nün bir hektar alanın ağaçlandırılması için istediği bedel 196 bin 24 TL. Bir hektar alanın yıllık bakım bedeli ise 12 bin 500 TL. Ekolojik kaygılarımızı bir kenara bırakıp sekiz yılda yok edilen alanları ağaçlandırmaya kalksak, beş yıllık bakım süresiyle birlikte ödeyeceğimiz miktar 145 milyarı buluyor. Dolar cinsinden karşılığı 4,5 milyar dolar. Gerçek büyümeyi hesaplamak istiyorsak, gayri safi yurt içi hasıladaki artıştan, kaybettiğimiz ormanların değerini çıkarmamız gerekir. Bunu yaparken de “kirleten öder” tuzağına düşmemeliyiz. Ormanların, ne üretmek için feda edildiği, gerçek bir ihtiyacı karşılayıp karşılamadığı ve toplumsal (tüm canlıları kapsayan) fayda sağlayıp sağlamadığı da mutlaka belirlenmeli. Yoksa, “öderim parasını, keserim ağacını” diyen patronlara yol açmış oluruz.

İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Orman Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Cihan Erdönmez, kullanıma açılan ormanların tekrar, içinde canlıların barındığı gerçek bir ormana dönmesinin, en iyi koşullarda 40-50 yılı bulacağını hatırlatıyor. Erdönmez, mermer ocakları gibi birçok açık maden işletmelerinin rehabilitasyonunun da mümkün olmadığına dikkat çekiyor. Orman Genel Müdürlüğü’nün Türkiye’de kaç maden alanının rehabilite edildiğine dair verileri açıklaması ve örnek sahaları göstermesi halinde, bu alanlarda inceleme yapabileceklerini de belirtiyor.

Sadece orman mı? Otellere verdiğimiz sahiller, betona gömülen meralar, kurutulan dereler, çıkarılan ve yerine konulması mümkün olmayan madenleri de büyüme hesabının eksi hanesine yazmalıyız. Toprağa, havaya ve suya verilen zararın maddi karşılığını da düşündüğünüzde çoğu yerde eksi büyümelerle karşılaşabiliriz. Erzincan İliç’te kirlenen toprağın, Fırat Nehri’nin yarattığı ekonomik ve sosyal katkının kaybedildiğini düşünün. Son yıllarda yaşadığımız çevre felaketlerindeki doğal varlık kayıplarını büyüme tablolarına eklesek, Türkiye’nin küçüldüğünü bile görebiliriz.

Büyüme hesaplarında yok edilen orman, mera, sulak alan, kıyı şeridi ve buralarda yaşayan canlılarla, bu doğal varlıklar sayesinde daha sağlıklı bir hayat süren insanın kayıpları yok. Klasik iktisat bunları görmüyor.

Büyüme gözlüğüyle bakarsanız, açılan her madene, her enerji santralına veya her otele ülkenin büyümesine katkıda bulunan “yatırım” diyebilirsiniz. Ekoloji gözlüklerini takınca, “acaba” demeye başlarsınız. Yaşamı hesaba katmayan hesap olmaz.

Sürdürülebilirlikte vasatlar ligindeyiz

Özgür Gürbüz-BirGün / 14 Şubat 2024

Doğa severlerin isyanları Türkiye’deki çevre sorunlarının ne kadar büyüdüğünün bir göstergesi. Arıların sayılarının azalması, aşırı hava olaylarının sayısı ve sıklığının artması, hava kirliliğinin daha fazla sağlık sorununa yol açması iş dünyası ve siyasetçilerin durumu kavrayabilmesi için yeterli olamayabiliyor. Ekonomik ve sosyal veriler de içeren başka göstergelere ihtiyaç duyuyorlar. Olabilir.

O zaman o dilden de Türkiye’nin vasatlar liginde olduğunu anlatalım. BM’nin Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’nın hedeflerine ulaşma konusunda Türkiye’nin geldiği nokta bize tercüman olsun. Radikal bir çevre koruma fikrine hizmet etmeseler de Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’na ulaşılması durumunda birkaç adım öteye gidebileceğimizi söyleyebiliriz. Devletlerin birçoğu BM’nin 17 amacına ulaşmayı kısa ve orta vadeli planlarına eklemiş durumda. Türkiye’de merkezi hükümetten yerel yönetimlere kadar birçok kurum stratejisini bu amaçları temel alarak yazıyor.

17 amacın ortak noktası aşırı yoksulluğu sonlandırmak, iklim kriziyle birlikte adaletsizlik ve eşitsizlikle mücadele etmek. 2030 yılına kadar belirlenen hedeflere ulaşmak zor görünse de ülkelerin performanslarını değerlendiren raporlar bize hangi ülkenin hem doğayı hem de ekonomiyi koruma yolunda bir şeyler yaptığını gösteriyor.

TÜRKİYE 72. SIRADA
BM için raporlama yapan Sürdürülebilir Kalkınma Çözümleri Ağı’nın hazırladığı son değerlendirme Türkiye’nin 166 ülke arasında 72. sırada yer aldığını ortaya koyuyor. Orta sıralara da hasret kaldık, her raporda diplerdeyiz deyip pek sevinmemek gerek çünkü ülkeyi yönetenlerin çok övündüğü ekonomik büyüklüğe göre baktığımızda oldukça gerilerdeyiz. 17 amacın ikisinde daha kötüye gidiyoruz. Bunlar seragazı emisyonlarını artıran fosil yakıt kullanımı ve çimento üretimi ile sağlık ve eğitime harcanan bütçenin kısılması. İyileşmenin görüldüğü alanlar ise, “elektriğe erişim” gibi bizim gibi ülkeler için çoktan halledilmesi gereken konular. Türkiye’de hükümetin amaçlara ilişkin yaptığı son gönüllü değerlendirme 2019’da yapılmış. Üzerinden uzun zaman geçmiş. Belki de her yerde dillendirilen bu 17 amaç çoktan rafa kaldırıldı; bilemiyoruz.

Detaylarda kaybolmadan dünyadaki yerimizden de bahsedelim. Bizden daha büyük ekonomik sorunlarla uğraşan Arjantin 51. sırada. Ambargolarla boğuşan Küba 46, Arnavutluk 54, Vietnam 55. sırada. Komşularımızla da kıyaslayalım. Yunanistan 28, Gürcistan 42, Bulgaristan 44, Azerbaycan 53, Ermenistan 56, İran 86, Irak 105 ve Suriye 130. ülke olmuş. Kosta Rika’dan Tayland’a birçok ülkenin gerisindeyiz. Hatırlatayım. Bu sadece çevresel bir gösterge değil, yoksulluktan eşitsizliğe, temiz sudan adalete kadar birçok konuda dünyanın ilerlemesine ne kadar uzak veya yakın olduğunuzu gösteren bir değerlendirme.

Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı’nın 2019 yılında hazırladığı değerlendirme raporu, gelinen durumu şöyle özetliyordu: “Gösterge bazında ilerlemeye bakıldığında, Türkiye’nin birçok hedefte ilerleme kaydettiği, bazı hedeflerin tamamen aşıldığı, bazı hedeflere ise kısmen ulaşıldığı görülmektedir”. Cumhurbaşkanlığı orta sıralarda kalmayı kabulleniyorsa sorun yok, beşten büyük olacaksak elbette ortada büyük bir sorun var. İlk 20 hatta ilk 50’de bile değiliz. Ben sonuçtan memnun değilim çünkü Türkiye daha iyisini yapabilir. Kendisine ilerlemeyi amaç edinen demokratik bir cumhuriyet yerine “vasatlar imparatorluğu”nu seçenler ise herhalde bu dereceden memnundur.

Türkiye enerji verimliliğinde yerinde sayıyor

Özgür Gürbüz-BirGün / 17 Ocak 2024

Foto: Riccardo Annandale / Unsplash
 
Türkiye’nin II. Enerji Verimliliği Eylem Planı üç gün önce Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nca yayımlandı. Enerji verimliliği, daha az enerji harcayarak aynı işi yapabilmek, aynı ürünü üretebilmek demek. Enerji tasarrufundan farklı. Verimlilik ekonomide sürdürülebilirliği garanti ettiği için daha önemli bir kavram ve davranış değişikliğinin ötesinde yapısal değişiklikler de içeriyor.

Türkiye’nin enerji verimliliği konusunda hedef koyması doğru elbette ama koyulan hedeflerle diğer plan ve hedefler arasında çelişkiler var. Planın özü şu cümleyle özetlenmiş: “Bu belge ile Türkiye’nin GSYİH başına tüketilen enerji miktarının (enerji yoğunluğunun) 2023 yılı değerine göre %15 azaltılması ve 2024-2030 döneminde toplamda 37,1 MTEP birincil enerji tasarrufu sağlanması hedeflenmektedir.”. Bu cümleyi okuyunca Türkiye daha az enerjiyle aynı işi yapacak sanıp sevinebilirsiniz. Sevinmeyin. Bu iktidar döneminde hemen sevinmemeyi hepimiz öğrendik. Asgari ücret zammı örneğinde olduğu gibi iyi haber tez zamanda yok oluyor.

Eylem Planı önümüzdeki altı yılda enerji tüketimini azaltmayı düşünüyorsa, 12. Kalkınma Planı ile başı fena halde dertte demektir. Geçen Ekim ayında yayımlanan son Kalkınma Planı’nın enerji bölümünde, 2023 yılında 165 milyon TEP’i (ton eşdeğeri petrol) bulan birincil enerji talebini, 2030 yılında 190 milyona çıkarmayı hedeflediğimiz net bir şekilde yazılmıştı. Heterodoks yöntemlere girip, kafanızı karıştırmadan, 190’dan 165’ü çıkararak enerji talebinin 25 milyon ton artacağını hesaplayabiliriz. “37,1 milyon TEP’lik tasarruf bu işin neresinde” diye sorduğunuzu duyar gibiyim.

Rapor kötü bir Türkçe’ye kurban gitmediyse, iktidarın bir başka cin fikriyle karşı karşıya kaldığımızı söyleyebiliriz. Seragazı emisyonlarını azaltacağız dediklerinde de aslında bir artış tahmini yapıp, o tahmini artış rakamından azaltıma gitmişler, bunu da emisyonları azaltacağız diye açıklamışlardı. Aynı formülü enerji verimliliği için de uygulamışa benziyorlar. Rakamlarla anlatalım. “Enerji talebi biz hiçbir şey yapmazsak 227 milyon TEP’i bulacak diye tahmin ediyoruz, atacağımız enerji verimliliği adımlarıyla bu talep artışını 37 milyon azaltıp, 190’da sabitliyoruz” demiş olabilirler. Bu durumda enerji verimliliği uygulamaları ile enerji talebini azaltmış olur muyuz? Elbette olmayız, 165’ten 190’a çıkarmış oluruz ama tahminleri esas alırsanız, azaltım yaptık, hedefleri tutturduk diye övünerek dolaşabilirsiniz.

İşin kötüsü, Eylem Planı’nda enerji talebinin nasıl seyredeceğine, verimlilik olmadan talebin nereye ulaşacağına dair bir veri de yok. Tahmin yürütmek zorundasınız. Sonuçta şu gerçekle karşı karşıyayız. Enerji Verimliliği Eylem Planı ile Kalkınma Planı’nın tutarlılığını gösteren bir ortak çalışma yok. Belli ki enerjiyle ilgili bu planlar yapılırken ilgili kurumlar bir araya gelip, ortak bir hedef belirlemiyor. İki planın birbirinden haberi yok gibi duruyor.  

TÜRKİYE YERİNDE SAYIYOR
Biz en iyisi başka bir veriden Türkiye’nin enerji yoğunluğundaki seyre bakalım. Enerjiyi verimli kullanma konusunda aslında ne durumdayız onu görmeye çalışalım. Enerji yoğunluğu, bir birim GSYH üretmek için kaç birim enerji tüketildiğini gösteren, ekonomi penceresinden enerji meselelerine bakanların çok sevdiği bir gösterge. Avrupa İstatistik Bürosu (Eurostat) verilerine göre Türkiye, 2021 yılında GSYİH’da 1000 avro değerinde bir artış elde etmek için 150 kilogram eşdeğeri petrol tüketmiş. Komşumuz Yunanistan bu katkıyı 124, İspanya 111, Almanya 100 ve Danimarka ise 58 kg eşdeğeri petrol tüketerek sağlamış. Enerjiyi bizden daha akıllı kullanmışlar veya katma değeri yüksek ürün ya da hizmet üretmişler. Kötü haber; Avrupa’daki birçok ülkenin gerisindeyiz, enerji yoğunluğunu düşürmemiz gerek. İyi haber; enerji yoğunluğunu düşürme konusunda gidilecek yolumuzun olması, enerji tüketimini de ciddi oranda azaltabileceğimizi gösteriyor.

Asıl sorun ise bu konuda çok gecikmiş olmamız. 2013 yılında Türkiye 1000 avroluk GSYİH katkısı için zaten 155 kg eşdeğeri petrol harcıyormuş. 10 yılda bir arpa boyu yol gidememişiz. Aynı zaman aralığında, Danimarka 1000 avroluk GSYİH artışı için harcadığı petrol eşdeğeri enerji miktarını 75’ten 58’e, Almanya 123’ten 100’e, Yunanistan 143’ten 124’e, Romanya 232’den 186’ya ve Portekiz 137’den 119’a düşürmüş. Türkiye ise 155’ten 150’ye! Enerjide daha çok santral kurmayı önceliklendirdiği, tasarruf ve verimliliği bir kenara bırakmayı tercih ettiği için yerimizde saymışız. Şimdi fiyatı artan ithal enerji nedeniyle yakınıyoruz. 20 yıldır bu konuyu ihmal edenlerin bir eylem planıyla değişeceğini düşünmek hata olur.

Üç türden biri yok olma tehlikesiyle karşı karşıya

Özgür Gürbüz-BirGün / 13 Aralık 2023

Uluslararası Doğayı Koruma Birliği (IUCN), Dubai’deki iklim konferansının (COP 28) bitmesine bir gün kala iklim kriziyle birlikte hız kazanan yok oluşun rakamlarını açıkladı. Tehdit altındaki canlıların durumunu gösteren kırmızı listede artık 157 bin 190 tür var ve bunların 44 bin 16’sı yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Başka bir deyişle, yaklaşık her üç türden biri.

Türkiye’de de tehdit altındaki türlerin sayısı arttı. 2018 yılında Türkiye’deki bilinen türlerin 401’i tehdit altındaydı. Beş yıl sonra bu rakam 469’a çıktı. 469 türden 142’si kritik seviyede tehdit altında, 158 tür ise ‘tehlikede’ kategorisinde yer alıyor. Kritik seviyede tehdit altında olan türler arasında Bozdağ çekirgesi, baytop soğanı, kuşaklı kiraz kuşu, Wagner engereği ve Gümüşhane Lalesi gibi onlarca farklı canlı var. Denizden karaya, bozkırdan tatlı sulara kadar her yerde yaşayan canlılar tehdit altında. Ne yazık ki doğa koruma alanındaki çabalar uzun yıllar istiyor ve koruma çabaları sürdürülebilir olmazsa birkaç yıl içinde kazanımlar kaybedilebiliyor. 

Yaşamın hızı ve doğadan kopuş o kadar trajik bir boyutta ki bu bilginin korkunçluğunu bile hissetmiyor çoğu insan. Bitki, kuş, sürüngen olunca gözümüzün önüne getiremiyoruz belki de. Hayatımız bina, otomobil ve parayla örülü.

Yok oluş süreci dünyanın her yerinde gözlemlenebiliyor. Doğayı Koruma Birliği’nin bu yılki güncellemesinde ilk kez mercek altına aldığı tatlı su balıkları bu iddiayı doğrular nitelikte. IUCN, 14 bin 898 tatlı su balık türünün dörtte birinin yok olma riskiyle karşı karşıya olduğunu saptamış. Yok olma tehlikesindeki tatlı su balık türlerinin en az yüzde 17'si iklim değişikliği nedeniyle gezegenle vedalaşmak üzere. Nehirlerde azalan su seviyesi, deniz suyu seviyesinin yükselmesiyle nehirlere karışan tuzlu sular ve değişen mevsimler tatlı su balıklarının yaşamasını güçleştiriyor. Yok olma tehlikesindeki tatlı su balıklarının tek sorunu iklim değil elbette. Yarısından fazlası kirlilikten, yarıya yakını da barajlar ve su kullanımı gibi nedenlerden de etkileniyor. İklim krizi türlerin üzerindeki baskıyı artıran bir başka ama güçlü bir etken çünkü yerel müdahalelerle iklim krizinden çıkma şansımız yok.

Uluslararası Doğayı Koruma Birliği bu nedenle Kırmızı Liste’deki son güncellemeyi İklim Konferansı’nda yaptı. Ne yazık ki onlar bu açıklamayı yaparken, birkaç bina ötede, iklim krizini durdurma çabalarına büyük bir darbe vuruluyordu. Biliyorsunuz, krizden çıkış için elimizdeki tek çözüm fosil yakıtları (kömür, petrol ve gaz) kullanmayı bırakmak. İklim konferansının gizli sahibi petrolcüler, kömürcüler ve gazcılar ise COP 28’in sonuç metninden ‘fosil yakıtlardan vazgeçme’ ibaresini itinayla çıkardılar. Gezegenin son umudunu bilime rağmen insanların elinden almaya çalışıyorlar. Bu yazı kaleme alınırken birçok ülke ve doğa savunucuları metni eski haline getirmeye çalışıyordu. Fosil yakıtlardan vazgeçme çağrısı metne geri dönse bile belli ki zayıflatılmış bir biçimde ifade edilecek ve aynı güçler hayata geçirilmemesi için ellerinden geleni yapacak.

İnsan, evrende yaşayabildiği bilinen tek gezegenle ilişkisini koparmış gibi davranıyor. Başka bir yerde yaşayabilirmiş gibi, öyle bir yer varmış gibi ya da gezegendeki diğer canlılar olmadan bir hayat sürebilirmiş gibi davranıyor. Yanılıyor elbette ama kapitalizmin kendisini hapsettiği duvarların dışına çıkamıyor. Duvarları aynayla kaplamaktan başka çaremiz yok. İnsana yaşadığı ve yaşattığı sefaleti göstermek zorundayız. Yazmaya, konuşmaya ve mücadeleye devam.

İklim krizini sonlandırmayı müzakere ettiğimiz süreçlerden şirketleri çıkararak işe başlayabiliriz. Yok oluştan kâr edenlerle müzakere etmenin bir faydası yok, onlara sadece yapmaları gerekeni söylemeliyiz. Bunun için mevcut hükümet ve devlet yapılarının değişmesi gerek. Zor diye düşünmeyin, insanlar krizin boyutlarıyla yüzleştikçe, imkansızları başarmak için adım atmaya da hazır olacak.

Dünyayı mağarada yaşamakla tehdit eden petrolcü

Özgür Gürbüz-BirGün / 6 Aralık 2023

Foto: UNFCCC
Birleşmiş Milletler’in her yıl düzenlediği iklim konferansının başkanlığına bu yıl bir petrolcü atandı. Ahmed El Caber, Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) Ulusal Petrol Şirketi’nin Yönetim Kurulu Başkanı. El Caber, COP kısa adıyla bilinen iklim konferansına, fosil yakıtlardan vazgeçmenin bizi iklim krizinden kurtaracağına dair bilimsel bir gerekçe yok yorumuyla damgasını vurdu. Fosil yakıtlardan vazgeçmenin dünyayı mağara yaşamına geri götüreceğini de söyledi.

El Caber’in kendi ülkesinin de tarafı olduğu Paris Anlaşması’ndan, Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin binlerce sayfalık çalışmalarından haberdar olduğuna eminim. Bu bilimsel raporlar bize seragazı emisyonlarını 2030’a kadar, 2019 seviyesine göre yüzde 43 oranında azaltılması gerektiğini söylüyor. Azaltım için de fosil yakıtları en geç 2050 yılından kullanmayı bırakmalıyız. Yapamazsak sıcaklık artışını 1,5 derecenin altında tutmak mümkün olmayacak. Ülkelerin mevcut taahhütleri ise bizi yüzde 43 değil yüzde 2’lik bir azaltıma götürecek. Bu gidişle iki derecenin altında kalma hedefi de zora girebilir. El Caber bunları da biliyor ama petrol, kömür ve gazdan para kazanan tüm fosil yakıt şirketlerinin yıllardır yaptığı gibi o da süreci yavaşlatmak, iklim krizini kanıksatmak ve mevcut düzeni devam ettirmek için üstüne düşeni yapıyor.

Fosil yakıtlardan vazgeçip güneş ve rüzgar gibi yenilenebilir enerjiye geçersek mevcut endüstriyel toplumun devam edeceğini yine bilim bize söylüyor. Mevcut ‘gelişmiş’ toplumun sorunsuz gibi anlatılması ise başka bir dert. Caber’in petrol zengini ülkesinin ışıltılı kenti Dubai’deki hava kirliliği, Dünya Sağlık Örgütü’nün tavsiye ettiği günlük seviyenin üç kat üzerinde örneğin. Fosil yakıtlar da sorumlular arasında. Küresel Kölelik Dizini (Global Slavery Index) sıralamasında da BAE dünya yedincisi (Türkiye beşinci). Modern kölelikten bahsediyoruz. Çok az bir ücret karşılığında veya ücret almadan çalışmaya zorlanmak, seks işçiliği yapmaya mecbur bırakılmak ve isteğiniz dışında evlendirilmek bugün modern kölelik olarak adlandırılıyor. El Caber’in ülkesinde her 1000 kişiden 13,4’ü modern köle sınıfında değerlendiriliyor. Mağarada yaşamak mı dediniz? Temiz havada ve özgürce mi yani?

TÜRKİYE NE YAPIYOR?

28’inci iklim konferansına Türkiye’den büyük bir ilgi var. Kayıt yaptıranlar arasında 1045 delege ile yedinci sıradayız. Fransa’dan, Almanya’dan, ABD’den daha çok sayıda kayıtlı katılımcımız var. Kulislerde alışveriş tutkusunun ve vizesiz girişin katılımcı sayısını artırdığı konuşuluyor.

Resmi heyetin ilk haftada yaptıklarını merak edenlere en iyi özeti Çevre ve Şehircilik Bakanı Mustafa Özhaseski yaptı. COP 28’in içeriği daha çok iklim değişikliğiyle meydana gelen kayıp ve zararların giderilmesi diyen Özhaseki, “Yeşil iklim Fonu’na erişebilmek adına birtakım müracaatlarımız var. Sonra da Kayıp ve Zarar fonundan en fazla istifade edebilmek için büyük bir mücadele veriyoruz. En çok etkilenen ülkelerden birisi olarak bizim de bu tür fonlara erişim imkanımızın olması lazım. Bu da bir mücadele. İşte o mücadeleyi veriyoruz” diyor.

Malumunuz, Türkiye Paris Anlaşması’na taraf oldu ancak seragazı emisyonlarını azaltma taahhüdü vermedi. 2030’a kadar ‘tahmin edilen artışın’ altında kalma sözü verdi. 2053 için net sıfır emisyon hedefim var dese de oraya nasıl gideceği belli değil. 2030 ila 2053 arasına dair bir plan yok. Kömür santrallarını kapatacağını hiç söylemedi. Yeni gaz santralı yaparım bile dedi. Emisyon artış hızına, kömürden, petrolden vazgeçmeme niyetine bakarsak net sıfıra gitme şansı da yok. Net sıfır taahhüdü de bir başka fon koparma hamlesiydi zaten.

Hakkımızı yemeyelim, iklim toplantılarında istikrarlıyız. “Bize fon verin” deyip duruyoruz. Önceliği az gelişmiş ülkeler, ada ülkeleri olan Kayıp ve Zarar fonundan da Yeşil İklim Fonu’ndan da yararlanmak istiyoruz. Emisyonları azaltacağımızı söylemiyoruz ama bize para verin diyoruz. İklim düşmanı otoyol, havalimanı ve köprülere alım garantileriyle milyarlarca doları gömen Türkiye, en ucuz elektrik üretme yöntemi olan yenilenebilir enerjiye geçiş için fon istiyor. Tarifeli uçak kullanmayan, saraylarda oturan, makam araçlarından inmeyen hükümet görevlileri, iklim krizinin tetiklediği seller, orman yangınları gibi afetlerin zararlarını karşılamak için yardım talep ediyor. Türkiye’nin iklim politikası artık güldürmeyen bir şakaya dönüştü.

* 8 Aralık Cuma günü, Ankara’da düzenlenen TMMOB 14. Enerji Sempozyumu’nda Küçük Modüler Nükleer Reaktörler üzerine bir konuşmam olacak. İlgilenenleri sempozyuma bekliyorum. 

10 Maddede Türkiye’nin İklim Hedefi

Özgür Gürbüz-BirGün / 18 Kasım 2022 

Türkiye, Mısır’daki 27. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Taraflar Toplantısı’nda (COP27) 2038’e kadar uzanan iklim hedefini açıkladı. Paris Anlaşması kapsamında güncellemesi gereken Ulusal Katkı Beyanı’nı 2 yıl gecikmeyle de olsa yeniledi. Ulusal Katkı Beyanı (UKB) nedir, Türkiye’nin iklim hedefi yeterli mi? 10 maddede değerlendirelim.

1. Ulusal Katkı Beyanı nedir?

UKB, Paris Anlaşması’na taraf her ülkenin iklim krizine yol açan seragazı emisyonlarını nasıl ve ne zaman azaltacağını gösteren bir belge. Burada verilen taahhütler dünyanın ortalama yüzey sıcaklığındaki artışın 1,5 veya 2 dereceyi aşıp aşmayacağını hesaplamamıza yarıyor. Beş yılda bir güncellenmesi gereken beyanı Türkiye 2025’te tekrar güncelleyecek.

2. Türkiye’nin ilk beyanı ne öneriyordu?

Türkiye, Paris Anlaşması’nı imzalarken 2012’de 430 milyon tonu bulan seragazı emisyonlarının hiçbir önlem alınmadığı takdirde 2030’da 1 milyar 175 milyon tona ulaşacağını varsayarak, bu artışı 929 milyon tonda sınırlayacağını beyan etmişti. Buna artıştan azaltım deniyor. Yüzde 21 oranındaki artıştan azaltım aslında Türkiye’nin emisyonlarını 2012’ye göre iki katından fazla artıracağı anlamına geliyordu. Bağımsız araştırmalar, dünyadaki diğer ülkelerin de Türkiye gibi hedef vermesi durumunda gezegenin 4 derecenin üzerinde ısınacağını hesaplamıştı.

3. Türkiye’nin güncellenmiş beyanı ne öneriyor?

Mısır’da Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum’un açıkladığı yeni beyan yine bir hayal kırıklığı yarattı. 2015’teki beyanda olduğu gibi artıştan azaltım öneren bu yeni planda 2030 hedefi 693 milyon tona çekildi. Emisyonları azaltma değil artırma taahhüdü tekrar edildi. Bugüne göre iklim krizine yol açan emisyonları 8 yılda yüzde 32 oranında artırma sözü verdik. Emisyonların tepe noktasına çıkacağı tarihin de 2038 olacağı söylendi. Kurum, 2053 yılında Türkiye’nin net sıfır emisyona ulaşacağını da iddia etti.

4. Net sıfır emisyon nedir?

Net sıfır emisyon, atmosfere bırakılan karbondioksit gibi seragazı emisyonlarının en aza indirilmesi, kalan miktarın da ormanlar veya okyanuslar gibi yutak alanlarca tutulması demek. Bu sayede sınırlandırılmış emisyon üretimi devam etse doğal alanların yardımıyla atmosfere bırakılan rakam sıfırda kalıyor.

5. Türkiye’nin 2053 net sıfır sözü gerçekçi mi?

Paris Anlaşması onaylanırken Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından dillendirilen “2053 net sıfır emisyon” hedefine nasıl ulaşılacağını gösteren detaylı bir plan henüz kamuoyuyla paylaşılmadı. Hedefin yasal bir dayanağı da yok. Mısır’da açıklanan beyan, Türkiye’nin 2038’e kadar emisyon artışına devam edeceğini belirtiyor. Bu tarihte emisyonların 800 milyon tonu bulacağını varsayarsak, 15 yıl sonra sıfırlanması oldukça zor çünkü Türkiye’nin mevcut yutak alanlarının seragazı tutma kapasitesi, orman kayıplarının artmasıyla 50 milyon ton seviyesine kadar geriledi. Kalan 750 milyon ton emisyonun 15 yıl içinde sıfırlanması gerçekçi değil. Bu da 2053 net sıfır emisyon sözünün ciddiyetinin olmadığını gösteriyor.

6. Yeni beyan katılımcı bir şekilde mi belirlendi?

Murat Kurum, Mısır’da yaptığı konuşmasında, “Türkiye’nin Ulusal Katkı Beyanını, katılımcı ve şeffaf bir anlayışla tüm kurumlarımız ve özel sektörle istişare ederek, bilimsel bir yaklaşımla hazırladık” dedi. Bu doğru değil. Bildiğimiz kadarıyla sivil toplum örgütleri bu rakamları ilk kez iki gün önce duydu. Bakan Kurum İklim Şurası’nı kastediyorsa, oraya da sadece seçilmiş sivil toplum örgütleri davet edildi. Sürecin demokratikliği de tartışılır.

7. Bir önceki beyana göre daha iddialı mı?

Artıştan azaltım oranı yüzde 41’e çıkarıldı ancak Türkiye’nin emisyonlarının hiç önlem alınmadığı takdirde 2030’da 1 milyar 175 milyon tonu bulacağı varsayımı aradan geçen 7 yıla rağmen aynı kaldı. Bu varsayım yedi yıl önce de gerçekçi bulunmamıştı. Nitekim, ciddi bir iklim eylemi olmamasına rağmen Türkiye’nin seragazı emisyonları 2020 yılında 523 milyon tonda kaldı. Buna rağmen Türkiye yeni beyanında aynı tahmini kullandı.

8. Beklenti neydi?

Bazı sivil toplum örgütleri, Türkiye’nin bugünkü emisyonlarını 2030’a kadar yüzde 35 oranında azaltması gerektiğini söylüyordu. Türkiye’nin kömür santrallarını kapatmak için bir tarih vermesini isteyen imza kampanyası da devam ediyor. İki talep de karşılık bulmadı.

9. Türkiye neden güçlü bir iklim hedefi belirlemiyor?

Bu sorunun yanıtı kesin olarak bilinmese de Kurum’un belirttiği özel sektör görüşmelerinde baş rolü kömürlü termik santral üreticilerinin oynadığı tahmin ediliyor. Türkiye’nin seragazı azaltım hedefi belirlemesi halinde, kömürlü termik santrallardan başlayarak fosil yakıt kullanan sektörlerden vazgeçmesi gerekecek ve bu konuda bir direnç var.

10. Şimdi ne olacak?

Türkiye’nin bu beyanı güncellememesi halinde hem iklim krizine katkısı artarak devam edecek hem de termik santrallar, ulaşım ve sanayi gibi fosil yakıt kullanılan birçok sektörün canlılara ve doğaya verdiği hava kirliliği gibi zararlar artacak.

3,2 milyar dolar nerede

Özgür Gürbüz-BirGün/15 Temmuz 2022

Türkiye’nin Paris İklim Anlaşması’na taraf olmasının üzerinden dokuz ay geçti. Türkiye’nin anlaşmaya taraf olma kararını açıklamasından önce Dünya Bankası, Almanya ve Fransa, 3 milyar 157 milyon dolarlık kaynağın Türkiye’ye verileceğini açıklamıştı. Arkasından hemen imzalar atıldı. Türkiye de anlaşmaya taraf olmak için kendisine mali destek verilmesini istiyordu. İklim müzakereleri sürecindeki 197 ülke içinde anlaşmaya taraf olmayan altı ülkeden biri olan Türkiye bir anda fikrini değiştiriverdi.

3,2 milyar doların kaynağını Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Yeşil İklim Fonu” diye açıkladı, haberlere de haliyle böyle geçti. İklim gazeteciliği bir kez daha kötü bir sınav verdi ülkemizde. Türkiye yıllardır Yeşil İklim Fonu’na dahil olmak istediğini söylüyordu ancak iklim müzakerelerindeki statüsü gereği olmayacak bir işti bu. Onaylamak adına Dünya Bankası Türkiye Ofisi’ne de sordum. 3,2 milyar doların 2 milyar doları Dünya Bankası’ndan, kalanı ise Fransa ve Almanya’dan gelecek. Kredi, hibe ve projelere harcanacak. Koordinasyonun Türkiye ayağında Hazine ve Maliye ile Çevre, Şehircilik, İklim Değişikliği bakanlıkları var. Peki ama nerede bu 3,2 milyar dolar?

Şimdi aldığım duyumları paylaşayım. Henüz kredi, hibe ve projeler konusunda bir anlaşma yok, para kullanıma açılmamış. Fonun büyük bir miktarının da kredi şeklinde kullandırılacağı belirtiliyor. Yanıtsız bırakılan sorular da var. 3,2 milyar dolarlık kaynağın çarçur olmaması için bu konuda daha fazla şeffaflık gerekiyor. Türkiye tarafı mı yoksa Dünya Bankası, Almanya veya Fransa mı bunu yapar bilmiyorum ancak bu fonun nerede, nasıl kullanılacağı kamuoyuyla paylaşılmalı.

Kasım ayında Mısır’da yapılacak Taraflar Toplantısı’na (COP27) yeni bir Ulusal Katkı Beyanı vermek zorundayız. Bu beyanda seragazı emisyonlarının 2030’a kadar nasıl bir yol izleyeceği gösterilecek. Umarım, kömür santrallarını kapatacağımız tarihi veya ipuçlarını da bu beyanda görürüz. Türkiye’nin iklim konusunda yapılacaklar listesi dağ gibi büyüyor. Sınırlı kaynaklar ciddi hedefleri hayata geçirme yolunda kullanılmalı. Eğitim, kapasite geliştirme ya da şaşalı ama başarısız İklim Şurası benzeri toplantılara harcanmamalı.

***
Cüneyd Zapsu Akkuyu’da
Geçtiğimiz hafta dünya kamoyunu sarsan bir gelişme oldu. İnternet üzerinden araç çağırma servisi sunan Uber’in kirli dosyaları açığa çıktı. DW Türkçe’de Pelin Ünker’in detaylı haberinde, Türkiye’de taksicilerin tepkisiyle karşılaştığı dönemde Uber’in Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ulaşmaya çalıştığı yazıyor. Başka ülkelerde de benzer lobi faaliyetleri yürüten Uber, Türkiye’de AKP’nin kurucularından, eski milletvekili Cüneyd Zapsu’dan da danışmanlık almaya çalışmış. 2001-2008 tarihleri arasında AKP’nin Merkez Yürütme Kurulu üyesi de olan Zapsu, 2008 yılında aktif siyaseti bırakarak Cüneyd Zapsu Danışmanlık A.Ş. şirketini kurmuştu. Sızan kayıtlara göre Zapsu, Uber’den üç aylık danışmanlık işi için 150 bin dolar istemiş. Fiyatta anlaşamamışlar ancak Uber’in üst düzey bir yöneticisi, “Fiyat çok yüksek ama muhtemelen Türkiye'de gerçekten büyümemizin tek yolu Cüneyd Zapsu gibi nüfuz sahibi birinin bizi önemli Türklerin radarına sokması” yorumunu yapmış. İstanbul’daki yemekli buluşmada Zapsu’nun şirketi Uber’in işlerini kolaylaştıracak 30 kişilik bir liste çıkarmış, aralarında valiler, belediye başkanları da var…

Zapsu’nun pek bilinmeyen bir başka işi daha var. Rusya’nın yüzde yüz hissesine sahip olduğu ve yapımı süren Mersin’deki Akkuyu Nükleer Santralı’nın Yönetim Kurulu’nda Türkiye’den tek bir isim var; Cüneyd Zapsu. Akkuyu Nükleer A. Ş.’nin 25 Eylül 2013 tarihindeki Olağanüstü Genel Kurul toplantısıyla ilk defa Yönetim Kurulu'na giren Zapsu, halihazırdaki yönetimin de bir üyesi. İlk Yönetim Kurulu üyeliği 14 ay süren Zapsu’nun alacağı ücret de 3 Eylül 2014 tarihinde yapılan olağanüstü toplantı çağrısında, ayrı bir gündem maddesi olarak kayda geçmiş. Arada Yönetim Kurulu’ndan çıksa da en uzun dönem kurulda kalan isimlerden biri. 12 yıldır Türkiye’den başka bir isim Akkuyu Nükleer’in Yönetim Kurulu’na girmedi.

Uber dosyasına bakınca Akkuyu Nükleer A.Ş. için Zapsu’yu çekici kılan unsurun ne olduğu haliyle merak konusu oluyor.

Dünyada rüzgar enerjisi


GWEC (Global Wind Energy Council) Küresel Rüzgar Raporu'nu açıkladı. Rapordan önemli gördüğüm yerleri kısaca özetledim. Ara ara karşımıza çıkan rüzgar enerjisinin sorunlarıyla ilgili paylaşımlar hakkında da kısa bir yorumum var, umarım ilginizi çeker.

Özgür Gürbüz / 6 Temmuz 2022

2021 yılında 93,6 GW'lık yeni rüzgar gücü kuruldu; tarihte en çok rüzgar santralı kurulan 2. yıl. Yeni rüzgar santrallarının yarısı Çin'de, onu ABD, Brezilya ve Vietnam izliyor. 

Türkiye yeni rüzgar gücü kurulumunda dünyada 9. sırada. 2021'de 1,4 GW yeni güç eklendi, hepsi karada. Açık deniz (deniz üstü) santrallarının potansiyelini ölçmek için Dünya Bankası destekli bir çalışma öngörülüyor ama gecikti. 2018'de de 1,2 GW'lık ihaleye giren olmamıştı.

Rüzgar enerjisinde açık deniz santralları giderek öne çıkıyor. Dev türbinler kurulabiliyor, rüzgar daha kuvvetli ve sürekli esiyor. Bu konuda da Çin liderliği eline aldı. 2021'de 21,1 GW açık deniz santralı kuruldu, bunun yüzde 80'i Çin'de.

Deniz üstü rüzgar santrallarında Çin'i, Birleşik Krallık, Vietnam, Danimarka ve Hollanda izliyor. Vietnam bugüne kadar rüzgar enerjisinde adı pek duyulmayan bir ülkeydi. 2021'e kadar 0,5 GW'lık bir gücü vardı. 2021'de bunu 3,2 GW'a çıkardılar; karada ve denizde ilk 4'teler.  

 

Vietnam 8. Enerji Gelişme Planı taslağında 2050 yılı için net sıfır hedefi de yer alıyor. Bağlayıcı hedef önemli. Bu da yenilenebilir enerjiyi öne çıkarıyor. 2045'te toplam rüzgar gücü 140 GW'ı bulabilir. (Fikir vermesi için: Türkiye'nin tüm santrallarının kurulu gücü 100 GW)

Brezilya bir süredir rüzgar enerjisi gücünü artırıyor, geçen yıl 3,8 GW daha ekleyerek çıtayı yükseltti ancak asıl konuşulan açık denizde 100 GW'ı bulan potansiyelin çevresel etki değerlendirme sürecine başlanması. Rakamlar gerçekten de çok büyük

Kulağa hoş geliyor ama benim üretime odaklanan bu ve benzeri rapor değerlendirmelerinde eksik gördüğüm yanımız, arza bu kadar odaklanırken talep tarafını göz ardı etmemiz. Rüzgar sektörünün çalışmasında talep yönetimini beklemiyorum elbette ancak aralarındaki ilişki kritik.

İklim başta olmak üzere enerji kaynaklı sorunun çözümü için daha çok rüzgar santralı kurulması kaçınılmaz ama asıl başarı talebi mümkün olan en aşağı seviyeye çekerek bu hedefe ulaşabilmek. Daha az santralla murada ermek de diyebiliriz. Enerji yoğunluğunu düşürmek, enerji tasarrufu yapmak ve daha sonra kalan talebi doğru yenilenebilir enerji projeleriyle karşılamak. Aklımdaki formül kısaca bu.

Rüzgarla ilgili eleştirileri de görüyorum. O yüzden talep yönetimini daha fazla vurgulama ihtiyacı hissediyorum. Elimizdeki en "çevreci" elektrik üretme biçimlerinden biri rüzgar; tartışmasız. Sorunlar var. Kanatların geri dönüşümü ve yeniden kullanımı için çalışılıyor, kanatları taşırken yollar açılıyor, az da olsa beton dökülüyor, kuşlar için risk. tüm bunlara rağmen diğer enerji üretim biçimlerine göre hâlâ avantajlı. En düşük karbon emisyonuna sahip kaynak. Atık çok az. Radyasyon tehlikesi yok. Külü, havayı kirletmesi yok.

Unutulan şu, endüstriyel toplumda yaşamayı kabul etmiş bir insan doğaya verilen bu ve benzeri hasarı çok normal kabul ettiği günlük yaşamında her gün defalarca tekrarlıyor. Yıllardır araçlarla yolculuk yapanlar otomobilin aküsü ne oluyor diye hiç sorgulamıyor.

Giydiği kıyafetlerin üretimi sırasında harcanan kimyasalları, suyu, üretimi yapan makineleri çalıştıran yağı görmüyor. Cep telefonundan, bilgisayarından ayrılamıyor ama onların elektrik depolamada kullanılan lityum batarya ile çalıştığını kimse hatırlatsın istemiyor.

Yediğimiz her gıdanın endüstriyel üretim olduğunu, elektrikle üretildiğini, paketlendiğini ve hatta ileride taşınacağını biliyoruz ama rüzgar santralıyla ilgisini kurmak istemiyoruz. Elektriğin hayatla bağını görmezden geliyoruz. Rüzgar ve güneş gibi kaynaklara ben "çevreci" veya "yeşil" diyorum. Ekolojist değiller. 😐 

Gerçek bu, elektrik, enerji istiyorsak güneşten, rüzgardan daha iyisi yok. Çamaşır makinesiz yaşamak elbette doğa için en iyisi ama bunun için gerekli olan toplumsal konsensus zor görünüyor.

Hayaller Net Sıfır Gerçekler Yerli Kömür

Paris’i onaylayıp 2053 için net sıfır emisyon hedefi belirleyen Türkiye’nin Cumhurbaşkanlığı yıllık
programında ise ilçelere doğalgaz götürülmesi ve yeni kömür sahalarının açılması var.

Özgür Gürbüz-BirGün Pazar/7 Kasım 2021

Türkiye 26. kez katıldığı iklim zirvesinde daha önce olmadığı kadar mutlu. Paris Anlaşması asansörüne, asansörün kapısı kapanmadan son anda girdi. Asansöre adımını atar atmaz gideceği katı da söyledi, “2053 net sıfır” dedi. Bunları isteyerek yaptığını söylemek zor ama pazarlık masasından 3,2 milyar doları bulan harçlığı cebine koyarak kalktığını biliyoruz. Bugüne kadar Paris’i onaylamamak için öne sürdüğü şartlar ise orada duruyor. Çerçeve Sözleşmesi’nde, gelişmiş ülke kategorisindeki yeri değişmedi. Daha önce reddedilen gelişen ülkeler arasına alınma talebini de en azından bu toplantı için geri çekti. Yeşil İklim Fonu’ndan yararlandırmazsanız Paris’i hayatta onaylamam diyordu, o konuda da geri adım atmış oldu.

Glasgow’daki Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Taraflar Toplantısı’nda Türkiye’yi parmakla gösteren ve suçlayan çok olmayacak. Bundan önceki toplantılarda günün fosili ödüllerine aday gösterilen bir Türkiye vardı. Bu yüzden de Türkiye heyeti en mutlu toplantılarından birini yapıyor olabilir. Olabilir ama haberler kötü, bu mutluluk sadece bir hafta daha sürecek. Türkiye’ye döndüklerinde gerçeklerle yüzleşecekler.

Programda doğalgaz öne çıkıyor 

Önümde “2022 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı”nın enerji bölümü var. Bölüm, Sakarya’da bulunan doğalgaz rezervleriyle başlıyor ve hidrokarbon kaynakları bakımından zengin olmayan Türkiye’nin makus talihinin değişeceği iddia ediliyor. Hidrokarbon dediğiniz, bizim mahallede fosil yakıtlar denen, iklimi değiştiren kömür, petrol ve doğalgaz. Sakarya ile başlayan doğalgaz övgüsü, nüfusu 20 binden fazla ilçelere doğalgaz ulaştırma planlarıyla devam ediyor. Glasgow’da ise kendi enerjisini yenilenebilir kaynaklardan üreten net sıfır binalar konuşuluyor. Türkiye’nin amacı bundan sonra yaptığı her binada enerji tüketimini en aza indirmek ve doğalgaz bağımlılığı yaratmamak olmalı. Cumhurbaşkanlığı programı ise neredeyse her eve doğalgaz götürmekten bahsediyor.

Başka dünyaların insanları

2022 programı sadece doğalgaz çıkarıp her eve götürmekten ibaret değil. Birkaç gün önce onlarca ülkenin “elveda” dediği kömür konusunda da yeni yatırımlar içeriyor. Türkiye Kömür İşletmeleri bünyesindeki bir linyit sahasının elektrik üretimi için projelendirileceği programda yazıyor. Yani yeni kömürlü termik santralların kurulması hedefleniyor. Programı yazanlarla, 2053 için “net sıfır emisyon” hedefi açıklayanların ayrı ayrı dünyalarda yaşadığı olasılığı güçleniyor. Kesinlikle uzayda hayat var çünkü bu iki hedefi yazanların aynı gezegende olması mümkün değil.

Yenilenebilirin payı düşecek

Programdaki elektrik üretimiyle ilgili hedefler kısmı da bir garip. Yerli ve ithal kömürün 2022 hedeflerini görmek mümkün değil. Onun yerine yerli kaynaklardan üretilen elektrik enerjisi diye bir bölüm açılarak içine rüzgardan kömüre, hidroelektrikten jeotermale her şey konulmuşa benziyor. Yine de iklim aleyhine şu üç veriyi görebiliyoruz. 2020’de yenilenebilir enerji kaynaklarından üretilen elektriğin payı yüzde 42,3’tü. 2022’de yüzde 39,6’ya düşecek. Doğalgazın payı da yüzde 23’ten 24’e çıkacak. Kişi başına düşen elektrik enerjisi tüketimi de artacak. Bunların hiçbiri iklimi korumaya dair bir politikanın parçası olamaz. İklimi korumak istiyorsanız yenilenebilir enerjinin payını artırmak, kömür ve doğalgazdan çıkmak, enerjiyi de daha verimli kullanarak az tüketmek zorundasınız. Görünen o ki, Cumhurbaşkanlığı Programı Paris’e çakılan selamdan nasibini almamış.

Cumhurbaşkanlığı Programı ve resmen 10 Kasım’da yürürlüğe girecek Paris Anlaşması arasındaki tutarsızlık düşündürücü. Türkiye, Paris Anlaşması’na taraf olup, 2053 yılı için net sıfır emisyon taahhüdü verirken bunu nasıl yapacağını düşünmemiş olabilir mi? Net sıfır emisyon, atmosfere bıraktığınız emisyon miktarı kadarını başta ormanlar olmak üzere yutak alanlarınızla tutmanız demek. Seragazı salımı yapıyorsunuz ama ürettiğinizle tuttuğunuz birbirini sıfırlıyor. Toprak, turba, okyanus ve en önemlisi ormanlar yutak alanlarımız. Ormanlar fotosentez yoluyla karbondioksiti depolayabiliyor.

Yüzde 80 azaltım gerekiyor

Şimdi gelin ufak bir hesap yapalım. Türkiye’nin 2019 yılı emisyonları 506 milyon ton karbondioksit eşdeğeri. Yutak kapasitesi ise 84 milyon ton. Net sıfıra ulaşmak için 422 milyon ton seragazı azaltımı yapmamız gerekiyor. Başka bir deyişle önümüzdeki 30 yılda emisyon miktarını yüzde 80 oranında azaltmamız lazım. Yutak miktarını büyük oranlarda artırmak mümkün değil. En iyi zamanımızda 100 milyon ton civarına ulaşmış, o seviyeye gelsek bile geriye azaltılacak 400 milyon ton kalıyor. Açtığınız her kömür santralı, doğalgaz bağladığınız her ev işimizi daha da zorlaştıracak. Bir yandan yerli kömür diyeceksiniz, enerji tüketen evler yapacaksınız, ulaşımı bireysel araçlarla, havayoluyla halletmeye çalışacaksınız bir yandan da net sıfır hedefi koyacaksınız. Tutarlı değil elbette.

2053 hedefinin hesabı yok

İlginç bir nokta daha var. Her ülke gibi Türkiye de Paris Anlaşması’nı imzalarken emisyonlarını nasıl sınırlandıracağını gösteren bir beyan verdi. Bu beyan, Türkiye emisyonlarını 2030’a kadar bugünkü 506’dan 929’a kadar çıkarmasına olanak sağlıyor. Azaltmaktan değil artırmaktan bahseden zayıf bir beyndı 2016 yılında verdiğimiz. Neyse ki bu hedefler beş yılda bir güncelleniyor ve Türkiye yeni bir beyan (taahhüt) hazırlayacak. Türkiye’nin İklim Değişikliği Başmüzakerecisi Mehmet Emin Birpınar, BBC Türkçe’nin sorularını yanıtlarken (28 Ekim 2021) yeni beyanın hazırlanmasının bir yılı bulacağını vurguladı. Yani, beyan hazır değil. Türkiye’nin nasıl bir yol haritası izleyeceği henüz ortada yok ama 2053 hedefi var. 2030, 2040 hedefi olmayan bir ülke nasıl oluyor da 2053 net sıfır hedefi verebiliyor, anlamak mümkün değil. Belli ki Paris’i onaylama işi çok aceleye geldi veya son ana bırakıldı; 2053 denilerek işin içinden çıkıldı.

Neden 2053 derseniz, onu da bilmiyoruz. Cumhuriyetin kuruluşunun yıldönümü diyenler var ama ben İstanbul’un fethinin 600. yılına denk geldiği için seçildiğini düşünüyorum. Ne de olsa Fatih İstanbul’u fethederken gemileri karadan götürmüş, o zaman motorlu araç olmadığı için de sıfır emisyonla İstanbul’un fethini tamamlamıştı... Şaka bir yana, umudum bu absürd durumun bir an önce son bulması ve Türkiye’nin seragazı emisyonlarını azaltması elbette ama çıkıp kral çıplak demezsek o iş de olmayacak.

Amerika’dan kaçarken Rusya’ya tutulmak

Dış politikadaki manevraları sürekli yön değiştiren Türkiye’nin, ABD ve Batı’dan uzaklaşmasını Rusya fırsata çeviriyor. Türkiye’nin hem askeri konularda hem de enerji gibi stratejik öneme sahip alanlarda Rusya’ya bağımlılığı artıyor.

Özgür Gürbüz-BirGün/3 Ekim 2021  

2020 yılında Türkiye’nin ithal ettiği doğalgazın yüzde 33,5’i Rusya’dan alındı. Son yıllarda
Azerbaycan’dan daha fazla gaz alınmaya başlasa da Rusya hâlâ Türkiye’nin bir numaralı gaz tedarikçisi. Türkiye’nin tarihinde en çok gaz ithal ettiği 2017 yılında, 55 milyarlık ithalatın yüzde 52’si Rusya’dan yapılmıştı. 2020’de ithalat 48 milyar metreküpe düştü. Doğalgaz kullanımı arttıkça Rusya’dan gelen boru hatlarının kapasitelerinin de müsait olması nedeniyle bu payın yükseleceğini söyleyebiliriz. Doğalgaz ithalatının hepsi boru hatlarıyla yapılmasa da, spot piyasadaki fiyatlar, nakliye ve uzun dönemli kontratlar gibi etkenler Rusya, İran ve Azerbaycan gibi boru hatlarıyla Türkiye’ye gaz gönderen ülkelere avantaj sağlıyor. Kısaca özetlersek, doğalgaz ithalatımızın üçte birini karşılayan Rusya, bu alanda ipleri elinde tutacağa benziyor.

Doğalgaz ve petrolde Rusya faktörü

Sınırlı doğalgaz kaynağına sahip Türkiye, doğalgaz talebinin yüzde 1’inden azını kendi sahalarından karşılayabiliyor. Doğalgazda dışa bağımlılığımız yüzde 99. Petrolde ise dışa bağımlılık yüzde 90’lar civarında. Petrol ithalatı yaptığımız ülkelere baktığımızda Rusya Devlet Başkanı Putin’in hafifçe gülümseyerek bize baktığını görebiliyoruz. Çünkü Irak’tan sonra en çok petrol alımı yaptığımız ülke Rusya. İthal petrolün yüzde 21’i Rusya’dan geliyor. Rusya’nın coğrafi yakınlığı, petrol ve doğalgaz rezervlerinin büyüklüğü Türkiye için onu cazip bir satıcı yapıyor.

İthal kömürde de Rusya

Her gün yerli kömür türküleri söyleyip güne başladığımız için Türkiye’nin çok kullandığı bir başka fosil yakıttan, kömürden iyi haberler bekleyebilirsiniz. Beklemeyin. Kömürden gelen haber de kendisi gibi kara. Türkiye’nin kömür ithalatında birincilik Kolombiya’da olsa da Rusya bu alanda da kürsüye çıkmayı başarıyor. En çok kömür ithal ettiğimiz ikinci ülke Rusya’nın toplam ithalatımızdaki payı yüzde 34,4. Türkiye ithal kömürle çalışan termik santral yapmaya devam ettikçe aralarında Rusya’nın da bulunduğu ülkelerin payı artacak. Düne kadar Paris İklim Anlaşması’nı onaylamayacağını söyleyen Türkiye’nin niyeti de daha fazla kömür santralı yapmaktı. Paris Anlaşması onaylandıktan sonra Türkiye başka bir yola girer mi; onu bekleyip göreceğiz. Girmezse kömürde de Rusya ile ilişkiler devam edecek demektir.

Türkiye’nin enerji sektörünün, fosil yakıt dediğimiz petrol, kömür ve doğalgaza bel bağladığını hatırlatalım. Doğalgaz ve ithal kömürle çalışan santralların elektrik üretimindeki payı 2020’de yüzde 43’tü. Kurulu güç kapasitelerine bakarsak bu oranın elektrik talebinin artması durumunda daha da yukarılara çıkacağını söyleyebiliriz. Kömür ve doğalgaz ithalatında Rusya tartışmasız en önemli tedarikçi. Bir başka deyişle Türkiye’nin elektrik üretiminde kritik bir role sahip.

Akkuyu ile elektrik piyasasında söz sahibi olacaklar

Elektrik enerjisinde Rusya’ya bağımlılık bununla da sınırlı değil. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) bütün uyarılara rağmen inatla yaptırmaya devam ettiği Akkuyu’daki nükleer santral da Rusya’ya ait. Kömür ve doğalgaz ile elektrik piyasasına dolaylı erişim sağlayan Rusya, Akkuyu biter ve çalışırsa doğrudan bir oyuncu olarak da karşımıza çıkacak. TEİAŞ’ın (Türkiye Elektrik İletim A.Ş.) dağıtım şirketlerinin verilerini de ele alarak yaptığı talep tahminlerine bakar ve gerçekçi kabul edersek, 2027 yılında Türkiye 362 milyar kWh elektrik tüketecek. 2027, Akkuyu nükleer santral projesi iptal edilmezse santralın dört reaktörünün de çalışacağı ve tam kapasitede üretim yapacakları yıl. Rus şirketin iddiasına göre yılda 35 milyar kWh elektrik üretilecek. Bu da, TEİAŞ’ın tahmin ettiği talebinin yüzde 10’unun Akkuyu’dan karşılanacağı anlamına geliyor. Elektrikte ithal kömür, doğalgaz üzerinden Rusya’ya bağımlılığımız az gelmiş olacak ki, devlet büyüklerimiz bir de nükleer santral üzerinden bağlanalım demişler.

Bilmeyenler ya da duymak istemeyenler için hatırlatalım. Akkuyu’da yapımı süren santralın hisselerinin yüzde 100’ü Rus devlet şirketi Rosatom’un Türkiye’deki uzantısı. Mevcut iktidarın Rusya ile yaptığı anlaşmada açıkça belirtildiği gibi, Rus tarafı istese de hisselerinin yüzde 49’undan fazlasını satamıyor. Bu yüzden de 60 yıl çalıştırılması planlanan santralda 60 yıl boyunca söz sahibi hep Rusya olacak. Malum, biz gönlü bol bir milletiz. Köprülerde, otoyollarda yaptığımız jestleri Akdeniz’in en güzel kıyılarından birine nükleer santral yapan Rusya’dan da esirgemedik. Rusya’nın santralının üreteceği elektriği, 15 yıl boyunca kilovatsaati 12,35 dolar sentten almak üzere garanti de verdik. İhtiyaç olsun ya da olmasın, santralın ürettiği elektrik alınacak. Köprüden geçsek de geçmesek de ücreti ödüyoruz; aynı hesap.

Nükleer santral elektrik fiyatlarını artıracak

Bu alım garantisi hafife alınacak bir iş değil. Öncelikle, verilen alım garantisi piyasa fiyatının yaklaşık 4 katı. Türkçesi şu, piyasada 3 sente elektrik bulsak da biz 12 sente Akkuyu’dan alacağız. Yeni ihalesi yapılan rüzgar ve güneş santrallarında ortaya çıkan fiyatın da 3 sent civarında olduğunu düşünürsek, güneş santralından alacağımız aynı elektriği nükleerden 4 kat pahalıya alacağımız görülüyor. Bu da haliyle evdeki elektrik faturasından fabrikalara kadar tüm hayatı etkileyecek.

Türkiye, petrolden doğalgaza, kömürden elektriğe enerjide her alanda Rusya’ya bağımlı hale geldi. Siyaseten Batı’dan uzaklaşan AKP iktidarının çareyi Rusya’ya yaklaşmakta bulması, enerji alanında yeni sorunlara da yol açıyor. Soçi’den dönüşte Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Putin’e iki nükleer santral daha yapma hedefleri olduklarını söyleyerek, bu iki santralı Rusya ile yapmayı teklif etmesi bu sorunlardan sonuncusuydu. Rusya’nın iki yeni nükleer santral yapmak için yeterli finansmanı var mı tartışılır. Eğer bu hatada da ısrar edilirse, Türkiye elektrikte de Rusya’ya yüzde 20-25 oranlarında (o günkü talebe göre değişebilir) bağımlı hale gelecek. Kömür ve gaz üzerinden elektrik piyasasında yaşadığımız dolaylı bağımlılık, nükleerle doğrudan bağımlılığa dönüşüyor.

Enerjide bağımlılıktan kurtulmanın yolu sistem değişikliği

Rusya’ya bağımlılıktan kurtulmak bir dış siyaset meselesinden çok ekonomik sistemde dönüşüm meselesi artık. Batı ile ilişkiler ilerleyince kömürü Avustralya’dan almak veya nükleer santralda ısrar edip onu ABD’ye yaptırtmak bağımlılık sorununu çözmez sadece “kime bağımlı olduğumuzu” değiştirir. Yapmamız gereken, enerjide bağımsızlığı makul seviyerele çekmek olmalı. Sürekli çalışarak piyasayı domine eden baz yük santrallara dayanan, aslında doğalgaz, kömür ve nükleer santralları kurtarma modeline dönüşen bu enerji üretimi sisteminden vazgeçip, üretimi yerelde (evde, okulda, tüketimin olduğu yerlerde) ve küçük santrallarla (kooperatiflerle, kamuyla, belediyelerin ön ayak olduğu girişimlerle) yapmaya başlamazsak, bir şirketin ya da ülkenin elindeki santrallara mahkum oluruz. İthal edilen enerji kaynaklarının fosil yakıtlar, dolayısıyla iklim krizine yol açan kömür petrol ve doğalgaz olduğunu da düşünürsek nihai hedefin hem ekonomi hem de yaşam için ithalatı sıfırlamak olduğunu hepimiz görürüz. İyi haber şu; bu mümkün.

Güneş cumhuriyetnin kurulmasıya birlikte hidrojen enerjisinin kullanımının artması, enerji cimri binaların hayata geçirilmesi, ulaşımda raylı sistem, toplu taşıma ve bisiklet gibi araçların yaygınlaştırılması, çalışma saatlerinin düşürülmesiyle tüketimin azaltılması, bizi Rusya veya başka bir ülkeye enerji alanında bağımlı olmaktan kurtarabilir.

Paris Anlaşması: Romantizm mi yoksa Jeanne d’Arc’ın inadı mı?

Özgür Gürbüz-Magma / Ocak-Şubat-Mart 2021

Birleşmiş Milletler’e üye 196 ülke, 12 Aralık 2015 tarihinde iklim müzakerelerinin belki de en önemli
anlaşmasına imza attı. Ortalama yüzey sıcaklığını 2, mümkünse 1,5 derecenin altında tutmayı amaçlayan bu metin, Trocadero’da umut dolu bir güneşin doğuşunu izlemek gibiydi. Aradan beş yıl geçti, salgın nedeniyle bu yılki uluslararası müzakere 2021’in Kasım ayına ertelendi ama mücadele bitmedi; mücadele aynı Dünyamız gibi 5 yıl öncesine göre daha sıcak. Zaten 2020’nin dünyanın gördüğü en sıcak üç yıldan biri olacağı kesin gibi.

Türkiye onaylamadı

Paris Anlaşması’na imza atan ülkelerin yedisi hariç hepsi anlaşmayı yürütme organlarına götürüp onayladı. Kalan yedi ülke arasında Eritre, Güney Sudan, Irak, İran, Libya, Yemen ve Türkiye var. ABD ise Trump döneminde anlaşmadan ayrılmış, Biden’ın seçilmesiyle anlaşmaya geri döneceğinin sinyalini vermişti. Türkiye benzer bir durumu Kyoto Protokolü sürecinde de yaşamıştı. Belki de sürecin en başından bu yana iklim politikalarını oturtamamanın kötü bir sonucu. Yoksa kimse Türkiye’den Çin veya ABD’nin yapmadığını yapmasını beklemiyor.

Yeni bir ekonomik model gerekiyor

Taraf ülkeler, anlaşmaya imza atarken seragazı emisyonlarını azaltma ya da sınırlama taahhütleri veriyor. Paris’in insanları aşkta birleştirmesine benziyor bu durum; eve gidince genelde aslolanı unutuyorlar. Anlaşmayı hazırlayanlar daha önceki müzakere süreçlerinden ve bu aşk meselesinden deneyimli oldukları için anlaşmaya ek bir madde koydu. Bu maddeyle, taraf ülkeler verdikleri taahhütleri beş yılda bir yenilemeyi, şeffaf bir biçimde paylaşmayı, birbirlerine yükümlülüklerine göre finansal, teknolojik ve kapasite geliştirme konularında destek vermeyi de kabul ediyor.

İki derece hedefinin üstündeyiz

2020 yılında ülkeler taahhütleriyle ilgili güncellemeleri yapmaya başladı ve bazı iyileştirmeler görüldü. Mevcut koşulsuz taahhütler ve hedefler dikkate alınırsa ısınmayı 2,6 derecede sınırlamak (Referans: Climate Action Tracker) mümkün olabilir. Birkaç yıl öncesine göre yüreklendirici bir hesaplama olsa da elbette yeterli değil, 2 derecenin altını görmek zorundayız. İklim krizinden çıkmak isteyenlerin Paris Anlaşması’na romantizmle bağlanmalarında sorun yok ancak Jeanne d’Arc kadar inatçı olmaları ve anlaşma kapsamındaki taahhütlerin daha da iyileştirilmesini sağlamaları gerekiyor.

Anlaşma herkese eşit yükümlülükler getirmiyor, bağlayıcı değil. Tarihsel sorumluluklar, gelişmişlik düzeyi ve kişi başına düşen emisyon rakamları gibi farklılılar göze alınarak ABD, Kanada ve AB üyesi vb. ülkelerden emisyonlarını azaltması bekleniyor bazılarından ise arttırmaması veya az arttırması. Ülkeler kendi hedef/taahhütlerini kendileri belirliyor. Görülüğü gibi hedefe giden yol Paris’in metrosu kadar karışık, uğramadığı yer yok. Bu çok normal. Çünkü mesele sadece petrol, kömür ve doğalgazdan vazgeçmek değil yeni bir ekonomik ve sosyal model kurmak. Yeşil Mutabakat’ın Avrupa ve ABD’de bu kadar çok dillendirilmesi iklim krizinden bağımsız değil.

Zaman daralıyor
Kümülatif hedefin 2 derece altında kalması yeterli olacak ama ülkeler sorumluluğu birbirine atarak çok vakit harcadılar. Son yıllarda Çin’den gelen olumlu işaretler ve ABD’de yönetimin değişmesi süreci değiştirebilir. Öte yandan, hükümetler kadar şirketlerin bu değişime nasıl yanıt vereceği de önemli. Enerji sektöründe güneş ve rüzgar gibi teknolojilerin fosil takıtlara göre kendini ispatlaması değişimi kolaylaştırdı. Elektrikli araçlar, alternatif yakıtlar ulaşım sektörü için de umut olabilir. Tarımdan ormansızlaşmaya, binalardan sanayiye bu değişimin genişlemesi gerek. Fazla zamanımız yok. 10 yıl içinde harekete geçmemiş olursak, gün batımında Seine Nehri’nde huzur içinde bir kahve içmek hayal olabilir.

***

Türkiye Paris Anlaşması’nı neden onaylamıyor?

Türkiye’nin Ulusal Katkı Niyet Beyanı (INDC) 2015’te 477 milyon ton karbondioksit eşdeğeri olan emisyonlarını 2030’da 929 milyon tonda sınırlamayı, yani yaklaşık iki katına çıkarmayı öneriyor. Bir güneş ülkesi için iddiasız bir hedef olduğunu (2018 yılında bu rakam 520 milyon tona ulaştı) söylemek yanlış olmaz. Türkiye anlaşmaya taraf olursa bu beyanı gerçekleştirmeye çalışacak. Pazarlığın tıkandığı nokta ise finans. Türkiye, bu hedefe ulaşmak için teknolojik ve finansal destek talep ediyor. Türkiye’nin BM İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması kapsamında yer aldığı konum ve gelişmişlik düzeyiyle ilgili itirazlar bu isteğin tamamen karşılanmasının ve haklılığının tartışılmasına neden oluyor. Türkiye Glasgow’daki toplantıya kadar süreci tamamlamazsa iklim müzakerelerine etki gücü azalacak.

2020’de dağ taş satılığa çıkarıldı

Büyüyen ekonomik kriz 2020 yılında doğa talanını da artırdı. Canlıların yaşamı için hayati öneme sahip alanlar madenler ve enerji santralları için özel şirketlere satılırken, torba kanunlara sıkıştırılan maddelerle çevre koruma mücadelesi zorlaştırıldı. Doğası için direnenler ise pes etmedi, meydanları doldurdu.

Özgür Gürbüz-BirGün Pazar/ 3 Ocak 2021

Doğayı “satılacaklar listesi”ne ekleyen hükümet 2020 yılında madenler başta olmak üzere birçok doğal varlığı yıkım projelerine açtı. 2019 yılında Kazdağları’ndaki altın madeni projesinin yol açtığı yıkım tüm Türkiye’yi ayağa kaldırmıştı. Maden projeleri 2020’de de tepki toplamaya devam etti. TEMA Vakfı’nın Muğla’nın yüzde 59’unun maden ruhsatına sahip olduğunu gösteren raporu Türkiye’de hukuk ve bilim temelinden ne kadar uzaklaştığını da gösterdi.

Kazdağları ve Muğla’nın madene feda edilmesinin istisna olmadığı diğer illerden gelen benzer haberlerle anlaşıldı. Ordu’nun Fatsa ilçesine 10 km mesafedeki altın madenini kestane ormanı ve fındık bahçelerini yok etme pahasına genişletme çalışmaları, Limak Holding’e kalker ocağı için verilen bedelsiz hazine arazisi, Bursa Kirazlıyayla’da halkın karşı çıkmasına rağmen genişletilmek istenen bakır madeni, Türkiye’nin “maden politikasını” ortaya koyan örneklerden.

Doğal varlıklar, su kaynakları, tarım ve insan sağlığı, yeni maden yasaları karşısında hep kaybedeni oynuyor. İhtiyaca veya hangisinin yaşam için daha önemli olduğuna bakılmaksızın maden olan her yer şirketler aracılığıyla talana açılıyor. Başta maden tehlkesiyle karşı karşıya kalanlar olmak üzere, bu tehlikeye karşı çıkanların sesi ise giderek artıyor. Maden firmaları ise çevreciler hakkında karalama kampanyaları yürüterek itirazları bastırmayı deniyor. 

Enerji ticareti sadece doğayı değil tarihi de yok ediyor

Türkiye’nin en yüksek elektrik talebinin kurulu gücün yarısı seviyesinde olmasında rağmen durmayan yeni enerji santralı inşaatları 2020’de doğayı değil dünya tarihini de yok etti. Mayıs ayında açılan Ilısu Barajı tarihi 12 bin yıl öncesine uzanan Hasankeyf’i sular altında bıraktı. Plan aşamasından beri yapılan tüm uyarılara rağmen devam ettirilen baraj projesi, bir dünya mirasını yok ederek muhtemelen dünyada en büyük tarihi yıkıma yol açan barajlarından biri oldu. Başta Karadeniz Bölgesi olmak üzere HES’lerle ilgili şikayetler ve protestolar da zaman zaman Türkiye’nin gündemine geldi. Kars’ın Sarıkamış ilçesi Karakurt köyü, baraj suyunun yükselmesi nedeniyle sular altında kaldı. Artvin’de iptal edilen Hanlı HES projesine yeniden ÇED gerekli değildir kararı verilmesi üzerine bölge halkı kararı yeniden yargıya taşıdı.

Termik santrallar bildiğiniz gibi

Ocak başında filtresiz çalışan termik santrallardan beş tanesi kamuoyu baskısı nedeniyle tamamen, bir tanesi de kısmen kapatılmıştı. 8 Haziran 2020’de bu santrallar yeniden açıldı ancak taahhüt edilen filtreleme sistemlerinin eksik ve yetersiz olduğuna dair ciddi itirazlar var. Santrallara yakın oturan insanlar hava kirliliğinden şikayetçi olmaya devam ediyor. Temiz Hava Hakkı’nın açıkladığı “Kara Rapor 2020”, yeterli veri olan 51 ilin yüzde 98’inde hava kirliliği verilerinin (PM10) Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) sınır değerlerinin üzerinde gerçekleştiğini açıkladı.

Türkiye iklim krizinde masada yok

Termik santralların filtrelerinin durduruamadığı iklim krizi ise başta kömür olmak üzere petrol ve doğalgaz gibi fosil yakıtların tüketilmesiyle daha büyük bir sorun haline geliyor. Paris Anlaşması’na taraf olmayan yedi ülkeden biri olan Türkiye, seragazı emisyonlarının 31 Mart’ta açıklanan 2018 yılı envanterine göre 520 milyon tona (CO2 eşdeğeri) ulaştığını açıkladı. 2005 yılında bu rakam 337 milyon tondu. 2018 yılı emisyonlarının yüzde 71’i enerji kaynaklı.

İklim krizini durdurmak için bir politika geliştirmeyen Türkiye, krizin etkilerini ise her yıl daha şiddetli bir şekilde hissediyor. Kuraklık ve beraberinde görülen susuzluk neredeyse her bölgede kronik bir sorun halini alırken, sayısı ve şiddeti artan aşırı hava olayları Giresun’dan Antalya’ya kadar birçok ilde can ve mal kaybına yol açtı.

Dünyada çözüm Türkiye’de sorun

Başta iklim krizi olmak üzere, enerji kaynaklı sorunların çözümü için önerilen jeotermal ve biyokütle enerji gibi yenilenebilir enerji kaynakları, Türkiye’nin birçok ilinde sorunun adı oldu. Çevresel etki değerlendrme süreçleri gerektiğince yapılmayan, kümülatif etkileri ve halkın istekleri dikkate alınmadan hayata geçirilen birçok jeotermal enerji santralı (JES), başta Aydın olmak üzere “istenmeyen enerji” ilan edildi. Ege Bölgesi’nde sayıları giderek artan JES’lere başta tarımla geçinen köylüler ürünlerinin kalitesini ve üretim miktarını etkilediği için karşı çıkıyor. Aydın’ın Beyköy ve Kuyucular mahallerinde köylüler jandarmayla karşı karıya gelirken, İzmir’in Seferihisar ilçesine bağlı Orhanlı köyünde de köylüler jeotermal enerjiye karşı dava açmaya hazırlanıyor.

Biyokütle santralları da 2020’de itirazlarla karşılaşan enerji türlerinden biri oldu. Manisa Salihli’nin Çapaklı Mahallesi’ne yapılmak istenen biyogaz santralına karşı köylüler yolu kapattı, gözaltına alınanlar oldu.

Orman yangınları hız kesmedi

İklim kriziyle daha büyük bir sorun haline geleceği tahmin edilen orman yangınları 2020 yılında da herkesin yüreğini yangın yerine çevirdi. Resmi rakamlara göre Türkiye’de geçen yıl 1702  orman yangını meydana geldi. Toplam 12 bin 806 hektar alan zarar gördü. Hatay Belen'de meydana gelen yangın ise 2020’nin en çok konuşuan yangınlarından biri oldu. Yerleşim yerlerine ulaşan yangın, 33 saat sonra kontrol altına alınabildi. Yangın bölgesinde bir maden projesi olduğu gazete haberlerine yansıdı.

Salda Gölü’nün doğallığı bozuldu

Son yıllarda doğaseverlerin ve turistlerin gözde mekanlarından biri haline gelen, beyaz kumları ve turkuvaz rengi suyuyla ünlenen Burdur’daki Salda Gölü, 2020’de yapılaşma projelerinin odağı oldu. Tepkiler nedeniyle “Salda Gölü Özel Çevre Koruma Projesi içinde herhangi bir betonarme yapı asla olmayacak, çivi dahi çakılmayacaktır” açıklamasını yapan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, göl kenarına değil ama kıyıdan 500 metre uzağa bungalov ahşap evler yerleştirdi.

Atom sevdası sürüyor

Türkiye’nin Mersin ve Sinop’a nükleer santral kurma isteği sürüyor. Akkuyu’da Rus devlet şirketi Rosatom tarafından yapımı sürdürülen santralın ikinci ünitesinin yapımına da başlandı. 2019 yılı piyasa takas fiyatı ve rüzgar santralı ihalelerinde ortaya çıkan fiyatın 3,5 dolar sent olduğu Türkiye’de 15 yıl için 12,3 dolar sent üzerinden alım garantisi verilen santral tamamlanırsa köprü projelerinde olduğu gibi Türkiye’yi ciddi bir mali yükün altında bırakacak.

Deprem riski, radyoaktif atık sorunuyla ilgili kayda değer bir gelişme olmaması ve kaza olasılığı nedeniyle kamuoyu araştırmalarında halkın istemediğini açıkça belirttiği nükleer santral konusunda direten AKP hükümeti, Sinop’taki projeyi de ayakta tutmaya çalışıyor. Japonya’nın Sinop'taki projeninin maliyetinin yüksekliğini ve hükümetin bu maliyeti karşılamak istememesini gerekçe göstererek çekilmesiyle havada kalan proje hükümetçe sürdürülmeye çalışılıyor. Ortada kamuoyuna açıklanan bir şirket olmamasına ve ÇED sürecindeki halkın katılımı toplantısına Sinop milletvekilleri ile belediye başkanlarının da aralarında olduğu onlarca Sinoplunun alınmamasına ragmen proje devam ettirilmeye çalışılıyor.

Nedendir bilinmez ama “yangından mal kaçırırcasına”, hukuki süreçlerin bile tamamlanmasını beklemeden yürütülen yıkım projeleri 2021 yılına da damgasını vurmaya aday. Çevreciler ve doğaseverlerle toprağına sahip çıkmak isteyenlere her zamankinden daha büyük bir iş düşüyor.

Nükleer güç yalanı

Özgür Gürbüz-BirGün / 7 Mart 2019

Çernobil - Foto: O. Gurbuz
Nükleer enerji zor durumda. Maliyetler arttı, kaza riski Fukuşima’yla tekrar gözler önüne serildi. Kamuoyu araştırmalarında halkın ilk tercihi olan yenilenebilir enerji, iklim krizinden çıkış için çok daha hızlı ve gerçekçi bir çözüm üretiyor. Nükleer pazarlamacılar çaresiz kaldı ve şimdi ellerindeki en tehlikeli kozu oynuyorlar. Nükleer silah diyemedikleri için “nükleer güç” diyerek santral satmaya devam etmek. Milliyetçilikle süsledikleri nükleer güç yalanlarıyla geri bırakılmış devletleri kandırıyorlar. Ortadoğu da bunun için en uygun yer. İran, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Türkiye, tuzağa düştü bile.

Önce şunu netleştirelim. Nükleer güç, nükleer silah sahibi ve bunu kullanabilecek teknik ve politik güce sahip ülke demek. Nükleer santral sahibi olmak sizi nükleer güç yapmaz. Dünyada şu ana kadar nükleer silahı bir başka ülkeye karşı kullanan tek ülke ABD. İkinci Dünya Savaşı’nda, İngiltere, Fransa gibi müttefiklerinin yanında olduğu bir dönemde Japonya’ya karşı bunu yaptı. Nükleer silah sahibi ülkeler ise ABD, Rusya, Çin, Fransa, İngiltere, İsrail, Kuzey Kore, Hindistan ve Pakistan. İsrail, nükleer silah sahibi olduğunu hiç itiraf etmedi ama herkes olduğunu kabul ediyor.

Nükleer silahınızın olması da sizi nükleer güç yapmaz. Onu kullanmak için uzun menzilli füze teknolojisine veya bombaları taşıyabilecek bir uçak ve muhtemelen onu koruyabilecek bir filoya ihtiyacınız var. Politik, ekonomik ve askeri gücünüz de olmalı çünkü ekonomik ambargolarla (İran gibi) karşı karşıya kalabilirsiniz. Hindistan ve Pakistan arasındaki son çatışmalar nükleer silahların ne kadar işe yaramaz olduğunun bir göstergesi aslında. ABD, Hindistan uçağının Pakistan’a sattığı F-16’larla düşürüp düşürülmediğini inceliyor. Bu uçaklar belli koşullarla satılıyor. F-16’lar kullanılmışsa Pakistan’a ciddi yaptırımlar gelebilir. Nükleer silah sizi bunlardan koruyamaz. Ekmek bulamadığınızda atom bombası yersiniz.

Nükleer silah sahibi olsanız bile kullanım kararını kolayca alamazsınız çünkü dünyanın dengeleri başka türlü işliyor. Nükleer silah sahibi dört ülkenin; ABD, Fransa, İsrail ve İngiltere’nin kuşatmasından çıkmayı başaran Suriye’nin nükleer silahı olmadığını bir kez daha hatırlatalım.

Nükleer silah üretmek için santral kurmanız da gerekmiyor. İsrail’in hiç nükleer santralı olmadı ama silahı var. Nükleer silahları zenginleştirilmiş uranyumdan veya plütonyumdan, gerekli teknolojiye sahipseniz elde edebilirsiniz. Santrallarda kullanılmış yakıtlar plütonyum içerir ama dünyanın gözü buradadır. Rusya’nın Mersin’de kuracağı santraldan çıkacak içinde plütonyum olan yüksek seviyeli atıkları alıp götüreceğiz demesi bu yüzden. Santralın zenginleştirilmiş uranyum yakıtı da Rusya’dan gelecek. Türkiye’nin iki noktaya da erişimi kapalı.

Ortadoğu’daki diğer projeler de böyle. İran, yakıtını kendi üretmek için zenginleştirme tesisi kurmaya kalkınca herkes üstüne yürüdü. 2011’den bu yana çalışan nükleer reaktörü onları nükleer güç yapmadı. Yakıt ve atık işi Rusya’nın elinde olduğu için kimsenin orayı sorun ettiği yok. Elinizin altında bu maddeler var diye düşünebilirsiniz ama bunlara erişmeye çalışmak, yukarıda da söylediğimiz gibi başka bir güç olmayı ve teknolojik birikime sahip olmayı gerektirir. Trump’ın attığı tweetlerle sallanan bir ekonominin, altına imza attığı nükleer silahsızlanma anlaşmalarını hiçe sayıp böylesine riskli işlere girmesi mümkün değil. Nükleer santral kuruyoruz diye nükleer güç olacağını sanan hayalperestlere duyurulur.

Asıl sorun, başta Rusya olmak üzere, işsiz kalan nükleer şirketlerin Ortadoğu’daki gerilimleri “nükleer güç” algısını kullanarak nükleer santral ticaretine dökmüş olmaları. İran, Türkiye ve Mısır’da Rusya etkin. Fransa ve ABD, Suudi Arabistan’la pazarlıkta. Güney Kore, Birleşik Arap Emirlikleri’nde santral kuruyor. Bu ülkelerin belki hiçbir zaman nükleer silahı olmayacak ama hepsi füze veya uçakla bile saldırıldığında Hiroşima’ya atılan bombadan daha fazla zarara yol açacak bir nükleer hedefe (santrala) sahip olacak. Türkiye ve Ortadoğu’da nükleer santral sahibi olmayı nükleer silah sahibi olmakla karıştıranların ve bunu iyi bir şey sananların göremediği tuzak da bu.