orman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
orman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Hayaldi gerçek oldu

Özgür Gürbüz-BirGün / 6 Eylül 2024

Foto: Landon Parenteau on Unsplash
Orman yangınlarından sonra yanan alanların imara açıldığı, otel veya konut yapıldığı hep söylenir ama bunların hemen hemen hepsi aslında birer söylentiden ibarettir. Otel yapmak için yaktılar söylemlerinin aslı astarı yoktur diyebiliriz. Aksini gösteren tek örnek Bodrum Güvercinlikte’ki Titanic Otel’di. Ya da öyleydi demek lazım çünkü İzmir’deki son yangından etkilenen ormanlık alanın bir bölümü, 30 Ağustos 2024 tarihindeki “Cumhurbaşkanı Kararı” ile orman sınırları dışına çıkarılarak devlet eliyle inşaatçılara davetiye gönderildi. Hayaldi gerçek oldu…

Bu tehlikeli ve yanlış karar, 2018 yılında Orman Kanunu’na eklenen ‘ek 16. maddeyi’ tekrar gündeme getirdi. İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Orman Fakültesi, Öğretim Üyesi Prof. Dr. Doğanay Tolunay, ek 16. maddeye dayanarak yapılan uygulamalar sonucunda orman kaybının 3 bin 500 hektarı bulduğuna dikkat çekiyor ve bu maddenin iptal edilmesi gerektiğini söylüyor. Rakamın büyüklüğünü anlamak için şöyle bir kıyaslama yapabiliriz. 2015 yılında tüm Türkiye’de yangınlar sonucu kaybedilen alan 3 bin 219 hektardı.

İzmir’deki durum da oldukça ilginç. 2020 yılında 375 hektarlık bir orman alanı, ek 16. madde ile bir gecede orman alanı dışına çıkarılıyor. TMMOB dava açıyor, Danıştay, usulen hata bulduğu için yürütmeyi durdurma kararı alıyor ama mahkeme devam ederken inşaat sürüyor ve Bayraklı’daki alanın büyük bir bölümüne şehir hastanesi ile TOKİ evleri yapılıyor. Devlet kendi mahkemesinin sonucu bile beklemiyor. 30 Ağustos’ta yayımlanan Cumhurbaşkanı Kararı da aslında bu alanı yeniden hukuken güvence altına almak için çıkarılıyor. Ancak kararda 95 hektarlık, son İzmir yangınında yanan ormanlık alan da var. Prof. Tolunay, en azından bu 95 hektarın karardan çıkarılması gerek diyor çünkü bu yanan ormanların başka bir amaçla kullanılmasının önüne geçen Anayasa’nın 169 maddesini de ihlal ediyor. 

Ormancılar Derneği de işin bir başka boyutuna dikkat çekti. Söz konusu alan 1995 yılında üzerinde orman örtüsü olmadığı için büyük bir sele ev sahipliği yapmış, selleri önlesin diye özellikle ağaçlandırılmış. Bir daha sel olmasın diye ağaçlandırılan alan şimdi yeniden ağaçsız bırakılıyor ve binalandırılıyor. Sele, gel de bizi vur deniyor. TMMOB da bunun benzer yeni felaketlerin önünü açacağı uyarısında bulunuyor. Buna çılgın proje denmez de ne denir? Ne devlet hafızası kaldı ne hukuk ne de plan. Varsa yoksa rant.

***

Tüylerimizi diken diken eden bir başka olay da Artvin’de yaşandı. Borçka ilçesinde önce taşocağı, o olmayınca ‘konaklamalı mesire yeri’ yapılarak şirketlere peşkeş çekilmek istenen doğa harikası Cankurtaran bölgesini korumak isteyen Reşit Kibar öldürüldü. Artvin Valiliği’nin açıklamasına göre katil Muhammet Ustabaş, cinayeti şirket çalışanlarından F.M.’nin aracında bulunan ruhsatlı silahla işlemiş. Ustabaş’ın şirketle ilişkili olduğu iddiaları var. Ustabaş’ın şirket çalışanı F.M.’nin silahının nerede olduğunu bilecek kadar şirkete yakın biri olduğu kesin. Köyün eski muhtar adayı Ustabaş, iki kişiyi de yaralıyor. Yeşil Artvin Derneği Başkanı Neşe Karahan’ı aradım. Karahan, Reşit Kibar’ın hedef alınan diğer kişilerin önüne geçtiğini, Ustabaş ile de aynı köyden olduğunu, komşu olduklarını söylüyor. Jandarmanın neden müdahale etmediğini de sorguluyor. Karahan söz konusu bölgenin daha önce ağaçlandırıldığını da sözlerine ekliyor. İzmir’deki gibi daha önceden ağaçlandırılan alan şimdi yapılaşmaya açılıyor. Cinayet sonrasında projenin sahibi Yapısoy Beton projeden çekildiğini açıklasa da Karahan, “Bu iş artık boyut değiştirdi, tehlikeli bir boyuta vardı” diyor. Daha fazla söze gerek var mı?

Orman yangınlarına karşı komşu ülkelerle işbirliği yapalım

Özgür Gürbüz-BirGün / 1 Ağustos 2024

Foto: Landon Parenteau on Unsplash
Her gün irili ufaklı birçok yangın haberiyle güne başlıyoruz. Biraz hesap kitap yaptım. 2000-2010 tarihleri arasında kayda geçen orman yangını sayısının yıllık ortalaması 2 bin 90’mış. 2010-2020 arasında yıl başına düşen orman yangını sayısının ortalaması 2 bin 477’ye çıkmış. 2020 ila 2023’ü kapsayan dört yılın ortalaması ise 2 bin 732. Bu yılın ilk yedi ayındaki yangın sayısı da 2086’yı bulmuş. Orman yangınlarının sayısının giderek arttığını resmi istatistiklerden aldığımız bu veriler gösteriyor.

Aynı yıl aralıklarında, orman yangınlarında yanan alan miktarları da şöyle. 2000-2010 arasında yılda ortalama 11 bin 45 hektar, 2010-2020 arasında ise 7 bin 330 hektar orman alanı yanmış. Son dört yılın ortalaması ise felaket. Her yıl ortalama 47 bin 198 hektarlık orman alanını kaybetmişiz. 2021 yılındaki yangının son dönemdeki yükselişte payı büyük ancak diğer üç yılda da ortalamaların çok üstünde alan yanmış. Eğilim hayra alamet değil.  

Yangın sayısının ve yanan alanın artmasında birçok uzmanın vurguladığı, ormanlara insanın daha fazla girmesi diye özetleyebileceğimiz durumun etkisi var. Madenlerle, enerji tesisleriyle, elektrik iletim hatlarıyla hatta dinlenme amaçlı ziyaretlerle bile bu riski artıyoruz. Bunun üzerine iklim krizinin orman yangını riskini artırmasını da ekleyebilirsiniz.

Sıcak hava dalgalarının sıklığının ve şiddetinin artması, nemin azalmasına ve yangın olasılığının artmasına yol açıyor. İklim krizi nedeniyle orman yangını tehdidine maruz kalan alanlar büyüyor. Yangın mevsimi de uzadı, eskiden yangın beklenmeyen yerlerde, beklenmeyen zamanlarda bile orman yangını görülebiliyor. Bilim insanları da bunun farkında olmalı ki Doç. Dr. Oğuz Kurdoğlu bir söyleşisinde, “Türkiye’de artık her türlü planlamada iklim değişikliği en başa konulmalı ve yangın sezonu 12 aya çıkarılmalı” diyordu.

Orman yangını başladıktan sonra söndürmek hiç kolay değil. O yüzden iklim krizini durdurmak, ormana müdahaleyi azaltacak gerekli tedbirleri alarak yangınların çıkmasını önlemek çok daha kolay ama işin içine para girdiği için bir türlü oraya gelemiyoruz.

Orman yangını tehlikesi büyüdüğüne göre bizim de daha büyük düşünmemiz gerek. Orman yangınları uçak ve helikopterlerle söndürülemez ama ilk müdahalede, kara ekiplerine yol açmada ve yangını yavaşlatmada etkili olabilirler. Oldukça maliyetli bir yöntem olduğu için de çoğu ülke ideal hava filosu sayısını bulmaya çalışır. Türkiye’de çoğu zaman spekülasyona neden olan, Karadeniz’de veya Doğu Anadolu’da yeterli hava aracı olmaması durumu da aslında bununla ilgili. Orman yangınları genelde Batı bölgelerinde görüldüğü için mevcut hava filosu da buralarda bulunur. O filoyu batıdan doğuya veya kuzeye götürmek zaman aldığı gibi, ilk müdahale avantajının da kaybedilmesine yol açar.

İklim krizi nedeniyle artık daha önce görmediğimiz yerlerde de yangınlar görmemiz, hava filosuna olan ihtiyacı artırıyor, dolayısıyla daha büyük bir bütçeye ihtiyaç duyuluyor. Orman Genel Müdürlüğü’nün 2021 yılında 3 uçak ve 39 yangın söndürme helikopterinden oluşan bir filosu vardı. Bu yıl filonun 26 uçak ve 105 helikoptere çıkarıldığı belirtiliyor. Her yıl kiralanan uçak ve helikopter sayısı artıyor.

Önerim, bizimle aynı sorunu yaşayan komşu ülkelerle işbirliğine gidilerek yangın söndürme filolarını ortak kullanıma hazır hale getirmek. Batıda Türkiye ile Yunanistan ve Bulgaristan’la; doğuda İran, Azerbaycan ve Gürcistan’la orman yangınlarıyla mücadele için ortak filolar kurulması her ülke için maliyet avantajı yaratacağı gibi, ülkelerin daha büyük yangın söndürme filolarına kavuşmasını da sağlayabilir. Kiralamanın yanı sıra kalıcı ortak filolar büyütülebilir ve bölgeyi tanıyan personelle sürekli çalışma imkanı sağlanabilir.

Bayrak kavgası yapacağımıza ülkeleri var eden doğayı korumak için işbirliği yapalım. Bu barışı ve dostluğu da beraberinde getirir.

Türkiye ne kadar küçüldü?

Özgür Gürbüz-BirGün / 6 Mart 2024

Foto: Wikipedia (Zeynel Cebeci)
TÜİK ya da hükümete göre Türkiye 2023 yılında yüzde 4,5 oranında büyüdü. Dünyanın sınırlı varlıklarını (kaynaklar) tüketerek yapılan mal ve hizmet üretimini ya da sermaye birikimini olumlu addedip, “büyüdük” demek iktisat biliminin bu çağdaki en büyük ayıbı olsa gerek. Milyonlarca yılda oluşan petrolü saniyeler içerisinde yakıp tüketerek ürettiğiniz mal veya hizmet nasıl olur da bu gezegeni ileri götürür?

Bizim artık büyüme rakamlarını bir kenara bırakıp ne kadar küçüldüğümüzü hesaplamamız gerek. Kirlenen havayla, azalan suyla ekonomik değeri kıyaslamak kolay değil. O yüzden de elimizde somut örnekleri olan bir veriden, Türkiye’nin orman varlığından yola çıkmak işimizi kolaylaştırabilir. Türkiye Ormancılar Derneği, Türkiye’de Ormansızlaşma ve Orman Bozulması raporunda, orman varlığındaki kaybı detaylı bir şekilde anlatmıştı. Türkiye, her yıl yangınlarla kaybedilen orman alanının dört katından fazlasını madencilik, enerji, turizm ve ulaşım gibi ormancılık dışı amaçlara verilen tahsisler nedeniyle kaybediyor.

Hesaplayalım. Sadece 2012-2020 yılları arasında, ormancılık dışı faaliyetler için tahsis edilen orman miktarı 342 bin 846 hektar. 2021’deki büyük yangınlarda kaybettiğimiz orman alanından (139 bin hektar) 2,5 kat fazlası. Aynı dönemde orman alanlarında enerji üretimi ve iletimi için verilen izinlerin yol açtığı kayıplar ise 126 bin 296 hektar. Madenler nedeniyle kaybettiğimiz orman miktarı da 87 bin hektar. Hepsinin toplamı 555 bin hektarı buluyor.

Orman Genel Müdürlüğü’nün bir hektar alanın ağaçlandırılması için istediği bedel 196 bin 24 TL. Bir hektar alanın yıllık bakım bedeli ise 12 bin 500 TL. Ekolojik kaygılarımızı bir kenara bırakıp sekiz yılda yok edilen alanları ağaçlandırmaya kalksak, beş yıllık bakım süresiyle birlikte ödeyeceğimiz miktar 145 milyarı buluyor. Dolar cinsinden karşılığı 4,5 milyar dolar. Gerçek büyümeyi hesaplamak istiyorsak, gayri safi yurt içi hasıladaki artıştan, kaybettiğimiz ormanların değerini çıkarmamız gerekir. Bunu yaparken de “kirleten öder” tuzağına düşmemeliyiz. Ormanların, ne üretmek için feda edildiği, gerçek bir ihtiyacı karşılayıp karşılamadığı ve toplumsal (tüm canlıları kapsayan) fayda sağlayıp sağlamadığı da mutlaka belirlenmeli. Yoksa, “öderim parasını, keserim ağacını” diyen patronlara yol açmış oluruz.

İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Orman Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Cihan Erdönmez, kullanıma açılan ormanların tekrar, içinde canlıların barındığı gerçek bir ormana dönmesinin, en iyi koşullarda 40-50 yılı bulacağını hatırlatıyor. Erdönmez, mermer ocakları gibi birçok açık maden işletmelerinin rehabilitasyonunun da mümkün olmadığına dikkat çekiyor. Orman Genel Müdürlüğü’nün Türkiye’de kaç maden alanının rehabilite edildiğine dair verileri açıklaması ve örnek sahaları göstermesi halinde, bu alanlarda inceleme yapabileceklerini de belirtiyor.

Sadece orman mı? Otellere verdiğimiz sahiller, betona gömülen meralar, kurutulan dereler, çıkarılan ve yerine konulması mümkün olmayan madenleri de büyüme hesabının eksi hanesine yazmalıyız. Toprağa, havaya ve suya verilen zararın maddi karşılığını da düşündüğünüzde çoğu yerde eksi büyümelerle karşılaşabiliriz. Erzincan İliç’te kirlenen toprağın, Fırat Nehri’nin yarattığı ekonomik ve sosyal katkının kaybedildiğini düşünün. Son yıllarda yaşadığımız çevre felaketlerindeki doğal varlık kayıplarını büyüme tablolarına eklesek, Türkiye’nin küçüldüğünü bile görebiliriz.

Büyüme hesaplarında yok edilen orman, mera, sulak alan, kıyı şeridi ve buralarda yaşayan canlılarla, bu doğal varlıklar sayesinde daha sağlıklı bir hayat süren insanın kayıpları yok. Klasik iktisat bunları görmüyor.

Büyüme gözlüğüyle bakarsanız, açılan her madene, her enerji santralına veya her otele ülkenin büyümesine katkıda bulunan “yatırım” diyebilirsiniz. Ekoloji gözlüklerini takınca, “acaba” demeye başlarsınız. Yaşamı hesaba katmayan hesap olmaz.

Ormanları baz yük santrallar yaktı

Özgür Gürbüz-BirGün / 25 Ağustos 2023

Foto: Ç. Gürbüz
Termik ve nükleer santrallara “yürekten” bağlı olanlarla mücadele yıllardır sürüyor. Önce, “rüzgar güneş işe yaramaz” dediler. Baktılar türbinler dönüyor, güneş panelleri elektrik üretiyor, yalanlar değişti, “pahalı” dediler. Güneş ve rüzgar, kömürlü termik santralın en az yarı fiyatına, nükleerden ise 4-5 kat ucuza elektrik üretmeye başladı, bu defa da, “Baz yük değiller. Rüzgar kesilir, güneş batar elektriksiz kalırız” demeye başladılar. Bu yalan da yetmezse yaftalama başlıyor. Ormanını koruyana “dış güç”, doğayı öne çıkarana “ajan” diyorlar.

Baz yük santral aslında düğmesine bastığınızda elektrik üreten santral demek. Gerçekte böyle bir santral da yok. Arızası olur, yakıtı değişir, hava ısınır (Fransa’da olduğu gibi nükleer santrallar bile çalışamaz) santral durur. Teoride kontrolün sizde olduğu santrallardır bunlar. Rüzgar ve güneş ise haliyle iklimle ilgili. Güneş batınca güneş santralı elektrik üretmez. Rüzgar çok yavaşlarsa pervane dönmez. 30 yıldır termik ve nükleerciler, bu gerekçelerle rüzgar ve güneşi yerden yere vurur. 30 yıla dikkatinizi çekerim, dünya artık çok değişti.

Eskiden mühendislik fakültelerinde hocalar elektriğin depolanamayan bir kaynak olduğunu öğretirdi. O günler geride kaldı. Bataryalar sayesinde rüzgar ve güneşten elde edilen elektrik depolanabiliyor ve güneşin battığı, rüzgarın yavaşladığı anda kullanılabiliyor. Elektrikli arabalar, kamyonlar, elektrik süpürgeleri, cep telefonları bu batarya sistemleriyle çalışıyor. Şimdi kentlere saatlerce elektrik verebilecek dev elektrik depolama sahaları kuruluyor. Uzağa gitmeye gerek yok, Türkiye’de depolamalı güneş ve rüzgar santralları için yapılan başvuruların toplamı 270 gigavatı aştı. Türkiye’nin tüm santrallarının kurulu gücünün (105 gigavat) 2,5 katı başvuru var. Bunların 17 gigavatı da EPDK’den ön lisans aldı. Size “baz yük santral gerek” diyenler bunları anlatmıyor.

Rüzgar ve güneş santrallarının ne zaman, ne kadar elektrik üreteceği de tahmin edilebilir. Sapma payları oldukça düşük, o yüzden de planlama yapabilirsiniz. Rüzgar santrallarının hepsi de aynı anda durmaz ya da yavaşlamaz. Ege’deki rüzgar akımıyla, İç Anadolu’daki rüzgar akımı aynı değil. Santrallar farklı bölgelere yayıldıkça birbirlerini dengeleme şansı artar. Güneş enerjisinde de Türkiye’nin batısı ve doğusu arasındaki fark üretimi daha geniş bir saate yayıyor.

Elektrik depolanabiliyor, rüzgar ve güneş sanıldığı gibi aniden ve tüm yurtta aynı anda kesilmiyor bunu anladık ama yenilenebilir enerjinin marifetleri bunlarla da sınırlı değil. Jeotermal, biyokütle ve büyük hidroelektrik santrallar zaten baz yük sınıfında. Jeotermal ve yakıtı kentsel atık, hayvan dışkısı olan biyokütle santralları düğmesine basınca çalışan santrallar. Eskiden yapılmış onlarca dev barajlar da istenirse güneş ve rüzgarı dengelemek için kullanılabilir. Ne zaman çalışacağına yine siz karar verirsiniz. Almanya, Avusturya, Danimarka, Portekiz gibi ülkeler bu yüzden yüzde 100 yenilenebilir enerji yolunda ilerliyorlar. Elektriksiz yaşamak istedikleri için değil.

Türkiye’de güneş enerjisinin baz yük santrallara olan ihtiyacı düşürme gibi bir etkisi de var. Elektrik talebi yaz aylarında klimalarla birlikte artıyor. Güneş ise bu zamanda en çok elektriği üretiyor. Çatılarda panel sayısı arttıkça baz yük santrallara, yani nükleer ve termiğe ihtiyaç da o derece azalıyor. Belki de bu yüzden güneşi sevmiyorlar.

Baz yük bahanesiyle termik santralları savunanların bize söylemediği bir başka sır da kömürlü termik santralların iklim krizinin bir numaralı sorumlusu olması. Kömür yaktıkça sıcaklıklar artıyor ve orman yangınlarına davetiye çıkarıyor. Meteoroloji Genel Müdürlüğü kayıtlarına göre Çanakkale’de ortalama en yüksek sıcaklık Temmuz ve Ağustos aylarında 30 derecenin biraz üzerinde; kaydedilmiş en yüksek sıcaklık 39,7 derece. Bu yılın Temmuz ve Ağustos aylarında Çanakkale’de hava sıcaklığı, bazı hava durumu sitelerine göre tam 8 kez 40 dereceyi sınamış görünüyor. Ortalama sıcaklığın da sık sık 30 derecenin üzerine çıktığını görüyoruz. Orman yangınlarının sıklığı ve şiddetinin iklim krizi nedeniyle arttığını bilim çoktan kabul etti. Risk arttı, sonrası bir ihmale bakıyor.

Baz yük santralı bahanesiyle kömür santralını savunanlar, Akbelen Ormanları’nın kesilmesine seyirci kalanlar, Türkiye’yi geçmişte yaşatıp, orman yangınlarına neden oldukları için ne kadar övünse azdır.

İklim krizi dünyayı bunaltıyor

Özgür Gürbüz-BirGün/22 Temmuz 2022

Photo by Matt Palmer on Unsplash
İngiltere’de tarihi sıcaklık rekorları kırıldı. Yunanistan, İspanya ve Fransa, bizim gibi orman
yangınlarıyla boğuşuyor. Güney Avrupa’da sıcak hava dalgası nedeniyle hayatını kaybedenlerin sayısı şimdiden binin üzerine çıktı. Çıkan yangınlar nedeniyle Londra İtfaiyesi, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra en yoğun gününü yaşadı.

Baştan söyleyeyim, bir şehirde sıcaklık rekorunun kırılmasına, en soğuk günün yaşanmasına bakarak, “işte iklim krizi” diyemeyiz. İklim inkarcısı trollerin aksine biz bilimin ve bilimsel olanın peşindeyiz. İklim bilimi bize, sıcaklık ve yağış rekorları gibi aşırı hava olaylarının sık sık tekrar edeceğini ve şiddetini artıracağını söylüyor. Olan tam da bu. Geride bıraktığımız son 7 yıl gezegenin tanıklığı ettiği en sıcak 7 yıl oldu. Hepsinin arka arkaya gelmesi elbette tesadüf değil.

Sosyal medyada boy gösteren iklim trolleri size bundan bahsetmiyor, “bu yıl sıcak, daha önce de sıcak yıllar olmuştu” diyor. Ya da soğuk bir kış gününün ardından, “hani ısınıyorduk” diye yazıyorlar. Halbuki durum trollerin anlayamadığı kadar ciddi. Dünya Meteoroloji Örgütü, “1980’den bu yana her 10 yıl bir önceki 10 yıldan daha sıcak. Bunun devam etmesi bekleniyor” diyor. Troller ya bilerek ya da “trol” oldukları için bu bilimsel uyarıları görmezden geliyor.

Birleşmiş Milletler Afet Riski Azaltma Ofisi (UNDRR) 2000 ile 2019 yılları arasındaki en ölümcül 10 afeti sıralamış. Altısı deprem ve tsunamiyle ilgili, kalan dört afet ise aşırı hava olayları sonucunda meydana gelmiş. 2010’da Rusya’da 55 bin kişi sıcak hava dalgası, aynı yıl Somali’de 20 bin kişi kuraklık, 2008’de Myanmar’da 138 bin kişi fırtına, 2003’te Avrupa’da 72 bin kişi sıcak hava dalgası nedeniyle hayatını kaybetmiş. Sıcak hava dalgalarının Türkiye’deki sonuçları konusunda elimizde fazla veri yok ama Dünya Sağlık Örgütü bizi de en kırılgan ülkeler arasında gösteriyor.

Türkiye’nin 2021 yılındaki ortalama sıcaklığı 14,9 derece ile 1981-2010 yılları ortalamasının 1,4 derece üzerindeydi. 2000 yılından bu yana, bir yıl hariç her yıl ortalama sıcaklık sapması hep yukarı yönlü oldu. 21 yılda sadece bir yıl ortalamalara göre serin geçerken diğerleri hep sıcaktı. İklim krizi Türkiye’de daha çok sel, yangın, hortum ve kuraklıkla kendini gösteriyor. Biz ise iklim kriziyle şiddeti ve sıklığı artan aşırı yağışların, altyapısı kötü kentlerde daha büyük felaketlere yol açacağını bile söyleyemiyoruz. Siyasi beklentileri de öne çıkararak sadece altyapıya odaklanarak bu olayları iklim krizi bir etken değilmiş gibi değerlendirmeye devam ediyoruz. Kentleşme konusunda bizden daha iyi durumdaki Avrupa kentlerinde de sel baskınlarının can ve mal kaybına yol açtığını, orman yangınlarının orada da olduğunu görmüyor gibiyiz. İklimi değiştiren kömürlü termik santralları kapatmak için tarih veremeyen Avrupa’daki beş ülkeden biri Türkiye ama konu bir türlü oraya gelmiyor.

İklim krizinin yol açtığı sorunlara karşı önlemler almak zorundayız ancak bu bizi krizden tamamen koruyamaz. Krizden çıkmak için enerjiden gıdaya, ulaşımdan üretime her alanda başka bir dünya kurmalıyız. Kapitalizmden vazgeçmek de diyebiliriz çünkü trolleri de yanlış bilgilerle besleyen aslında değişmek istemeyen bu sistemin ögeleri. Kazancını petrole borçlu ExxonMobil’in 22 yılda 37 milyon doları iklim inkarcısı gruplara verdiği biliniyor. Troller, kulağa hoş gelen iklim inkarcısı metinleri yayarak kimlere hizmet ettiğinin belki de farkında bile değiller. Bazıları da bizzat petrol, kömür, nükleer ve gaz endüstrisindeki işlerini korumayı, insanlığı korumaya yeğliyor. Nükleer demişken; iklim krizinden bizi kurtaracak denen nükleer santrallar, soğutma sularının havayla birlikte ısınması nedeniyle Belçika ve Fransa’da ya durduruluyor ya da düşük kapasitede çalıştırılıyor. Sıcakta çalışamayan atom santralları bizi kurtaracak öyle mi? Tam bir komedi!

İklim krizinin doğaya, ekonomiye verdiği zararın yanında can kayıplarıyla hayatımızı doğrudan etkilediği günlerde, Trollerin, o saçma sapan komplo teorilerini yayarak binlerce insanın hayatını riske attığının farkında olduğunu bile sanmıyorum. Trol, karakteri gereği araştırma yapmayı sevmez, bilimle ilgilenmez ve güneşten nefret eder. Yerin altında olmayı tercih ettiği için de fosil yakıtlara yakın, iklim krizinden çıkışta önemli bir role sahip güneş gibi enerji kaynaklarından uzaktır. Siz de trollerden uzak durun.

Ormanları iklim krizi mi yakıyor

Özgür Gürbüz-BirGün/24 Haziran 2022

Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün her yıl hazırladığı iklim raporu, pek fark edilmeyen, bu ülkedeki değerli çalışmalardan biri. 2021 yılı raporunda, aşırı hava olayları başlığı altında geçen yıl 28 Temmuz’da başlayıp 12 Ağustos’a kadar süren orman yangınları da yer alıyor. 44 ilde 197 ayrı yerde, aynı tarihlerde görülen bu yangınların aşırı hava olaylarıyla ilişkisinin elbette farkındalar.

Foto: @marmarisbeltr
İklim bilimi de yıllardır bunu söylüyor. İklim krizi nedeniyle artan sıcaklıklar, özellikle de eskisine göre şiddetlenen ve uzayan sıcak hava dalgaları orman yangını riskini artırıyor. Evet, bilimin dediği oluyor ama soru şu; ormanları iklim krizi mi yaktı? Bu sorunun tek bir yanıtı yok ama baş sorumlu iklim krizi olsa bile yalnız olmadığını biliyoruz

Doğayı biraz yakından tanıyanlar için tekrar olacak. Uzun süren yüksek sıcaklıklar ormandaki nemi azaltır, orman varlığını yangına hazır hale getirir. Vaşington Üniversitesi Çevre ve Orman Bilimleri Fakültesi’nden Dr. Susan Richards, iklim krizi nedeniyle artan yıldırım düşmesi ve kuvvetli rüzgâr olaylarının yangınlardaki rolüne de ayrıca dikkat çekiyor. İklim krizinin kırılgan hale getirdiği ormanların bazen doğal nedenler bazen de insan eliyle alev topuna dönüşmesi ise an meselesi. Yakılan anız, söndürülmeyen mangal, cam kırıkları, sigara izmaritleri, kazalar ve bilerek çıkarılan yangınlar doğal nedenlerin dışında ilk akla gelenler.

ABD için devletçe hazırlanan ulusal iklim değerlendirmeleri, Batı ABD’de büyük yangınların sayısının 1984 ila 2015 arasında iki kat arttığını gösteriyor. Son yıllarda Kaliforniya, Yunanistan ve Avustralya’da görülen ve neredeyse her yıl tekrarlanan yangınlar da istatistiklerde yerlerini almaya başladı. Türkiye de farklı değil. Aşırı hava olaylarının sayısı 2011 yılında sadece 324 iken 2021’de 1024’e çıktı; üç kat arttı.

Komplocular ve yangınlar üzerinden rant elde etmek isteyenler işi terör örgütlerine kadar götürüyor ama asıl gerçeği görmüyor. Aynı kentlerdeki su baskınlarında olduğu gibi, şiddeti ve sıklığı artan aşırı hava olayları, ormanları da yangınlara karşı daha hassas hale getiriyor. Kesin çözüm petrol, doğalgaz ve kömür kullanımını hızla terk etmek, kapitalizmin tüketim toplumunu destekleyen politikalarını çöpe atmak, hayatı yavaşlatmak ve yaşam tarzımızı değiştirmek. Kısa vadede ise almamız gereken önlemler var.

Türkiye Ormancılar Derneği’nin, ‘Türkiye’de Ormansızlaşma ve Orman Bozulması’ adlı raporundan geçen haftaki yazımda bahsetmiştim. Çok sayıda önemli bilim insanının katkıda bulunduğu bu rapor, yangınların önlenmesi ve hasarın azaltılması için yapılması gerekenleri de anlatıyor. Öncelikle personelin yetersiz ve yetkin olmadığına dikkat çekiliyor.

Ekipman ve tecrübe eksikliği geçen yıl 140 bin hektarı etkileyen yangın sırasında görülmüş. Sorun elbette bütçeyle ilgili. Orman Genel Müdürlüğü’nün (OGM) yangınlarla mücadele bütçesi 2012 yılında 374 milyon TL iken, 2019’da 28 milyona kadar gerilemiş. Herkes iklim krizi nedeniyle yangın riskine dikkat çekerken bizde bütçe ufaldıkça ufalmış. 2022 bütçesi ise rekor bir artışla 2 milyar 500 milyona çıkmış. Uyarıların dikkate alınması için ormanların yanması gerekiyormuş. Yine de yeterliliği tartışılır. Mustafa Bildircin’in dün BirGün’de yayımlanan haberi de OGM bütçesinin merkezi bütçeye oranla nasıl eridiğini, altı yılda yüzde 0,5’ten yüzde 0,3’e gerilediğini gösteriyordu. Yangınla mücadeleye bu yıl katılan yeni personel, uçak ve helikopter konusu da sıkıntılı. Türkiye Ormancılar Derneği yetkilileri, işe alım sürecinin geciktiğini, personelin eğitim ve tecrübe konusunda yeterli olmadığına dikkat çekiyor.

Orman yangınlarına davetiye çıkaran başka unsurlar da var. Listenin başına da ormanların parçalanmasını yazabiliriz. 2008 ila 2019 arasında 10 hektardan küçük orman parçalarının sayısı yüzde 118 artmış. Ormana insan girmiş sizin anlayacağınız. İnsan ormanda maden açmış, turistik tesis yapmış, konut kondurmuş, elektrik üretim tesisleri inşa etmiş, iletim hatları döşemiş. Varsayalım yurdum insanı bencil, bilinçsiz; ülkeyi yöneten iktidar ne yapmış? İnsanları durduracağına onlara gerekli izinleri vermiş, yol açmış. Gezegenin ısınmasıyla yangına daha duyarlı hale gelen ormanlara, elinde adeta çakmakla gezen insanları rant uğruna salıvermiş. Şimdi tekrar soralım, iklim krizine ormanları yakarken kim yardım etmiş?

Ormanlar arsaya ağaçlar oduna dönüşür yurdumda

Özgür Gürbüz-BirGün/17 Haziran 2022

2017-2021 yılları arasında Türkiye’de toplam odun üretimi yüzde 69 oranında arttı. Ağaçları kesip odun yaptık, satarak ekonomiyi büyüttük. Ya da kendimizi kandırdık. Birilerinin bu işten zengin olduğu kesin ama Türkiye’nin ormanlarını kaybederek fakirleştiği ortada.

Hükümet ise Türkiye’nin ormansızlaştığı savına itiraz ediyor, en fazla ağaçlandırmanın AKP döneminde yapıldığını söylüyor. Türkiye Ormancılar Derneği’ne göre bu doğru değil. İlgili herkesin okuması gereken ‘Türkiye Ormancılığı 2022’ raporlarında da rakamlarıyla durumu anlatıyorlar. 1984-2002 arası Türkiye ortalama yılda 59 bin hektar ağaçlandırma yaparken AKP döneminde bu rakam 32 bin hektara gerilemiş.

Orman alanlarıyla ilgili söylemler de doğruyu yansıtmıyor. Hükümet orman alanlarının son 15 yılda 1 milyon hektar arttığını söylese de bu artış, köyden kente göçle boşalan alanların ormana dönüşmesi ve artan orman kadastro çalışmasıyla eskiden kayıt altına alınmayan alanların kayıt altına alınmasından kaynaklanıyor. Mevcut ormanların niteliği ise tam tersine kötüye gidiyor.

ODUN ÜRETİMİ ARTTI
Önce artan odun üretiminden başlayalım. Kırsalın boşalması nedeniyle aslında birçok bölgede ormanlar üzerindeki baskı azaldı. Böylece ‘cari artım’, bir başka deyişle orman serveti çoğaldı. Ancak bu servet yerinde durmuyor. Büyüyen ağaçlar kesiliyor. Orman varlığındaki artıştan kesime giden pay artıyor. 2005 yılında cari artımın yüzde 38’i odun üretimine dönüşürken, 2021’de artımın yüzde 67’si odun olmuş. Sektördeki değişim de bunu onaylıyor. Lif levha sektöründe Avrupa’da birinci, dünyada ikinci, yonga levhada ise Avrupa’da üçüncü, dünyada beşinci sıraya gelmişiz. Özetlersek, eskisine göre daha fazla ağaç kesip satıyoruz.

Türk Lirası’nın değer kaybetmesiyle sektör hammadde temini için iç piyasaya gözünü dikti. Milli Parklar’da bile odun üretimi yapıldığı söyleniyor. Kes kesebildiğin kadar. Satılan sadece orman değil, temiz havamız, bizimle bu ülkede yaşayan diğer canlıların evi, karbonu içine hapsedip yıllarca saklayan ve bu sayede iklim krizinin büyümesini önleyen ağaçlar. Şirketler kâr etsin, ekonomi büyüsün diye kelimenin tam anlamıyla geleceğimiz yok ediliyor.

YANGINLARI TETİKLİYOR
İklim krizi demişken, geçen yıl sıcak hava dalgasının ardından özellikle Akdeniz ve Ege bölgelerini kasıp kavuran orman yangınlarının 140 bin hektarı etkilediğini anımsayalım. 2009-2020 yıllarında her yıl ortalama 8 bin 200 hektarlık alan yangınlardan etkilenirken sadece geçen yıl 17 kat fazla alan orman yangınlarından etkilendi. Sıcak hava dalgası yangınlara davetiye çıkardı. Türkiye tarihinin orman yangınları açısından en korkunç yıllarından birine tanıklık ettik. Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün de 2021 yılı için hazırladığı iklim raporuna eklediği bu yangınlar, iklim krizini durduramazsak önümüzdeki yıllarda şiddetini ve sıklığını artıracak.

ORMANLAR PARÇALANIYOR
Türkiye Ormancılar Derneği, son yıllarda yangın başına düşen yanan alan artışına da dikkat çekiyor. Personel yetersizliği, uçak ve helikopter kiralanması konusunda alınan yanlış kararlar yangın söndürme çalışmalarını etkiliyor. Yangınlarının en büyük nedeni ise ormanların parçalanması. 2008 yılında Türkiye’nin ormanları 101 bin parçadan oluşurken 10 yıl sonra, 2019’da 158 bin parçadan oluşan ormanlara sahip olmuşuz. Ormanların parçalanması bu alanların turistik tesislere, konuta, maden ve enerji santrallarına ayrılması ve ormana insanın girmesi demek. Bu da yangın riskini artırıyor.

2012 ile 2020 yılları arasındaki dokuz yılda 342 bin 846 hektar alan ormancılık dışı amaçlara tahsis edilmş. Geçen yılki orman yangınından etkilenen alanın 2,5 katını biz zaten tahsislerle bir anlamda yakmışız. Parçalayarak yaraladığımız ormanları yavaş yavaş yok ediyoruz. Yangınları görüyoruz ama madenlere, enerji şirketlerine, turizm ve yerleşime açılarak yok edilen ormanları görmüyoruz. Şu yaktı bu yaktı gibi spekülasyonlarla zaman kaybedenler de tahsisleri yapan ve orman yangınlarına davetiye çıkaran icraatlara imza atanları konuşsa daha iyi olacak. Elinde kibrit olanlar belli.

2020’de dağ taş satılığa çıkarıldı

Büyüyen ekonomik kriz 2020 yılında doğa talanını da artırdı. Canlıların yaşamı için hayati öneme sahip alanlar madenler ve enerji santralları için özel şirketlere satılırken, torba kanunlara sıkıştırılan maddelerle çevre koruma mücadelesi zorlaştırıldı. Doğası için direnenler ise pes etmedi, meydanları doldurdu.

Özgür Gürbüz-BirGün Pazar/ 3 Ocak 2021

Doğayı “satılacaklar listesi”ne ekleyen hükümet 2020 yılında madenler başta olmak üzere birçok doğal varlığı yıkım projelerine açtı. 2019 yılında Kazdağları’ndaki altın madeni projesinin yol açtığı yıkım tüm Türkiye’yi ayağa kaldırmıştı. Maden projeleri 2020’de de tepki toplamaya devam etti. TEMA Vakfı’nın Muğla’nın yüzde 59’unun maden ruhsatına sahip olduğunu gösteren raporu Türkiye’de hukuk ve bilim temelinden ne kadar uzaklaştığını da gösterdi.

Kazdağları ve Muğla’nın madene feda edilmesinin istisna olmadığı diğer illerden gelen benzer haberlerle anlaşıldı. Ordu’nun Fatsa ilçesine 10 km mesafedeki altın madenini kestane ormanı ve fındık bahçelerini yok etme pahasına genişletme çalışmaları, Limak Holding’e kalker ocağı için verilen bedelsiz hazine arazisi, Bursa Kirazlıyayla’da halkın karşı çıkmasına rağmen genişletilmek istenen bakır madeni, Türkiye’nin “maden politikasını” ortaya koyan örneklerden.

Doğal varlıklar, su kaynakları, tarım ve insan sağlığı, yeni maden yasaları karşısında hep kaybedeni oynuyor. İhtiyaca veya hangisinin yaşam için daha önemli olduğuna bakılmaksızın maden olan her yer şirketler aracılığıyla talana açılıyor. Başta maden tehlkesiyle karşı karşıya kalanlar olmak üzere, bu tehlikeye karşı çıkanların sesi ise giderek artıyor. Maden firmaları ise çevreciler hakkında karalama kampanyaları yürüterek itirazları bastırmayı deniyor. 

Enerji ticareti sadece doğayı değil tarihi de yok ediyor

Türkiye’nin en yüksek elektrik talebinin kurulu gücün yarısı seviyesinde olmasında rağmen durmayan yeni enerji santralı inşaatları 2020’de doğayı değil dünya tarihini de yok etti. Mayıs ayında açılan Ilısu Barajı tarihi 12 bin yıl öncesine uzanan Hasankeyf’i sular altında bıraktı. Plan aşamasından beri yapılan tüm uyarılara rağmen devam ettirilen baraj projesi, bir dünya mirasını yok ederek muhtemelen dünyada en büyük tarihi yıkıma yol açan barajlarından biri oldu. Başta Karadeniz Bölgesi olmak üzere HES’lerle ilgili şikayetler ve protestolar da zaman zaman Türkiye’nin gündemine geldi. Kars’ın Sarıkamış ilçesi Karakurt köyü, baraj suyunun yükselmesi nedeniyle sular altında kaldı. Artvin’de iptal edilen Hanlı HES projesine yeniden ÇED gerekli değildir kararı verilmesi üzerine bölge halkı kararı yeniden yargıya taşıdı.

Termik santrallar bildiğiniz gibi

Ocak başında filtresiz çalışan termik santrallardan beş tanesi kamuoyu baskısı nedeniyle tamamen, bir tanesi de kısmen kapatılmıştı. 8 Haziran 2020’de bu santrallar yeniden açıldı ancak taahhüt edilen filtreleme sistemlerinin eksik ve yetersiz olduğuna dair ciddi itirazlar var. Santrallara yakın oturan insanlar hava kirliliğinden şikayetçi olmaya devam ediyor. Temiz Hava Hakkı’nın açıkladığı “Kara Rapor 2020”, yeterli veri olan 51 ilin yüzde 98’inde hava kirliliği verilerinin (PM10) Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) sınır değerlerinin üzerinde gerçekleştiğini açıkladı.

Türkiye iklim krizinde masada yok

Termik santralların filtrelerinin durduruamadığı iklim krizi ise başta kömür olmak üzere petrol ve doğalgaz gibi fosil yakıtların tüketilmesiyle daha büyük bir sorun haline geliyor. Paris Anlaşması’na taraf olmayan yedi ülkeden biri olan Türkiye, seragazı emisyonlarının 31 Mart’ta açıklanan 2018 yılı envanterine göre 520 milyon tona (CO2 eşdeğeri) ulaştığını açıkladı. 2005 yılında bu rakam 337 milyon tondu. 2018 yılı emisyonlarının yüzde 71’i enerji kaynaklı.

İklim krizini durdurmak için bir politika geliştirmeyen Türkiye, krizin etkilerini ise her yıl daha şiddetli bir şekilde hissediyor. Kuraklık ve beraberinde görülen susuzluk neredeyse her bölgede kronik bir sorun halini alırken, sayısı ve şiddeti artan aşırı hava olayları Giresun’dan Antalya’ya kadar birçok ilde can ve mal kaybına yol açtı.

Dünyada çözüm Türkiye’de sorun

Başta iklim krizi olmak üzere, enerji kaynaklı sorunların çözümü için önerilen jeotermal ve biyokütle enerji gibi yenilenebilir enerji kaynakları, Türkiye’nin birçok ilinde sorunun adı oldu. Çevresel etki değerlendrme süreçleri gerektiğince yapılmayan, kümülatif etkileri ve halkın istekleri dikkate alınmadan hayata geçirilen birçok jeotermal enerji santralı (JES), başta Aydın olmak üzere “istenmeyen enerji” ilan edildi. Ege Bölgesi’nde sayıları giderek artan JES’lere başta tarımla geçinen köylüler ürünlerinin kalitesini ve üretim miktarını etkilediği için karşı çıkıyor. Aydın’ın Beyköy ve Kuyucular mahallerinde köylüler jandarmayla karşı karıya gelirken, İzmir’in Seferihisar ilçesine bağlı Orhanlı köyünde de köylüler jeotermal enerjiye karşı dava açmaya hazırlanıyor.

Biyokütle santralları da 2020’de itirazlarla karşılaşan enerji türlerinden biri oldu. Manisa Salihli’nin Çapaklı Mahallesi’ne yapılmak istenen biyogaz santralına karşı köylüler yolu kapattı, gözaltına alınanlar oldu.

Orman yangınları hız kesmedi

İklim kriziyle daha büyük bir sorun haline geleceği tahmin edilen orman yangınları 2020 yılında da herkesin yüreğini yangın yerine çevirdi. Resmi rakamlara göre Türkiye’de geçen yıl 1702  orman yangını meydana geldi. Toplam 12 bin 806 hektar alan zarar gördü. Hatay Belen'de meydana gelen yangın ise 2020’nin en çok konuşuan yangınlarından biri oldu. Yerleşim yerlerine ulaşan yangın, 33 saat sonra kontrol altına alınabildi. Yangın bölgesinde bir maden projesi olduğu gazete haberlerine yansıdı.

Salda Gölü’nün doğallığı bozuldu

Son yıllarda doğaseverlerin ve turistlerin gözde mekanlarından biri haline gelen, beyaz kumları ve turkuvaz rengi suyuyla ünlenen Burdur’daki Salda Gölü, 2020’de yapılaşma projelerinin odağı oldu. Tepkiler nedeniyle “Salda Gölü Özel Çevre Koruma Projesi içinde herhangi bir betonarme yapı asla olmayacak, çivi dahi çakılmayacaktır” açıklamasını yapan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, göl kenarına değil ama kıyıdan 500 metre uzağa bungalov ahşap evler yerleştirdi.

Atom sevdası sürüyor

Türkiye’nin Mersin ve Sinop’a nükleer santral kurma isteği sürüyor. Akkuyu’da Rus devlet şirketi Rosatom tarafından yapımı sürdürülen santralın ikinci ünitesinin yapımına da başlandı. 2019 yılı piyasa takas fiyatı ve rüzgar santralı ihalelerinde ortaya çıkan fiyatın 3,5 dolar sent olduğu Türkiye’de 15 yıl için 12,3 dolar sent üzerinden alım garantisi verilen santral tamamlanırsa köprü projelerinde olduğu gibi Türkiye’yi ciddi bir mali yükün altında bırakacak.

Deprem riski, radyoaktif atık sorunuyla ilgili kayda değer bir gelişme olmaması ve kaza olasılığı nedeniyle kamuoyu araştırmalarında halkın istemediğini açıkça belirttiği nükleer santral konusunda direten AKP hükümeti, Sinop’taki projeyi de ayakta tutmaya çalışıyor. Japonya’nın Sinop'taki projeninin maliyetinin yüksekliğini ve hükümetin bu maliyeti karşılamak istememesini gerekçe göstererek çekilmesiyle havada kalan proje hükümetçe sürdürülmeye çalışılıyor. Ortada kamuoyuna açıklanan bir şirket olmamasına ve ÇED sürecindeki halkın katılımı toplantısına Sinop milletvekilleri ile belediye başkanlarının da aralarında olduğu onlarca Sinoplunun alınmamasına ragmen proje devam ettirilmeye çalışılıyor.

Nedendir bilinmez ama “yangından mal kaçırırcasına”, hukuki süreçlerin bile tamamlanmasını beklemeden yürütülen yıkım projeleri 2021 yılına da damgasını vurmaya aday. Çevreciler ve doğaseverlerle toprağına sahip çıkmak isteyenlere her zamankinden daha büyük bir iş düşüyor.

İstanbul’u bahçeyle kurtaramazsınız

Özgür Gürbüz-BirGün/19 Kasım 2018

Dünyanın en garip ülkelerinden birinde yaşıyoruz. Ormanlarının ortasından yol geçiren, içlerine saray konduran sonra da “yeşilimiz az” deyip “bahçe” açılışı yapan bir ülke burası. Ormanlarını kaybettiğinde üzülmeyenler, beton bloklar arasında ufacık bir bahçesi olmasına seviniyor.

İstanbul’un artık taşı toprağı beton. Gözlemler kadar raporlara da yansıyan bir gerilemeden bahsediyoruz. Arcadis tarafından hazırlanan Sürdürülebilir Kentler Dizini 2018 (The Sustainable Cities Index 2018) adlı değerlendirmede İstanbul, dünyadaki 100 büyük kent içinde 82. sırada yer alıyor. Londra ilk sırada, onu Stockholm, Edinburgh, Singapur ve Viyana izliyor.

Bahane arayanlara peşin peşin söyleyelim. İstanbul’un sınıfta kalmasının tek nedeni çevre değil. İnsanlar, çevre ve kâr başlıkları altında; sosyal, çevresel ve ekonomik değerlendirmelere göre bu sıralama yapılıyor. İstanbul bu üç başlık altındaki değerlendirmelerin hepsinde de sonlarda yer alıyor.

Sosyal değerlendirme, fırsat ve yaşam kalitesine bakılarak yapılıyor. Sağlık, eğitim, suç oranı, gelir adaletsizliği ve ulaşım gibi kıstaslar değerlendiriliyor. İstanbul 75. sırada.

Çevresel değerlendirme, enerji kullanımı yönetimi ve kirliliğe bakılarak yapılıyor. Suya erişim, sağlık önlemleri, hava kirliliği, seragazı emisyonları, enerji tüketimi, geri dönüşüm, bisiklet yolları ve doğal afetlere direnme gibi kıstaslar değerlendiriliyor. İstanbul 88. sırada.

Ekonomik değerlendirme, iş ortamı ve ekonomik performansa bakılarak yapılıyor. Ulaşım altyapısının verimliliği, işsizlik oranı, küresel ekonomi içerisindeki yeri, turizm, iş yapma kolaylığı, işsizlik oranı, teknolojik altyapı ve üniversitelerdeki teknoloji araştırmaları gibi kıstaslara bakılıyor. İstanbul 80. sırada.

En çarpıcı olan da belki bu; İstanbul’un ekonomik değerlendirme notu. Parayı ve ticareti her şeyin önüne koyarak, yeşili ve insana ait değerleri (sağlıklı bir kentte yaşamak, eğitim, ulaşım) hiçe saymalarına rağmen İstanbul bu konuda bile 100 ülke içinde 80’inci olmuş. Nereden tutsanız elinizde kalıyor. Raporu dış güçler falan hazırlamıştır diye bahanelere hiç başlamayın. Arcadis adlı tasarım ve danışmanlık firması yeni havalimanından iş almış firmalardan biri. 

Kentin bu hale gelmesinin sorumlusu belli. Sorumlular da bu kente “ihanet ettiklerini” zaten itiraf etti. O yüzden suçlunun adını yazmak, İstanbul’u 1994’ten beri yöneten Adalet ve Kalkınma Partisi olduğunu söylemek yanlış olmaz. Önümüzdeki yerel seçimlerde yapılan yanlışları düzeltmeyi, kenti küçültmeyi, en azından genişletmemeyi düşünen bir yönetime şehrin anahtarını vermezsek, son sıraları görmemiz kaçınılmaz. İstanbul’un içine bahçe yaparak kentin sorunlarını çözemeyiz, kenti bir bahçeye çevirip, rantı, plansızlığı, yasadışılığı ve betonu bahçenin dışında bırakmalıyız. Birçok dev projeyi yıkmak pahasına bunu yapmalıyız. Bahçesinde insan yetiştiren bir kent kuramazsak, İstanbul hep beton kokacak.

***
Dünyayı kurtaran filmler
Hepimiz kentlerimizi değiştirmek, doğamıza sahip çıkmak istiyoruz ama nasıl yapacağımız konusunda kafamız biraz karışık. Kafa karışıklığını azaltan belgeseller bana hep yardımcı oldu, size de olabilir. Hem dünyanın karşı karşıya kaldığı çevre sorunlarını görmek hem de çözümlerden ilham almak için, 22-25 Kasım tarihlerinde İstanbul’da gerçekleşecek Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali’ne gitmenizi öneririm. Aralarında Türkiye’nin de olduğu 21 farklı ülkeden derlenen filmler sizi bekliyor. Orada görüşmek üzere. surdurulebiliryasamfilmfestivali.org

Kutuplaşma ve doğa

Özgür Gürbüz-BirGün/21 Ağustos 2017

Türkiye’de kutuplaşma o kadar arttı ki bunun bedelini sadece insanlar değil doğa da ödüyor. Tunceli’de (Dersim) çıkan orman yangınlarından sonra medyada yaşanan sessizlik, sosyal medyadaki tartışmaların yangından çok nefret söylemlerine odaklanması, ciddi bir soruna işaret ediyor. Ana akım medya, ülkenin doğusunda çıkan yangınlara, batısındaki yangınlar gibi yaklaşmıyor. Gündemde aldıkları süreler farklı, canlı yayın yapan televizyon ekipleri görmüyorsunuz. Bodrum’da yangın çıksa birkaç saat içinde her yerde okuyorsunuz ama iş ülkenin diğer tarafına gelince bazen yangınların haber olması bile günler alıyor.

Gazetecilerin de işi zor. Ne zaman doğuda bir yangın çıksa “kim yaktı” üzerinden bir tartışma başlıyor. Kundaklama ve sabotaj iddialarını doğrulamaktan daha zor bir konu bu. Sosyal medya da konuyu özellikle bu açıdan ele alıyor. Kimi PKK’yi, kimi güvenlik kuvvetlerini suçluyor. Gazeteciler zaten bu konularla ilgili haber yapmaya çekiniyor. Yasaklar yüzünden istese de söz konusu alanlara gidemiyor. Nasıl araştıracak, gerçeği bulacak ve yazacak? Böyle olunca orman yangınına odaklanan da kalmıyor. Araştırılamayan iddialar, doğru bilginin eksikliği, nefret ve ayrıştırmayı daha da körüklüyor. Ağaçların yanmasını basının özgür olmamasına bağlarsam herhalde abartmış olmam.

Yangınlardan sonra Tunceli Valiliği bir açıklama yaptı. Eldeki tek resmi bilgi bu. Açıklamada, …İlimiz Hozat-Aliboğazı, Merkez-Kutuderesi ile Munzur Vadisi-Bali Deresi mevkilerinde son bir hafta içerisinde güvenlik kuvvetlerimizce terör örgütlerine yönelik yürütülen operasyonlar kapsamında şiddetli çatışmalar yaşanmış, çatışmalar sonucu meydana gelen orman yangınları örtü yangını şeklinde olup, orman alt tabakasında bulunan kurumuş otların yanması sonucu meydana gelmiştir” deniyor. Valilik net bir şekilde söylüyor, oradaki orman yangını çatışmalar yüzünden çıkmış. Çatışmalar sürdükçe yeni yangınların çıkacağını kestirmek zor değil.

Bize düşen bu yangını söndürmek. Her zaman ve her yerde koşulsuz bir şekilde şiddet karşıtlığını, barışı savunmak. Kin beslemekten vazgeçmezsek bizi buluşturan son ortak değerimizi, doğayı da kaybederiz. Biliyorum, birçok insan artık bu ülkede barışa ya da bir ortak değerimiz olduğuna inanmıyor. Kutuplaşma yüzünden her konuda taraf tutup, diğer tarafı hiçe saymaya devam ediyoruz. Yangında ileriyi görmek zordur ama artık şu gerçeği anlamalıyız. Kimsenin zorla başkasının istediği gibi yaşayacağı bir dönemde değiliz. Birlikte yaşamak istiyorsak özgürlüklerle zenginleşmiş bir uzlaşma kültürüne ihtiyaç duyuyoruz. İstemiyorsak da herkesin, özellikle de ülkeyi yönetenlerin bunu açık açık söylemesinde fayda var.

Doğa hepimizin ortak mirası ve geleceği. Taraf tutarak, karşı tarafı suçlayarak onu kaybetmekten başka bir şey yapmıyoruz. Bu toplum, nadiren de olsa bazı konularda sağduyulu davranabiliyor. Doğanın da böyle bir işlevi olabilir. Din, ırk ve mezhep temelli ortak kimlik arayışlarının her biri felaketle sonlandı. Doğa bizi bir araya getirebilir. Hatırlayın, Gezi’de bunu büyük ölçüde başarmıştı.

***

Ayvalık’ta yanan ormanın fidanlarını biz dikelim
Yangın haberleri arka arkaya geliyor. Ayvalık Adaları Tabiat Parkı’nda beş hektarlık alana yayılmış orman kül oldu. Sabotaj iddiaları var. Ormanın korunacağına dair kuşkular da… Türkiye’de adalete güven yerlerde süründüğü için kimse buranın yeniden ağaçlandırılacağına inanmıyor. Orman Bakanlığı, her zaman yaptığı gibi orada yapılaşmaya izin vermeyeceğini söyleyecektir ama benim bakanlığa başka bir teklifim var. Herhangi bir şüpheye fırsat vermemek için gelin şöyle yapalım.

Orman ve Su İşleri Bakanlığı, Ayvalık’taki Tabiat Parkı’nın ağaçlandırılması işini, bu işi yıllardır hakkıyla yapan bir sivil toplum kuruluşuna devretsin. O kuruluş tam yetkili olsun, kimseyi alana sokmasın. Kampanya başlatsın, bağışlarla fidanlar toprağa kavuşsun. Kimsenin aklında soru kalmasın. Soğutma çalışmalarından sonra, toprak fidan dikmeye uygun olduğunda ilk fidanı da Bakan Eroğlu diksin. Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu en çok açılış yapan bakanlardan biri, inanmayan bakanlığın internet sayfasına bakabilir. Bir açılış fotoğrafı da yanan yerlerin ağaçlandırılması çalışmalarında çekilsin. Kundakçıya, fırsatçıya bundan iyi mesaj olur mu?

Şirketlerin palmiye yağı karnesi

Özgür Gürbüz-BirGün/17 Temmuz 2017

Foto: James Morgan-WWF
Ocak ayında gündeme gelen palmiye yağı tartışmalarında odak noktası sağlıktı. Avrupa Gıda Güvenliği Kurumu, palmiye yağının 200 dereceden yüksek ısıda rafine edildiğinde diğer bitkisel yağlardan daha kanserojen olduğunu söylemişti. Konu herkesin ilgisini çekti çünkü dünyadaki bitkisel yağ tüketiminin yüzde 38’inde palmiye yağı var. Bisküviden deterjana, hayvan yeminden araç yakıtına kadar birçok alanda bu yağ kullanılıyor. Diğer bitkisel yağlara göre aynı miktarda yağ elde etmek için daha az toprağa ihtiyaç duyması palmiye yağını öne çıkarıyor. Ucuz, verimli ve kullanım alanı geniş.

Buraya kadar her şey güzel görünüyor ama palmiye yağı tartışmalarının sağlık dışında bir başka boyutu daha var, o da doğa. Bu ağaç türü deniz seviyesine yakın, sıcak ve nemli yerleri seviyor; yağmur ormanlarını. Yağmur ormanları, orangutanlardan kaplanlara, vahşi hayatın son sığınağı. Palmiye yağı tüketimi arttıkça bu hayvan ve eşsiz bitki türlerinin evleri talan ediliyor. İklim değişikliğini durdurma konusunda önemli role sahip yağmur ormanlarının giderek küçülmesi de daha az karbondioksitin tutulmasına neden oluyor. İklim daha hızlı değişiyor. Sorun bunlarla sınırlı da değil. Bu ormanlarda yaşayan yerli halklar, küçük çiftçiler ve onları savunan çevrecilerle insan hakları savunucuları palmiye üreticilerinin baskısı altında. Bağımsız kuruluşlar, her ay yaklaşık 16 kişinin, topraklarını korumak veya korumaya çalışanlara yardım etmek isterken öldürüldüğünü belirtiyor.

Her yıl 10 milyon hektar orman yok ediliyor
Mevcut ağaçların yüzde 86’sı Endonezya ve Malezya’da. Artan talep, yağmur ormanlarının kesilmesine ve yerine palmiye yağı veren ağaçların dikilmesine yol açıyor. Malezya ve Endonezya’da her yıl 10 milyon hektarlık yağmur ormanı kesilip yerine palmiye ağaçları dikiliyor. Her saat başı, 300 futbol sahası büyüklüğünde bir orman alanı yok ediliyor. Palmiye yağ üretimi son 15 yılda üç kat arttı ve yılda 70 milyon ton seviyesine ulaştı. Ticari açıdan da önemli bir ürün haline geldi. Palmiye yağı dünyadaki bitkisel yağ ticaretinin yüzde 66’sından sorumlu.

Dünya Doğayı Koruma Vakfı’nın (WWF) ‘Palm Oil Scorecard’ adlı raporu bunun gibi onlarca çarpıcı veriye sahip. Aslında rapordan çok bir puan kartı ya da karne demeliyiz. Dondurmadan ruja kadar her yerde palmiye yağı kullanılabiliyor. Bu karne de şirketlerin palmiye yağı ve palmiye yağı içeren ürün alımında ne kadar hassas davrandıklarını gözler önüne seriyor. 


Türkiye ile ilgili veriler yok
Karnesi verilen 137 şirketten 28’inin WWF’e ve RSPO’ya rapor vermediklerini baştan belirtelim. Ve yine sadece 98’i ne kadar palmiye yağı kullandıklarını açıklamayı kabul etmiş. Bunlardan sadece 58’i tüm palmiye yağı tüketimini sertifikalı ürünlerden karşılıyor. Adı geçen şirketlerin bazıları Türkiye’de de faaliyette ancak veriler Avustralya, ABD, Avrupa, Hindistan, Kanada ve Japonya’yı kapsıyor. Yurt dışındaki faaliyetlerini şeffaflaştıran Migros, Carrefour ve Pepsi Cola gibi dev şirketlerin Türkiye’de de aynı hassasiyeti göstermesi gerek.

Atılması gereken temel adımlar değerlendirildiğinde birçok şirketin doğru yolda ilerlediği görülüyor. Perakendecilere baktığımızda Carrefour, Migros, Marks and Spencer ve IKEA’nın 9 üzerinden 9 aldığını görüyoruz. İşin üretici tarafında ise Danone, Kellogg’s, Heinz, Unilever ve Pepsi yine tam not alan firmalar. Avon, Johnson and Johnson, L’Oreal, Barilla, Ülker’in satın aldığı United Biscuits 9 üzerinden 8; Procter and Gamble 7, Nestle ise 6 alıyor. Nestle’nin kullandığı palmiye yağının sadece yüzde 24’ü sürdürülebilirlik sertifikasına sahip. Procter and Gamble’da ise bu oran yüzde 41. İş hedeflere gelince notlar yüksek ancak bu hedefleri tutturma konusunda sorunlar yaşanıyor. 2015 yılında tamamen sertifikalı palmiye yağı kullanacağım diyen 77 şirketten sadece 56’sı hedefini yakalayabilmiş.

Haliyle yukarıdaki, temel adımlar üzerinden yapılan değerlendirme size her şeyi anlatmıyor. Özellikle süpermarketlerde, başka şirketlere ait ürünler de satılıyor. O ürünler de hesaba katılınca hepsinin notları düşüyor. Tedarik zincirinin de hesaba katıldığı Örneğin IKEA 10 üzerinden 8, Migros 6,2 alıyor. Carrefour ise 10 üzerinden sadece 4,7 puan alabiliyor.

Şirketlerin karnelerine bakıp onlara bisiklet mi alırsınız yoksa palmiye yağı içeren ürünleri almaktan vaz mı geçersiniz bilemiyorum. Karar sizin. Ne de olsa bu firmaların velisi, yani onların ürettiği ürünleri alan, ayakta kalmalarını sağlayan tüketiciler sizlersiniz.

Şirketlerin tedarik zincirlerinin de değerlendirildiği süreçte
sürdürülebilir palmiye yağı kullanım karneleri

Yıllık palmiye yağı kullanımı (ton)
%100 Fiziksel CSPO
geçiş tarihi *
Karne notu
(10 üzerinden)
Danone
34.457
2015
10
Ferrero
181.000
2015
10
IKEA
41.686
2015
8
United Biscuits
76.196
2016
7,7
Marks & Spencer
3.630
2020
7,4
Migros
12.696
2015
6,2
Kraft Heinz
12.732
2025
6
Barilla
34.696
2015
5
Carrefour
12.632
2020
4,7
Unilever
1.513.265
2019
3,9
L’Oreal
54.986
2020
3,8
Pepsi
452.743
2020
2,8
Nestle
417.834
2020
1,9
Procter & Gamble
493.677
2020
1,2
Mc Donald’s
122.669
2020
0,5
*Birçok firma CSPO sertifikalı palmiye yağı kullanıyor olsa da bu yağlar belirli yerlerde birbirine karışıyor. Fiziksel anlamda da sertifikasız yağlara karışmamış olanlar için  %100 CSPO kavramı kullanılıyor.

***
Şirketlerin puanlaması nasıl yapılıyor?
Foto: Greenpeace
Raporda, dört konu üzerinden şirketlere puan verilmiş. Bu konulardan ilki, perakendeci ve üretici şirketlerin, Sürdürülebilir Palmiye Yağı Yuvarlak Masası (RSPO) adı verilen girişime üyeliğiyle ilgili. Üyelik ve düzenli raporlama 1’er puan değerinde. WWF’in kurucuları arasında yer aldığı bu platform, sivil toplum örgütleri, üreticiler ve palmiye yağı kullanan şirketlerden oluşuyor. İkinci konu, şirketlerin ne kadar sertifikalı (Sürdürülebilir Palm Yağı Sertifikası - CSPO) palmiye yağı kullandığıyla ilgili. Sertifikalı palmiye yağı sürdürülebilir üretimin belgesi. Kullanılan hammaddenin hepsi sertifikalıysa şirketin karnesine bu dersten 4 puan geliyor. Üçüncü başlıkta ise şirketlerden kullandıkları palmiye yağı miktarını açıklamaları isteniyor. Şeffaf şirketler 1 puan da buradan alıyor. Palmiye yağı kullanımı konusunda sertifikalı ürünlere geçeceğini açıklayan ve tarih veren şirketler de karne notunu yükseltiyor. Bu da dördüncü ve son alan. Beyanlar şirketlerden alınan verilerden oluşuyor. Ne kadar doğru, şüphelenmekte serbestsiniz ama söz konusu şirketlere bir çeşit sorumluluk yüklendiği kesin.