Toplumsal barış yolunda mıyız?

Özgür Gürbüz-BirGün / 10 Ocak 2025

Foto: demparti.org.tr

DEM Parti heyetinin İmralı ile başlayan ve siyasi partilerin temsilcileriyle süren görüşmeleri bitti. Sırada, cezaevindeki Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ görüşmeleri var. Devlet Bahçeli’nin sözcülüğünü yaptığı ve hükümet gizlemeye çalışsa da aslında Cumhurbaşkanı’nın yürüttüğü bu adı konmamış süreç bizleri toplumsal barışa mı götürecek yoksa daha önce olduğu gibi siyasi kurnazlıklara malzeme mi yapacak göreceğiz. Ben bu süreci Kürtlerle Türkler arasındaki bir süreç gibi görmüyorum. Bu bir demokrasi sınavı.

Bir önceki sürecin baş aktörlerinden Selahattin Demirtaş sekiz yılı aşkın bir süredir cezaevinde. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) hak ihlali gerekçesiyle Türkiye’yi tazminat ödemeye mahkûm ettiğini de hatırlatalım. Anayasa’yı tanımayanlar elbette AİHM kararlarını da görmezden gelmeye devam ediyor. O yüzden de yarın yapılacak bu ziyaret oldukça düşündürücü. Sadece Bahçeli, Erdoğan veya Öcalan’ın sözleriyle ülkeye barışın gelmeyeceğini, geçmişte yaşananları hatırlatıyor.

Üzerinde yaşadığımız bu topraklar, belki de dünyanın savaşlara en çok tanıklık etmiş bölgesi. Savaşların tarihi kadar barışın tarihi de o kadar eski bu coğrafyada. Hititlerle Mısırılıların mızraklarını toprağa gömdükleri Kadeş Antlaşması, dünyanın bilinen en eski uluslararası barış antlaşması. İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde antlaşma metni görülebilir, Birleşmiş Milletler binasında da büyütülmüş bir kopyası sergilenir. İki büyük kral, milattan önce 1269 yılında sadece söz vermemiş, kalıcı olması için barışı metne dökmüş. Çünkü krallar ölür, sözler unutulur ama yazılar, antlaşmalar kalır.

Türkiye’yi özlenen toplumsal barışa kavuşturmak için gidilmesi gereken uzun bir yol olduğu kesin. Üç bin üç yüz yıl önce olduğu gibi barışı metne dökmemiz de muhtemelen gerekecek. Ama asıl sorunumuz bu değil. İster çiviyle ister el yazısıyla yazılsın, bir barış metnine ve daha da önemlisi ona uyacağını taahhüt eden liderlere gereksinimimiz var. Var mı bu liderler? Nerede yaşıyoruz biz? Yasal dayanaklardan yoksun tutuklama ve gözdağlarının olduğu, gazetecilerin sürekli mahkeme tehdidiyle yaşadığı, denetim ve hesap verilebilirliğin neredeyse hiç olmadığı, Meclis’in ve medyanın etkisiz hale getirildiği bir ülkede. Böyle ülkelerde iktidardaki liderler sonsuz güce sahip olur ve dokunulmaz hale gelirler. Haliyle de verdikleri sözler anlamsızlaşır, çünkü sözünü tutmamanın siyaseten ya da hukuken bir yaptırımı yoktur.

Herkesin hatırlayacağı örnekler var. Milyonların katıldığı Gezi eylemleri nedeniyle Can Atalay, Osman Kavala, Tayfun Kahraman, Çiğdem Mater ve Mine Özerden hukuksuzca cezaevinde tutulurken hangi anlaşma metnine ya da hangi söze güvenebilirsiniz? Milyonların iradesine kulak asmayanlar anlaşma mı tanıyacak? Bir yasayı değil Anayasa’yı hiçe sayan uygulama ve beyanlardan bahsediyoruz. Seçilmiş milletvekilini cezaevinden tutanlardan, protesto hakkını hiçe sayanlardan, Anayasa’nın çevre korumayı herkesin görevi ilan eden 56. maddesini görmezden gelenlerden.

Bir barış metni çıksa bile, hatta yeni bir Anayasa yapılsa bile iki gün sonra o Anayasa’ya uymayacaklarını bildiğimiz kişilerle böyle bir yolculuğa çıkılabilir mi?  Hayatları boyunca nefret dilini kullananların, çiçekleri hatırlamasıyla barış elçisi olmasına inanabilir miyiz? Mevcut AKP-MHP koalisyonu önce samimiyet testinden geçmeli. Yarından başlayarak Anayasa’ya bağlı kaldığını, adalet ve medya üzerindeki siyasi baskıyı kaldırdığını, şeffaflık ve denetimleri geri getiren uygulamaları hayata geçirdiğini gösterse ve bunu seçimlere kadar uyguladıktan sonra, kalıcılığına inanılan koşullarda barış konuşulsa daha akıllıca olmaz mı? Daha da garantisi, yeni sürecin ilk adımının başkanlık sisteminin terk edilip Meclis’e güç verilmesi olur. O zaman iş tek adamlara kalmaz.

Toplumsal barış Türkiye’nin özlemi ve bu yolda siyasilere büyük görev düşüyor. Bu gerçeği inkâr etmeyelim, atılan adımları da yok saymayalım ama sürecin temelinde, sözlerine güvenilen liderler ve anayasaya bağlı bir hukuk devleti olması gerektiğini de unutmayalım. Umudum var, hep olacak ama bugünleri hazırlayanlara, kavgadan oy ve güç devşirenlere, siyasi kurnazlık peşinde olanlara güvenim yok.

Hükümetin elektrik zammı da adaletsiz

Özgür Gürbüz-BirGün / 3 Ocak 2025

Foto: YZ_Canva
2025 yılına yeni bir elektrik zammıyla başladık. Ay sonunda faturalar gelmeye başladığında, bu gizli zammın kimi vurduğu belli olacak. Ay sonuna kadar sabredemem diyorsanız son elektrik faturanıza bakabilirsiniz. Aylık elektrik tüketimi ortalamanız 417 kilovatsaatten (kWh) fazlaysa yeni yılda elektrik faturanızın neredeyse iki katına çıktığını göreceksiniz. Elektrik Mühendisleri Odası’nın (EMO) hesabına göre 1048 TL’lik faturanız tüketiminiz aynı kalsa da bir anda 2048 TL’ye çıkacak. EMO zammın iptali için dava açtı ama sonuç ne zaman belli olur, ne karar verilir bilinmez. Bizi bekleyen tehlike ise net.

Uygulama, tek sayaca bağlı apartmanların ortak tüketimlerini de kapsıyor. Hidrofor, asansör ve aydınlatma tüketimleri 417 kilovatsaati geçen her apartmanın ortak gideri de ciddi oranlarda artacak.

Ticarethanelerde ise yüksek faturaya geçme sınırı yıllık tüketimi 15 bin kWh’i geçen işyerlerinde uygulanacak. Hem de 2024 tüketiminize bakılarak bu sınıflama yapılacak. Geçen yıl bu sınırları aşan bir tüketiciyseniz, bu yıl faturanız yeni tarifeden ücretlendirilecek. Size önceden söyleselerdi belki önlem alabilirdiniz ama söylenmedi tabii ki. Bir ürünün girdi maliyetleri artarsa zam da maliyetler oranında yapılırsa bu anlaşılabilirdi ama yapılan bu değil. Elektrik üretiminde kullandığımız gaz ve kömür fiyatlarında bu zammı haklı gösterecek bir artış olmadı hatta birkaç yıl önceki kriz dönemine kıyasla fiyatlar daha aşağıda.

1 Ocak 2025 tarihiyle hayatımıza giren bu son elektrik zammında kimin, ne için elektrik tükettiğine bakmadan yapılan bir cezalandırmadan bahsediyoruz. Kış aylarının kısa, yaz aylarının sıcak olduğu birçok ilde elektrikli ısıtıcılar soğuk günlerde de kullanılıyor ve bu evlerin toplam elektrik tüketimini artırıyor. Yazın da klima kullanımı devreye giriyor. Burada israftan ya da lüks tüketimden bahsedemeyiz. O zaman neden başta güneydeki iller olmak üzere buralarda yaşayanları cezalandırıyoruz?

Aynı soru, işi gereği çok sayıda elektrikli alet kullanmak zorunda kalan işyeri sahipleri için de geçerli. Kasap, market, şarküteri gibi 24 saat çalıştırmak zorunda olduğu buzdolaplarına sahip bir işletmeyle diğerlerini bir tutup, cezalandırmanın adaletli bir açıklaması olabilir mi? Artan maliyetlerin, temel ihtiyaçları satan bu işletmelerce maliyetlere yansıtılacağı ve sonuçta herkesi etkileyecek yeni bir zam furyasının başlayacağı görülmüyor mu?

Son zam kararı caydırıcı, son tüketicileri enerji tasarrufuna ya da çözüm bulmaya iten bir mekanizmaya da benzemiyor. Zamlı faturalar sonucunda kışın klima veya elektrikli ısıtıcı kullanmaktan vazgeçenlerin ilk adresi doğalgaza geçmek olacak. Pahalı ve dışa bağımlı doğalgazdan şikayet ediyorsak, binlerce evi gaz kullanmaya mecbur bırakarak söylediğimizin tam tersini yapmış olmuyor muyuz? Isıtma ve soğutma ihtiyacı nedeniyle çok elektrik tüketen konutların çözümleri güneş enerjisi, ısı pompası veya daha iyi yalıtım olabilir. Ancak mevcut binaların ne kadarı buna uygun inşa edildi, devletin meskenlerin kendi elektriğini üretmesi adına sunduğu teşvikler (varsa) bu dönüşüm için yeterli mi? Bu soruların yanıtı “evet” değilse yapılan çaresizce elektrik faturalarını ödemek zorunda kalacak yurttaşları cezalandırmaktan başka bir şey değil. Balık tutmayı öğretmeden, tutamayanı aç bırakmaktan bahsediyoruz.

Bir başka adaletsizlik de yeni tarifelerin her ay elektrik piyasasındaki fiyata bağlı olarak değişecek olması. Yanlış duymadınız, elektrik tüketiminiz belirtilen sınırların üzerindeyse, bu aydan itibaren aynı miktarda elektrik tüketseniz de faturanız piyasa koşullarına göre değişecek ve her ay farklı bir meblağ ile karşılaşacaksınız. Gazın veya kömürün fiyatı artarsa, sizin faturanız da artacak. Yenilenebilir enerji veya kömür santrallarına verilen teşvikler artarsa bu faturalara da yansıyacak. Enerji Bakanlığı yüksek elektrik maliyetinden şikayet ediyor ama maliyeti oluşturan kalemlerin tercihini halka bırakmıyor. Güneş ülkesi Türkiye’yi ithal kömür ve gaza biz mi mahkum ettik? Kentsel dönüşüm adıyla yapılan binalarda yalıtım standartlarını mı biz mi düşük tuttuk? Yeni ve eski binalarda güneşten elektrik üreten panellerin olmasını biz mi engelledik? Halkın kendi elektriğini üretmesini sağlayacak enerji kooperatifleri mevzuatını biz mi yetersiz kıldık? Tam tersi biz bunları talep ettik ama mevcut hükümet 23 yıldır yürüttüğü enerji politikalarıyla hem dışa bağımlılığı hem de enerji israfını körükledi. Şimdi de faturayı bize kesmeye çalışıyor.