Laf olsun torba dolsun

Özgür Gürbüz-BirGün / 18 Haziran 2025

Türkiye’nin doğası Meclis’e gelen 95 sayılı torba yasa teklifi ile büyük bir tehlike altında. Teklif yasalaşırsa, turizm ve tarım bölgeleri ile korunması gereken doğal alanlar maden ve enerji projelerinin talanına uğrayacak. Torba yasaya konan özel bir madde, Muğla’daki kömür santralları için zeytinliklerin kamulaştırılarak madenciliğe açılmasını da sağlayacak. Adrese teslim yasa maddesi. Adrese teslim ama bu değişiklik 3753 sayılı Zeytincilik Kanunu’nu delmek için bir emsal teşkil edebilir. O yüzden de konu sadece Muğla’yı, çevrecileri değil tarım ve turizmle uğraşanları, özellikle de zeytinyağı üreticilerini yakından ilgilendiriyor. Tarım ve doğal alanları korumada adeta bir kalkan olan zeytinliklerin birkaç şirketin çıkarı için madenlere kurban edilmesinin önü açılıyor. Teklifin geri çekilmesi için itiraz etmeyen herkes çok pişman olacak; o kesin.

KURDA KUZU TESLİM EDİLİYOR
Teklifte, zaten formaliteye dönen ÇED (Çevre Etki Değerlendirmesi) süreçlerinin kısaltılması, maden içeren ormanların MAPEG’e (Maden Petrol İşleri Genel Müdürlüğü) devredilmesi ve işletme boyunca yetkinin bu kurumda olması, maden projeleri için acele kamulaştırma hakkı tanınması gibi çok sakıncalı maddeler var. Amacı maden sahası açmak olan kuruluşa ormanlar emanet edilir mi?

ÇED YERİNE İZLEME
Teklifin gerekçe kısmında yer alan açıklama da trajikomik. ‘ÇED gerekli değildir’ kararı verilen projelerin izleme kontrol çalışmalarıyla denetlendiği iddiasına kargalar bile güler. İzleme ve kontrol yapılsa İliç’teki altın madeninde dokuz kişi hayatını kaybeder miydi? ÇED kararı alınmadan ihale, teşvik ve kullanım ruhsatı için başvurulmasının da önü açılıyor. Enerji Bakanlığı’na imar planlarını onaylama, yapı ruhsatı ve çalışma izni verme yetkisi de bu yasa teklifi ile tanınıyor.

STRATEJİK MADENLER İÇİN KURUL
Stratejik ve kritik maden adı verilen yeni bir tanım da metne girmiş. Stratejik madenlerle altın, gümüş ve demir gibi 4. grup madenlerin akıbeti Cumhurbaşkanı Yardımcısı’nın başkanlığında toplanacak bir kurula bırakılıyor. Kurul’un, alınması gereken izinlere ilişkin idareler arasındaki ihtilafları yargı organlarına başvurmadan çözeceği öne sürülmüş. Stratejik ve kritik madenlerle ilgili madde 4’teki düzenleme ise soru işaretleri barındırıyor. “Bir önceki yıldaki üretim miktarının yüzde 10’unu geçmemek kaydıyla stratejik veya kritik madenlerin belirli bir oran veya miktarda ruhsat sahiplerince stoklanmasına cumhurbaşkanınca karar verilebilir” deniyor. Madem bu madenler stratejik, kanun teklifinin, “Stratejik madenler kamu şirketlerince Türkiye’nin ihtiyacı kadar üretilsin, ihraç edilmesin” demesini beklerdim.

GEREKÇE EVLERE ŞENLİK
Torba yasadaki değişikliklerin gerekçeleri arasında yüzde 45 olan yenilenebilir enerjinin elektrik üretimindeki payını 2035’te yüzde 65’e çıkarmak da var. İtirazım yok, yöntemi de söyleyeyim. Enerjiyi daha verimli/tasarruflu kullanarak elektrik tüketimini azaltabiliriz ve bu da yenilenebilir enerjinin oranını artırır ama bahsettiğim bu matematik, rant içermediği için hükümetin hoşuna gitmeyecektir. Yenilenebilir enerjiyle ilgili izin süreçlerini kısaltacak birkaç düzeltme de var teklifte ama gerçek şu ki kanun aslında kömür ve diğer madenlerin önünü açmak için yazılmış.

İSPANYA’DAKİ KESİNTİ BAHANE GÖSTERİLMİŞ
İspatı da şu. İspanya’daki elektrik kesintisinin nedeni yenilenebilir enerjinin bir anda devre dışı kalması diye belirtilip kömürlü termik santrallar gibi baz yük santrallar çözüm olarak öne sürülmüş. İspanya bile kesintinin nedeninin yenilenebilir enerji olduğunu söylemedi ama bizimkiler öğrenmiş! Türkiye’nin de parçası olduğu ENTSO-E (Avrupa Elektrik İletim Sistemi İşleticileri Ağı) kesintiyle ilgili araştırmasını sürdürüyor. Uzmanlar son toplantısını 15 Temmuz’da yapacak, herhalde ondan sonra sorunun ne olduğunu bileceğiz. Kurumun şu ana kadar yaptığı açıklamada iki soruya yanıt aranıyor. 2 bin 200 MW’lık güç kaybının nedeni (hangi kaynak olduğu belirtilmemiş) ve bu güç kaybında devreye girmesi gereken ‘sistem savunma planlarının’ neden çalışmadığı. Avrupa Yatırım Bankası’nın iki gün önce Fransa ve İspanya arasında yeni bir iletim hattı için 1,8 milyar dolarlık yatırıma hazırlandığını da belirtelim. Sorunun çözümü güneş ve rüzgârdan vazgeçmek olsa herhalde iletim hattıyla uğraşmaz, termik santral yaparlardı. Kanun teklifine imza atan vekillerin kulağına küpe olsun bu gelişme de.  

AVRUPA’DAKİ SÜREÇ FARKLI
Bir başka gerekçe ya da bahane de Avrupa’da yenilenebilir enerji izin süreçlerini hızlandırmak için üye ülkelere yapılan tavsiyeler. Avrupa Birliği bunu iklim hedeflerine ulaşmak için yapıyor. Bizim torba kanun ise kömürden, termik santraldan ve madenlerden bahsediyor. Kaldı ki Avrupa’da çevre örgütleri bu düzenlemelerle ilgili başta halkın tüm sürece sürekli katılımı olmak üzere birçok öneride bulundu. Kuş göç yollarından, koruma alanlarından kaçınılması, stratejik çevresel değerlendirmelerin yapılmış olması gibi şartlar öne sürdü. Meclis’teki teklif ise süre kısaltmayı bürokrasiyi azaltarak değil, ÇED sürecini adeta ortadan kaldırarak, halkın katılımından bahsetmeyerek, izin sürecinde doğa koruma için gerekli adımları sürecin dışına atarak veya izin sürecini formaliteye dönüştürerek yapmaya çalışıyor. Kaldı ki Avrupa ile Türkiye aynı kefeye konamaz. Tüm Avrupa kıtasında bulunan bitki türlerinin yüzde 75’i Türkiye’de görüldüğü gibi, Türkiye’deki 12 bine yaklaşan bitki türlerinin üçte biri endemik, yani bu topraklara özgüdür.

Özetle söylersek, laf olsun torba dolsun şiarıyla hazırlanmış, şirketlerin memleketi talan ederek kâr etmesini amaçlayan bir başka teklifle karşı karşıyayız.

Kimseyi arkada bırakamayız

Özgür Gürbüz-BirGün / 12 Haziran 2025

Foto: wilsan u on Unsplash
İklim krizinden hepimiz etkileniyoruz ama bazılarımız daha fazla etkileniyor. Çocuklar, dar gelirliler, engelliler, açık havada çalışmak zorunda olanlar... Avrupa Çevre Ajansı’nın iklim krizinden dezavantajlı grupların nasıl daha fazla etkilendiğini açıklayan son raporunda[1] belirlediği başlıklar bunlar. İklim krizini durdurmak ve bu süreçte bahsi geçen dezavantajlı gruplara destek olmak zorundayız. Kimseyi arkada bırakamayız.

Türkiye’de nüfusun dörtte birini çocuklar oluşturuyor. Çocukların da yüzde 90’ı kentlerde yaşıyor. Dışarda oynaması, zaman geçirmesi beklenen çocuklar yeşil alanların azlığıyla ünlü kentlerimizde artan sıcaklıklara sunduğumuz kurbanlar gibi adeta. 2020 yılında doğan bir çocuğun dede ve ninelerine kıyasla 2 ila 7 kat daha fazla sıcak hava dalgasına maruz kalacağı araştırmalarda belirtiliyor. Biz ise onlara içinde ağaç görülse müze ilan edilecek kentler bırakıyoruz. Belediyelerin bazıları bu gidişatı tersine çevirmeye çalışıyor ama merkezi hükümet yeşil alanları betona boğmaya kararlı. İklim değişikliğinden sorumlu bakanlığın İstanbul Fikirtepe’de kurduğu yeni beton kent, Kanal İstanbul projesi, Sazlıdere Su Havzası’nın tahribatı en güncel örnekler.

Hepimiz yalıtımsız, plansız yapılaşmanın ürünü kentler ve onların içindeki dairelere hapsedildik. Güneşin nereden batıp doğduğunu bile hesaba katmayan bu apartmanları kışın ısıtmak, yazın soğutmak bir dert. Hele de dar gelirli bir aile iseniz, enerji faturalarıyla baş etmek mümkün değil. Sıcak hava dalgaları binaları klimaya mahkum ediyor, aşırı yağışlar da altyapı sorunlarıyla birleşince evleri, sokakları su altında bırakıyor. Klima faturasını ödemek ya da daha korunaklı bir evde oturmaksa ciddi bir maddi güç gerektiriyor. 

Enerji yoksulluğu önümüzdeki günlerde en çok konuşacağımız sorunumuz olmaya aday. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın raporlarında bile aşırı yoksulluk sınırı altında yaşayanların sayısının 3,6 milyon haneye ulaştığın belirtiliyor. Asgari ücrete yakın geliri olanların oranı yüzde 83. Çoğumuz artık yoksuluz ve iklim krizine karşı geçici de olsa tedbir alacak maddi imkanlardan yoksunuz. Evlerimizi sigortalama veya oluşan hasarı karşılama şansımız da yok.

Türkiye’de 1 milyona yakın mevsimlik tarım işçisi var. Özellikle yaz aylarında, şiddeti ve sıklığı iklim krizi nedeniyle giderek artan sıcak hava dalgalarına rağmen çalışmak zorundalar. 1 milyon mevsimlik tarım işçisinin 300-400 bininin çocuk olduğu da belirtiliyor. İklim krizinden korunmak için elinde hiçbir imkanı olmayan bir başka dezavantajlı gruptan bahsediyoruz. Bu grubun arasında etnik azınlıklara mensup yurttaşlar ve göçmenler de var. Onlar için sorunları çözmek daha da zor.

Dünya Sağlık Örgütü sadece Avrupa’da her yıl sıcak hava dalgası kaynaklı 175 bin kişinin öldüğünü belirtiyor. Türkiye’de ise ölüm nedenlerine dair detaylı veriler olmadığı için kesin bir rakam verilemiyor.

Sadece dezavantajlı gruplar üzerinden verdiğimiz bu örnekler milyonlara karşılık geliyor. Türkiye’yi yönetenler ise iklim krizi sorununu sadece fon bulmak için bir araç gibi görüyor. Ne sorunun çözümü ne de mağdurları korumak adına ciddi bir adım atılmıyor. Hükümet yurttaşlarını unutmuş olabilir ama bizim kimseyi arkada bırakma lüksümüz yok. Adil ve herkesi kapsayan bir çözüm için mahallelerde, kentlerde konuyu gündeme getirmeli, yerel yönetimlerden siyasi partilere herkese ulaşarak çözüm için onları harekete geçirmeye zorlamalıyız. Geçmek istemeyenden de bir an önce vazgeçmesini bilmeliyiz.



[1] Social fairness in preparing for climate change: how resilience can benefit communities across Europe

Sorumlu yapay zeka talebi

Özgür Gürbüz-BirGün / 5 Haziran 2025

Foto: Hamburg Sustainability Conference
Günümüzde yapay zekanı yan yana gelmediği konu yok. Hamburg’taki Sürdürülebilirlik Konferansı’nda (Hamburg Sustainability Conference) ise yapay zek beş farklı kelimeyle yan yana getirildi: İnsanlar, gezegen, refah, barış, işbirliği. Yapay zekadan kaçmak mümkün görünmüyor ve kaçmak isteyen de yok gibi. O zaman sorumlu yapay zeka kavramına hoş geldiniz.

Sorumlu Yapay zeka kavramının bu beş bileşeniyle bizleri Sürdürülebilir Gelişme Hedefleri için Yapay zeka başlığını taşıyan Hamburg Deklarasyonu oldu. Sorumlu yapay zeka talep eden ilk küresel deklarasyona aralarında Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı, Almanya Çevre Bakanlığı, Fransa Dışişleri Bakanlığı, teknoloji firmaları ve sivil toplum örgütlerinin de olduğu onlarca imzacı destek verdi. Avrupa Birliği’nde olduğu gibi bu konuda düzenleme yapanlar ya da benzer tavsiyelerde bulunanlar vardı ancak bu deklarasyonla sözler taahhüde dönüyor. İnsan hakları temelli bir yapay zekaya öncelik verilmesi, ayrımcılık yapmayan, özel hayata ait verilere dikkat eden, gelir ve gelişmişlik seviyesine bakmadan herkesin kullanabileceği, geliştirebileceği ve ekonomik fayda sağlayabileceği bir yapay zeka kullanımı ilk taahhüt.

KÜÇÜK İŞLETMELER DESTEKLENMELİ

Yapay zekanın gezegenle de dost olması ise ikinci başlık. Yapay zeka için gereken altyapıda enerji tüketiminin ve karbon ayak izinin azaltılması ama daha da önemlisi, yapay zekanın iklim krizi ve biyoçeşitlilik kaybı gibi büyük çevresel sorunların çözümünde kullanılması sözünü veriyorlar. Ekonomik gelişme ve eşitlik konusuna odaklanan “refah” taahhüdü ise yereldeki küçük ve orta ölçekteki yapay zeka üzerinde çalışan girişim ve işletmelerin desteklenmesi böylece hem ülkelerarası hem de ülke içinde uçurumlar oluşmaması amaçlanıyor.

KADIN TEMSİLİYETİ SORUNLU
Sorumlu yapay zekanın barışa katkıda bulunması için toplumsal uyumu desteklemesi, çocuklara yönelik çevrimiçi şiddet de dahil olmak üzere, kadınlar ve kız çocuklarının yanı sıra marjinalleştirilmiş gruplara karşı zararlı söylemler barındırmaması isteniyor. Bazı araştırmalar yapay zeka alanında çalışan uzmanların sadece yüzde 22’sinin kadın olduğunu gösteriyor. BM Kadın Birimi, düşük gelir grubundaki ülkelerde kadınların internet erişiminin yüzde 20 civarında olduğunu belirtiyor. Yapay zekanın geliştirildiği ülkeler, erkek egemen söylem ve veriye erişim sorunu da yapay zekanın çalışmasını da etkileyebiliyor. İşbirliği başlığı ise yapay zekayı adeta küresel bir müşterek olarak gören bir kavram, sürecin ilerlemesi için açık erişim, bilgi paylaşımı ve diğer ilkeleri de kapsayacak ortak çalışmaları kapsıyor. Deklarasyon kamu kuruluşlarından sivil toplum örgütlerine kadar bu dünyadaki herkese açık.

EŞİTSİZLİĞE KARŞI İTTİFAK
Hamburg Sürdürülebilirlik Konferansı boyunca iki konuda daha mutabakat sağlandı. Dünya çapındaki sosyal uyumu baltalayan eşitsizlikle mücadele ve kamu kurumlarına güveni yeniden inşa etmek için bölgesel işbirliği ve diyaloğu öne çıkaran Eşitsizliğe Karşı Küresel İttifak girişimi başlatıldı. Sürdürülebilir Kalkınma için Sermayeyi Ölçeklendirmek adı verilen bir başka girişim de 2025 sonuna kadar kurulacak bir şirket aracılığyla güneş enerjisi gibi sürdürülebilir projelere finansmanı kolaylaştırmayı amaçlıyor.

Hamburg’taki konferans gıdadan enerjiye, yapay zekadan biyoçeşitliliğe kadar uzanan birçok alanda görüşmelere ev sahipliği yaptı. En çok konuşulan konulardan biri de başta BM olmak üzere adı geçen konularla ilgili çözüm üretmeye çalışan uluslararası örgütlerin güçsüzleştirilmesiydi. Sürdürülebilirlik, özellikle de küresel sorunlarda, uluslararası işbirliği olmadan mümkün görünmüyor. İklim krizi müzakereleri bunun en somut örneği.

 ***

“Çok Taraflılık bitiyor algısı endişe verici”
UNDP Başkanı Achim Steiner

Foto: O. Gurbuz

Şu anda en zengin ülkelerin birçoğunun, sorunları birlikte çözmek ve birbirimize yatırım yapmak için on yıllardır inşa ettiğimiz bu mimariye yatırım yapma konusundaki geleneksel inanç ve taahhütlerinden bir cümleyle nasıl geri çekildiklerini gözlemliyorum ve kaçınılmaz olarak ABD hükümetinin son kararları birçok kuruluş için bu istikrarsızlaştırıcı anı güçlendirdi. Ancak bu artık yüzleşmek zorunda olduğumuz fiziksel ve finansal bir risk. Bence daha endişe verici eğilim, bu algı veya kasıtlı olarak çok taraflılığın işe yaramadığı, sorunları çözemediği propagandasının yapılması. Aslında asıl endişelenmemiz gereken şey, insanların güvenlerini ve bakış açılarını kaybetmeleri halinde, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sürekli savaşa girme riskiyle başa çıkmamıza yardımcı olmak için doğmuş bir fikri ortadan kaldırabilecek olmaları.

***

Yapay zekasız e-posta atamayız
Hamburg Yapay Zeka Merkezi Yönetim Kurulu Başkanı Alois Krtil

Yapay zekanın sağladığı enerji tasarrufuna bakmadan sadece yapay zekanın enerji tüketiminden bahsetmek biraz haksızlık olur. Dünya çapında manuel işlemler yapıyorsunuz ve bu da çok fazla doğal kaynak tüketiyor; karşılaştırma yapmak çok zor. İletişim, örneğin internet vb. zaten küresel ve veri merkezleri ile merkezi olmayan ağlar tarafından yönlendiriliyor ve yapay zeka olmadan bunlar olmayacaktı. Eposta gönderemeyecek, telefon açamayacaktık. Yapay zeka dil modelleri gibi onlarca yıldır çalışıyor ve bu da elbette kaynak tasarrufu sağlıyor. Enerjiyi unutun demiyorum elbette ama herkesin yeniden icat etmek zorunda kalmaması farklı bir paradigma, bu nedenle enerji tasarrufu da yapılıyor.

Petrol ve gazdan yeni bir gelecek kurulmaz

Özgür Gürbüz-BirGün / 22 Mayıs 2025

Foto: TPIC
Türkiye’nin petrol ve gaz üretimi yeni sahalarla beraber artıyor. Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü’nün rakamları, özellikle 2024 yılında gaz üretiminin bir yıl öncesine göre üç kat arttığını ve 2,3 milyar metreküpe ulaştığını gösteriyor. Petrolde artış ise daha sınırlı, 2024’te 5,3 milyon ton petrol üretilmiş. Türkiye’nin her iki kaynakta da dışa bağımlı olduğu düşünülürse üretim artışlarının ithalatı az da olsa azaltacağı ve ekonomiye katkı sağlayacağı söylenebilir. Katkının boyutu haberlere yansıyan kadar olmasa da…

Petrol, Türkiye’nin en çok tükettiği enerji kaynağı, birincil enerji arzındaki payı yüzde 30. Petrol ürünleri ithalatımız 50 milyon ton civarında. Kabaca bir hesapla petrolde dışa bağımlılığımız yüzde 90 civarında. EPDK, Türkiye’nin 2025 yılında bir önceki yıla göre daha az, 53,2 milyar metreküp gaz tüketeceğini tahmin ediyor. Azalan talep, artan üretime rağmen dışa bağımlılık oranının yüzde 96’ının üstünde olacağını görüyoruz. Enerji Bakanlığı’nın rezerv tahminleri de ortada. Gazda tüm rezervimizi çıkarmayı başarıp kullansak belki 10 yıl yetecek. Sonra yola gazda yüzde 100 dış bağımlı bir ülke olarak devam ederiz. Hayaller güzel ama gaza bağlı ekonomi kurarsanız bizi bekleyen gerçek bu.

Özetle söylersek, Türkiye hiçbir zaman petrol ve gazda dışa bağımlılığını azaltamayacak hatta kayda değer seviyelere bile çekemeyecek. Potansiyel belli. Bulunan rezerv de kullanınca bitecek. Gaz, kömür ve petrol rezervlerimiz sınırlı. O yüzden bulduğumuz petrolle ellerimizi yıkayıp ziyan edecek durumda değiliz. Halkı yanıltan bu propagandadan kaçınmalı, tam tersine herkesi tasarrufa, enerjiyi verimli kullanmaya özendirmeliyiz.

Bir de işin çevre ve ekonomi boyutu var. Fosil yakıt dediğimiz petrol, kömür ve gazın hava kirliliğinden iklim değişikliğine kadar onlarca etkisi var. Bu yüzden de bizim en kısa zamanda enerji üretiminde bu kaynaklarla vedalaşmamız, kullanımını en aza indirmemiz gerekiyor. Türkiye’de iktidar kendi koyduğu 2053 net sıfır hedefini de unutmuşa benziyor. Net sıfır demek, ürettiğimiz seragazı emisyon miktarı kadarını doğal yollarla tutmak demek. Termik santraldan çıkan karbon kadar, onu tutan ormanımınız olmalı ki atmosfere net sıfır emisyon bırakalım. Türkiye’nin net sıfır karnesinde ise hal ve gidişat zayıf. 2023 yılında 600 milyon tona yakın emisyon ürettik, orman ve diğer yutak alanların tutabildiği miktar 50 milyon tonlara düştü. 550 milyon ton açık var. Önümüzdeki 30 yılda daha çok petrol, kömür ve gaz yakarak bu açığı kapatamayız, tam tersini yapmalıyız. Bunun için de emisyonların yüzde 70’ten fazlasını üreten enerji sektöründe petrolden, kömürden ve gazdan vazgeçmeliyiz. Yoksa 2053 hedefi daha fazla kredi almak, çevreciymiş gibi yapmak için konulmuş bir hedef miydi?

Elbette bu vedalaşma bir günde olmayacak. Kömürle ve gazla çalışan termik santralları kapatmak, ulaşımda toplu taşıma ve elektrikli tren gibi çözüme geçmek için kademeli bir plana ve ölçülebilir hedeflere ihtiyacımız var. Örneğin 2035’e kadar kömür santrallarını kapatma kararı alınmalı, her yıl hangi santralın devreden çıkarılacağı belirlenmeli. 2030’a kadar Türkiye’nin üç büyük kenti hızlı trenlerle birbirine bağlanmalı. 2035’ten sonra dizel araçların üretimi ve satışı yasaklanmalı. 2026’tan itibaren yeni binalarda enerji tüketimini yüzde 30 azalacak tedbirler alınmalı. Haliyle bu hedefler benim yazdığım gibi değil, ölçerek biçerek belirlenmeli, adil geçiş prensiplerine selam gönderip, çalışanları mağdur etmemeli.

Geçiş süreçlerinde de yerli petrol, gaza öncelik verilip onların kullanılmasında bir sorun yok ama gidilecek yol belli. Hayal satarak oy toplamaktan artık vazgeçmeliyiz. Bugün kömür santralı kurmak isteseniz uygun kredi bulamıyorsunuz, Çin bile başka ülkelere termik santral kurmama kararı aldı. Yakında dizel araç üretimi bitecek, onu benzinli araçlar izleyecek. İklimi değiştirerek ürün üretirseniz, AB’den başlayarak sınırda vergi ödemek zorunda kalacaksınız.

Türkiye’yi geçmişte bırakmak istiyorsanız ellerinizi petrolle yıkayıp, ciğerlerinizi gazla doldurabilirsiniz. Ya da yüzümüzü güneşe döner bu ülkeyi geleceğe hazırlarız.

Atık ithalatında yine zirvedeyiz

Özgür Gürbüz-BirGün / 15 Mayıs 2025

Foto: Antoine GIRET on Unsplash
Avrupa Birliği’nin (AB) 27 ülkesinin en çok atık ihraç ettiği ülke 2024 yılında da Türkiye oldu. Bir önceki yıla göre AB’den alınan atık miktarı biraz artarak 12,3 milyon tona çıktı. 2023’te bu rakam 12,2 milyon tondu. “Geri dönüştürülebilir hammadde” adıyla tanımlanan Türkiye’nin atık ithalatının mali değeri de 4 milyar 182 milyon avro oldu. Türkiye’den AB-27 ülkelerine yapılan ihracatın mali değeri ise 658 milyon avroda kaldı. Hurda atık alışverişinde de açık verdik.

Türkiye Avrupa’nın en çok atık gönderdiği ülke olma unvanını bu yıl da elinde tuttu. Türkiye’yi 3,8 milyon tonla Birleşik Krallık, 3,1 milyon tonla da Hindistan izledi.

Türkiye’ye gönderilen atıklar arasında en büyük pay hurda metallerde. 2024 yılında 27 AB ülkesinden 10 milyon 742 bin ton hurda metal ithal eden Türkiye, karşılığında 3 milyar 865 milyon avroluk bir ödeme yaptı. Türkiye’nin en çok para ödediği atık kalemi bu yıl da hurda metaller oldu. Hollanda ve Belçika bu ithalatta kapısını en çok çaldığımız ülkeler oldu. Hurda metalleri, hurda kâğıt ve karton ürünleri takip etti. 537 bin tona yaklaşan kullanılmış kâğıt ve karton ithalatında öne çıkan ülke ise Bulgaristan.

Atık ticaretinde en çok tepki toplayan kalemlerden biri ise hiç kuşkusuz plastik atıklar. Hurda plastik ithalatı tüm tepkilere rağmen bir yıl öncesine göre artarak 425 bin tona ulaştı. 2023’te 314 bin tondu. Liste bunlarla da sınırlı değil. 222 bin ton organik malzeme, 210 bin ton mineral, 75 bin ton tekstil, 28 bin ton cam, 308 ton kauçuk, 296 ton tahta ve 12 bin ton da belirli bir başlık altında sınıflandırılmayan atık geçen yıl AB-27’den Türkiye’ye gönderildi. 

Atıkların hammadde ihtiyacını karşılamak için ithal edildiği söylense de plastik gibi birçok maddenin Türkiye’deki akıbeti konusunda büyük soru işaretleri var. Bu atıkların ne kadarının geri dönüştürüldüğü ve ne kadarının yeni ürün üretiminde kullanıldığı, bu işlemler sırasında oluşan yeni atıklarla nasıl baş edildiği tartışma konusu. Dönüştürülemeyen atıkların yakıldığı, çimento fabrikalarına gönderildiği veya doğaya bırakıldığı da iddialar arasında. Atık toplanan alanlarda arka arkaya çıkan yangınlar da “çöp kıvamına gelen atıklardan bu yolla kurtulunuyor” şüphesi uyandırıyor. Türkiye’deki geri dönüşüm tesisleri Türkiye’nin atığıyla baş edemezken, belediyeler atıklardan yakarak kurtulmaya çalışırken, yurt dışından gelen atıklar sorunu daha da büyütüyor.

Plastik gibi birçok atığın yakılmasının çevre ve insan sağlığı üzerinde önemli sağlık sorunlarına yol açtığı biliniyor. İş sadece Avrupa’yla da sınırlı değil. AB dışında dünyadan da hurda kapsamında tonlarca atık alınıyor. 2023 yılında Türkiye’ye neredeyse AB’den aldığı atık kadar hurda atık da dünyadan aldı. AB verileri şeffaf ve görünür olduğu için gündeme geliyor ama sorun aslında bildiğimizin iki katı büyüklüğünde. 

Atık ihracatı Türkiye’de olduğu kadar Avrupa’da da tartışılıyor. AB bu konuda bir düzenlemeye de gidiyor. Nisan 2024’te AB Resmi Gazetesi’nde yayımlanan Atık Sevkiyatı Tüzüğü’ne göre atıkların gönderildiği ülkelerde uygun koşullarda işlenip işlenmediği, geri dönüşüm kapasiteleri, o ülkede ithal ettiği atığı işleyebilecek kapasitenin olup olmadığı izlenecek. Atıkların çevreye uygun koşullarda işlenip işlenmediğine, atık ithalatının ülkenin kendi atıklarını toplama ve işlemesini olumsuz etkileyip etkilemediğine bakılacak. Değerlendirmeler olumsuzsa o ülkeye atık sevkiyatı durdurulacak. Tüzüğün plastik atık ihracatına ilişkin hükümleri 21 Kasım 2026 tarihinde, diğer atık türlerinin ihracatına ilişkin hükümleri ise 21 Mayıs 2027’de yürürlüğe girecek.

Bakalım bizim koruyamadığımız doğamızı, insanımızı AB’nin kuralları koruyabilecek mi?

Rusya’nın süresi doldu, hükümetten çıt çıkmıyor

Özgür Gürbüz-BirGün / 8 Mayıs 2025

Foto: Akkuyu Nükleer A.Ş.
Türkiye ile Rusya 12 Mayıs 2010 tarihinde Akkuyu’da dört üniteli (reaktör) bir nükleer santral yapmak üzere anlaştı. Anlaşma Resmi Gazete’de 6 Ekim 2010 tarihinde yayımlandı. Anlaşma Rusya’ya önemli avanatjlar sunsa, piyasa fiyatının çok üzerinde dolara endeksli bir alım garantisi verse de bir maddesi Rus tarafına işleri sıkı tut diyordu. Madde 6, fıkra 2.

Altıncı maddenin ikinci fıkrasında şöyle yazıyor: Proje Şirketi, Rus Tarafı'nın tam desteği ile NGS inşasının başlaması için gerekli tüm belgeler, izinler, lisanslar, rızalar ve onayların verilmesinden itibaren yedi yıl içinde Ünite 1'i ticari işletmeye alır.” Anlaşmaya göre ilk ünitenin devreye girmesinden sonra birer yıl arayla diğer ünitelerin de devreye alınması gerekiyordu.

Türkiye Akkuyu Nükleer Santralı’nın sahibi Rus proje şirketine gerekli son izni 2 Nisan 2018 tarihinde verdi. Akkuyu Nükleer Santralı’nın 1. ünitesine inşaat lisansı verildi. Bir gün sonra, 3 Nisan 2018 tarihinde de inşaat başladı. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın veri tabanında da yazan tarih bu. Rusya’ya tanınan yedi yıllık süre bir ay önce doldu ancak Akkuyu’da elektrik üretimi başlamadı. Peki şimdi ne olacak?

Anlaşmada bu durumda ne olacağı yazılmış. 10. maddenin son fıkrası aynen şöyle diyor: “NGS'nin ünitelerinden herhangi birinin, işbu Anlaşma'da programlanan tarihten daha geç işletmeye alınması halinde, ESA'da öngörülen mücbir sebep durumları hariç olmak üzere, satılacak elektriğin fiyatı ESA hükümlerine göre ayarlanacaktır.” ESA dedikleri Elektrik Satın Alma Anlaşması; özünde de bir al ya da öde hükmü var. ESA’ya göre Türkiye ilk 15 yıl boyunca Akkuyu’da üretilen elektriğin yarısını kilovatsaatine 12,35 ABD Doları sent ödeyerek satın almak zorunda. Bu köşede defalarca yazdık, aynı elektrik için güneş ve rüzgâra kıyasla yaklaşık dört kat daha fazla para ödenecek. Çanakkale, Osmangazi köprülerindeki tuzak burada da var. Kazası, sızıntısı, atığı ve dışa bağımlılığı da bela. Anlaşma imzalandığında dolar kurunun 1,52 TL olduğunu da anımsatalım. Şimdi kur 39 TL’ye dayandı. Akkuyu devreye girerse elektrik faturalarına zam gelmesi kaçınılmaz.

10. maddede belirtildiği gibi, Rusya’nın gecikmesi satın alınacak elektriğin fiyatının ESA’ya göre değiştirilebilmesine fırsat sağlıyor. Eğer bir mücbir sebep yoksa. Almanya’nın Rusya’ya Ukrayna savaşı nedeniyle uyguladığı ambargo mücbir sebep kabul edilebilir. Rusya ambargo nedeniyle Almanya’dan gerekli parçaları alamadığını ve Çin’de yeniden yaptırdığını açıklamıştı. Buraya kadar tamam ama mücbir sebep kabul edilse bile bunun Rusya’ya ne kadar ek süre kazandırdığını bilmiyoruz.

Zaten ESA’nın hükümlerini de bilmiyoruz. EÜAŞ’a (Elektrik Üretim Anonim Şirketi) ESA hükümlerini sordum, beklediğim gibi gizlilik nedeniyle paylaşılamayacağı söylendi. Türkiye anlaşmadan doğan hakkını kullanıp Rusya ile masaya oturdu mu, Rusya mücbir sebep öne sürdü mü ya da iki taraf hangi koşullarda bir uzatma anlaşması yaptı bilmiyoruz. Türkiye pahalı nükleer enerjiden kurtulmak için ayağına gelen fırsatı değerlendirdi mi yoksa geri mi tepti onu da bilmiyoruz. Tüm nükleer süreç gibi bu kısım da şeffaf olmayan bir şekilde yürütülüyor.

Bindik bir alamete gidiyoz kıyamete…

İspanya’yı kim elektriksiz bıraktı?

Özgür Gürbüz-BirGün / 1 Mayıs 2025

Foto: Red Electrica
İspanya, Portekiz ve Fransa’nın bazı bölgelerindeki büyük elektrik kesintisinin ardından herkes suçluyu aramaya koyuldu. Enerji dönüşümüne karşı çıkan nükleer ve termik santral savunucuları araştırma sonuçlarını beklemeden yenilenebilir enerjiyi suçlu ilan etti. Medyayı da kontrol eden bu güçler sayesinde yenilenebilir enerjiyi sorumlu kılan haberler yayılmaya başladı. Halbuki bu kesinlikte bir suçlamayı yapabilecek bilgi şu anda kimsede yok. İddialar mantıklı bir temele de dayanmıyor. 2015’de Türkiye’de, 2003’te ABD ve Kanada’da, aynı yıl İtalya ve İsviçre’de benzer şebeke çökmeleri oldu. Nedeni de yenilenebilir enerji değildi.

Elektrik üretiminde yenilenebilir enerjinin payının çok yüksek olması şebekenin çökme nedeni olarak gösteriliyor ancak bu İspanya ve Portekiz için yeni bir durum değil. Elektrik şebekesi çökmeden önceki üretimlere baktım. Güneş enerjisinin üretimdeki payı yüzde 52,67, rüzgârın ise yüzde 14,64’tü. Baz yük olmayan diğer yenilenebilir enerji kaynaklarını da eklesek yüzde 70’i buluyor. Oranlar yüksek ama ilk değil.

İspanya 16 Mayıs 2023’te tam dokuz saat boyunca yüzde 100 yenilenebilir enerjiyle elektrik talebini karşılamıştı. Bu yılın 16 Nisan’ında da yine birkaç saat boyunca sadece yenilenebilir enerji ile elektrik üretimi yapmıştı. Portekiz 2023 yılında altı gün boyunca yüzde 100 yenilenebilir enerjiyle hayatını sürdürdü. Nükleer santralı olmayan Portekiz’de termik santralların elektrik üretimindeki payı geçen yıl sadece yüzde 10’du. Bu deneyimler yenilenebilir enerjinin çok olmasının şebekeyi çökerttiği iddiasına kuşkuyla bakmamıza neden oluyor.

İspanya Başbakanı Pedro Sanchez, sistemin çökmesinin fazla yenilenebilir ya da az nükleer santralla bir ilgisi olmadığını açıkça söyledi. Bağımsız araştırmaların sonuçlarını bekleyip şebekede reform yapacaklarını da ekledi. Bir parantez açıp elektrik kesintisi nedeniyle nükleer santrallara ne olduğunu da anlatalım. İspanya’daki yedi nükleer reaktörün dördü kesinti sırasında çalışır durumdaydı. Şebekenin çökmesiyle dışardan aldıkları elektrik kesildi ve acil durum ilan edildi. Pek bilinmez ama nükleer santrallar için şebeke bağlantısı elzemdir. Elektrik kesilince santrallardaki dizel jeneratörlerle durumu kontrol altına aldılar. O jeneratörler çalışmasa Fukuşima ya da Çernobil’de yaşananları İspanya’da da görebilirdik.

Resmi analizler olmadan tahminde bulunmak hoş olmasa da sorunun elektrik üretim biçiminden değil şebekenin bu üretime hazır olmamasından kaynaklandığını söylemek mümkün. İspanya’dan bu yönde çağrılar da geldi ama herhalde içinde kamulaştırma geçtiği için ana akım medyada çok da yer almadı. Ecologistas en Acción, özelleştirilen ve beşte bir hissesi kamuda kalan Red Electrica’nın yenilenebilir enerji üretimini büyük firmalarının kaderine bıraktığına dikkat çekiyor. Planlama, elektrik depolama, yer ve kaynak seçimi gibi tercihlerin şirketlere bırakılması sonucu bazı bölgelerde yığılma olduğunu, bunun da sistemdeki dalgalanmalara yanıt vermeyi zorlaştırdığını belirtiyor. İspanya’da olan bitenden dolayı güneşi rüzgârı suçlamak yerine gerekli dersleri çıkarıp, özelleştirilmesi 2026 sonuna bırakılan TEİAŞ’a sahip çıkmaya ne dersiniz?

İklim ve çevre sorunları nedeniyle elektrik üretiminde kullanabileceğimiz kaynaklar belli. Bu kaynakları kullanmak için mikro şebekelere, tüketimle üretimi birbirine yakınlaştırmaya, elektrik depolama sistemlerine ihtiyacımız var. Teknik açıdan bakarsanız bu yapılabilir. Almanya Federal Ağ Ajansı’nın (BNetzA) İspanya ve Portekiz'i karanlığa sürükleyen elektrik kesintisinin bir benzerinin Almanya'da yaşanmasının mümkün olmadığını, elektrik tedarik sistemlerinin birçok koruma mekanizmasına sahip olduğunu söyleyen açıklaması buna işaret ediyor. Ben biraz farklı düşünüyorum. Sorun sadece teknik olsaydı çözümü de bulunurdu elbet ama işin içinde kendimizi kaptırdığımız tüketim toplumu, giderek artan enerji tüketimi ve bunu modern bir dünyayla eş tutan tutarsız bir insan davranışı da var. Sorunun o kısmını çözmek yapay zekadan çok samimi bir devrim gerektiriyor.