İklim Krizi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İklim Krizi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Bugün Daniel yarın Mehmet

Özgür Gürbüz-BirGün / 15 Eylül 2023

Foto: Nikolas Noonan on Unsplash
Daniel Fırtına’sı önce Yunanistan, Bulgaristan ve Türkiye’yi sonra da Libya’yı kasıp kavurdu. Kırklareli, İstanbul ve Yunanistan’da can kaybına neden olan fırtına Libya’da ise büyük bir afete dönüştü. Ölü sayısının 20 bini bulabileceği belirtiliyor. Beş binden fazla insanın hayatını kaybettiği belirtilen Derne kentinde yıkılan iki baraj, seli büyük bir felakete çevirdi.

Libya’daki felaketin iklim ve siyaset kaynaklı nedenleri var. İklim krizinin aşırı hava olaylarının sıklığı ve şiddetini her geçen gün artırdığını biliyoruz. Görüşlerini almak için iklim değişikliği ve yer bilimleri konularında yıllardır çalışan Prof. Dr. Murat Türkeş’i aradım. Türkeş, Libya’yı vuran Daniel Fırtınası ve benzerlerinin bölgemizde her zaman görülebileceğini vurguladı. İklim değişikliğiyle giderek ısınan dünyada buharlaşmanın arttığını, bunun da hava kütlelerinin daha fazla nem tutmasına yol açtığını anlattı. Bu durum, özellikle yazdan sonbahara, bahardan yaza geçiş dönemlerinde görülen yağışların daha şiddetli olmasına neden oluyor diyen Türkeş, direngen kentler kurmak ve kentlerin bozduğumuz coğrafyasını onarmak zorunda olduğumuzu söylüyor.

Ne demek kentlerin bozulan coğrafyasını onarmak? Betona hapsettiğimiz, sağını, solunu, önünü derken üstünü de kapatıp bir anlamda betona gömdüğümüz nehir, çay ve ırmakları yeniden özgürleştirmek demek. Somutlaştıralım. Yağışlarda taşan, varlığını hatırlatan kent içindeki birçok derenin, çayın özgün akışına yeniden kavuşmasını sağlamaktan, İstanbul’un suyunu tutan Kuzey Ormanları’na yaptığınız havalimanı ve üçüncü köprüyle bağlantı otoyolları sökmeye kadar gitmesi gereken bir süreçten bahsediyoruz. Yapılan tüm yanlışları düzeltmeliyiz çünkü artık yağışlar eskisi gibi değil.

Petrol, kömür ve doğalgaz tüketiminden vazgeçip, iklim krizini durdurmazsak bu felaketler her yıl yaşanacak. Her yıl betona hapsettiğiniz bir dere bize kendini hatırlatacak. Ondan sonra fırtınanın adını Mehmet mi, Recep mi yoksa Yavuz mu koyarsanız, orası size kalmış. Deprem için hazırlamaya çalıştığımız kentleri iklim felaketlerine karşı da dirençli hale getirmeliyiz. Betonu, asfaltı sökmek mi zor yoksa her yıl yüzlerce insanı toprağa gömmek mi?

Gelelim Libya’daki felaketin siyaset ayağına. Kaddafi’nin 2011 yılında NATO destekli bir müdahaleyle devrilmesiyle Libya’da halkın sorunlarıyla ilgilenen bir otorite kalmadı. Varını yoğunu silaha yatıran ve ülkede egemenlik kurmak isteyen tarafların mücadelesi kaldı. Altyapı, adalet, demokrasi gibi refah toplumlarının ve halkın güvencesinin gizli kahramanları arka planda kaldı. İklim gibi uluslararası kamuoyunun gündemindeki konular da Libya’da konuşulmuyor.

Derne’de aşırı yağışlar sonucu yıkılan ve felaketi büyüten Derne ve Mansour barajlarının durumu da anlattıklarımızın bir kanıtı gibi. Derne Belediye Başkan Yardımcısı Ahmed Madroud, El Cezire televizyonuna, 1973-1977 yılları arasında Yugoslav şirketi (bugünkü adıyla Hidrotehnika-Hidroenergetika) tarafından sulama amaçlı kullanılmak üzere yapılan iki barajın en son 2002 yılında bakımdan geçtiğini söyledi. 2022 yılında su baskınlarına karşı barajların sorunlarını belirten bir akademik makalenin de olduğu da Fransız basınında yer aldı. 75 metre yüksekliğinde, 18 milyon metreküp su tutma kapasitesine sahip Derne setinin kaya ve kilden yapıldığını şirketin sitesindeki bilgilerden anlıyoruz. İklim bilimi Libya’da gündemde olabilse belki de bu felaket daha az kayıpla atlatılacaktı.

Ülkede otorite yokluğu, fırtınayla ilgili gerekli uyarıların yapılmamış olduğunu da düşündürüyor. Erken uyarı sistemleri iklim krizi çağının olmazsa olmazı. Birçok gelişen ülke gibi Libya’da da para, iklim krizine karşı ülkeyi koruyacak yatırımlara değil silaha, askeri harcamalara, çatışmalara harcanıyor. İHA’ların, tankların, insanları iklim krizinden kurtaramayacağını elbet bir gün anlayacağız. Oyunuzu, desteğinizi silah yapanlara değil, hayatınızı kurtaracaklara verin. Çok geç olmadan.

İklim Şurası’ndan nükleer ve gaz çıktı

Beş gün süren İklim Şurası’ndan iklim krizini durdurma değil nükleer ve doğalgaza destek kararı çıktı. Seragazı emisyonlarının bir numaralı sorumlusu kömür santrallarına ise dokunulmadı.

Özgür Gürbüz-BirGün/25 Şubat 2022

21 Şubat’ta Konya’da başlayan İklim Şurası tamamlandı. Yedi farklı komisyon başlığı altında dört gün süren toplantılar dün sonlandı. Türkiye’nin yılda 506 milyon tonu bulan seragazı emisyonlarını düşürmeyi ve 2053 yılında “net sıfır” emisyona ulaşmayı hedefleyen Şura’dan, kömür, doğalgaz ve nükleere devam kararı çıktı.

Meteororoloji Mühendisleri Odası, Çevre Mühendisleri Odası ve birçok sivil toplum örgütünün davet edilmediği ve bu yüzden de “asıl aktörlerin toplantıya çağrılmadığı” eleştirileriyle başlayan İklim Şurası’nın kararları ortaya çıkmaya başladı. Net sıfır hedefine ulaşmak için kritik öneme sahip Seragazı Azaltım Komisyonu’nun sosyal medyada paylaşılan sonuçları ise büyük hayal kırıklığı yarattı. Türkiye’nin, 2053 net sıfır hedefine ulaşmak için mevcut emisyonlarını en az 400 milyon ton civarında azaltması gerekirken, Şura’dan kömür santrallarına devam kararı çıktı. Kömürlü termik santrallarla ilgili öneri, teknik ve mali yeterliliği tartışmalı karbon yakalama yöntemi oldu. Şura’dan kömürlü termik santralları azaltma kararı bile çıkmazken, termik santral kaynaklı ısının kullanılması için teşvik verilmesi istendi.

DOĞALGAZ ÖNERİLDİ
Aynı komisyondan çıkan bir başka şaşırtıcı karar ise doğalgaz ve nükleer enerjiye yatırım çağrısıydı. Komisyon kararları arasında, “2053 net sıfır emisyon hedefleri doğrltusunda kaynak çeşitliliği ve enerji arz güvenliği perspektifinden emisyon azaltıcı alternatif yakıtlardan (doğalgaz, nükleer vb.) elektrik üretiminin artırılması değerlendirilmelidir” maddesi de yer aldı. Elektrik üretiminde kömürden sonra en çok seragazı emisyonuna neden olan doğalgazın arama ve üretim faaliyetlerinin artırılması da Şura’nın “iklimi korumak için” aldığı kararlardan biri oldu.

Yenlenebilir enerji kaynaklarının en üst düzeyde kullanılmasını öneren belgede, yeşil hidrojenin önceliklendirilmesi de istendi, böylece doğalgaz, kömür ve nükleer enerji gibi çevreci olmayan yöntemlerle hidrojen eldesine de açık kapı bırakılmış oldu. Ulaşım konusunda ise önerilen çözümlerin birçoğu kentlerde elektrikli ulaşımın yaygınlaştırılmasına aitti. Artan havayolu ulaşımı, alım garantili otoyol projeleri ve Kanal İstanbul gibi konularla ilgili bir öneri Şura kararları arasında yer almadı.

Paris Anlaşması: Romantizm mi yoksa Jeanne d’Arc’ın inadı mı?

Özgür Gürbüz-Magma / Ocak-Şubat-Mart 2021

Birleşmiş Milletler’e üye 196 ülke, 12 Aralık 2015 tarihinde iklim müzakerelerinin belki de en önemli
anlaşmasına imza attı. Ortalama yüzey sıcaklığını 2, mümkünse 1,5 derecenin altında tutmayı amaçlayan bu metin, Trocadero’da umut dolu bir güneşin doğuşunu izlemek gibiydi. Aradan beş yıl geçti, salgın nedeniyle bu yılki uluslararası müzakere 2021’in Kasım ayına ertelendi ama mücadele bitmedi; mücadele aynı Dünyamız gibi 5 yıl öncesine göre daha sıcak. Zaten 2020’nin dünyanın gördüğü en sıcak üç yıldan biri olacağı kesin gibi.

Türkiye onaylamadı

Paris Anlaşması’na imza atan ülkelerin yedisi hariç hepsi anlaşmayı yürütme organlarına götürüp onayladı. Kalan yedi ülke arasında Eritre, Güney Sudan, Irak, İran, Libya, Yemen ve Türkiye var. ABD ise Trump döneminde anlaşmadan ayrılmış, Biden’ın seçilmesiyle anlaşmaya geri döneceğinin sinyalini vermişti. Türkiye benzer bir durumu Kyoto Protokolü sürecinde de yaşamıştı. Belki de sürecin en başından bu yana iklim politikalarını oturtamamanın kötü bir sonucu. Yoksa kimse Türkiye’den Çin veya ABD’nin yapmadığını yapmasını beklemiyor.

Yeni bir ekonomik model gerekiyor

Taraf ülkeler, anlaşmaya imza atarken seragazı emisyonlarını azaltma ya da sınırlama taahhütleri veriyor. Paris’in insanları aşkta birleştirmesine benziyor bu durum; eve gidince genelde aslolanı unutuyorlar. Anlaşmayı hazırlayanlar daha önceki müzakere süreçlerinden ve bu aşk meselesinden deneyimli oldukları için anlaşmaya ek bir madde koydu. Bu maddeyle, taraf ülkeler verdikleri taahhütleri beş yılda bir yenilemeyi, şeffaf bir biçimde paylaşmayı, birbirlerine yükümlülüklerine göre finansal, teknolojik ve kapasite geliştirme konularında destek vermeyi de kabul ediyor.

İki derece hedefinin üstündeyiz

2020 yılında ülkeler taahhütleriyle ilgili güncellemeleri yapmaya başladı ve bazı iyileştirmeler görüldü. Mevcut koşulsuz taahhütler ve hedefler dikkate alınırsa ısınmayı 2,6 derecede sınırlamak (Referans: Climate Action Tracker) mümkün olabilir. Birkaç yıl öncesine göre yüreklendirici bir hesaplama olsa da elbette yeterli değil, 2 derecenin altını görmek zorundayız. İklim krizinden çıkmak isteyenlerin Paris Anlaşması’na romantizmle bağlanmalarında sorun yok ancak Jeanne d’Arc kadar inatçı olmaları ve anlaşma kapsamındaki taahhütlerin daha da iyileştirilmesini sağlamaları gerekiyor.

Anlaşma herkese eşit yükümlülükler getirmiyor, bağlayıcı değil. Tarihsel sorumluluklar, gelişmişlik düzeyi ve kişi başına düşen emisyon rakamları gibi farklılılar göze alınarak ABD, Kanada ve AB üyesi vb. ülkelerden emisyonlarını azaltması bekleniyor bazılarından ise arttırmaması veya az arttırması. Ülkeler kendi hedef/taahhütlerini kendileri belirliyor. Görülüğü gibi hedefe giden yol Paris’in metrosu kadar karışık, uğramadığı yer yok. Bu çok normal. Çünkü mesele sadece petrol, kömür ve doğalgazdan vazgeçmek değil yeni bir ekonomik ve sosyal model kurmak. Yeşil Mutabakat’ın Avrupa ve ABD’de bu kadar çok dillendirilmesi iklim krizinden bağımsız değil.

Zaman daralıyor
Kümülatif hedefin 2 derece altında kalması yeterli olacak ama ülkeler sorumluluğu birbirine atarak çok vakit harcadılar. Son yıllarda Çin’den gelen olumlu işaretler ve ABD’de yönetimin değişmesi süreci değiştirebilir. Öte yandan, hükümetler kadar şirketlerin bu değişime nasıl yanıt vereceği de önemli. Enerji sektöründe güneş ve rüzgar gibi teknolojilerin fosil takıtlara göre kendini ispatlaması değişimi kolaylaştırdı. Elektrikli araçlar, alternatif yakıtlar ulaşım sektörü için de umut olabilir. Tarımdan ormansızlaşmaya, binalardan sanayiye bu değişimin genişlemesi gerek. Fazla zamanımız yok. 10 yıl içinde harekete geçmemiş olursak, gün batımında Seine Nehri’nde huzur içinde bir kahve içmek hayal olabilir.

***

Türkiye Paris Anlaşması’nı neden onaylamıyor?

Türkiye’nin Ulusal Katkı Niyet Beyanı (INDC) 2015’te 477 milyon ton karbondioksit eşdeğeri olan emisyonlarını 2030’da 929 milyon tonda sınırlamayı, yani yaklaşık iki katına çıkarmayı öneriyor. Bir güneş ülkesi için iddiasız bir hedef olduğunu (2018 yılında bu rakam 520 milyon tona ulaştı) söylemek yanlış olmaz. Türkiye anlaşmaya taraf olursa bu beyanı gerçekleştirmeye çalışacak. Pazarlığın tıkandığı nokta ise finans. Türkiye, bu hedefe ulaşmak için teknolojik ve finansal destek talep ediyor. Türkiye’nin BM İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması kapsamında yer aldığı konum ve gelişmişlik düzeyiyle ilgili itirazlar bu isteğin tamamen karşılanmasının ve haklılığının tartışılmasına neden oluyor. Türkiye Glasgow’daki toplantıya kadar süreci tamamlamazsa iklim müzakerelerine etki gücü azalacak.

Termik santrallara filtre takarsak elektriksiz mi kalırız?

Eskiden çevreciler termik veya nükleer santralı protesto ettiğinde o bölgede elektrik kesintisi yaparlardı. Şimdi medya yoluyla aynı oyunu denediler. Olmadı tabi ama biz verilerle de bu santrallar olmasa elektrik kesinitisi yaşar mıyız anlatalım.



Türkiye'nin kurulu gücü 90 bin megavatın üstünde. Puant talep dediğimiz, en yüksek talebin olduğu anda oluşan ihtiyaç ise 47 bin megavat civarında. Kısacası, filtre takmak için 10-15 gün bakıma girecek bir santralın yerini tutacak yedek kapasite var.

Güncel bir örnekle de termik santrallara tanınan bu "kirletme hakkının" bir zorunluluk olmadığını anlatalım. Bu santrallar zaten sık sık arıza yapıyor. Son 24 saat içindeki arızalara baktığınızda 4 termik santralda arıza nedeniyle üretimin durduğunu gördüm. Yorumlarda o tabloyu da görebilirsiniz. Santrallar durmuş ama iddia edildiği gibi metrolar durmamış...


Hepsini geçtim; 20-30 yıl geçmişi olan bu santralları hala en temel filtreler olmadan çalıştırmak kabul edilemez. İnsan yaşamı, canlıların sağlığı bu kadar mı ucuz? #iklimkrizi çağında kömür santrallarını nasıl kapatacağımızı tartışmak yerine, filtresiz çalıştırmayı tartışıyoruz.

İklim krizi ve dilin önemi

Özgür Gürbüz-BirGün / 20 Mayıs 2019

Birleşik Krallık'ta yayımlanan The Guardian gazetesi, "iklim değişikliği" yerine bundan böyle iklim krizi diyeceğini açıkladı. Haber, Türkiye'de de kısa zamanda yayıldı. The Guardian gibi çevre haberciliği konusunda öncülük eden bir gazetenin böyle bir değişikliğe gitmesi hem önemli hem de anlamlı. Dilini değiştiren sadece Guardian da değil, bilim insanları da bunu yapıyor çünkü iklim değişikliği karşı karşıya kaldığımız tehlikeyi anlatmaya yetmiyor.

Guardian'ın Yazı İşleri Müdürü'nden editörlere mektup
İletişimde dilin önemini yıllardır anlatmaya çalışırım. Genelde, neden dili ya da ortak dili bu kadar çok önemsediğim pek anlaşılmaz. Bir örnekle tekrar anlatayım. Bundan yaklaşık 2 yıl önce Greenpeace'te kampanyalar sorumlusu olarak çalışırken hem kampanyacı hem de iletişimci arkadaşlardan bir ricada bulunup, iklim değişikliği yerine iklim krizi dememiz gerektiğini söylemiştim. Çünkü iklim değişikliği dediğimizde ortada bir aciliyet, harekete geçme zorunluluğu, daha da önemlisi bir sorun yokmuş gibi anlaşılıyor. Kriz kelimesi ise doğrudan bir soruna işaret ediliyor ve insanlar hemen çözümü ve kendilerini de kapsayan bu krizden nasıl çıkacağını düşünüyor. Kim ne kadar ciddiye aldı, emin değilim.

O yüzden de neredeyse o günden bu yana tüm sunum ve yazılarımda iklim krizi diyor ve yazıyorum. Geç bile kaldık ama sorunu kutup ayılarının derdi olmaktan çıkarmak için ilk adım dilimizi değiştirmek olmalı. Bugün sokaktaki bir insana iklim değişikliğini sorsanız muhtemelen size kutuplardan bahseder. İstanbul'daki doludan, Antalya'daki hortumdan, Malatya'daki kuraklıktan, Rize'deki sel felaketinden bahsetmez. Kendisinden bu kadar uzakta olduğunu düşündüğü ve adında aciliyet / sorun gerektiren hiçbir şey olmayan bir konuda da harekete kolay kolay geçmez.

Özellikle sivil toplumda çalışan iletişimcilerin işinin sadece, basın bültenini en önce göndermek, gazetecilerle arkadaş olmak, yabancı haberleri en hızlı bir şekilde çevirip diğerlerinden önce basına göndermek olduğunu düşünenler yanılıyor. Bir fikri ortaya atıyorsanız, davayı savunuyorsanız, tüm kurumunuzun aynı dili konuşması elzemdir. İnanmışlık ve inandırıcılık için kaçınılmazdır. Önce kurumunuzda dil birliğini gerçekleştirin, buna zaman ayırın. Sonra sizin dilinizin herkesin dili olmasını sağlayın.

Gazeteciler için de durum çok farklı değil. 10 kişinin öldüğü bir trafik kazasını facia, cinayet gibi kelimelerle anlatırken, milyonlarca türü yok edecek iklim krizini, "değişiklik" sözcüğüyle anlatamazsınız.

Guardian'ın editörlerine gönderdiği uyarı notunda yaptığı tek değişiklik iklim kriziyle ilgili değil. "Küresel ısınma" yerine bu işin doğal bir süreç olmadığını, insan etkisiyle olduğunu anlatacak küresel ısıtma kullanılması. İngilizce'den çevirirken aynen kullandığımız, "balık stoku" yerine, balıkları metalaştırmdan, bir canlı olduklarını hatırlatan balık nüfusu (ben balık yığını da diyorum) denmesi gibi başka uyarılar da var.

Görüldüğü gibi, savunuculuk yapanların, bir davayı anlatanların, haberleştirenlerin işi kolay değil. Konuya hakim olmanın yanı sıra dili de iyi kullanmak gerekiyor.

İklim krizinde son viraja girdik

Özgür Gürbüz-BirGün / 15 Mayıs 2019

Atmosferdeki karbondioksit miktarı insanlık tarihinde görülmemiş bir seviye ulaştı. Milyonda 415 parçacığa (ppm) ulaştı. Bilim insanları bize 350’yi geçmeyin diyordu. Politikacılar ise “350 zor bari 450’de sınırlayalım, zararı azaltalım” dediler. Kötünün iyisine razı ettiler. Buna rağmen petrol, kömür ve doğalgaza bağlı ekonomiler, adını koyup söylersek kapitalizm bilim insanlarını da “iyi niyetli politikacıları” da dinlemedi.

450 ppm’lik sınır değeri geçmemize 10-15 yıllık bir süre kaldı. Ne oluyor 450’yi geçince? Meteorolojistler, bilim insanları aşır hava olaylarının sayısı ve sıklığının iyice artacağını söylüyor. Başımıza yılda bir kez dolu yağıyorsa, belki iki veya üç kez ve daha şiddetli yağacak. Beş yılda bir kuraklık yaşayan ülke üç yılda bir kuraklık yaşayacak. Sel baskınıyla 40 yılda bir karşılaşan köyler, 10 yılda bir karşılaşır hale gelecek. 2003 yılında Avrupa’da başta yaşlılar olmak üzere binlerce kişinin canını alan sıcak hava dalgaları, kapımızı daha sık çalacak.

Yazdıklarım başka bir ülkenin felaket senaryosu değil. Adını da koyalım. Malatya’da çiftçi ürün kaybedecek, İstanbul’da kentli arabasını, evinin camını kıran dolunun hasarını ödeyecek, Ankara’da belediyeler sel baskınlarıyla, Antalya’da afet ekipleri hortumların yarattığı mal ve can kaybıyla uğraşacak. Rize’de toprak kayması ve taşan seller mal ve can ayırmadan suyuna kapıp götürecek. Kutup ayıları ve buzullar mı? Elbette onlar da yavaş yavaş erimeye ve daha büyük felaketlerin tetiğini çekmeğe devam edecek ama biz Türkiye’de oturanların belki de en son aklına kutuplar gelecek çünkü buradaki dert bize yetecek.

Oturup beklemek de bir seçenek ama çözümün elimizin altında, zamanımızın da azalsa bile hala var olduğu şu günlerde felaketi beklemek akıllı bir insanın yapacağı iş değil. Kömürden, petrolden, doğalgazdan vazgeçeceksin kardeşim; yapacağın iş çok basit. Elektriğini kömürden değil güneşten üreteceksin, ürettiğini en verimli şekilde, tasarruf ederek tüketeceksin. Bir yerden bir yere uçakla, otomobile değil, trenle toplu taşımayla gideceksin, petrolden elektrikli araca geçip, aracını da güneşten, rüzgardan şarj edeceksin. Isınmaya yalıtımla başlayacaksın. Az enerji harcayarak ısıtan binalar yapacaksın. Bunların hepsi mümkün ama oy verdiğin politikacılar bunları yapmıyor sevgili kardeşim.

O zaman sandığa gittiğinde “deli projelere” değil, geleceğine oy vereceksin. Köprüye, otoyola, otomobile değil trene, metroya, bisiklete oy vereceksin. Kömür ve nükleer santralı yatırım diye yutturana değil güneş ve rüzgara, çatına enerji santralını kurmana izin verip şirketleri değil halkı zengin edene oy vereceksin. Akılsız beton binalara, dev gibi kentler kuranlara, “en büyüğü yaptığını” söyleyenlere değil enerjisini kendisi üreten geleceğin ev ve mahallelerine, “küçük güzeldir” diyenlere, yeşil alanları koruyana, tarım alanlarına bina kondurmayanlara oy vereceksin.

Ve bir zahmet uyanacaksın be kardeşim. Bugün ve bundan sonraki her gün Dünya İklim Günü, bugün uyanmayacak ve uyandırmayacaksan yarın çok geç olacak.