doğalgaz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
doğalgaz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Sağ partiler nükleer ve gaza can simidi attı

Özgür Gürbüz-BirGün / 8 Temmuz 2022

Avrupa Parlamentosu’nda iki gün önce yapılan oylamada, AB Taksonomisi adı verilen bir sınıflandırma sistemine nükleer enerji ve gazın (doğalgaz) eklenmesi 278’e karşı 328 oyla kabul edildi. 50 oy farkla yeşile boyanan bu iki kirli enerji kaynağı, belirli koşulları karşılamak kaydıyla AB Taksonomi listesine alınabilir.

Alınabilir diyorum çünkü süreç bitmedi. 27 üye ülkeden 20’si bu kararı veto ederse tasarı iptal edilir. Fransa gibi nükleer endüstriye bel bağlamış ülkelerle, Rusya’dan gaz almakta sorun görmeyen Bulgaristan, Macaristan gibi ülkeler iki enerji türünden birini desteklediği için veto zor görünüyor. Ukrayna’nın işgaline kadar Almanya da nükleer ve kömürden vazgeçerken gazı kullanma derdindeydi; durum şimdi değişti. Parlamentodaki oylama aslında politik bir ders niteliğindeydi. Aşırı sağcı partilere üye milletvekillerinin neredeyse tamamı, liberal ve Hristiyan demokratların da çoğunluğu nükleer ve gaza yeşil ışık yaktı. İki kirletici enerji endüstrisinin arkasında sağ partilerin olması herhalde tesadüf değil. Yaşadığımız ekolojik yıkımın sağ siyasetle net bir bağı var.

FİNANS KURULUŞLARI DA TEPKİLİ
Veto gerçekleşmezse de iş bitmiyor. Kararı mahkemeye taşıyacak uzun bir liste oluşmaya başladı. Lüksemburg ve Avusturya’nın yanı sıra Greenpeace, Client Earth gibi birçok sivil toplum örgütü de şimdiden mahkeme sırasına girdi. Avrupa Adalet Divanı yolu göründü.

AB kararıyla nükleer yeşil de olmadı. AB’nin böyle bir otoritesi yok. Olmadığını da hemen görmeye başladık. Avrupa Yatırım Bankası, Financial Times’a kararı görmezden geleceklerini söyledi. Danimarka Emeklilik Fonu da nükleer enerjinin yenilenebilir enerji enerji gibi uygun finans araçlarına ulaşmasını kabul etmeyeceklerini açıkladı.

NÜKLEER ATIKLARA YER LAZIM
AB Taksonomi listesinde olmak özellikle finansman açısından önemli. Finans kuruluşları kredi verdikleri projelerin AB Taksonomi listesinde olması halinde sürdürülebilirlik raporlarını olumlu notlarla dolduracak. Bu durum gaz ve nükleer enerjiye daha fazla finansman sağlayabilir ancak birçok kıstası da yerine getirmek zorundalar. Örneğin, doğalgaz santralları için ürettikleri kilovatsaat elektrik başına en fazla 270 gram karbondioksit eşdeğeri seragazı salma sınırı ve 2035’te yenilenebilir enerjiye geçme şartı var. Bugün gördüğümüz birçok doğalgaz santralı bunun bir buçuk katı emisyon değeriyle çalışıyor. Taksonomi, nükleer santrallardan çıkan yüksek seviyeli radyoaktif atıkların depolanacağı (bu atıklar binlerce yıl radyoaktif kalıyor) yerin planlarını görmek istiyor ve en geç 2050’de çalışmaya başlamasını şart koşuyor. Dünyada şu anda böyle bir depolama tesisi yok. Yerin altına nükleer atıkları gömmeye orada yaşayan kimse sıcak bakmıyor haliyle.

KARAR BİLİMİ HİÇE SAYIYOR
Nükleer atıkların sürdürülebilir sayılması, politik, ekolojik ve bilimsel açıdan kabul edilemez. Dört beş yıllığına seçtiğiniz bir hükümetin 240 bin yıl radyoaktif kalacak atık üretmeye karar vermesi demokrasi kavramıyla çelişiyor. Nükleer kazalar ve atıklar, taksonomi listesine girmek için gereken altı ana kıstastan biri olan “biyoçeşitlilik ve ekosistemlerin korunması ve restorasyonunun sağlanması” ilkesini alenen ihlal ediyor. Karar, bilimin ihtiyatlılık ilkesini de hiçe sayıyor. Ortada dağ gibi kaza riski var. AB Ortak Araştırma Merkezi’nin kaza riskini, atıklarla ilgili belirsizliği görmezden gelmesi gerçekten ilginç. Dava süreçlerinde de bu merkezin hazırladığı rapor, itirazların odak noktasında olacak.

NÜKLEER HÂLÂ PAHALI
AB’de olan biteni uzaktan izleyen Türkiye’deki atomseverlerin bu kararı nükleer enerjiyi aklamak için kullanmaya çalışacağı ortada. Hatırlatalım. Nükleer enerjinin gerilemesindeki tek neden onun kirli ve tehlikeli bir kaynak olması değil; pahalı olması da bir başka etken. Dün İngiltere’de yapılan rüzgar enerjisi ihalesinde ortaya çıkan fiyat nükleerden 4 kat daha ucuzdu. Türkiye’de de durum aynı. Nükleer endüstri bu yüzden taksonominin peşine düştü, biraz olsun ucuz finansman bulup, maliyetini düşürmeye çalışıyor yoksa güneşle, rüzgarla rekabet şansı yok. Aradaki fark ucuz finansmanla kapanamayacak kadar yüksek. Endüstriyle yakın ilişki içinde olan sağ partiler iktidarda değilse Avrupa’da ve Türkiye’de nükleer lehine fazla bir şey değişmez. Verilecek teşvikler zaten nükleeri ucuzlatmıyor, maliyeti yurttaşların sırtına yüklüyor. Türkiye’de olduğu gibi.

PUTİN’İN EKMEĞİNE YAĞ SÜRDÜ
Taksonomi listesine nükleer ve gazı ekleme çalışması Ukrayna konusunda da AB içinde sorun yarattı. Gaz ve nükleere getirilecek ayrıcalıklar, nükleer yakıt ve gaz tedarikçisi Rusya’nın da işine gelecek. The Guardian gazetesine konuşan Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli üyesi bilim insanı Svitlana Krakovska, “Şoktayım, AB Parlamentosu Rusya’dan alınacak fosil gaza gidecek milyarlık kaynağı onayladı” derken, Ukrayna Milletvekili Inna Sovsun, “Putin bugün sevinçle ellerini ovuşturuyor. Gaz ve nükleerin taksonomiye eklenmesi Rusya Devlet Başkanı’na büyük bir hediye oldu. Bu karara karşı çıkan 278 cesur milletvekiline teşekkür ederim” açıklamasını yaptı.

Ukrayna’nın işgaliyle Avrupa’da işler iyice kontrolden çıkmışa benziyor; sapla saman birbirine karıştı.

İklim Şurası’ndan nükleer ve gaz çıktı

Beş gün süren İklim Şurası’ndan iklim krizini durdurma değil nükleer ve doğalgaza destek kararı çıktı. Seragazı emisyonlarının bir numaralı sorumlusu kömür santrallarına ise dokunulmadı.

Özgür Gürbüz-BirGün/25 Şubat 2022

21 Şubat’ta Konya’da başlayan İklim Şurası tamamlandı. Yedi farklı komisyon başlığı altında dört gün süren toplantılar dün sonlandı. Türkiye’nin yılda 506 milyon tonu bulan seragazı emisyonlarını düşürmeyi ve 2053 yılında “net sıfır” emisyona ulaşmayı hedefleyen Şura’dan, kömür, doğalgaz ve nükleere devam kararı çıktı.

Meteororoloji Mühendisleri Odası, Çevre Mühendisleri Odası ve birçok sivil toplum örgütünün davet edilmediği ve bu yüzden de “asıl aktörlerin toplantıya çağrılmadığı” eleştirileriyle başlayan İklim Şurası’nın kararları ortaya çıkmaya başladı. Net sıfır hedefine ulaşmak için kritik öneme sahip Seragazı Azaltım Komisyonu’nun sosyal medyada paylaşılan sonuçları ise büyük hayal kırıklığı yarattı. Türkiye’nin, 2053 net sıfır hedefine ulaşmak için mevcut emisyonlarını en az 400 milyon ton civarında azaltması gerekirken, Şura’dan kömür santrallarına devam kararı çıktı. Kömürlü termik santrallarla ilgili öneri, teknik ve mali yeterliliği tartışmalı karbon yakalama yöntemi oldu. Şura’dan kömürlü termik santralları azaltma kararı bile çıkmazken, termik santral kaynaklı ısının kullanılması için teşvik verilmesi istendi.

DOĞALGAZ ÖNERİLDİ
Aynı komisyondan çıkan bir başka şaşırtıcı karar ise doğalgaz ve nükleer enerjiye yatırım çağrısıydı. Komisyon kararları arasında, “2053 net sıfır emisyon hedefleri doğrltusunda kaynak çeşitliliği ve enerji arz güvenliği perspektifinden emisyon azaltıcı alternatif yakıtlardan (doğalgaz, nükleer vb.) elektrik üretiminin artırılması değerlendirilmelidir” maddesi de yer aldı. Elektrik üretiminde kömürden sonra en çok seragazı emisyonuna neden olan doğalgazın arama ve üretim faaliyetlerinin artırılması da Şura’nın “iklimi korumak için” aldığı kararlardan biri oldu.

Yenlenebilir enerji kaynaklarının en üst düzeyde kullanılmasını öneren belgede, yeşil hidrojenin önceliklendirilmesi de istendi, böylece doğalgaz, kömür ve nükleer enerji gibi çevreci olmayan yöntemlerle hidrojen eldesine de açık kapı bırakılmış oldu. Ulaşım konusunda ise önerilen çözümlerin birçoğu kentlerde elektrikli ulaşımın yaygınlaştırılmasına aitti. Artan havayolu ulaşımı, alım garantili otoyol projeleri ve Kanal İstanbul gibi konularla ilgili bir öneri Şura kararları arasında yer almadı.

Elektrik zammı kaderimiz değil

Özgür Gürbüz-BirGün / 9 Ocak 2022
 
Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi’ni hepimiz biliriz. Elektrik enerjisinin, günümüzün endüstriyel toplumunda bir ihtiyaç olduğunu kabul edersek, herhalde onu hiyerarşi basamağının en altına, yani en öncelikli ihtiyaçlar kısmına yazarız. Günümüzde elektriksiz bir barınmadan bahsetmek oldukça zor. Son bir yılda elektrik fiyatları konutlarda yüzde 72,5 ila yüzde 158,7 oranında arttı. Elektriğe, asgari ücretlinin, memurun maaş artışının çok üstünde zam geldi. Bu zamlardan sonra elektrikle yaşamak da oldukça zor. 

Elektrik zammı gibi yurttaşların hayatını doğrudan etkileyen bu politik kararların gerekçelerinin, şeffaf bir şekilde halka açıklanması gerekir. Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu, 31 Aralık tarihli açıklamasında, “Dünya spot piyasalarında elektrik üretiminde kullanılan kömür fiyatlarında; 5 kat, doğalgaz fiyatlarında ise 10 katlık artışlar olmuştur” sözlerine yer verdi. Bu açıklamaya TMMOB’dan itiraz geldi. TMMOB’a bağlı odaların, elektrik, petrol ve doğalgaz zamları konusunda hazırladıkları özet raporda, kömürdeki artışın 2021 yılında 2 kat, doğalgazdaki artışın ise 1,4 kat olduğu belirtiliyor. TMMOB, yıl içinde yükselişler olsa da, yıllık artış EPDK’nin söylediğinden daha az olduğuna dikkat çekiyor.  
 
Zam yapmak yerine çılgın projelerden vazgeçelim
 
Görüldüğü gibi zamların iletişiminde, şeffaflık ve haklılığı konularında soru işaretleri var. Boşalan Merkez Bankası’nın kasalarını doldurmak için yüksek oranda zam yapıldığını söyleyenler de var. Bir soru da şu. Ekonomik kriz nedeniyle zaten çok zor koşullarda yaşayan, yüzde 42’si asgari ücretle geçim mücadelesi veren bir halka bu zamları yansıtmamak için devletin alabileceği bir önlem yok muydu? Kanal İstanbul gibi, “olmasa daha iyi olacak” bir projeden vazgeçilerek, oraya aktarılacak kaynak enerji fiyatlarındaki artışı yurttaşlara yansıtmamak için kullanılamaz mıydı? Bu önerileri hafife almayın, hamaset kabul etmeyin. Elektriğe yüzde 158 oranında zam yapacak kadar kritik bir durumdaysak, bu projeler gibi israf kalemlerini, şirketlere para aktarmaya yarayan ihale yöntemlerini konuşur, eleştiririz. Gazeteciler, böylesine bir kriz döneminde makam araçlarından, çift maaş alan bürokratlara kadar her konuyu gündeme getirir.

Enerji zamlarına önümüzdeki aylarda halkı rahatlatacak bir çözüm bulmak çok önemli ama ondan daha önemlisi bu soruna kalıcı bir çözüm bulmak. “Petrol, kömür ve doğalgazda dışa bağımlı bir ülkede, fiyat artışlarını kontrol edemezken bu soruna nasıl kalıcı bir çözüm bulabiliriz” diye sorabilirsiniz. Yanıt, sorunun içinde gizli. Petrol, kömür ve doğalgaza bağımlılığı azaltarak zamlara çözüm bulabilirsiniz. Bugün zamları, doğalgaz, kömür ve petroldeki fiyat artışlarına bağlayan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümeti bu sorunu çözmek için ne yapmış gelin verilerin eşliğinde hatırlayalım.

İthal kömürün yıldızı AKP döneminde parladı
 
Türkiye, 2021 yılının ilk 11 ayında elektrik üretiminin yüzde 33’ünü doğalgazdan sağlamış. Kömürün payı da yüzde 31’lerde ve bunun yarısından fazlası ithal kömür. 2020 yılında da ithal kömür santralları üretilen elektriğin yüzde 20’sinden sorumluydu. 2002 yılında AKP iktidara geldiğinde Türkiye’de ithal kömür santrallarının kurulu gücü 145 megavattı. 2020 sonunda 8 bin 842 megavata çıkarak kurulu gücün yüzde 10’unu oluşturdular. 
 
2002 yılında doğalgaz santrallarının kurulu gücü 7 bin 247 megavattı. 2020 sonunda 21 bin 599’a çıktı. Eleştirmek için eleştirmeyelim. Doğalgazın, bundan 20 yıl önce çevreci bir yakıt gibi sunulduğunu, iklim krizine rağmen halen geçiş teknolojisi olabilir mi diye tartışıldığını düşünürsek, AKP yerinde başka hükümetler de olsa doğalgazda bir artış olacağını tahmin edebiliriz. Ancak, ithal kömür gibi bir kaynağı, güneş ve rüzgarın yükseldiği bir dönemde, Türkiye’nin enerji pastasına sokmanın ne gibi bir gerekçesi vardı; bunu anlamak mümkün değil. Aynı hata bugün yine dışa bağımlı nükleer santralla yapılmaya devam ediliyor. Bir sonraki elektrik zammının sebebi de Rusya’nın Akkuyu’da kurmaya çalıştığı nükleer santral olacak.

Güneş enerjisinin yakıt fiyatı değişmiyor
Ülkeyi ithal yakıtla çalışan doğalgaz, kömür ve nükleere (zenginleştirilmiş uranyum da ithal edilecek ve onun fiyatı da 2021’de yaklaşık %50 oranında arttı) bağlı kaldıkça fiyat artışı için bahaneler eksilmeyecek. O zaman radikal çözüm elektrik üretimini bu kaynaklardan arındırmaktan geçiyor. Çözüm için güneş enerjisini seçtiğimizi düşünelim. Güneş panellerinin özellikle güneş hücrelerinin ithal edildiğini, montajının burada yapıldığını biliyoruz. Ancak paneller ve gerekli yardımcı ekipmanlar alındıktan sonra fiyatı etkileyen başka bir faktör yok. Yakıtı güneş ve o da bedava. Panellerin ömrü boyunca (yaklaşık 25 yıl) elektrik fiyatını sabitleyebildiğiniz bir kaynak güneş enerjisi. Rüzgar ve biyokütle gibi diğer yenilenebilir enerji kaynakları da bu mantıkla çalışıyor. O halde, elektrik fiyatlarında dışa bağlı etkilerden korunmak için ilk adım yenilenebilir enerjiye geçiş olabilir ama ikinci adımı atmazsak bu da eksik kalır.

İkinci adım güneş panellerini elektriğin tüketildiği yerlere, evlerin, işyerlerinin, fabrikalarının çatılarına, tarımsal alanlarda belirlenen ortak alanlara kurarak dağıtım şirketlerini de aradan çıkarmak olmalı. Kullandığımız her kilovatsaat için dağıtım şirketlerine bir bedel ödediğimizi, İstanbul’da tükettiğimiz elektriği Adana’dan getirirken kayıplar yaşadığımızı unutmayalım. Başta güneş olmak üzere yenilenebilir enerjiyle tüketimimizi karşılayabilir, kalan ihtiyacı mikro şebekelerle sağlayabilirsek elektrik zamlarını da kandiller gibi tarihin bir parçası yapabiliriz. Yüzde 100 yenilenebilir hedefi inandırıcı gelmeyebilir ama bunun aslında önemi yok. Yüzde 100 dışarıdaki bir santrala bağlı olduğumuz bugünden yüzde 100 çatımızdaki güneş paneline doğru attığımız her adım kâr. İlk adımları attığımızda zaten yüzde 100’e koşabileceğimizi de göreceğiz.

Herkesin kendi elektriğini çatısındaki panelle, kooperatifle üretmesi önünde engeller olduğunu, bunun da dağıtım şirketlerinden, büyük santral sahiplerine ve onları destekleyen siyasilere kadar uzandığını biliyoruz ama direnemeyecekler çünkü dünya o yöne dönmüyor.

Kademeli tarifeden önce tasarruf politikaları gerekir

Orta vadeden tekrar günümüze dönelim. Elektrik zamlarıyla birlikte hayatımıza giren kademeli tarifenin yanlışlarına değinmeden olmaz. Yeni dönemde aylık tüketimi 150 kilovatsaatin (kWh) altında kalanlar elektriğe daha az, üstüne çıkanlar ise daha çok ödeyecek. TMMOB bu sınırın 230 kWh olması gerektiğini söylüyor, açıkçası ben bu rakamın çok yüksek buluyorum, bence elektrik tasarrufu ve verimli aletlerle 150 kilovatsaatlerde bir tüketim mümkün ama asıl sorun bu değil. İnsanların daha az elektrik tüketmesini teşvik etmek istiyorsak onlara enerjiyi tasarruflu kullanacakları araçları da sağlamalıyız. Bir evde elektrik tüketiminin üçte biri buzdolabından geliyor. Türkiye’de enerjiyi verimli kullanan buzdolaplarında KDV indirimi, ekstra taksit, uygun kredi var mı? Yok. Televizyondan çamaşır makinasına, hangi verimli elektrikli aletini teşvik ettiniz de şimdi insanlardan daha az elektrik tüketmesini bekliyorsunuz? TOKİ başta olmak üzere son 20 yılda yapılan binlerce konutun hangisinin çatısında güneş paneli var? Hangisinin yalıtımı göstermeliğin ötesinde? Hangisi güneş ışığından eksiksiz yararlanıyor ve bu yüzden aydınlatma harcamasını düşürebiliyor? Evlerine iyi bir yalıtım yapmak, çatısına su ısıtma ya da elektrik üretme amaçlı panel koymak isteyenlere, otomobillere sağladığınız gibi uygun krediler sağladınız mı? Bunların hiçbirini yapmadan, insanlara uygun araçlar sunmadan tasarruf yapmasını nasıl beklersiniz? Bu durumda tek çare var, evdeki bazı ampulleri söndürmek. En başta eski tip ampulleri tercih etmenizi öneririm, onlar daha fazla enerji tüketiyor.

Doğalgaz rezervi üzerine

Özgür Gürbüz/21 Ağustos 2020

Türkiye'nin iklim krizinden çıkmak için kömür, petrol ve doğalgazdan vazgeçmesi gerektiğini biliyoruz. Bugünkü haberi iyimser bir yaklaşımla, değerlendirelim. Bulunan gazın fosil yakıtlardan yenilenebilir enerjiye geçiş sürecinde kullanılacak ithal gazı ikame ettiğini varsayalım.

Bu varsayıma göre ekonomi için iyi haber. Eninde sonunda gaz kullanacaksak Karadeniz'deki gazı kullanırız. Peki, sonra ne yapacağız? Yine ithal gaza mı döneceğiz? Türkiye yılda ~50 milyar m3 gaz tüketiyor. Açıklanan 320 milyar. 6 yıllık rahatlamayla kökten çözüm olmaz.
 
Enerjide net ihracatçı olmak, cari fazla vermek böyle olmaz. Enerjide dışa bağımlılıkta en büyük kalem petrol. Otomotiv sektörünü destekleyerek, her yere duble yol ve havaalanı yaparak petrol tüketimini nasıl azaltacağız? Sorun hammadde yokluğunda değil işin tüketim tarafında.
 
Birkaç örnekle anlatalım. İstanbul'da 2 yakayı birbirine bağlayan 4 karayolu geçişine karşılık 1 demiryolu var. Toplu taşıma teşvik edilmiyor. Amaç otomobil kullanımını artırmak. Osmangazi Köprüsü'nün üstünde demiryolu yok. Olsa İstanbul, Bursa ve İzmir demiryoluyla bağlanırdı.
 
Hızlı trenler, otobüsler değil bireysel araçlar teşvik ediliyor. 4 saatlik yola uçakla gidliyor. Sonuç: Petrol tüketimi artırıyor. Türkiye'de kullanılan petrolün %92'si ithal. Rezerv bulsan ne olacak, tüketim tarafını kontrol etmen gerek. Bulduğun rezerv de bir gün tükenir.
 
Aynı şey doğalgaz için de geçerli. İthal edilen doğalgazın yarıya yakını konut ve hizmet sektöründe yani binalarda kullanılıyor. Son 15 yıldır her yere bina yapıyorsun kaç tanesi enerjiyi verimli kullanıyor? Kaçında yalıtım var? İthal doğalgazı havaya savuruyorsun.
 
İthalatı azaltmak istiyorsan binalarda yalıtımı sıkılaştır, akıllı bina yap. Binalarda %30-50 arasında tasarruf potansiyeli var. Cebin delik, 100 TL atıyorsun 30'u delikten düşüp gidiyor, bu yüzden cebe 130-140 TL atmaya çalışıyorsun. Cebini dik, en büyük rezervi bulursun.
 
Başımızın üstündeki sonsuz enerji kaynağı güneşi görmemeye devam edersek ne iklim krizinden ne de enerjide dışa bağımlılıktan kurtulabiliriz. Pansuman tedbirlerle vakit kaybetmeyin, enerjide dönüşüm şart.      

Enerji sektörü rotasız bir gemi

Özgür Gürbüz-BirGün / 24 Ocak 2019

Enerji sektörü rotasız bir gemiye benziyor. Bir o deniz, bir bu deniz dolaşıyor. Uzun yıllardır böyle. Çevre açısından baktığınızda gemi çoktan karaya oturdu. Kömür, petrol, nükleer ve doğalgaza bağlı bir sektör hem kirletiyor hem de dışa bağımlı. Üreticilerin ve tüketicilerin halinden memnun oldukları da söylenemez.

Enerji faturaları el yakıyor, özelleştirmelerin faturaları vatandaşa kesiliyor. Elektrik fiyatlarında seçim öncesi yüzde 10 indirim yapılırken, iletim, dağıtım, kayıp ve kaçak bedelleri yüzde 15,7 oranında artırıldı. Şirketler kazandı, vatandaş gizli bir zamla yine kaybetti. Özelleştirirsek kayıp kaçak azalır diyorlardı, azalmadığı gibi şirketlerin sorumluluğu vatandaşın faturasına gizlendi.

Termik santrallara çevreyi kirletme izni veriliyor, “termik alana orman bedava” deniyor. Şirketler daha çok para kazansın diye santrallardaki arıtma tesisleri çalıştırılmıyor. Oradan gelecek yüzde 5-10 fazla elektrik üretiminin hesabı yapılıyor. Doğa, bir ‘promosyon’ malzemesi gibi özelleştirmelerin yanında dağıtılıyor.

Ülkenin iklim hedefi yok. Çevreyi koruma hedefi yok. İnsan sağlığını koruma hedefi yok. Kömürün önünü açmak için teşvik üstüne teşvik veriliyor. Elektrik üretiminde kömürün payı yüzde 40’lara doğru gidiyor; yarısından fazlası da ithal kömür. Ucuz olsun da kim ölürse ölsün poltikası…

2018 yılı verileri geliyor. Elektrik talebi yerinde sayarken, kurulu güç 3 bin 350 megavat daha artmış. Zaten arz fazlası var. En yüksek talep 2017 yazındaydı. O talebin iki katına yakın kurulu güç var.

2018 yılında 626 megavatlık doğalgaz santralı söküldü, kurulu güç rakamlarından düştü. Doğalgazın payının azalmasında sıkıntı yok ama 5-10 yıl önce açılan santralların şimdi sökülüp başka ülkelere götürülmesi yazının başında söylediğimiz rotasızlığa bir işaret. Kimse neyin desteklendiğini, nereye gideceğini bilmiyor. Çevre standartları belli değil. Rüzgar türbini yerleşim yerine ne kadar uzakta olmalı, aynı yere kurulan benzer santralların birikmiş etkileri nasıl ölçülür diye sorsam, bana verebilecekleri bir kurallar kitabı var mı merak ediyorum. ÇED’ler ihtiyacı karşılamıyor, şirketlerin oyuncağı oldu. Karadeniz’deki santrala yazılmış ÇED raporu kopyalanıp Akdeniz’deki için kullanılıyor, mahkemenin sesi çıkmıyor.

Hükümet kömürü ve nükleeri sonuna kadar destekliyor ama sorarsanız yenilenebilir enerji çok önemli. Çatıları güneşten elektrik üretecek fotovoltaik panellere açacak düzenlemeler bir türlü tamamlanmıyor. Parasını uzun vadede çıkarmayı göze alan bireylerin önü de dağıtım ücretlerine yapılan zamla yine tıkandı. Mahsuplaşma konusu yıllardır çözüm bekliyor. Övünülen YEKA (Yenilenebilir Enerji Kaynak Alanı) ihalelerinden ikincisi iptal edildi. Kulislerde ilk ihalenin Güney Koreli ortağı Hanwha’nın da çekildiği haberi dolaşıyor. Dev güneş ihaleleriyle vakit kaybetmek yerine, elektrik talebinin düşük, kredi bulmanın zor olduğu günlerde çatıların önünü açacak düzenlemeler neden hayata geçirilmiyor belli değil. Biraz da malum şirketleri değil kendi elektriğini üretmek isteyen vatandaşı destekleyin.

Yenilenebilir Enerji Kaynakları Destekleme Mekanizması’nın (YEKDEM) 2020 sonrası biteceği açıklandı. Yerine ne gelecek belli değil. Kömüre, doğalgaza, nükleere piyasa fiyatının üzerinde, dolar üzerinden alım garantisi verilirken yenilenebilir enerji yatırımcısı bir yıl sonrasını göremiyor.

Enerji verimliliği konusuna hiç girmiyorum. Onun haftası var, seveni çok ama icraat yok.

Ülkede rotasını kaybeden tek gemi enerji sektörü değil elbette. Diğer sektörlerin gemileri de aynı durumda. Gemi çok, “kaptan” tek olunca böyle…

Elektrik ve doğalgaza her ay zam

Özgür Gürbüz-BirGün/3 Eylül 2018

Elektrik fiyatlarına 1 Ağustos’ta yapılan zammın üzerinden bir ay geçtikten sonra bir zam daha geldi. Konutlarda elektrik fiyatları bu ay da yüzde 9 oranında artırılırken, son zamdan sanayici de yüzde 14’lük artışla payını aldı. Doğalgaz zammı da bir önceki ay olduğu gibi yüzde 9 oldu. Elektrik Mühendisleri Odası, “Türk tipi başkanlık sistemiyle” üç ayda bir yapılan gözden geçirme yerine her ay zam düzenine geçildiğine dikkat çekiyor. Anlaşılan padişah sevgisi gıda ve ulaşımdan sonra bir başka önemli ihtiyacı, enerjiyi de erişilmesi zor bir kaynak yapacak.

İşin şakaya gelir yanı yok. Son bir yılda evimizdeki elektrik faturası yüzde 33, sanayi, ticarethane ve tarımsal sulamada ise yüzde 44 zamlandı. Bizler faturaları nasıl ödeyeceğiz diye düşünürken, üretici de enerji maliyetini nasıl karşılayacağını düşünüyor. Doğalgaza bir ay içinde yapılan iki zammı da hesaba kattığımızda, gıdadan giyim ve hizmete her alanda yeni zamların geleceği ortada. Mutfaktaki ateş daha da körüklenecek, herhalde en kötüsü de bu.

Bu zamların arkasındaki nedenlerden biri Türk Lirası’ndaki feci değer kaybı. Türkiye doğalgazı yurt dışından alıyor ve dolarla ödeme yapıyor. Doların artışı işi zorlaştırdı. Zaten yıllardır doğalgazda destekle (sübvansiyon) ayakta duruyorduk, hükümet elektrik üreten santrallara verilen doğalgazda desteğin büyük bir kısmını geri çekti ya da ekonomik kriz yüzünden artık bu yükü taşıyamaz hale geldi. Sanayiciye verilen doğalgazda ise destek şimdilik sürüyor.

İşin seçimleri ilgilendiren bir kısmı da var. Makine Mühendisleri Odası’nın “Elektrik ve Doğal Gaz Fiyatlarına Yapılan Son Zamların Analizi” raporu, Anayasa halk oylamasıyla başlayan ve 24 Haziran seçimiyle biten süre boyunca halkın tepkisini çekmemek için doğalgaz zamlarının nasıl ertelendiğini tek tek açıklıyor. Seçimler bitti, saraylarda oturma garantiye alındı, zamlar da serbest bırakıldı.

Elektrik tarafında yönetim krizinden de bahsetmek mümkün. Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) yıllardır ithal doğalgazdan kaçmak için her dereye HES, her ovaya termik santral kurmaya çalışıyor. Bu çabanın bir ölçüde başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Doğalgazın Türkiye elektrik üretimindeki payı 2017’de yüzde 37’e geriledi. Ancak, bir ara yüzde 50’ye yaklaşmış bu oranın azalması AKP’nin iddia ettiği gibi enerjide dışa bağımlılığı azaltmadı. Tasarruf ve enerji verimliliğine büyümeyi etkiler korkusuyla öcü muamelesi yapıldı. Doğalgaz gitti ithal kömür geldi. Enerjide dışa bağımlılık konusunda ithal petrole hiç dokunulmadı. Tersine köprü, havalimanı ve yollarla petrol tüketimi teşvik edildi. Böylece dışa bağımlılık yüzde 75’leri bile görerek rekor kırdı. İthalat yükseldi, dolardaki artış da üzerine tuz biber oldu. Yenilenebilir enerjiden kömüre, petrolden doğalgaza sonuçta tüm alım garantileri, ticaret dolar üzerinden yapılıyor. Tercihler, kilovatsaati 3-4 dolar sente elektrik üreten rüzgar, güneş yerine, 6 sentten elektrik satan kömür olunca fatura daha da kabarıyor. İptal edilmezse nükleer santrala verilen alım garantisinin 12,35 dolar sent olduğunu hatırlatalım. Elektrik zammını asıl o zaman göreceğiz.

Son durum şu. 2018’in ilk sekiz ayında ithal kömür santralları elektrik üretiminin yüzde 20’sini karşıladı, doğalgazla beraber elektriğin yarısı ithal kaynaklardan üretildi. 18 yıl önce Türkiye’de ithal kömürle çalışan bir santral olmadığını hatırlatalım.

Özelleştirme kısmını da atlamayalım. Bugün fon ve vergiler hariç 100 TL’yi bulan bir faturanın 30 TL’si iletim, dağıtım, kayıp ve kaçak bedellerine gidiyor. Dağıtım bölgelerini alan şirketlerin kayıp ve kaçak oranlarını düşürmek için yatırım yapacakları söylenmişti. Türkiye’de kayıp-kaçak oranı Dünya Bankası’nın son verilerine göre yüzde 15. Dünya ortalaması ise yüzde 8. Yedi yıldır bir ilerleme olmadı çünkü bu firmalar ihaleleri almak için dolar üzerinden borçlandılar. 45 milyar doları aşan borçları olduğu söyleniyor. Bırakın yatırım yapmayı, bedellerini bize ödeterek yardım alıyorlar.

Bir başka yazıda devam etmek üzere soralım. Bu özelleştirmeler yapılmasa ve devlet dağıtım şirketlerini elinde tutsaydı, tarihinin en kötü ekonomik krizlerinden birini yaşayan Türkiye’de, kâr derdi olmayacağı için vatandaşa şu son zammı yapmadan elektrik satamaz mıydı?

Son balık tutulduğunda

Özgür Gürbüz-BirGün/23 Temmuz 2018

Çevrecinin daniskaları bile Şef Seattle’a atfedilen şu sözü bilir: “Son ağaç kesildiğinde, son balık yakalandığında ve son nehir kirlendiğinde beyaz adam paranın yenmeyeceğini anlayacak”. Sorun da burada. Bizim kovboyların kafası karışık. Kendilerini yıllarca eziyet çektirilen Kızılderili sandıkları için bu toprakların “beyaz adamına” dönüştüklerinin farkında değiller. O yüzden jeton son balık tutulduğunda da düşmeyecek diye korkuyorum.


Yaşadıkları toprakları “paraya hücum” naralarıyla işgal etmeye çalışan kovboyların son bir birkaç haftada yaptıklarını hatırlatayım siz de bana hak vereceksiniz. Uğur Şahin’in geçen hafta BirGün’deki haberinde detaylarını okuduğumuz Türk Akımı faciası sürüyor. Rusya’dan gelen doğalgazı Türkiye üzerinden Avrupa’ya götürecek boru hattı için Kıyıköy’ün Selvez Koyu feda ediliyor. Denizde balık yerine dozer, karada kuşlar yerine hafriyat kamyonları var. Sabah akşam bela okuduğumuz Avrupalı kovboylar gazsız kalmasın diye Türkiye’nin doğası feda ediliyor.

Selvez’in biraz üstünde benzerine nadiren rastlanan bir ekosistem var. İğneada Longoz Ormanları. Burası Milli Park ilan edilmiş ama yaz aylarında cipler park ediyor, bol bol “safari” yapıyorlar. Cipli kovboylar milli parkı halledemezse “b planı” da hazır. Nükleer santral için İğneada’nın adı geçiyor. Tek tek ağacı, balığı, nehri yok etmekle kim uğraşacak? Kısa yoldan “paranın yenmeyeceği” bölümüne geçmek için Trakya’nın kalbine ülke boyu nükleer piknik tüpü yerleştirmek istiyorlar.

Anadolu kovboylarının Trakya’nın öte yakasını da boş bırakmadığını söyleyelim. BOTAŞ Saros Körfezi’ne doğalgaz taşıyacak gemiler için liman yapmak istiyorlar. “Saros Körfezi, 144 çeşit balık, 78 tür deniz bitkisi ve 34 tür süngere ev sahipliği yapan, su altı zenginlikleri ile dolu ve sualtı etkinlikleri ile ilgilenenler için oldukça önemli bir bölge”. Son cümleyi ben yazmadım, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın bilgisunar sayfasında yazıyor. Bizim kovboylar at üstünde ihaleden ihaleye koşturmaktan belli ki kendi yazdıklarını da okumuyor. Neyse ki bölgedeki Kızılderililer ayakta, Cuma günü halkın katılımı toplantısını yaptırmayıp, direnişe başlamış.

Başka bir balık merkezi de Sinop’ta. Oraya da malumunuz bir nükleer piknik tüpü siparişi verildi. Santral çalışmaya başlar başlamaz balıklar radyoaktif bereketten nasibini alıp, ekstra göz ve yüzgeçle soframıza gelecek. Ekmeğin tersine gramajı orası burası şiştiği için fiyatı da düşecek. Bizden başka kim yer o balığı? Çernobil’den biliyoruz; bizim kovboyumuz satamadığı radyasyonlu çayı, fındığı kendi halkına yedirir.

Anadolu kovboylarının Kızılderili topraklarını işgali sadece batıda olmuyor. Kars’ta baraj yapmışlar, suyu kesince balıklar havasız kalmış, ölmüş. Karadeniz’in el değmemiş ormanları yollarla bölünmüş. İşgalin lojistik ayağı tamamlansın diye ülkenin en uzun sahili Karadeniz Otoyolu’yla kullanılamaz hale getirilmiş. Ansiklopedilere Karadeniz’in Türkiye kısmı, “denizi olup giremeyen kovboyların ülkesi” diye geçecek. Kirlenen son nehri görmek isteyenlerin ilk adresi de bu gidişle Karadeniz olacak.

Memlekette “talana hücüm” haberi çok, yazsak her güne bir köşe yazısı çıkar ama biz işi karaya taşımadan burada bırakalım. Balık ve deniz meselesi çok ciddi. Yukarıda şen şakrak yazdığıma bakmayın…

Avrupa Çevre Ajansı Karadeniz’deki balık yığınlarının durumuna bakmış. Karadeniz’de sekiz balık yığınını incelemiş. Sekiz yığının hemen hemen hepsi, balıkçılık kaynaklı ölüm oranı ve üreme kapasiteleri açısından iyi çevresel şartlara (GES) sahip değil. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) de benzer bir uyarıda bulunuyor. Akdeniz ve Karadeniz bütün denizler içinde en sürdürülemez balık yığınlarına sahip. Yüzde 62’si bu durumda. Bu iki denizde, 2005 ila 2014 arasında yılda ortalama 1 milyon 421 ton balık avlanırken 2016’da bu rakam 1 milyon 236 bin tona düşmüş. Avlanan balık miktarı, sadece son bir yıl içinde (2015’ten 2016’ya) yüzde 5,9 oranında azalmış.

Anlayacağınız, radikal önlemler alınmazsa balık bitti kara göründü. Şef Seattle haklı mı değil mi herhalde ilk biz göreceğiz. Son balığın tutulmasına, son ağacın kesilmesine ve son nehrin kirlenmesine az kaldı.

Yaz geldi, yazar yoruldu. İzninizle yazılarıma iki hafta ara veriyorum.

İklim değişikliği ve Hopa

Özgür Gürbüz-BirGün/28 Ağustos 2015

Hopa’da insanlar öldü. Kader değil, şansızlık değil. Bu ülkeyi yönetenlerin ihmali yüzünden öldüler. Tırlar, evler hep bu ülkeyi yönettiğini iddia edenlerin basiretsizliği nedeniyle sular altında kaldı. Verdiğimiz vergilerle yapılan yollar, okullar ve hasar gören tüm altyapı yatırımları yine bu vurdumduymazlık, bilim tanımazlık ve para hırsı yüzünden sel altında kaldı.

Petrol, kömür ve doğalgaz kullanarak azdırdığımız küresel iklim değişikliği konusunda yapılan uyarılar bize şunu söylüyordu. Aşırı hava olayları (şiddetli fırtınalar, kuvvetli yağışlar gibi) ve bunların sonucunda meydana gelen sel ve taşkınların şiddeti ve sıklığı artacak. Kurak günler oluyorsa daha uzun sürecek, kuraklığın şiddeti artacak. Yağmur yağıyorsa, bildiğin gibi yağmayacak, hemen yağıp durmayacak. Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, “500 yılda vuku bulacak büyük bir taşkın meydana geldiğini” söylüyor. Bu bahane değil elbette. Olabilecek en büyük felakete hazır kentler yapmak zorundayız. İkinci yapacağımız iş de iklim değişikliğini durdurmak. Durdurmazsanız 500 yılda bir olacağını düşündüğümüz felaketler karşımıza daha sık ve daha da şiddetlenerek çıkacak.

Yazılanlar çizilenler doğruysa, Hopa’ya metrekare başına 255 kilogram yağış düşmüş. Meteoroloji Genel Müdürlüğü verilerine göre, bugüne kadar Artvin’e düşen, günlük toplam en yüksek yağış miktarı 93 kg. O da 1989’da olmuş.

Beşi TOKİ konutlarında olmak üzere, 13 kişinin öldüğü Samsun’da 13 kişinin canını alan sel felaketini hatırlayın. 7 Ağustos 2012’de Samsun’da metrekareye 116 kg yağış düşmüştü[1]. 9 Ağustos 2013’te Samsun’u yine sel bastı. Can kaybı olmadı ama yağış miktarı bu defa çok daha fazla, 205 kg’dı[2]. 1967’deki 238 kg’lık rekora yaklaşan bir rakam. Gördüğünüz gibi 100 yılda, 500 yılda bir olur dediğiniz felaketler arka arkaya gelmeye başlıyor. Tüm bu veriler, Hopa ve Samsun’daki felaketlerin sorumlusu iklim değişikliğidir demek için elimizi güçlendiriyor. Bilimsellik sınırlarında kalmak isterseniz, daha uzun süreli verilere bakmadan kesin konuşmak istemeyebilirsiniz ama görünen köy kılavuz istemez.

Sel suları altında kalmayı, sıcak hava dalgalarına kurban gitmeyi, ürünlerini kuraklık yüzünden yakmayı fıtrat, kader kabul etmeyenler için yapılacak tek bir şey var. İklim değişikliğini durdurmak. Bunun için de her dökülen betonu icraat, her açılış törenini marifet kabul eden şakşakçılığı bırakmak gerekiyor.

Açılan her kömür santralinin yeni sellere neden olacağını bilmeliyiz.

TOKİ’nin, inşaat şirketlerinin yaptığı her yalıtımsız, plansız, kendi enerjisini üretmeyi hesaba katmamış konut projesinin, kurak yazlara davetiye çıkaracağını görmeliyiz.

Sizi toplu taşıma yerine otomobile, uçağa yönlendiren her köprü, havalimanı ve otoyol projesinin, annemizin, babamızın kalbini durduracak, beyin kanaması geçirmesine yol açacak sıcak hava dalgalarına yol açacağını bilmeliyiz. 

Topluma ve çevreye verdiği zararlar hesap edilmediği için “ucuz” diye adlandırılan, enerjiyi adeta içer gibi tüketen sanayi yatırımlarını baş tacı ettiğimizde, tarlalarımızı doluya, susuzluğa mahkum ettiğimizi anlamalıyız.

Köprülü kavşaklarla, beton duvarlar ve parkların üzerine kondurulan alışveriş merkezleriyle gelecek nesilleri açlığa ve göçe mahkum ettiğimizi kabul etmeliyiz. 

İklim değişikliğini durdurmaya çalışırken bir yandan da şimdiye kadar vermiş olduğumuz destek nedeniyle karşımıza çıkacak aşırı hava olaylarına karşı da hazırlanmalıyız. Derelerin önüne Karadeniz Sahil Yolu gibi setler çekmemeliyiz hatta cesaretimizi toplayıp o yolu yıkmalı, doğru yere yenisini yapmalıyız. HES’leri ciddi denetim altına almalı, kentlerdeki yapılaşma izinlerini bir rant aracı olmaktan kurtulmalıyız.

 “Yapar” gibi yaparak, haklı eleştirilere “onlar konuşur” diyerek kulak tıkayanlar, kaybedilen canların, mal kaybının ve acıların bir numaralı sorumlusudur. Tüm dünyanın gördüğü, bildiği ve durdurmaya çalıştığı iklim değişikliği sorununu görmezden gelenler de iki numaralı sorumlu olmaya adaylar.

[1] http://bit.ly/1Jq06ar
[2] http://bit.ly/1NY66II

Enerji mi önce tükenecek, Türkiye mi?

Özgür Gürbüz-Perspectives/Temmuz 2013 

Türkiye’nin büyüme stratejisi bir ekolojist için “ürkütücü” rakamlardan oluşuyor. Ürün ve hizmetlerini satacak pazar arayanlarsa tüketim ve iç taleple beslenen Türkiye’deki ekonomik hareketlilikten memnun. Denetimlerin, hukukî süreçlerin işletilmediği, çok tartışılan sürdürülebilir kalkınmanın bile kabul görmediği, bireylerin görüş ve önerilerinin dikkate alınmadığı, sosyal maliyetlerin hiç konuşulmadığı Türkiye’de sürece olumlu bakanlar büyümeyi adeta tanrılaştırılıyor. Büyüme tanrısını mutlu etmek için ona her gün adaklar sunuluyor. Adaklar arasında nehirler, ormanlar, temiz hava ve insanlar var. İnşaatlarda işçiler ölüyor, nehirlerin üstü barajlarla örülüyor, kıyı şeritleri ve orman alanları yapılaşmaya açılıyor. Ekolojistler ile pazar odaklı büyümeyi destekleyenler, Türkiye’nin ekonomik değişimini yorumlarken farklı düşünseler de, bir noktada birleşiyor ve aynı soruyu soruyorlar: Bu ekonomik hareketliliği destekleyecek yeterli enerji kaynağı var mı? Ya da bir çevreci gibi soralım, “Bu hareketliliğin doğal varlıklar üzerindeki etkisi kabul edilebilir bir düzeyde mi?” Bu sorunun yanıtını verebilmek için, önce Türkiye’nin mevcut enerji durumuna sonra da büyüme ve enerji talebiyle ilgili tahminlere bakmalı.

ENERJİDE DIŞA BAĞIMLILIK
Türkiye, enerjisinin yüzde 70’den fazlasını ithal ediyor.I Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidara geldiğinden bu yana, ekonomide yüksek oranda bir büyüme hedefleniyor. AKP aynı zamanda enerjide dışa bağımlılığı azaltmayı hedefliyor. Bu hedeflerden sadece yüksek oranda ekonomik büyümede kısmî bir başarıdan bahsedilebilir. AKP’nin iktidara geldiği 2002’de, enerjide dışa bağımlılık yüzde 69 civarındaydı, 2010’da bu oran yüzde 73’ü gördü. Türkiye doğalgazda yüzde 98, petrolde ise yüzde 92 oranlarında dışa bağımlı. Petrolde dışa bağımlılığı azaltmak için yeni sondajlar yapılıyor, ancak talep yönetimi konusunda kayda değer bir çalışma yok. Aksine, yeni otoyollar, köprüler ve bireysel araç sahipliğini destekleyen politikalarla motorlu taşıt bağımlılığı destekleniyor. Elektrik üretiminde doğalgazın payı azaltılmaya çalışılıyor. İthal doğalgaz yerine ithal kömür ve nükleer öneriliyor. Doğalgazın konutlarda kullanılması yaygınlaştırılıyor ve yeni konut stokunun yalıtım gibi temel konularda yetersiz kalması ithal edilen miktarı azaltmıyor aksine arttırıyor. 2002’de 17 milyar m3 doğalgaz ithal eden Türkiye, 2012’de 43 milyar m3 doğalgaz ithalatıyla rekor kırdı. Deloitte’in mütevazı tahminleri bile 2017’de bu rakamın 50 ila 60 milyar m3 arasında seyredeceğini gösteriyor.II

Dışa bağımlılığı azaltma konusunda hükümetin güvendiği bir başka kaynak da kömür. Yerli kömür denince akla gelen linyit yataklarının yüzde 44’ü hâlihazırda elektrik üretimi için kullanılıyor.III Bakanlığın hedefi tüm yerli kömür potansiyelinin 2023’e kadar ekonomiye kazandırılması.IV İşin ilginç tarafı, 2009’da yayımlanan Elektrik Enerjisi Piyasası Arz Güvenliği Strateji Belgesi’ne göre, sadece kömür değil, diğer birçok kaynağın tamamının 2023’e kadar kullanılması hedefleniyor. Bu hedeflerin en çarpıcılarını şöyle sıralayabiliriz:

• 2023 yılına kadar teknik ve ekonomik olarak değerlendirilebilecek hidroelektrik potansiyelimizin tamamının elektrik enerjisi üretiminde kullanılması.

• Rüzgâr enerjisi kurulu gücünün 2023’e kadar 20 bin MW’a (megavata) çıkarılması.

• Elektrik enerjisi üretimine uygun 600 MW’lık jeotermal potansiyelin tümünün kullanılması.

• Bu sayede doğalgazın elektrik üretimindeki payının yüzde 30’a (2012 Nisan ayı itibariyle bu oran yüzde 47,1)V düşürülmesi.

Stratejik belgede enerji ithalatını azaltacak iki önemli kaynakla (güneş enerjisi ve verimlilik) ilgili rakamsal hedefe rastlanmazken, bir başka ithal kaynağa, ithal kömüre yeşil ışık yakılmış. Dışa bağımlılığa karşı bir yandan ülkedeki her nehir üzerine hidroelektrik santral kurmayı planlayan hükümetin aynı zamanda ithal kömüre “evet” demesi strateji belgesinin çok da “stratejik” olmadığını düşündürüyor. Belgenin ağırlığını azaltan bir başka nokta da, 2023’e kadar neredeyse tüm yerli kaynakları kullanan Türkiye’nin bu tarihten sonra ister istemez enerji ithalatına yönelip yönelmeyeceği sorusunun yanıtlanmaması. Türkiye yerli kaynaklarını on yıl içinde sonuna kadar kullandıktan sonra (2023’e kadar yerli kömür ve hidroelektrik potansiyelinin tamamı değerlendiriliyor), enerji talep artışı durmazsa yine enerji açığı çekecek gibi gözüküyor. Hükümetin talep tahminleri ise artışın durmayacağını söylüyor. 

HEDEF ON YILDA YERLİ KANAKLARIN TAMAMINI TÜKETMEK
Türkiye’nin birincil enerji talebi 2011’de yaklaşık 115 milyon TEP (ton eşdeğer petrol) iken 2023’te birincil enerji talebinin yüzde 90 artarak 218 milyon TEP’i bulacağı öne sürülüyor. 2011’de birincil enerji içerisinde yüzde 32 olan doğalgazın payının yüzde 23’e geriletilmesi planlanırken, kömürün yüzde 31 olan payının 37’ye çıkarılması hedefleniyor. Bakanlığa göre, nükleer enerjinin birincil enerji içerisinde “sıfır” olan payı 2023’te yüzde 4 olacak. Ne gariptir ki, 2011’den 2023’e hidroelektrik ve diğer yenilenebilir enerji kaynaklarının birincil enerji içerisindeki payları (sırasıyla yüzde 4 ve 6) petrol gibi (2011’de yüzde 27 ve 2023’de yüzde 26) hiç değişmeyecek. Stratejik belgede belirtilen hedef tutturulup tüm hidroelektrik potansiyel kullanılsa bile, iki katına çıkan talep yüzünden bu oransal bir değişime neden olmayacak. “Stratejik” plan görüldüğü gibi, sürdürülebilirlik anlamında Türkiye’de radikal bir değişime neden olmuyor. 2023’te birincil enerji talebinin yüzde 90’ı sürdürülemez kaynaklardan sağlanacak: kömür, petrol ve nükleer. Hem de Türkiye’nin neredeyse tüm nehirlerine hidroelektrik santral kurulmasına, Enerji Bakanlığı’nca kabul edilmiş rüzgâr enerjisi potansiyelinin (48 bin MW)VI yarısının değerlendirilmesine rağmen. Bu tablo Türkiye’nin ekonomik büyümesinin yerli kaynaklarla sürdürülemeyeceğini hükümetin verileriyle ortaya koyuyor. On yıl sonra, “iktidarca kabul edilen yerli kaynakların” neredeyse tamamının tüketileceğini görüyoruz.

Bu kaynakların kullanılmasıyla yaşanabilecek çevre sorunlarını bir yana bıraksanız bile, bu “stratejik” hamle size dışa bağımlılık anlamında da ciddi bir avantaj sağlamıyor. 2023’te birincil enerji talebinin yüzde 53’ünü oluşturacak nükleer, petrol ve doğalgazın hemen hepsi dışarıdan ithal edilen kaynaklar. Kurulması planlanan nükleer santrallerin yakıtının ve işletmeci firmalarının yabancı olduğunu hatırlatalım. Yüzde 37’lik orana sahip olacak kömürün de tamamı yerli kömür değil. 2011’de Türkiye’de üretilen elektriğin yüzde 10’u ithal kömürle çalışan santrallerden üretildi. Bu santraller 2023’te de çalışmaya devam edecek ve ithal kömürle çalışan yeni santraller inşa edilecek. Bugün Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu’nda inceleme ve değerlendirme aşamasında ithal kömürle çalışan 6 bin MW’lık santral lisans almak için bekliyor. Lisans başvurusu yapan ithal kömür ve doğalgaz santrallerini de hesaba katarsak, Türkiye’nin yüzde 70’lerde seyreden dışa bağımlılık oranının 2023’te pek değişmeyeceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Hem de yerli kömür ve hidroelektrik potansiyelinin tamamen kullanılmasına rağmen.

SÜREKLİ ARTAN ENERJİ TALEBİ
Stratejik hedef ve tahminlerin enerji ayağının çok sağlam olmadığını kısaca özetledikten sonra, bir de büyüme ayağına bakalım. Ekonomik büyüme ile enerji arasında yakın bir ilişki var. Bir ekonomide büyümenin ölçütü, mal ve hizmet üretimindeki artıştır. Daha çok mal üretmek, daha fazla hizmet sunmak daha fazla enerji tüketimini de beraberinde getirir. Enerji tüketiminin kendisinin büyümeyi desteklediği de unutulmamalı. Büyümenin yakıtı kabul edilen enerji kaynaklı hasarın sonuçları Türkiye’de de ortaya çıkmaya başladı. Madenler, enerji santralleri doğada geri dönüşü olmayan tahribata yol açıyor. Türkiye’nin küresel iklim değişikliğine katkısı artıyor. 1990’dan bu yana, seragazı emisyonu yüzde 124 arttı. Kişi başına düşen emisyon miktarı 5,7 ton; dünya ortalamasının üzerinde.VII Çevresel sorunları gözardı etsek bile Türkiye’nin enerji kaynaklarının umulan büyümeyi desteklemeye yetip yetmeyeceği gibi bir başka soruyla karşı karşıyayız. Türkiye ne kadar ve nasıl büyümek istiyor? Enerji kaynaklarının yeterliliği konusu biraz da bu soruya verdiğiniz yanıta bağlı.

2011’de ekonomisi yüzde 8,8 oranında büyüyen Türkiye, krizle yatıp krizle kalkan birçok ülke için örnek gösterilse de, büyümenin niteliği ve sürdürülebilirliğinin tartışmalı olduğu bir ülke. Sürdürülebilirlik kelimesi burada iki farklı anlam taşıyor. Birincisi, çevresel açıdan bir değerlendirme içeriyor ve Türkiye’de genelde ihmal ediliyor; ikincisi ise büyümenin sürekliliğini anlatıyor. Öncelikle sürdürülebilirliğin ikinci tanımına bakalım. Türkiye üst üste 13 çeyrektir büyüyor.VIII Büyüyor ama, büyüme oranları arasında yıllara göre farklılıklar var. Küresel ekonomik kriz Türkiye ekonomisinde ciddi bir darboğaza neden olmasa da, büyüme rakamlarının zikzaklar çizmesine neden oluyor. 2001’deki ekonomik krizden sonra yüzde 5,7 oranında daralan Türkiye ekonomisi, 2002’de yüzde 6,2 oranında büyüyebiliyor. 12 yılın rekor büyümesi yüzde 9,4’le 2004’te gerçekleşiyor. Ardından iniş başlıyor, 2008’deki yüzde 0,6’lık yerinde saymadan sonra, 2009’da yine “eksili” oranlarla (-4,8) büyüme değil, küçülme gerçekleşiyor. 2009’da yeniden yüzde 9’lara çıkılıyor ama bu eğilim sadece iki yıl sürüyor. 2012 büyüme oranı sadece yüzde 2,2. Türkiye ekonomisi iç ve dış nedenlerden dolayı 7-8 yılda bir ekonomik daralmayla karşılaşıyor. Basitçe söylersek, Türkiye sıkça kıyaslanan Çin gibi sürekli aynı oranlarda büyümüyor. Büyüme hızı inişli çıkışlı, ama ortalamada artan bir eğilime sahip.



İlk bakışta, enerji talebinin büyümedeki artışa paralel bir yükseliş gösterdiği söylenebilir. 2000-2011 yılları arasında, ekonomik büyüme ortalama yüzde 4,36 oranında artarken, elektrik talebi artışı yüzde 5,6 oldu. 2004, 2005 ve 2010’da ise bunun tersi gerçekleşti. Büyüme rakamlarının sırasıyla yüzde 9,3, 8,4 ve 9,2 olduğu bu yıllarda elektrik tüketimindeki artışlar yine sırasıyla, yüze 6,2, 7,1 ve 7,8’de kaldı. Büyümenin yüzde 4,7 olduğu 2007’de ise elektrik talebi yüzde 8,8 oranında arttı. Bir yıl sonra Türkiye ekonomisi neredeyse hiç büyümedi (0,7), ama elektrik talebi yüzde 4,2 oranında arttı. Burada bir korelasyondan bahsetmek yerine, bir “kontrolsüzlükten” bahsetmek daha doğru gibi görünüyor. Bu tespit, elektrik talebinin genel seyrinde bir artış olduğunu reddetmemekle birlikte, Türkiye’de, büyüme rakamlarına bakarak enerji veya elektrik için talep tahminleri yapmanın zor olduğuna dikkat çekiyor. Yanılgılar da buradan kaynaklanıyor. Elektrik talep öngörülerine bakarak tahminlerin nasıl yanıldığını görebiliriz.

Türkiye Elektrik İletim Anonim Şirketi (TEİAŞ), 2005’te yaptığı talep tahmininde, 2011 yılında elektrik talebinin yüksek senaryoya göre 262 milyar kilovatsaat (kWs) olacağını söylemişti. 2011’de Türkiye’nin elektrik talebi 230 milyar kWs’te kaldı. TEİAŞ, 2005’teki tahmininde yüzde 12’lik bir sapmayla yanıldı. Böylesine hareketli bir elektrik piyasasında altı yıl sonrasını bilmek zor, yüzde 12 iyi bir sapma oranı diyenler çıkabilir. Bir başka örnek: TEİAŞ’ın Ekim 2010’da yayımladığı kapasite tahmini raporunda ise 2011’de elektrik talebinin yüksek talep senaryosuna göre 220 milyar kWs’in biraz altında kalması bekleniyordu. Yıllık artışın yüzde 5 olması hesaplanıyordu, ama artış yüzde 9’u buldu. Görüldüğü gibi, elektrik talep tahminlerinde tek sorun zaman aralığı değil. Türkiye’de talep yönetilmiyor, arz odaklı politikalarla enerji sorunu çözülmeye çalışılıyor. Sınırsız enerji kaynaklarınız yoksa bu sizi ekonomik ve politik anlamda çok zorlar.

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın enerji ihtiyacına dair tahminleri sürekli ve yüksek oranlarda bir artışa işaret ediyor. Türkiye Elektrik İletim A.Ş.’nin (TEİAŞ) iki farklı senaryosu da geçmiş yıllardaki yanılgılara rağmen aynı yolda yürümekte ısrar ediyor. Elektrikte düşük talep senaryosunda yılda ortalama yüzde 6,5, yüksek talep senaryosunda ise yüzde 7,5 oranında artış bekleniyor. Bu da 2020’ye gelindiğinde, brüt talebin 400 ile 433 milyar kWs arasında değişeceği anlamına geliyor. 2012’de tüketimin 240 milyar kWs civarı olduğu düşünülürse, 8 yıl için ciddi bir talep artışının beklendiğini söyleyebiliriz. Enerji Bakanlığı’nın güneş enerjisi ve enerji verimliliği gibi konuları pek ciddiye almadığını görsek de herkes bakanlık gibi düşünmüyor. Muhalefetteki Cumhuriyet Halk Partisi’nin Enerji Komisyonu Başkanı Necdet Pamir Türkiye’nin yüksek talep senaryosunu bile karşılayacak elektrik üretme potansiyeline sahip olduğunu söylüyor: “Türkiye geçen yıl 241 milyar kWh elektrik tüketmiş. Aslında, bizim kaynaklarımız ortalama yüzde 7’lik büyümeyi bile karşılayacak düzeyde. 100 milyar kWh HES, 120 milyar kWh rüzgâr, 16 milyar kWh jeotermal, 380 milyar kWh da güneş potansiyelimiz bulunuyor. Bunların yanı sıra, 116 milyar kWh linyit, 35 milyar m3 biyogaz var. Yani, toplamda 700 milyar kWh’ın üzerinde kaynak var.’’ Pamir Türkiye’deki elektrik tüketiminin 241 milyar kWh civarında olduğunu da belirtiyor.IX Pamir’in çizdiği tablo da çevrecileri mutlu etmez elbette. Kömür ve HES’ler Türkiye’deki birçok çevreci için kırmızı çizgilerin ihlâli demek. Burada asıl önemli olan, potansiyelin tamamını kullanmadan enerji sorununu çözebilmek olmalı. Bu da enerji verimliliği ve talebin sorgulanmasıyla gerçekleşebilir. Türkiye’yi bu kadar enerji kullanmaya iten büyümenin gerekliliği tartışılmalı. Enerji yoğun hangi sektörlerde faaliyet gösterileceği hangilerinden çıkılacağı belirlenmeli.

Kaynak: Almanya Federal İstatistik Ofisi
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın enerji ihtiyacına dair tahminleri sürekli ve yüksek oranlarda artışa işaret ediyor. Bu, sadece bu hükümete has bir beklenti değil. Türkiye’yi yakından tanımayanları çoğu zaman yanıltıyor; özellikle de yatırımcıları. Zira bu tahminler, enerji talebinin artacağına dair belirtilerden kaynaklanmaktan çok, bir isteğin ifadesi. Türkiye’nin kalkınması için klasik iktisadî teorileri destekleyenler Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’da (GSYH) büyük artış oranlarının hayalini kuruyor. Bu artış oranlarının gerçekleşeceğine inanan enerji konusundaki karar vericiler de, senaryolarını talebin devamlı artacağını temel alarak hazırlıyor. Belki de iki taraf da birbirinin yalancısı. Enerjiyi daha verimli kullanarak, düşük oranlarda veya azalan bir enerji talebiyle kalkınmak hiçbir zaman gündeme gelmiyor. Ya da enerji yoğun sektörlerden oluşan bir ekonomi yerine, katma değeri yüksek ürün üreterek daha az enerji tüketimiyle aynı GSYH’yı elde etmek konuşulmuyor; en azından, Türkiye’nin talep tahminlerine yansımıyor diyelim. Hâlbuki bunun örnekleri var. Almanya 1990’da, 100 birim enerji harcayarak 100 birim GSYH üretirken, 2010’da 94 birim enerji harcayarak 131 birim GSYH üretir hale gelebildi, bunda da enerjinin verimli kullanılması çok önemli rol oynadı.X

Enerji verimliliği konusunda Türkiye’nin yapacağı çok şey var. Türkiye GSYH’da 1000 avro değerinde artış sağlamak için 233 kilogram eşdeğeri petrol (kgep) harcıyor. Aynı ekonomik büyümeyi Yunanistan 147, İsviçre 80, Almanya 141, İtalya 123 ve İrlanda 92 kgep ile gerçekleştirebiliyor.XI Kabaca söylersek, aynı ürün veya hizmeti Türkiye’de üretmek için Avrupa’daki birçok ülkenin iki hatta 3 katı enerji harcamamız gerekiyor. İşin daha da kötüsü, tüm dünyada enerjiyi daha iyi kullanma yönünde bir eğilim gözlenirken Türkiye’nin 1990’dan bu yana neredeyse hiç ilerleme göstermemesi. Türkiye, 1990’da 1000 avroluk GSYH katkısı için 242 kgep harcıyordu. İlgili tablolarda ekonomisi Türkiye’ye benzerlik gösteren Avrupa ülkelerinde, enerjiyi akıllı kullanma yönündeki değişim daha iyi görülebiliyor.

 
Daha az enerjiyle daha çok iş yapmanın sırrı ulaşımdan üretime, konuttan sanayiye kadar yapılan tercihlerde yatıyor. Daha verimli makinalar, yalıtımlı binalar, toplu ulaşım gibi örnekler çoğaldıkça enerji talebi azalacak; bu sayede talep yönetimine de giriş yapmış olacağız. Talebi yönetebilir, enerjiyi verimli kullanabilirsek, birçok santral projesine gerek olmayabilir ve ekonomik büyüme daha az enerji tüketerek gerçekleştirilebilir.

TÜRKİYE'DE BÜYÜMENİN KAYNAĞI TÜKETİM
Türkiye’de büyümeye iç talebin büyük oranda katkı yaptığını biliyoruz.XII Bu nedenle de hükümet nüfus artışını hızlandırmaya çalışıyor. Bireysel tüketim azalırsa büyüme de durur. Nüfusun artması tüketilen mal ve hizmetin artmasıyla büyümeye katkıda bulunuyor. 75 milyonluk nüfusuna rağmen Türkiye Cumhuriyeti hükümeti ailelere çok çocuk yapmaları için teşvik paketi hazırlıyor. Bunun nedeni, 2050’den sonra nüfusun azalacağının öngörülmesi.

2013 itibariyle, Türkiye’de kadın başına ortalama çocuk doğurma sayısı iki. Aşağı yönlü mevcut eğilim devam ederse 2023’te Türkiye nüfusunun 84 milyon 247 bin kişiye ulaşması bekleniyor. 2050’de 93 milyona ulaşarak zirve noktasını bulacak nüfus daha sonra düşüşe geçecek. 2023’te yaşlı nüfusun (65 yaş ve üzeri) 8,3 milyon olması bekleniyor. Bu da toplam nüfusun yüzde 10’una denk düşüyor. 2075’te ise yaşlı nüfusun oranı yüzde 27’yi geçecek.XIII Başbakan Erdoğan’ın artık tavsiyenin de ötesine geçen en az üç çocuk yapılması söylemi, yaşlanan nüfusun iç talebi sürdürecek alımda bulunamamasından kaynaklandığı düşünülebilir. Erdoğan’ın endişe etmesi gereken, 2075’te Türkiye’deki yaşlı nüfus oranının Avrupa’daki ülkelerin bugünkü oranlarını yakalaması değil; aksine, Türkiye ekonomisinin yapısal bir değişiklik gösteremeyerek 60 yıl sonra bile hâlâ iç talebe dayalı bir büyümeden medet umması olmalıdır. Korkulan yüzde 27’lik oran bugün Avrupa’nın birçok ülkesinde (İsveç, Portekiz, İngiltere, Avusturya, Finlandiya) yakalanmıştır.XIV Türkiye’nin büyümesinin inşaat, ticaret ve ulaşım gibi kalemler üzerinde yükselmesi çok çocuk aşkının kaynağı olabilir, ama bu ekoloji açısından sürdürülemez. Türkiye’nin biyolojik kapasitesi ve ekolojik ayak izinin karşılaştırması bize bunu söylüyor. Türkiye’de kişi başına düşen tüketimin Ekolojik Ayak İzi 2,7 kha (küresel hektar) ile kişi başına küresel biyolojik kapasitenin yüzde 50 üzerinde. Bir başka ifadeyle, dünyadaki herkes ortalama bir Türkiye vatandaşı kadar tüketirse 1,5 gezegene ihtiyacımız olacak. WWF (Doğal Hayatı Koruma Vakfı) ve Global Footprint Network (Küresel Ayak İzi Ağı) tarafından hazırlanan Türkiye’nin Ekolojik Ayak İzi raporundaki en çarpıcı veri ise şu: “Türkiye’de kişi başına düşen Ekolojik Ayak İzi’nin sabit seyrine karşın, tüketimin toplam ayak izi yüzde 150 büyümüştür. Bu büyümenin en temel nedeni, 1961-2007 yılları arasında Türkiye’nin nüfusunda olağanüstü artış yaşanmasıdır”.XV Türkiye’de uzun vadede bireysel tüketim miktarının çok değişmediğini, ama nüfus artışıyla tüketimin arttığını göz önünde bulundurduğumuzda (2000’lerde doğanların 1960’larda doğanlara göre daha çok tükettiğini de hesaba katmamız gerekiyor), tüketimle büyüyen Türkiye’nin çok çocuk ısrarını daha iyi anlıyoruz. Bunu anlamamız ekolojik yıkımı elbette azaltmayacak.

Rapordaki bir diğer veri ise daha da önemli. 1990’lara kadar ekolojik ayak izini biyolojik kapasitesine uygun bir seviyede tutmayı başaran Türkiye, 2002’den itibaren ekolojik ayak izini hızla arttırmaya başlarken biyolojik kapasitesi de 2006’dan sonra düşüşe geçiyor.XVI 2002’de iktidara gelen AKP’nin büyüme politikalarının hayata geçirilmesiyle ekolojik ayak izimizin büyümesini ve biyolojik kapasitenin düşmesini aynı çerçevede değerlendirmek gerekir. Görülen o ki, Türkiye’nin büyüme politikası enerji tüketimini arttırdığı gibi ekolojik sorunlara da zemin hazırlıyor. Üstelik, bu büyüme politikasının ve aşırı enerji tüketiminin sadece yerli kaynaklarla desteklenebileceği tezi de tartışmalı. Güney Kore gibi ithal enerjiyle ekonominizi yürütme şansınız her zaman var, ancak bu defa da ihracatı arttırmanız ve katma değeri yüksek ürünler üretmeniz gerekir. Bir başka yol daha var, sadece Türkiye için değil, diğer ülkeler için de çözüm olabilir. Sınırsız tüketimi sınırlı kaynaklarla karşılamaya çalışmak yerine, tüketimi sınırlayıp öncelikli ürünlerin üretimine izin vererek ya da silah sanayine sınırlar koyarak sorunu çözebiliriz. Çok mu radikal bir öneri? Dünyanın ortalama sıcaklığı 1,5-2,5 dereceden fazla artarsa, tüm bitki ve hayvanların yüzde 30’unun soyu tükenebilir. Şimdi bir daha soralım: Lüks arabalara, savaş uçaklarına kaynak ayırmamak çok mu radikal bir davranış olur?


Dipnotlar

I. T. C. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı 2010-2014 Stratejik Planı’nda bu oran yüzde 73, s. 22.

II. Türkiye Doğalgaz Piyasası Beklentiler, Gelişmeler 2012, Deloitte, s. 18.

III. T. C. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı 2010-2014 Stratejik Planı, s. 24.

IV. T.C. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı 2013 yılı Bütçe Sunumu, s. 70.

V. T.C. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, Dünyada ve Türkiye’de enerji görünümü sunumu, saydam 19.

VI. En son 12 Mayıs 2013 tarihinde http://www.enerji.gov.tr/index.php?dil=tr&sf=webpages&b =ruzgar&bn=231&hn=&nm=384&id =40696 adresinde görüldü. 48 bin MW, rüzgâr hızı 7 m/s’den fazla olan bölgelerde kurulabilecek kurulu güce işaret ediyor.

VII. TÜİK, Seragazı Emisyon Envanteri, 1990-2011.



VIII. En son 12 Mayıs 2013 tarihinde http://www.bloomberght.com/haberler/haber/1329715-turkiye-2012de--2-2-buyudu adresinde görüldü.

IX. “Yüzde 7 büyümeyi karşılayacak enerji potansiyeline sahibiz”. Dünya Gazetesi. En son 12 Mayıs 2013 tarihinde http://www.dunya.com/yuzde-7-buyumeyi-karsilayacak-enerji-potansiyeline-sahibiz-187752h-p2.htm adresinde görüldü.

X. Climate Protection and Growth (İklimi Koruma ve Büyüme), Federal Ministry for the Environment, Nature Conservation and Nuclear Safety (Almanya Çevre, Doğa Koruma ve Nükleer Güvenlik Bakanlığı), s. 13.

XI. Eurostat 2010 yılı verileri, 21 Mayıs 2013.

XII. Türkiye Ekonomisinde Büyüme ve Yapısal Sorunlar, BETAM Araştırma Notları, Derleyen Prof. Dr. Seyfettin Gürsel.

XIII. TÜİK, Nüfus Projeksiyonları 2013-2075, 14 Şubat 2013.

XIV. Eurostat, Projected old-age dependency ratio (Tahmin edilen yaşlı nüfusa bağımlılık oranı).

XV. Türkiye’nin Ekolojik Ayak İzi, WWF Türkiye ve Global Footprint Network (Küresel Ayak İzi Ağı), s. 7.

XVI. Türkiye’nin Ekolojik Ayak İzi, WWF Türkiye ve Global Footprint Network (Küresel Ayak İzi Ağı), şekil 9.