Tüketim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tüketim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Enerji tüketiminin artması büyüdüğümüzü göstermez

Özgür Gürbüz-BirGün/27 Mayıs 2016

Başbakan Binali Yıldırım 65. Hükümet’in programını açıklarken enerji sektörüne özel bir vurgu yaptı. Son 14 yılda elektrik üreten santrallerin kurulu gücünün (kapasitesinin) iki kat arttığını söyledi. Sonra da ekledi: “Türkiye büyümüyor diyenlere en büyük cevap bu. Enerji tüketimi demek, büyümek demek.”

Başbakan Binali Yıldırım gibi enerji tüketimiyle kalkınma/büyüme arasında doğrudan bir ilişki olduğunu sanan, bu hataya düşen çokça insan var ülkemizde. Bu söylemi iktidar partisinin birçok yetkilisinden daha önce de duyduk. Eski Enerji Bakanı Taner Yıldız, enerji tüketimi rekor kırdıkça medyayla bunu paylaşıp adeta iyi bir şeymiş gibi anlatıyordu. Demek ki bu yanlış anlayış Binali Yıldırım’a özgü değil, bizi 14 yıldır yönetenler enerji meselesini anlayamamış. Bugün yaşadığımız sorunların temelinde de bu yanlış bakış açısı yatıyor.

Klasik iktisatta büyüme, mal ve hizmet üretimindeki artıştır. Ülkelerin büyüyüp büyümediğini anlamak için de gayri safi yurt içi hasıla (GSYİH) artışına bakılır. Türkiye’de üretilen mal ve hizmetlerin değeri artmışsa büyüme gerçekleşir. Nereden kaynak bulunduğu, neyin tüketildiği önemli değildir. Bu zaten iktisadi açıdan hatalı bir gösterge. Faturasıyla silah alıp o silahla insan öldürseniz, doktoru ve ambulansıyla ekonomiyi büyütüyorsunuz. Hadi, bu iktisadi yanlış, başbakanı bağlamaz deyip geçelim. İşin enerji tarafı da hatalı. Basit bir ‘deney’ önerisiyle açıklayalım…

Binali Yıldırım, elektrik tüketimi artınca Türkiye’nin büyüyeceğine gerçekten inanıyorsa, yarından tezi yok yeni bir yasa için hazırlıklara başlasın. Bu yasa, başta hatırı sayılır bir elektrik tüketimine sahip kaçak saray olmak üzere ülkedeki tüm binaların, sokak lambalarının, alışveriş merkezlerinin ışıklarının 24 saat açık kalmasını zorunlu kılsın. Böylece bir yıl içinde elektrik tüketimi iki katına çıkar. Çıkar ama ülke büyümez çünkü tek yaptığınız enerjiyi boşa harcamak olur. Gündüz vakti ampulleri yakarak ülkenin kalkınmasına bir faydanız olabilir mi? Demek ki asıl mesele enerjinin nerede harcandığı, onunla ne üretildiği ve ne kadar verimli (akıllı) kullanıldığıyla ilgili.

Şimdi soralım. Peki, Türkiye enerjisini verimli tüketiyor mu? Hayır. Bunu görmek için Türkiye’nin enerji yoğunluğu verilerine bakmanız yeter. Enerji yoğunluğu, GSYİH artışı için ne kadar enerji harcandığını gösterir; tam da Başbakan’ın aradığı veri aslında. Türkiye’nin enerji yoğunluğu verisi OECD ortalamasının 1,5 katından fazla (UEA, 2011). Bütün dünyada enerji yoğunluğu düşerken yani, daha az enerjiyle daha fazla gayri safi hasıla elde edilirken, son 14 yılda Türkiye’deki değişim benzer ekonomilerden ve birçok Avrupa ülkesinin gerisinde kalmış. G20 içerisindeki benzer ekonomilerden, örneğin İtalya ve Meksika’dan da geride. Avrupa’daki hemen hemen her ülkede enerji yoğunluğu rakamları düşüyor. Türkiye ise daha fazla azaltım yapma potansiyeline sahipken bu ülkelerin ardında kalmış. 2004-2014 arasında İspanya, Hırvatistan, Avusturya ve Macaristan gibi ülkeler, yüzde 10-20 oranında iyileştirmeler yapmış.

Büyümenin yolunun daha çok enerji tüketmekten geçtiğini sananlar Almanya’yı da dikkatle izlemeli. 2006-2014 arasında Almanya’nın birincil enerji tüketimi yüzde 10 civarında azaldı ama ülke ekonomisinin büyümeye devam etti. Enerjide yeni eğilim daha çok üretip tüketmek değil, daha az tüketerek üretmek. Bunu anlamazsanız hem ekonomi hem de doğa zarar görmeye devam edecek.

Türkiye’de ise enerji sektörü, son yıllardaki değişime ayak uyduramadı. Daha az enerjiyle daha çok işi yapacağına durmadan yeni santrallar kurup elektrik tüketimini arttırmaya odaklandı. Bunda hükümetin katkısı çok, enerjiyi ülkeye para getirmenin bir yolu gibi gördüler ve bu eski modeli teşvik ettiler. Türkiye’de 74 bin megavatı bulan santrallerin kurulu gücüne rağmen en çok talebin olduğu zaman (Temmuz, 2015) gerek duyulan güç 43 bin megavat civarında kaldı. Dikkat edilirse en yüksek elektrik talebi hep yaz aylarında, klimaların çalıştığı sıcak günlerde gerçekleşiyor. Türkiye’de elektrik talebi artıyorsa bunu ülkenin büyüyen sanayisine, endüstrisine değil, büyüyen klima sektörüne bağlamak daha doğru olur. Coğrafyaya uygun ev yapamayan, güneş açılarını hesaplayamayan, pencereleri ona göre yapamayan müteahhit ve mimarların da bu büyümedeki katkısı unutulmamalı.

Çevre sorunlarını nasıl çözeceğiz

Özgür Gürbüz-BirGün/4 Eylül 2015

Adana-Akyatan-Foto: O. Gurbuz
Çevre-ekoloji konularının, fidan dikmek ve dikilen fidanları korumanın ötesinde bir politik duruş, sistem talebi olduğunu kabul edenler şunu çok iyi bilir. Diktatörlükten ve savaşlardan doğa da nasibini alır. Afrika’daki diktatörlerin ve dostlarının, kıtanın tüm doğal varlıklarını yabancı şirketlere satarak servetlerine servet katması bunun en güzel örneklerinden biridir. Bugün Afrika’da 160 binden fazla dolar milyoneri var. Günde 1,25 dolardan daha az gelire sahip Afrikalıların sayısıysa 415 milyon.

Doğa paylaşımcıdır, kimi zaman zalim görünse de her türe yaşama şansı tanır. Ormanlar kralı aslanın biraz ilerisinde zıplayan antiloba baktığı, saldırmadığı zamanlar vardır. Aslan karnı toksa zevk için avlanmaz. Krallığını ormana ilan etmek için başka bir türün tümden yok olmasını istemez. Çevre sorunlarını çözmenin esası da doğanın bu bilgeliğinde yatar. Kendine yetme ve fazlasını istememe. Sorunları çözümde kullanacağımız ilk kural bu.

Türkiye’deki elektrik sorununu ele alalım. Birçoğumuz bugün HES’lerden nükleerden, termikten ve hatta rüzgar enerjisinden şikayetçi. Bu şikayetlerin çoğu haklı nedenlere dayanıyor ancak çözümü nasıl bulacağımız konusunda fazla kelam eden yok. Halbuki basit bir prensiple çözüme ulaşabiliriz. Önce gerçek talebimizi bulalım daha sonra bu talebi hangi kaynaklardan ve hangi koşullarda üretime izin vererek yapacağımızı belirleyelim. Petrolü bir treni yürütmek için mi üretiyoruz yoksa bir tank için mi? HES’ler bir okulun ışıklandırılması için mi çalışıyor yoksa bir alışveriş merkezi için mi? Uçağa bir hastanızı görmek için mi biniyorsunuz yoksa hafta sonu 1,5 günlük tatil yapıp gelmek için mi? Üç örnekte de gerçek talep cümlelerin ilk bölümünde yazılı.

Gerçek talebi belirledikten sonra ne yapacağız? Ufak bir zihin jimnastiği yapalım. Varsayalım ki bu dünyadaki tek kişi sizsiniz ve kendinize bir ev inşa ederek işe başlayacaksınız. Evinizi hangi malzemeyle yapacaksınız onu düşünün. Kerpiçten mi, taştan mı, ahşaptan mı yoksa betondan mı? Beton derseniz size çimento fabrikası lazım. Çimento fabrikası için de enerji. Gerekli enerjiyi hangi kaynaktan sağlayacaksınız? Kömürden mi, sudan mı yoksa rüzgar veya güneşten mi? Daha sonra ikinci soruyu sorabilirsiniz. Evinizde elektrik olacak mı? Bulaşık makinası istiyor musunuz ya da televizyon? Her birinin tükettiği elektrik belli. İstekleriniz sonucu oluşan toplam elektrik talebini hesaplayınca bir önceki soruyu tekrar sorabilirsiniz; gerekli enerjiyi hangi kaynaktan sağlayacaksınız?

Doğada elektriksiz, enerjisiz ya da fabrikadan çıkmış ürünler olmadan yaşamak da mümkün. Bu da bir seçenek ama unutmayın dünyada yalnız değiliz. 7 milyar insanı da sizin gibi yaşamaya ikna etmeniz gerekiyor. İmkansız olduğunu düşünmüyorum ama zor. İlk adımda çalışma saatlerinin düşürülmesini istemek mantıklı olabilir. İnsanı daha az çalıştırmak adına üretilen tüm makineler bugün insanı daha çok çalıştırıyor ve kar maksimizasyonunu öne çıkarıyor. Elinizdeki cep telefonunuzla plajda bile iş epostalarına bakıyor, telefonlara yanıt veriyorsunuz. Yeme, içme ve barınma gibi temel ihtiyaçlarımızı karşılamak için haftada 5 gün çalışmamıza gerek yok. Ne kadar az çalışırsak o kadar az tüketiriz. Ne kadar az tüketirsek de o kadar az çevre sorununa neden oluruz.

Televizyon ve ütüyü hemen bırakırım ama bulaşık ve çamaşır makinama dokunmayın diyenlerdenseniz, muhtemelen eldeki en temiz elektrik üretim kaynaklarından bir ya da ikisine evet demek zorundasınız; her şeye karşı çıkamazsınız. O zaman da rüzgarın, güneşin nerelerde kurulacağını, nasıl denetleneceğini belirlemek için uğraşın. Kaynakları ve nasıl kullanılacağını belirlemek, çözümün ikinci kuralı da kabul edilebilir.

Üçüncü ve son kural mülkiyetin değişmesiyle ilgili. Dev şirketlerin, bireylerin doğal varlıklara tek başına sahip olmalarını önlersek, talep ve fiyat manipülasyonlarının da önüne geçeriz. Güneş santrallerinden, tarım üretim kooperatiflerine kadar her alanda üretimi sahiplenmeliyiz. Bu hem koyduğumuz çevreci kıstasları kontrol etmemizi sağlayacak hem de bizi kartellerden, devletlerden bağımsızlaştıracak, sermayenin tek elde toplanmasının da önüne geçecek. Üç kural işlerse bugün konuştuğumuz çevre sorunlarını ciddi ölçüde hafifletebiliriz.

Başka bir dünya

Özgür Gürbüz-BirGün/15 Eylül 2013

Gezi direnişi ve dünyadaki benzer örnekler gösteriyor ki mevcut politik modeller işlemiyor. Ekonomik krizin atlatıldığını söylemek zor, ‘pansuman tedbirlerin’ bizi ne kadar uzağa götüreceğini hep birlikte göreceğiz. Krizin açtığı sosyal yaralar ise derinleşerek artıyor. Bu yüzden birçok ülkede insanlar sokakta. Kapitalizm piyasadaki sıcak para akışını düzenlemeyi, üretim ve tüketimi canlandırmayı başarsa da yine tökezleyecek. Çünkü önünde  bir de kaynak sorunu var. Dünyanın sınırlı kaynaklarıyla sınırsız tüketimi öngören bir modeli sürdürmek mümkün değil. Bu yüzden de yeni bir sisteme ihtiyacımız var.

Solun ‘yeni bir dünya’ söylemi çok yeni değil ama içeriği değişerek zenginleşiyor. Bunun en büyük nedenlerinden biri de ekolojinin eskisine oranla daha çok konuşulması. Önümüzde sadece bir paylaşım sorunu yok. Ne üreteceğimizi, ne kadar üreteceğimizi ve nasıl üreteceğimizi de sorgulayan bir paylaşım sorunu var. Herkesin otomobili olmayacak; bu kesin. Herkesin otomobilini üretecek hammaddeleri çıkarmak ve imal etmek için doğaya verilecek ekolojik zararı hayal etmek bile zor. Tüm bu otomobillere yetecek petrolü bulsanız da, küresel iklim değişikliğini geri dönülemeyecek noktaya getirmeyi göze almadıkça yakamazsınız. Elinizde yeterli kaynak olması sorunu çözmüyor. Devir ‘hesap devri’ anlayacağınız.

Yeni sistemin bütününü hayal etmek zor ama üretimde kararların daha kolektif bir biçimde alınacağını söylemek yanlış olmaz. Bir maden, bir fabrika için muhatabınızın hükümet olduğu günler geçti. Dört yılda bir seçilmiş olmak yeterli değil. Halka soracaksınız ve hatta bazı temel ihtiyaçların kullanımını, mülkiyetinin özelleştirilmesini olabildiğince sınırlayacaksınız. Müştereklerimizin dünyadaki insanlar tarafından adil bir şekilde kullanıldığından, paylaşıldığından emin olmak zorundayız. Nedir bu müşterekler? Yaşam kaynağımız su, temiz hava, temel gıda ürünleri, onların yetiştiği topraklar ve ortak kullandığımız alanlardan bahsediyoruz; Gezi Parkı gibi. Okulumu, hastanemi bana sormadan kapatamazsınız, parkıma AVM dikemezsiniz.

Üretim kararlarının adil bir süreçte alındığı, üretilen mal ve hizmetlerin eşitçe paylaşıldığı ve tüm süreç boyunca doğanın sınırlarının zorlanmadığı yeni bir anlayışı sistemin temeline yerleştirmeliyiz. Hayatımızı zenginleştiren pratik gelişmeler de olabilir. Çalışma saatleri azaltılabilir ve böylece üretim hızı yavaşlatılarak insanların kendilerine ve sevdiklerine daha fazla zaman ayırması sağlanabilir. “Hayattaki her şeyim” diye anlattıkları çocuklarını fazla çalışmaktan haftada sadece birkaç saat görebilen anne ve babalar, en büyük aşklarıyla parklarda dolaşmaya fırsat bulamayan sevgililer, büyükleriyle daha çok vakit geçirmek isteyen vefalı çocuklar sanırım bu fikre karşı çıkmaz. Haftada altı değil beş, beş değil dört gün çalışarak sınırlı kaynakların tükenişini yavaşlatabilir, doğanın kendini yenilemesine fırsat verebiliriz. Bu fikrin önünde şirketlerin kar hırsı dışında hiçbir şey durmuyor. Sahip olduğumuz teknolojik seviye ihtiyaçlarımızı karşılamak için beş gün çalışmamızı gerektirmiyor. Haftada 2-3 gün bile temel ihtiyaçlarımızı karşılamaya yeter. Fazla çalışıyorsak bilin ki, birilerinin evindeki ikinci televizyon, daha lüks bir otomobil, keyfi uçak seyahatleri, savaş makinaları için çalışıyoruz. Kısa ömrünüzü gerçekten de böyle geçirmek istiyor musunuz?

Başka bir dünya mümkün ve başarmanın anahtarı birlikte olmak. Unutmayın, doğanın en zayıf olduğu an, biyoçeşitliliğin azaldığı zamandır. Tarlada tek ürün varsa, hasat garanti değildir. O ürüne zarar veren bir hastalık sizi aç bırakabilir. Farklı ürünlerin olduğu tarlalar ise zor günlerde daha dayanıklıdır. Gezi direnişinin bugüne kadar sürmesi farklı grupların bir araya gelmesinden kaynaklanıyor. Dindarlar, ateistler, sosyalistler, çevreciler, eşcinseller, sosyal demokratlar… Bu çok renkli tarlalar çoğaldıkça hasat zamanı da yaklaşacak.

Enerji mi önce tükenecek, Türkiye mi?

Özgür Gürbüz-Perspectives/Temmuz 2013 

Türkiye’nin büyüme stratejisi bir ekolojist için “ürkütücü” rakamlardan oluşuyor. Ürün ve hizmetlerini satacak pazar arayanlarsa tüketim ve iç taleple beslenen Türkiye’deki ekonomik hareketlilikten memnun. Denetimlerin, hukukî süreçlerin işletilmediği, çok tartışılan sürdürülebilir kalkınmanın bile kabul görmediği, bireylerin görüş ve önerilerinin dikkate alınmadığı, sosyal maliyetlerin hiç konuşulmadığı Türkiye’de sürece olumlu bakanlar büyümeyi adeta tanrılaştırılıyor. Büyüme tanrısını mutlu etmek için ona her gün adaklar sunuluyor. Adaklar arasında nehirler, ormanlar, temiz hava ve insanlar var. İnşaatlarda işçiler ölüyor, nehirlerin üstü barajlarla örülüyor, kıyı şeritleri ve orman alanları yapılaşmaya açılıyor. Ekolojistler ile pazar odaklı büyümeyi destekleyenler, Türkiye’nin ekonomik değişimini yorumlarken farklı düşünseler de, bir noktada birleşiyor ve aynı soruyu soruyorlar: Bu ekonomik hareketliliği destekleyecek yeterli enerji kaynağı var mı? Ya da bir çevreci gibi soralım, “Bu hareketliliğin doğal varlıklar üzerindeki etkisi kabul edilebilir bir düzeyde mi?” Bu sorunun yanıtını verebilmek için, önce Türkiye’nin mevcut enerji durumuna sonra da büyüme ve enerji talebiyle ilgili tahminlere bakmalı.

ENERJİDE DIŞA BAĞIMLILIK
Türkiye, enerjisinin yüzde 70’den fazlasını ithal ediyor.I Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidara geldiğinden bu yana, ekonomide yüksek oranda bir büyüme hedefleniyor. AKP aynı zamanda enerjide dışa bağımlılığı azaltmayı hedefliyor. Bu hedeflerden sadece yüksek oranda ekonomik büyümede kısmî bir başarıdan bahsedilebilir. AKP’nin iktidara geldiği 2002’de, enerjide dışa bağımlılık yüzde 69 civarındaydı, 2010’da bu oran yüzde 73’ü gördü. Türkiye doğalgazda yüzde 98, petrolde ise yüzde 92 oranlarında dışa bağımlı. Petrolde dışa bağımlılığı azaltmak için yeni sondajlar yapılıyor, ancak talep yönetimi konusunda kayda değer bir çalışma yok. Aksine, yeni otoyollar, köprüler ve bireysel araç sahipliğini destekleyen politikalarla motorlu taşıt bağımlılığı destekleniyor. Elektrik üretiminde doğalgazın payı azaltılmaya çalışılıyor. İthal doğalgaz yerine ithal kömür ve nükleer öneriliyor. Doğalgazın konutlarda kullanılması yaygınlaştırılıyor ve yeni konut stokunun yalıtım gibi temel konularda yetersiz kalması ithal edilen miktarı azaltmıyor aksine arttırıyor. 2002’de 17 milyar m3 doğalgaz ithal eden Türkiye, 2012’de 43 milyar m3 doğalgaz ithalatıyla rekor kırdı. Deloitte’in mütevazı tahminleri bile 2017’de bu rakamın 50 ila 60 milyar m3 arasında seyredeceğini gösteriyor.II

Dışa bağımlılığı azaltma konusunda hükümetin güvendiği bir başka kaynak da kömür. Yerli kömür denince akla gelen linyit yataklarının yüzde 44’ü hâlihazırda elektrik üretimi için kullanılıyor.III Bakanlığın hedefi tüm yerli kömür potansiyelinin 2023’e kadar ekonomiye kazandırılması.IV İşin ilginç tarafı, 2009’da yayımlanan Elektrik Enerjisi Piyasası Arz Güvenliği Strateji Belgesi’ne göre, sadece kömür değil, diğer birçok kaynağın tamamının 2023’e kadar kullanılması hedefleniyor. Bu hedeflerin en çarpıcılarını şöyle sıralayabiliriz:

• 2023 yılına kadar teknik ve ekonomik olarak değerlendirilebilecek hidroelektrik potansiyelimizin tamamının elektrik enerjisi üretiminde kullanılması.

• Rüzgâr enerjisi kurulu gücünün 2023’e kadar 20 bin MW’a (megavata) çıkarılması.

• Elektrik enerjisi üretimine uygun 600 MW’lık jeotermal potansiyelin tümünün kullanılması.

• Bu sayede doğalgazın elektrik üretimindeki payının yüzde 30’a (2012 Nisan ayı itibariyle bu oran yüzde 47,1)V düşürülmesi.

Stratejik belgede enerji ithalatını azaltacak iki önemli kaynakla (güneş enerjisi ve verimlilik) ilgili rakamsal hedefe rastlanmazken, bir başka ithal kaynağa, ithal kömüre yeşil ışık yakılmış. Dışa bağımlılığa karşı bir yandan ülkedeki her nehir üzerine hidroelektrik santral kurmayı planlayan hükümetin aynı zamanda ithal kömüre “evet” demesi strateji belgesinin çok da “stratejik” olmadığını düşündürüyor. Belgenin ağırlığını azaltan bir başka nokta da, 2023’e kadar neredeyse tüm yerli kaynakları kullanan Türkiye’nin bu tarihten sonra ister istemez enerji ithalatına yönelip yönelmeyeceği sorusunun yanıtlanmaması. Türkiye yerli kaynaklarını on yıl içinde sonuna kadar kullandıktan sonra (2023’e kadar yerli kömür ve hidroelektrik potansiyelinin tamamı değerlendiriliyor), enerji talep artışı durmazsa yine enerji açığı çekecek gibi gözüküyor. Hükümetin talep tahminleri ise artışın durmayacağını söylüyor. 

HEDEF ON YILDA YERLİ KANAKLARIN TAMAMINI TÜKETMEK
Türkiye’nin birincil enerji talebi 2011’de yaklaşık 115 milyon TEP (ton eşdeğer petrol) iken 2023’te birincil enerji talebinin yüzde 90 artarak 218 milyon TEP’i bulacağı öne sürülüyor. 2011’de birincil enerji içerisinde yüzde 32 olan doğalgazın payının yüzde 23’e geriletilmesi planlanırken, kömürün yüzde 31 olan payının 37’ye çıkarılması hedefleniyor. Bakanlığa göre, nükleer enerjinin birincil enerji içerisinde “sıfır” olan payı 2023’te yüzde 4 olacak. Ne gariptir ki, 2011’den 2023’e hidroelektrik ve diğer yenilenebilir enerji kaynaklarının birincil enerji içerisindeki payları (sırasıyla yüzde 4 ve 6) petrol gibi (2011’de yüzde 27 ve 2023’de yüzde 26) hiç değişmeyecek. Stratejik belgede belirtilen hedef tutturulup tüm hidroelektrik potansiyel kullanılsa bile, iki katına çıkan talep yüzünden bu oransal bir değişime neden olmayacak. “Stratejik” plan görüldüğü gibi, sürdürülebilirlik anlamında Türkiye’de radikal bir değişime neden olmuyor. 2023’te birincil enerji talebinin yüzde 90’ı sürdürülemez kaynaklardan sağlanacak: kömür, petrol ve nükleer. Hem de Türkiye’nin neredeyse tüm nehirlerine hidroelektrik santral kurulmasına, Enerji Bakanlığı’nca kabul edilmiş rüzgâr enerjisi potansiyelinin (48 bin MW)VI yarısının değerlendirilmesine rağmen. Bu tablo Türkiye’nin ekonomik büyümesinin yerli kaynaklarla sürdürülemeyeceğini hükümetin verileriyle ortaya koyuyor. On yıl sonra, “iktidarca kabul edilen yerli kaynakların” neredeyse tamamının tüketileceğini görüyoruz.

Bu kaynakların kullanılmasıyla yaşanabilecek çevre sorunlarını bir yana bıraksanız bile, bu “stratejik” hamle size dışa bağımlılık anlamında da ciddi bir avantaj sağlamıyor. 2023’te birincil enerji talebinin yüzde 53’ünü oluşturacak nükleer, petrol ve doğalgazın hemen hepsi dışarıdan ithal edilen kaynaklar. Kurulması planlanan nükleer santrallerin yakıtının ve işletmeci firmalarının yabancı olduğunu hatırlatalım. Yüzde 37’lik orana sahip olacak kömürün de tamamı yerli kömür değil. 2011’de Türkiye’de üretilen elektriğin yüzde 10’u ithal kömürle çalışan santrallerden üretildi. Bu santraller 2023’te de çalışmaya devam edecek ve ithal kömürle çalışan yeni santraller inşa edilecek. Bugün Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu’nda inceleme ve değerlendirme aşamasında ithal kömürle çalışan 6 bin MW’lık santral lisans almak için bekliyor. Lisans başvurusu yapan ithal kömür ve doğalgaz santrallerini de hesaba katarsak, Türkiye’nin yüzde 70’lerde seyreden dışa bağımlılık oranının 2023’te pek değişmeyeceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Hem de yerli kömür ve hidroelektrik potansiyelinin tamamen kullanılmasına rağmen.

SÜREKLİ ARTAN ENERJİ TALEBİ
Stratejik hedef ve tahminlerin enerji ayağının çok sağlam olmadığını kısaca özetledikten sonra, bir de büyüme ayağına bakalım. Ekonomik büyüme ile enerji arasında yakın bir ilişki var. Bir ekonomide büyümenin ölçütü, mal ve hizmet üretimindeki artıştır. Daha çok mal üretmek, daha fazla hizmet sunmak daha fazla enerji tüketimini de beraberinde getirir. Enerji tüketiminin kendisinin büyümeyi desteklediği de unutulmamalı. Büyümenin yakıtı kabul edilen enerji kaynaklı hasarın sonuçları Türkiye’de de ortaya çıkmaya başladı. Madenler, enerji santralleri doğada geri dönüşü olmayan tahribata yol açıyor. Türkiye’nin küresel iklim değişikliğine katkısı artıyor. 1990’dan bu yana, seragazı emisyonu yüzde 124 arttı. Kişi başına düşen emisyon miktarı 5,7 ton; dünya ortalamasının üzerinde.VII Çevresel sorunları gözardı etsek bile Türkiye’nin enerji kaynaklarının umulan büyümeyi desteklemeye yetip yetmeyeceği gibi bir başka soruyla karşı karşıyayız. Türkiye ne kadar ve nasıl büyümek istiyor? Enerji kaynaklarının yeterliliği konusu biraz da bu soruya verdiğiniz yanıta bağlı.

2011’de ekonomisi yüzde 8,8 oranında büyüyen Türkiye, krizle yatıp krizle kalkan birçok ülke için örnek gösterilse de, büyümenin niteliği ve sürdürülebilirliğinin tartışmalı olduğu bir ülke. Sürdürülebilirlik kelimesi burada iki farklı anlam taşıyor. Birincisi, çevresel açıdan bir değerlendirme içeriyor ve Türkiye’de genelde ihmal ediliyor; ikincisi ise büyümenin sürekliliğini anlatıyor. Öncelikle sürdürülebilirliğin ikinci tanımına bakalım. Türkiye üst üste 13 çeyrektir büyüyor.VIII Büyüyor ama, büyüme oranları arasında yıllara göre farklılıklar var. Küresel ekonomik kriz Türkiye ekonomisinde ciddi bir darboğaza neden olmasa da, büyüme rakamlarının zikzaklar çizmesine neden oluyor. 2001’deki ekonomik krizden sonra yüzde 5,7 oranında daralan Türkiye ekonomisi, 2002’de yüzde 6,2 oranında büyüyebiliyor. 12 yılın rekor büyümesi yüzde 9,4’le 2004’te gerçekleşiyor. Ardından iniş başlıyor, 2008’deki yüzde 0,6’lık yerinde saymadan sonra, 2009’da yine “eksili” oranlarla (-4,8) büyüme değil, küçülme gerçekleşiyor. 2009’da yeniden yüzde 9’lara çıkılıyor ama bu eğilim sadece iki yıl sürüyor. 2012 büyüme oranı sadece yüzde 2,2. Türkiye ekonomisi iç ve dış nedenlerden dolayı 7-8 yılda bir ekonomik daralmayla karşılaşıyor. Basitçe söylersek, Türkiye sıkça kıyaslanan Çin gibi sürekli aynı oranlarda büyümüyor. Büyüme hızı inişli çıkışlı, ama ortalamada artan bir eğilime sahip.



İlk bakışta, enerji talebinin büyümedeki artışa paralel bir yükseliş gösterdiği söylenebilir. 2000-2011 yılları arasında, ekonomik büyüme ortalama yüzde 4,36 oranında artarken, elektrik talebi artışı yüzde 5,6 oldu. 2004, 2005 ve 2010’da ise bunun tersi gerçekleşti. Büyüme rakamlarının sırasıyla yüzde 9,3, 8,4 ve 9,2 olduğu bu yıllarda elektrik tüketimindeki artışlar yine sırasıyla, yüze 6,2, 7,1 ve 7,8’de kaldı. Büyümenin yüzde 4,7 olduğu 2007’de ise elektrik talebi yüzde 8,8 oranında arttı. Bir yıl sonra Türkiye ekonomisi neredeyse hiç büyümedi (0,7), ama elektrik talebi yüzde 4,2 oranında arttı. Burada bir korelasyondan bahsetmek yerine, bir “kontrolsüzlükten” bahsetmek daha doğru gibi görünüyor. Bu tespit, elektrik talebinin genel seyrinde bir artış olduğunu reddetmemekle birlikte, Türkiye’de, büyüme rakamlarına bakarak enerji veya elektrik için talep tahminleri yapmanın zor olduğuna dikkat çekiyor. Yanılgılar da buradan kaynaklanıyor. Elektrik talep öngörülerine bakarak tahminlerin nasıl yanıldığını görebiliriz.

Türkiye Elektrik İletim Anonim Şirketi (TEİAŞ), 2005’te yaptığı talep tahmininde, 2011 yılında elektrik talebinin yüksek senaryoya göre 262 milyar kilovatsaat (kWs) olacağını söylemişti. 2011’de Türkiye’nin elektrik talebi 230 milyar kWs’te kaldı. TEİAŞ, 2005’teki tahmininde yüzde 12’lik bir sapmayla yanıldı. Böylesine hareketli bir elektrik piyasasında altı yıl sonrasını bilmek zor, yüzde 12 iyi bir sapma oranı diyenler çıkabilir. Bir başka örnek: TEİAŞ’ın Ekim 2010’da yayımladığı kapasite tahmini raporunda ise 2011’de elektrik talebinin yüksek talep senaryosuna göre 220 milyar kWs’in biraz altında kalması bekleniyordu. Yıllık artışın yüzde 5 olması hesaplanıyordu, ama artış yüzde 9’u buldu. Görüldüğü gibi, elektrik talep tahminlerinde tek sorun zaman aralığı değil. Türkiye’de talep yönetilmiyor, arz odaklı politikalarla enerji sorunu çözülmeye çalışılıyor. Sınırsız enerji kaynaklarınız yoksa bu sizi ekonomik ve politik anlamda çok zorlar.

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın enerji ihtiyacına dair tahminleri sürekli ve yüksek oranlarda bir artışa işaret ediyor. Türkiye Elektrik İletim A.Ş.’nin (TEİAŞ) iki farklı senaryosu da geçmiş yıllardaki yanılgılara rağmen aynı yolda yürümekte ısrar ediyor. Elektrikte düşük talep senaryosunda yılda ortalama yüzde 6,5, yüksek talep senaryosunda ise yüzde 7,5 oranında artış bekleniyor. Bu da 2020’ye gelindiğinde, brüt talebin 400 ile 433 milyar kWs arasında değişeceği anlamına geliyor. 2012’de tüketimin 240 milyar kWs civarı olduğu düşünülürse, 8 yıl için ciddi bir talep artışının beklendiğini söyleyebiliriz. Enerji Bakanlığı’nın güneş enerjisi ve enerji verimliliği gibi konuları pek ciddiye almadığını görsek de herkes bakanlık gibi düşünmüyor. Muhalefetteki Cumhuriyet Halk Partisi’nin Enerji Komisyonu Başkanı Necdet Pamir Türkiye’nin yüksek talep senaryosunu bile karşılayacak elektrik üretme potansiyeline sahip olduğunu söylüyor: “Türkiye geçen yıl 241 milyar kWh elektrik tüketmiş. Aslında, bizim kaynaklarımız ortalama yüzde 7’lik büyümeyi bile karşılayacak düzeyde. 100 milyar kWh HES, 120 milyar kWh rüzgâr, 16 milyar kWh jeotermal, 380 milyar kWh da güneş potansiyelimiz bulunuyor. Bunların yanı sıra, 116 milyar kWh linyit, 35 milyar m3 biyogaz var. Yani, toplamda 700 milyar kWh’ın üzerinde kaynak var.’’ Pamir Türkiye’deki elektrik tüketiminin 241 milyar kWh civarında olduğunu da belirtiyor.IX Pamir’in çizdiği tablo da çevrecileri mutlu etmez elbette. Kömür ve HES’ler Türkiye’deki birçok çevreci için kırmızı çizgilerin ihlâli demek. Burada asıl önemli olan, potansiyelin tamamını kullanmadan enerji sorununu çözebilmek olmalı. Bu da enerji verimliliği ve talebin sorgulanmasıyla gerçekleşebilir. Türkiye’yi bu kadar enerji kullanmaya iten büyümenin gerekliliği tartışılmalı. Enerji yoğun hangi sektörlerde faaliyet gösterileceği hangilerinden çıkılacağı belirlenmeli.

Kaynak: Almanya Federal İstatistik Ofisi
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın enerji ihtiyacına dair tahminleri sürekli ve yüksek oranlarda artışa işaret ediyor. Bu, sadece bu hükümete has bir beklenti değil. Türkiye’yi yakından tanımayanları çoğu zaman yanıltıyor; özellikle de yatırımcıları. Zira bu tahminler, enerji talebinin artacağına dair belirtilerden kaynaklanmaktan çok, bir isteğin ifadesi. Türkiye’nin kalkınması için klasik iktisadî teorileri destekleyenler Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’da (GSYH) büyük artış oranlarının hayalini kuruyor. Bu artış oranlarının gerçekleşeceğine inanan enerji konusundaki karar vericiler de, senaryolarını talebin devamlı artacağını temel alarak hazırlıyor. Belki de iki taraf da birbirinin yalancısı. Enerjiyi daha verimli kullanarak, düşük oranlarda veya azalan bir enerji talebiyle kalkınmak hiçbir zaman gündeme gelmiyor. Ya da enerji yoğun sektörlerden oluşan bir ekonomi yerine, katma değeri yüksek ürün üreterek daha az enerji tüketimiyle aynı GSYH’yı elde etmek konuşulmuyor; en azından, Türkiye’nin talep tahminlerine yansımıyor diyelim. Hâlbuki bunun örnekleri var. Almanya 1990’da, 100 birim enerji harcayarak 100 birim GSYH üretirken, 2010’da 94 birim enerji harcayarak 131 birim GSYH üretir hale gelebildi, bunda da enerjinin verimli kullanılması çok önemli rol oynadı.X

Enerji verimliliği konusunda Türkiye’nin yapacağı çok şey var. Türkiye GSYH’da 1000 avro değerinde artış sağlamak için 233 kilogram eşdeğeri petrol (kgep) harcıyor. Aynı ekonomik büyümeyi Yunanistan 147, İsviçre 80, Almanya 141, İtalya 123 ve İrlanda 92 kgep ile gerçekleştirebiliyor.XI Kabaca söylersek, aynı ürün veya hizmeti Türkiye’de üretmek için Avrupa’daki birçok ülkenin iki hatta 3 katı enerji harcamamız gerekiyor. İşin daha da kötüsü, tüm dünyada enerjiyi daha iyi kullanma yönünde bir eğilim gözlenirken Türkiye’nin 1990’dan bu yana neredeyse hiç ilerleme göstermemesi. Türkiye, 1990’da 1000 avroluk GSYH katkısı için 242 kgep harcıyordu. İlgili tablolarda ekonomisi Türkiye’ye benzerlik gösteren Avrupa ülkelerinde, enerjiyi akıllı kullanma yönündeki değişim daha iyi görülebiliyor.

 
Daha az enerjiyle daha çok iş yapmanın sırrı ulaşımdan üretime, konuttan sanayiye kadar yapılan tercihlerde yatıyor. Daha verimli makinalar, yalıtımlı binalar, toplu ulaşım gibi örnekler çoğaldıkça enerji talebi azalacak; bu sayede talep yönetimine de giriş yapmış olacağız. Talebi yönetebilir, enerjiyi verimli kullanabilirsek, birçok santral projesine gerek olmayabilir ve ekonomik büyüme daha az enerji tüketerek gerçekleştirilebilir.

TÜRKİYE'DE BÜYÜMENİN KAYNAĞI TÜKETİM
Türkiye’de büyümeye iç talebin büyük oranda katkı yaptığını biliyoruz.XII Bu nedenle de hükümet nüfus artışını hızlandırmaya çalışıyor. Bireysel tüketim azalırsa büyüme de durur. Nüfusun artması tüketilen mal ve hizmetin artmasıyla büyümeye katkıda bulunuyor. 75 milyonluk nüfusuna rağmen Türkiye Cumhuriyeti hükümeti ailelere çok çocuk yapmaları için teşvik paketi hazırlıyor. Bunun nedeni, 2050’den sonra nüfusun azalacağının öngörülmesi.

2013 itibariyle, Türkiye’de kadın başına ortalama çocuk doğurma sayısı iki. Aşağı yönlü mevcut eğilim devam ederse 2023’te Türkiye nüfusunun 84 milyon 247 bin kişiye ulaşması bekleniyor. 2050’de 93 milyona ulaşarak zirve noktasını bulacak nüfus daha sonra düşüşe geçecek. 2023’te yaşlı nüfusun (65 yaş ve üzeri) 8,3 milyon olması bekleniyor. Bu da toplam nüfusun yüzde 10’una denk düşüyor. 2075’te ise yaşlı nüfusun oranı yüzde 27’yi geçecek.XIII Başbakan Erdoğan’ın artık tavsiyenin de ötesine geçen en az üç çocuk yapılması söylemi, yaşlanan nüfusun iç talebi sürdürecek alımda bulunamamasından kaynaklandığı düşünülebilir. Erdoğan’ın endişe etmesi gereken, 2075’te Türkiye’deki yaşlı nüfus oranının Avrupa’daki ülkelerin bugünkü oranlarını yakalaması değil; aksine, Türkiye ekonomisinin yapısal bir değişiklik gösteremeyerek 60 yıl sonra bile hâlâ iç talebe dayalı bir büyümeden medet umması olmalıdır. Korkulan yüzde 27’lik oran bugün Avrupa’nın birçok ülkesinde (İsveç, Portekiz, İngiltere, Avusturya, Finlandiya) yakalanmıştır.XIV Türkiye’nin büyümesinin inşaat, ticaret ve ulaşım gibi kalemler üzerinde yükselmesi çok çocuk aşkının kaynağı olabilir, ama bu ekoloji açısından sürdürülemez. Türkiye’nin biyolojik kapasitesi ve ekolojik ayak izinin karşılaştırması bize bunu söylüyor. Türkiye’de kişi başına düşen tüketimin Ekolojik Ayak İzi 2,7 kha (küresel hektar) ile kişi başına küresel biyolojik kapasitenin yüzde 50 üzerinde. Bir başka ifadeyle, dünyadaki herkes ortalama bir Türkiye vatandaşı kadar tüketirse 1,5 gezegene ihtiyacımız olacak. WWF (Doğal Hayatı Koruma Vakfı) ve Global Footprint Network (Küresel Ayak İzi Ağı) tarafından hazırlanan Türkiye’nin Ekolojik Ayak İzi raporundaki en çarpıcı veri ise şu: “Türkiye’de kişi başına düşen Ekolojik Ayak İzi’nin sabit seyrine karşın, tüketimin toplam ayak izi yüzde 150 büyümüştür. Bu büyümenin en temel nedeni, 1961-2007 yılları arasında Türkiye’nin nüfusunda olağanüstü artış yaşanmasıdır”.XV Türkiye’de uzun vadede bireysel tüketim miktarının çok değişmediğini, ama nüfus artışıyla tüketimin arttığını göz önünde bulundurduğumuzda (2000’lerde doğanların 1960’larda doğanlara göre daha çok tükettiğini de hesaba katmamız gerekiyor), tüketimle büyüyen Türkiye’nin çok çocuk ısrarını daha iyi anlıyoruz. Bunu anlamamız ekolojik yıkımı elbette azaltmayacak.

Rapordaki bir diğer veri ise daha da önemli. 1990’lara kadar ekolojik ayak izini biyolojik kapasitesine uygun bir seviyede tutmayı başaran Türkiye, 2002’den itibaren ekolojik ayak izini hızla arttırmaya başlarken biyolojik kapasitesi de 2006’dan sonra düşüşe geçiyor.XVI 2002’de iktidara gelen AKP’nin büyüme politikalarının hayata geçirilmesiyle ekolojik ayak izimizin büyümesini ve biyolojik kapasitenin düşmesini aynı çerçevede değerlendirmek gerekir. Görülen o ki, Türkiye’nin büyüme politikası enerji tüketimini arttırdığı gibi ekolojik sorunlara da zemin hazırlıyor. Üstelik, bu büyüme politikasının ve aşırı enerji tüketiminin sadece yerli kaynaklarla desteklenebileceği tezi de tartışmalı. Güney Kore gibi ithal enerjiyle ekonominizi yürütme şansınız her zaman var, ancak bu defa da ihracatı arttırmanız ve katma değeri yüksek ürünler üretmeniz gerekir. Bir başka yol daha var, sadece Türkiye için değil, diğer ülkeler için de çözüm olabilir. Sınırsız tüketimi sınırlı kaynaklarla karşılamaya çalışmak yerine, tüketimi sınırlayıp öncelikli ürünlerin üretimine izin vererek ya da silah sanayine sınırlar koyarak sorunu çözebiliriz. Çok mu radikal bir öneri? Dünyanın ortalama sıcaklığı 1,5-2,5 dereceden fazla artarsa, tüm bitki ve hayvanların yüzde 30’unun soyu tükenebilir. Şimdi bir daha soralım: Lüks arabalara, savaş uçaklarına kaynak ayırmamak çok mu radikal bir davranış olur?


Dipnotlar

I. T. C. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı 2010-2014 Stratejik Planı’nda bu oran yüzde 73, s. 22.

II. Türkiye Doğalgaz Piyasası Beklentiler, Gelişmeler 2012, Deloitte, s. 18.

III. T. C. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı 2010-2014 Stratejik Planı, s. 24.

IV. T.C. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı 2013 yılı Bütçe Sunumu, s. 70.

V. T.C. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, Dünyada ve Türkiye’de enerji görünümü sunumu, saydam 19.

VI. En son 12 Mayıs 2013 tarihinde http://www.enerji.gov.tr/index.php?dil=tr&sf=webpages&b =ruzgar&bn=231&hn=&nm=384&id =40696 adresinde görüldü. 48 bin MW, rüzgâr hızı 7 m/s’den fazla olan bölgelerde kurulabilecek kurulu güce işaret ediyor.

VII. TÜİK, Seragazı Emisyon Envanteri, 1990-2011.



VIII. En son 12 Mayıs 2013 tarihinde http://www.bloomberght.com/haberler/haber/1329715-turkiye-2012de--2-2-buyudu adresinde görüldü.

IX. “Yüzde 7 büyümeyi karşılayacak enerji potansiyeline sahibiz”. Dünya Gazetesi. En son 12 Mayıs 2013 tarihinde http://www.dunya.com/yuzde-7-buyumeyi-karsilayacak-enerji-potansiyeline-sahibiz-187752h-p2.htm adresinde görüldü.

X. Climate Protection and Growth (İklimi Koruma ve Büyüme), Federal Ministry for the Environment, Nature Conservation and Nuclear Safety (Almanya Çevre, Doğa Koruma ve Nükleer Güvenlik Bakanlığı), s. 13.

XI. Eurostat 2010 yılı verileri, 21 Mayıs 2013.

XII. Türkiye Ekonomisinde Büyüme ve Yapısal Sorunlar, BETAM Araştırma Notları, Derleyen Prof. Dr. Seyfettin Gürsel.

XIII. TÜİK, Nüfus Projeksiyonları 2013-2075, 14 Şubat 2013.

XIV. Eurostat, Projected old-age dependency ratio (Tahmin edilen yaşlı nüfusa bağımlılık oranı).

XV. Türkiye’nin Ekolojik Ayak İzi, WWF Türkiye ve Global Footprint Network (Küresel Ayak İzi Ağı), s. 7.

XVI. Türkiye’nin Ekolojik Ayak İzi, WWF Türkiye ve Global Footprint Network (Küresel Ayak İzi Ağı), şekil 9.