Artvin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Artvin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Hayaldi gerçek oldu

Özgür Gürbüz-BirGün / 6 Eylül 2024

Foto: Landon Parenteau on Unsplash
Orman yangınlarından sonra yanan alanların imara açıldığı, otel veya konut yapıldığı hep söylenir ama bunların hemen hemen hepsi aslında birer söylentiden ibarettir. Otel yapmak için yaktılar söylemlerinin aslı astarı yoktur diyebiliriz. Aksini gösteren tek örnek Bodrum Güvercinlikte’ki Titanic Otel’di. Ya da öyleydi demek lazım çünkü İzmir’deki son yangından etkilenen ormanlık alanın bir bölümü, 30 Ağustos 2024 tarihindeki “Cumhurbaşkanı Kararı” ile orman sınırları dışına çıkarılarak devlet eliyle inşaatçılara davetiye gönderildi. Hayaldi gerçek oldu…

Bu tehlikeli ve yanlış karar, 2018 yılında Orman Kanunu’na eklenen ‘ek 16. maddeyi’ tekrar gündeme getirdi. İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Orman Fakültesi, Öğretim Üyesi Prof. Dr. Doğanay Tolunay, ek 16. maddeye dayanarak yapılan uygulamalar sonucunda orman kaybının 3 bin 500 hektarı bulduğuna dikkat çekiyor ve bu maddenin iptal edilmesi gerektiğini söylüyor. Rakamın büyüklüğünü anlamak için şöyle bir kıyaslama yapabiliriz. 2015 yılında tüm Türkiye’de yangınlar sonucu kaybedilen alan 3 bin 219 hektardı.

İzmir’deki durum da oldukça ilginç. 2020 yılında 375 hektarlık bir orman alanı, ek 16. madde ile bir gecede orman alanı dışına çıkarılıyor. TMMOB dava açıyor, Danıştay, usulen hata bulduğu için yürütmeyi durdurma kararı alıyor ama mahkeme devam ederken inşaat sürüyor ve Bayraklı’daki alanın büyük bir bölümüne şehir hastanesi ile TOKİ evleri yapılıyor. Devlet kendi mahkemesinin sonucu bile beklemiyor. 30 Ağustos’ta yayımlanan Cumhurbaşkanı Kararı da aslında bu alanı yeniden hukuken güvence altına almak için çıkarılıyor. Ancak kararda 95 hektarlık, son İzmir yangınında yanan ormanlık alan da var. Prof. Tolunay, en azından bu 95 hektarın karardan çıkarılması gerek diyor çünkü bu yanan ormanların başka bir amaçla kullanılmasının önüne geçen Anayasa’nın 169 maddesini de ihlal ediyor. 

Ormancılar Derneği de işin bir başka boyutuna dikkat çekti. Söz konusu alan 1995 yılında üzerinde orman örtüsü olmadığı için büyük bir sele ev sahipliği yapmış, selleri önlesin diye özellikle ağaçlandırılmış. Bir daha sel olmasın diye ağaçlandırılan alan şimdi yeniden ağaçsız bırakılıyor ve binalandırılıyor. Sele, gel de bizi vur deniyor. TMMOB da bunun benzer yeni felaketlerin önünü açacağı uyarısında bulunuyor. Buna çılgın proje denmez de ne denir? Ne devlet hafızası kaldı ne hukuk ne de plan. Varsa yoksa rant.

***

Tüylerimizi diken diken eden bir başka olay da Artvin’de yaşandı. Borçka ilçesinde önce taşocağı, o olmayınca ‘konaklamalı mesire yeri’ yapılarak şirketlere peşkeş çekilmek istenen doğa harikası Cankurtaran bölgesini korumak isteyen Reşit Kibar öldürüldü. Artvin Valiliği’nin açıklamasına göre katil Muhammet Ustabaş, cinayeti şirket çalışanlarından F.M.’nin aracında bulunan ruhsatlı silahla işlemiş. Ustabaş’ın şirketle ilişkili olduğu iddiaları var. Ustabaş’ın şirket çalışanı F.M.’nin silahının nerede olduğunu bilecek kadar şirkete yakın biri olduğu kesin. Köyün eski muhtar adayı Ustabaş, iki kişiyi de yaralıyor. Yeşil Artvin Derneği Başkanı Neşe Karahan’ı aradım. Karahan, Reşit Kibar’ın hedef alınan diğer kişilerin önüne geçtiğini, Ustabaş ile de aynı köyden olduğunu, komşu olduklarını söylüyor. Jandarmanın neden müdahale etmediğini de sorguluyor. Karahan söz konusu bölgenin daha önce ağaçlandırıldığını da sözlerine ekliyor. İzmir’deki gibi daha önceden ağaçlandırılan alan şimdi yapılaşmaya açılıyor. Cinayet sonrasında projenin sahibi Yapısoy Beton projeden çekildiğini açıklasa da Karahan, “Bu iş artık boyut değiştirdi, tehlikeli bir boyuta vardı” diyor. Daha fazla söze gerek var mı?

Artvinli ne yapacak

Özgür Gürbüz-BirGün/2 Nisan 2018

Bir hafta önce Artvin’deydim. Prof. Dr. Ali Demirsoy, Prof. Dr. Doğanay Tolunay ile birlikte Cerattepe’deki son durumu değerlendiren bir panelde birlikteydik. Artvin dağın yamacına tutunmuş bir kenti andırıyor. Ortasında durup aşağıya baktığımda Deriner Barajı’nın doğada açtığı izleri görebiliyordum. Büyük bir hafriyat alanı; yollar, delinmiş tepeler vardı. Yukarısı ise adeta madene tahsis edilmiş. Neredeyse gördüğüm her ağaç ve toprak maden sahası içinde kalıyordu. Kısacası, aşağısı baraja, üstü madene verilmiş bir kent Artvin. Artvinli iki inşaat arasında yaşamaya itilmiş. Yakında kentte sadece maden ve baraj işçileri kalırsa şaşırmamalı. Niyet de o sanki. “Yeşil Artvin” diyenler dışarı, “beton Artvin” diyenler içeri…

Panelin yapılacağı salon hıncahınç dolmuştu. Gaziler, çocuklar, kadınlar; gelecek kaygısı taşıyan yüzlerce kişi vardı. Yıllarını bölgede araştırmalar yaparak geçirmiş Ali Demirsoy, Artvin ve Çoruh Vadisi’nin zengin biyolojik çeşitliliğini anlattı ve Cengiz Holding tarafından işletilen bakır madeni çalışmaya devam ederse bu doğal hazineyi kaybetme riski olduğunun altını çizdi. Doğanay Tolunay ise konuşmasında ÇED raporunda es geçilen iki tehlikeye dikkat çekti. Bölgedeki sert kaya oluşumlarında çatlaklı yapılar olduğuna dikkat çeken Tolunay, patlatmalar veya çalışmalar nedeniyle çatlakların kapanıp madende su birikmesine yol açabileceğinden, tersi bir durumda ise çatlakların genişleyerek madenden gelen suların yer altı sularına karışabileceğinden bahsetti. Bir başka risk ise bölgede birikmiş taşlı toprakların (kolivyal) maden faaliyetleri nedeniyle heyelanlara neden olması. Açıkçası, hem kaybedeceklerimizin hem de riskin büyüklüğü tüylerimizi diken diken etti.

Panel sonrası gelen soruların merkezinde bundan sonra ne yapılacağı vardı. İptal ettirilen ÇED raporları yeniden çıkarılmış, bilimsel raporlar hiçe sayılmış, alınmış hukuki kararlar mahkeme heyetleri değişince boşa çıkmış, Artvin halkının eylem ve gösterileri ise OHAL bahanesiyle engellenmiş durumda. Halk madene karşı ama toplantı yapacak salon bulamıyor. Haliyle hukukun siyasete, bilimin ticarete esir düştüğü bir noktada soruyor; şimdi ne yapacağız? Bu sorunun yanıtı Artvin’i aşıyor. Artvin’i korumak sadece Artvinlilerin meselesi olmaktan çıktı ve Türkiye’de siyasetin değişmesiyle hallolacak bir mesele haline geldi.

***
Doğa katliamı sandıkta cezalandırılmalı
Türkiye’de çevre mücadelesi hep sandıktan uzak yapılır. Siyaset işin içine karıştırılmaz. Dünyada iktidar ortağı olmuş yeşil partiler varken, iklim değişikliği veya enerji konusunda çevreci fikirler dünyadaki ekonomi ve sosyal politikaların belirleyicisi olmuşken, çevrenin, doğa korumanın siyasetten dışlanması elbette garip ama Türkiye’de bu böyle.

Politika ve çevreyi ayrı tutmanın bazı gerekçeleri de var. En önemlisi de işin içine parti girince çoğu insanın çevrenin siyasete alet edildiğini düşünmesi. Mücadelenin bir partinin çıkarlarına hizmet etmesinden veya kullanılmasından hep korkuldu. Bu nedenle de doğa koruma gibi aslında tamamen siyasetin konusu olan bir mücadele, Türkiye’de politikaları doğrudan etkileyen araçlar kullanılmadan yapılıyor. Sandıkla hareket arasındaki çelişki de buradan doğuyor. Herkes HES’e karşı ayakta ama iş sandığa gelince oyları HES’e onay veren parti alıyor.

Bu “siyasetsizlik” tercihi, yargının, üniversitelerin ve medyanın kısmen de olsa bağımsız olduğu süreçte işe yarayabiliyordu. Biliyoruz ki artık ne yargı, ne üniversiteler ne de medya bağımsız. Bu yüzden siyaset dışındaki çevre hareketi, sandığı araçlarından biri yapmayı artık daha ciddi bir şekilde düşünmek zorunda. Elbette bu iş, “şu parti madene, baraja, santrala evet diyor, bu parti ise demiyor oyları ona atalım” diyerek yapılmamalı. Mesele, parti adı vermeden, “köyümüze, kentimize bizim istemediğimiz barajı, madeni, santralı yapana biz oy atmayız” diyerek anlatılmalı. Çözüm için bir partiyi göstermek doğru olmayabilir ama katil belliyse, adını söylemek için filmin sonunu beklemenin de bir anlamı yok.

Doğa katliamına izin verenler sandıkta cezalandırılmalı. Mücadele içindekiler de artık korkmadan, “senin yaşamına kastedene, seni dinlemeyene oy atma” demeli. Yaşamdan öte bir şey yok, korumak için de elimizdeki en etkin araç önümüzdeki seçimler. 

Yeni yılda yaşamı savunmak için birlik olma zamanı

Özgür Gürbüz-BirGün/30 Aralık 2016

Bir takvim yılını daha geride bıraktık. Yeşilin dostlarının ısrarla hatırlattığı gibi, “doğada pazartesi yoktur.” Dolayısıyla doğada hafta, ay veya yıl da yok. Yaşam, müdahale edilmedikçe kendi takviminin yapraklarını birer birer koparıp, sonsuzluğa bırakır. O takvime müdahale eden de genelde insan olur. 2016’ın son yazısında, canlıların yaşama hakkını tehdit eden neler yapılmış, bu yapılanlara karşı nasıl direnilmiş hatırlamakta fayda var. Hatırlarsak, 2017’de takvimin yapraklarına uzanan elleri durdurmak için yeni mücadele yöntem ve araçları bulmamız da kolaylaşır.

2016’ya hava kirliliği haberleriyle başlamıştık. Kış aylarında hem sokakta hem de medyada hava
kirliliğini konuşmaya devam ettik. 81 ilin 80’inin havasının Dünya Sağlık Örgütü’nün kıstaslarına göre kirli olduğunu ve Türkiye’de her yıl 32 bin kişinin bu soruna bağlı nedenlerle öldüğünü öğrendik. Ulaşım, çarpık kentleşme ve kömür kaynaklı bu sorun giderek daha tehlikeli bir hal alıyor. Enerjide kömürü, ulaşımda otomobilleri ve yerleşimde büyük kentleri tercih eden yöneticiler yüzünden önümüzdeki yıllarda hava kirliliği sorunu daha da büyüyecek. Bu sorunu çözmek için hava kirliliğiyle ilgili ölçümlerin doğru yerlerde, doğru parametrelerle ve yeterli sıklıkta yapılmasını, dünya standartlarının Türkiye’de de kabul edilmesini ve şeffaf bir şekilde paylaşılmasını talep etmeliyiz. Dünyada dizel araçlara getirilen kısıtlamalara, tek-çift plaka uygulamalarına da dikkat. Türkiye’de sektörü koruma adına bu tedbirler hiç konuşulmuyor, konuşulması için kitlelere ulaşan kampanyalar şart.

2016’da yerelde yaşam hakkını koruma mücadeleleri de sürdü. Mevcut otoriter rejimin baskısına rağmen insanlar yaşam alanlarını maden, enerji santralı, havalimanı ve yol gibi sadece rantı öne çıkaran projelere karşı savunmaya devam ediyor. Artvin’deki maden projesine karşı mücadele OHAL koşullarında sürüyor. Artvin’de hukuk da büyük darbe aldı. 2014’te alınan, madenin işletilmeyeceği yönündeki karar 2016’da hiç oldu. Artvin’in büyük çoğunluğunun madene karşı çıkması, geçmiş hukuki kararlar hiçe sayılarak, fiili direniş çevrecilerin önüne konulan tek seçenek oldu. Sokağa çıkan çevrecileri olay çıkarmakla suçlayanlar demokratik hakları gasp ederek yaşam savunucularına başka seçenek bırakmadı. Artvin, bundan sonraki yıllarda çevre direnişlerinin ne gibi hukuksuzluklar ve baskılarla karşı karşıya kalacağını gösteren yeni bir dönüm noktası oldu. Artvin’de gördüklerimiz Akkuyu Nükleer Santral projesinin ÇED raporuna yapılan itirazda, Bartın’da tekrar alevlenen termik santral karşıtı mücadelede ve benzerlerinde gördüklerimizden farklı değil. Türkiye’de çevre mücadelesinin aslında ne kadar güçlü olduğu Artvin ve Amasra’daki yerel hareketlerde görülüyor. Tek yapılması gereken, tüm bu mücadele gündemlerini bir yerde toplamak ve en azından belli bir süre boyunca herkesin o konuya odaklanması. O zaman başarılı olma şansımız var. Termik, nükleer, HES ya da maden, dert aslında yaşama sahip çıkmak.

İstanbul’un kalan son yeşil alanlarını ve müştereklerimizi tehdit eden rant temelli saldırılar 2016’da da devam etti. Cihangir’deki Roma Parkı, Yedikule Bostanları, Belgrad, Validebağ ve Parkorman’ı talan projeleri… Sadece İstanbul değil elbette. Her kentte, kentleşen her yerde bu sorun var. Görülen o ki, müştereklerin korunması için o parkın, bahçenin etrafındakilerin birleşmesinin ötesinde, tüm kentteki müşterek alanları korumak için bir çatı altında birleşmek gerek. Kuzey Ormanları Savunması, İstanbul Kent Savunması bu çatılara örnek gösterilebilir. Bir kurumun konudan konuya geçerek mücadele etmesi yerine, farklı kurumların bir meseleye sahip çıkmaya çalışan çatılar altında birleşmesi 2017’de işleri kolaylaştırabilir.

2016’nın tüm çevre sorunlarını bir makaleye sığdırmak mümkün değil ama yukarıdaki örneklerden de görüldüğü üzere 2017’de mücadele örgütlü ve birlikte olmak zorunda. Tecavüz yasasında olduğu gibi, muhalif grupların doğru zamanda bir konuya odaklanması şu içinde bulunduğumuz durumda bile kötü gidişatı durdurabiliyor. Çevre konularında da bunu yapabiliriz. Kurumların farklı konularda uzmanlaşması devam etmeli, bilgi birikimi için bu olmazsa olmaz ancak bu uzmanlıkların eyleme döküldüğü yer konuyla ilgili tüm kurumların oluşturduğu ortak platformlar olmalı. Güçlü bir medya ve sosyal medya desteğiyle talan peşinde koşanlara geri adım attırılabilir.

Çok elden çıkan tek bir sesin dünyayı değiştirebileceğini hiç unutmayın.

Bilirkişi kim?

Özgür Gürbüz-BirGün/18 Mart 2016

Cerattepe’deki sorunlu maden projesinde keşif günü geldi geçti. Rize İdare Mahkemesi tarafından oluşturulan bilirkişi heyeti üç gün önce maden sahasını inceledi. Yeşil Artvin Derneği öncülüğünde 751 gerçek ve tüzelkişinin müdahil olduğu, 61 avukatın sahip çıktığı ÇED iptal davası kapsamında bilirkişi raporu önemli bir yer tutuyor. Bu rapor mahkemenin kararında belirleyici olacak.

Buraya kadar her şey normal gözükebilir ama değil çünkü bir süredir ülkemiz ‘normal’ değil. Öyle olsaydı, Artvinliler gece gündüz eylem yapmaya devam etmez, evinde oturur mahkemenin sonucunu beklerdi.

‘Normal’ bir ülkede yaşasaydık 2014 yılında Rize İdare Mahkemesi’nde kazanılan dava sonucunda maden projesi çoktan sonlandırılırdı. Olmadı, şirketin bu karara ettiği itiraz Danıştay’dan dönünce proje biterdi. Hukuk bu ülkede normal bir şekilde yürüseydi, daha iki yıl önce iptal edilmiş ÇED raporunu göre göre, yeni bir ÇED raporuyla kapıyı çalan şirkete güle güle denirdi. Cengiz evine döner, Artvinli ormanda kutlama yapardı.

Türkiye’de her şey akla, fikre, demokrasiye uygun olsaydı 25 yıldır madeni istemediğini söyleyen bir halkın isteği, her türlü çıkarın üstünde tutulurdu. Orada yaşayan halka rağmen, bir şirketin cebini dolduracağı projeye yeşil ışık yakılmaz, hepimizin vergileriyle çalışan asker, polis hakkını arayan halkın değil, hukuku tanımayan, mahkeme kararı beklenmeden alana yerleşmeye çalışan şirketin önünde dururdu. O şirketin bu cesareti nereden aldığı araştırılırdı.

Bu ülkede insanlar Başbakan’a, mevcut hükümete, hukuka, bilirkişiye güvenini yitirmemiş olsaydı, bilirkişi heyetini yollara dizilerek, ellerinde ‘madene hayır’ atkılarıyla karşılamazdı. Halk oylamasında altın madenine yüzde 100’e yakın hayır diyen Bergama’da maden açılmasa, televizyonlar ve gazetelerin hemen hemen hepsi iktidarın propaganda bültenine dönmese, taraflar buralarda tartışabilse 92 yaşındaki Erzade Yakıntaş, gaz yemeyi göze alarak toprağını savunmak için yollara dökülmezdi.
Bu ülkede tarım arazilerine binalar dikilmesin diye kamu spotları hazırlayanlar, tarım arazilerini eş-dost şirketlere peşkeş çekmese kimse Artvin’de, Gerze’de, Yırca’da günlerce nöbet tutmazdı. Öyleyse doğru soruyu soralım, bu ülke neden böyle? Son 14 yılda bu ülkede ne değişti de insanlar hakkını aramak için belki de 1980 darbesinden bu yana hiç olmadığı kadar sokağa çıkmaya başladı?

Hukuk hiçbir zaman tarafsız değildi; kabul. Şirketler her zaman iktidar tarafından kollanırdı; ona da kabul. Medya da hep reklam vereni maça 1-0 önde başlatırdı. Bunu da biliyoruz ama bugün durum eskisiyle kıyaslanamayacak derecede farklı. Hukuk hükümetin, şirketlerin aleyhine karar verdiğinde ülkeyi yönetenler çıkıp, “o kararı tanımıyorum” demezdi. Şirketler her zaman iktidara yakın olmaya çalışırdı ama iktidarın projelerinin adeta bir parçası, ortağı olmazdı. Medya reklam verene iki sütun yer veriyorsa bir sütun da karşısındakine söz verirdi. Açık oturuma olurda, muhalefetin söz hakkı vardı. Çamur atmak, yalan söylemek birkaç istisna dışında gazetecilerin(!) işi değildi.

Anayasa’nın 56. Maddesi, ‘Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek devletin ve vatandaşların ödevidir’ diyor ama bu ülkede Anayasa’nın bağlayıcılığı en üst düzeyden tartışılıyor. Siz bu durumda Artvin’deki çevreciye hukuka, hükümete ve devlete güvenmediği için kızabilir misiniz? Kızamazsınız. Bugün Anayasa’nın 56. maddesine dayanarak çevreyi koruyan bu ülkenin yurttaşları, 56. maddeyi görmezden gelenler ise bu ülkenin yönetenleridir. Halihazırda kanun koyucu da, bilirkişi de, hakim de, savcı da toprağına sahip çıkandır. Bu insanlara terörist, bozguncu yakıştırmaları yaparak çevre hareketini baltalamaya çalışanlar, güçleri yetiyorsa, kamu düzenini gerçekten bozanları, yasaları tanımayanları, mahkeme süreci bitmeden inşaata başlayanları yaptıkları haberlerde ifşa etsinler.

Sokaklar, her demokratik ülkede hak aramanın, soruna işaret etmenin adresidir kimse bunu engelleyemez. Türkiye’deki sorun, ülkenin içinde bulunduğu durum nedeniyle bilimin, hukukun hakkını aramak, bağımsızlığını sağlamak için halkın sokağa çıkmak zorunda kalmasıdır. Devletle halkın uyuşmazlığında başvurulacak bağımsız hukuk ve bilimin olmaması da bu ülkeyi yönetenlerin suçudur.

Ağaçlar insan öldürmez

Özgür Gürbüz-BirGün/19 Şubat 2016

Anadolu’da ebemkuşağıyla (gökkuşağı) ilgili bir inanç var. İsmet Zeki Eyüboğlu, Anadolu’nun İnançları kitabında anlatır. Yüksek yaylalardan bakınca ebemkuşağının bir ucunun ırmak ya da denizde, diğer ucununsa dağın ötesinde olduğu düşünülür. Bu durumu görenler, “gök ırmaktan su çekiyor” der. Bu durum yağmurun habercisi kabul edilirmiş. Eyüboğlu, eski dinlerde ebemkuşağını görenlerin dua ettiğini de yazıyor.

Bugün Artvin Cerattepe ebemkuşağının gökteki ucudur. Diğer ucu, Artvin’de açılmak istenen madene karşı verilen direnişe omuz veren tüm kentlere; İstanbul’a, İzmir’e, Trabzon’a dek uzanır. Cerattepe’nin ağaçlarına göz kulak olan göğün aradığı su, Türkiye’nin dört bir yanından Artvine’e selam duran bin bir renkli direnişten toplanır. Türkülerle, sloganlarla ağaçların köklerine usulca bırakılır. Sosyal medyada paylaşılan mesajlar yaprakların bereketi, göğün renkleri, kuşların cıvıltısı için edilen dualardır. Anadolu’nun yozlaşmamış inancı doğa sevgisidir. Yakılan her direniş ateşinde ebemkuşağı görülür.

Ebemkuşağı kendini Cerattepe’de bir kez daha gösterdi. Jandarmanın dipçiği, polisin gazı, bakanların gazabı ebemkuşağını karaya çaldırmaz. Altının sarısı gökyüzünde kırılan renklerin yanında bir hiçtir; adı anılmaz. Ağaçlar dik durarak direnir. Onurlu bir direniştir onlarınkisi, para için ruhunu satan insana, emir kulu olana, dalını kaldırmadan yüreğiyle seslenen bir direniş. Çevrecilerin direnişi ne zaman ağacınkine benzer; eli kalkmaz, sesi kötü laf etmez, o zaman başarıya ulaşır. Ne zaman yüreğiyle karşı durur gaza, plastik mermiye, yalana ve talana; o zaman gök kuşağının ucundan bereketin kaynağı suyu toplamaya başlar. Ne zaman anlar ki beton değil ayağını bastığı toprak onun evidir, o zaman mücadeleyi kazanır. Bir renk olur ebemkuşağında, bir ucu dağda bir ucu denizde.

Ağaçların hırsı yoktur, başka bir canlıyı incitmez. Kısası, uzunu; boduru tombulu vardır ama yalancısı, talancısı, katili, hırsızı yoktur. Paraya, altına, parfüme tenezzül etmez güzelleşmek için. Bir dal, birkaç yaprak ama hepsi doğal. Ne zaman insan bir ağaç olur, o zaman gerçekten hayata tutunur. Ne zaman insan ağacı anlar, bileğinde altın değil bir başka dal yani dostun elini arar o zaman yaşamaya başlar.

Cerrattepe, Türkiye’nin el değmemiş ormanlara açılan kapısı. Artvin’de yaşayanların su kaynağı burası. Buranın hiç kimse için temel bir ihtiyaç olmayan altın ve bakır için yok edilmesi kabul edilemez. Bir şirket zengin olsun diye Türkiye’nin ortak mirasına dozerler giremez. Orada yaşayanların itirazları göz ardı edilemez. Cengiz Holding istiyor diye, ÇED raporunun iptali için süren dava sonuçlanmadan, mahkemenin gerekli gördüğü keşif heyeti beklenirken inşaata başlanamaz. Bu davanın, aralarında Türkiye Barolar Birliği, TMMOB, TEMA Vakfı gibi onlarca sivil toplum örgütünün de bulunduğu 761 davacısı var. Bu devleti devlet yapan onlarca kurum, bu ülkenin bakanını bakan yapan binlerce insan birleşmiş bir ağaç olmuş dozerlerin önünde duruyorken, davanın kararını vermek Mehmet Cengiz’e düşmez. Kar kış demeden o dağlarda nöbet tutan ağaç yürekli insanlar, yapraklarında ebemkuşağının ışıklarını parlatırken bize ancak bu destanı anlatmak, bu ülkeyi yönetenlere de, “bir hata ettik affedin” demek düşer.

Unutmayın, ağaçlar insan öldürmez. Bomba koymaz. Tuzak kurmaz. Nefret etmez. Kentlerde gördüğümüz gürültü, kavga, gülmeyen yüzler hep azalan ağaçların eseri. Parasız sahip olabildiğin mutluluktur ağaç. Her şeyin parayla satıldığı toplumlarda kötü örnek olduğu için kesilir. Kadınların katli, tecavüz, silahlı çatışma, cesetlere işkence, gece baskınları ağaçları görmeyen, sevmeyen insanların eseridir. Ebemkuşağının yedi rengini tek bir renk gibi görenlerin günahlarıdır bunlar.

Ağaçlar çocuk gibidir, masum ve mutlu. Onlara tüm kötülükleri büyükler gösterir. Çocuklar altını, parayı, nefreti, dövmeyi ve öldürmeyi bilmez. Şimdi, hele de Ankara’da patlayan bombalardan, yitirilen canlardan sonra hep birlikte “çocuklar ölmesin” deme zamanıdır. Çocuklara ve ağaçlara, yani geleceğimize sahip çıkma günü geldi. Sırat Köprüsü dediğin de zaten budur. Şiddetin etrafını cehennem gibi sardığı bu günde, incecik kalan barışın yolundan gitmek, barıştan yana ne varsa sahip çıkmak verilecek en büyük sınavdır. Ağaca, kuşa ve çocuklara sahip çıkanlar elbet kazanır. 

Haftanın anketi   
Bu hafta Twitter’daki mini anketimizde ‘Artvin’in en değerli hazinesi nedir’ diye sorduk. Yanıt veren 100 kişinin 93’ü doğası derken, 7 kişi altın dedi.

Yeni doğan çocuğa altın takılmaz

Özgür Gürbüz-BirGün/3 Temmuz 2015

Artvin Cerattepe’de dostlar 20 yıldır madencilere karşı nöbet tutuyor. Artvin’in içme sularını sağlayan Cerattepe’de, Mehmet Cengiz’e ait Özaltın şirketi bakır madeni açmak istiyor. Aynı bölgede altın da var. Bakıra izin verilirse altın madeni de kapıda. Mehmet Cengiz’in hükümetle ilişkisini anlatmaya gerek yok. Mevcut yönetim Artvin’in tüm içme suyunu zehirleyeceğini bilse bile Cengiz’e hayır demez. Artvin Valisi şimdiden Cengiz’e devlet desteği sağlamışa benziyor. Mehmet Cengiz’in yazmaya elimin gitmediği meşhur ‘vecizesi’ Artvinlileri de kapsıyor olmalı.

Bilin ki bu işte bizim de payımız var. İnkar etmeyelim. Geçen hafta gittiğiniz düğünde taktığınız altın bilezik, yeni doğan bebeğin beşiğine iliştirdiğiniz çeyrek altının masum olduğunu düşünmeyin. Bugün Dersim’in Ovacık ilçesindeki Havaçor Vadisi’nde yine altın madeni açmak için hazırlık var. Nedeni, o sarı metale verdiğimiz değerden. İzmir’in tek temiz su havzasında, Efemçukuru’nda altın çıkarılıyorsa, Bergama’nın bereketli ovalarında altıncılar her türlü hukuk kararına rağmen hüküm sürüyorsa, bu işle ilgimizin olmadığını düşündüğümüz için.

Bir altın madencisine altının ekonomiye katkısını sorun. Size ballandıra ballandıra anlatır. Altın olmazsa herkesin işsiz kalacağını, ekonominin batacağını söyler. Cep telefonunuzdan, bilgisayarlara altın kullanıldığından bahseder. Halbuki çıkardıkları altının büyük bir bölümü süs eşyası ya da yatırımcılar içindir.

Televizyonlar, elektronik aletler için bize altın lazım diyenlere kanmayın. 2014 yılındaki 4 bin 410 tonluk altın talebinin sadece 346 tonu (yüzde 8’e yakını) teknoloji alanında kullanıldı[1]. Geçen yıl tüm dünyada geri kazanılan altın miktarının bin 175 ton olduğunu düşünürseniz, elektronik aletler için gerekenin üç katı miktarda altının sadece halihazırda çıkarılmış altınlardan karşılanabileceğini görürsünüz[2]. Yeni altın madeni açmadan hatta mevcutlarını kapatarak bile bu ihtiyaç karşılanabilir. Sadece merkez bankalarının altın rezervleriyle, yatırımcıların ellerindeki altınların bu talebi 180 yıldan fazla karşılamaya yeteceği söyleniyor[3]. Dünyada bugüne kadar çıkarılmış altın miktarı hesaba katılırsa bu süre 450 yılı bulabilir[4]. Yeni altın çıkarmadan tıptan, elektroniğe tüm gerekli altın ihtiyacını karşılayabiliriz. Bugün gördüğünüz tüm altın madenlerinin asıl nedeni şirketlerin size bilezik, kolye ve çeyrek altın satıp kâr etmek istemesi.  

Artvin’de 20 yılı bulan direniş sizi şaşırtmasın. Altıncılar bir kez ortaya çıktı mı kolay kolay gitmez. Dersim’deki maden hikayesi de farklı değil, yıllardır bir hayalet gibi Ovacık’ın üzerinde dolaşıyor. Halk kovuyor, şirketin adı, sahibi değişiyor ve altın madeni kabusu geri geliyor. Bergama’da da öyle olmadı mı? Alman vakıflarından girip, cemaatten çıktılar ve madeni güzelim topraklara kondurdular. Komplo teorici milliyetçileri kandırdılar, karşı çıkan çevrecilere saldırdılar. Bu süreç içinde kimse çıkıp, “yahu, kimin bu altına ihtiyacı var” diye sormadı. Şimdi Ege’nin bereketli toprakları kimyasal atıklarla, siyanürle iç içe yaşamak zorunda.

Altın denen illetten bir an önce uzaklaşın. Hediye mi alacaksınız? Koyun altın ederi parayı bir zarfa uzatın gelin ve damada. Olmadı adlarına fidan dikin, evlerine bir eşya alın, hediye çeki verin. Altını yastık altına atan ve süs için kullananlar arasında Hindistan, Çin, Türkiye ve Orta Doğu ülkelerinin başta geldiğini unutmayın. Çözümün parçası olun.

Boynunuzda, bileğinizde ve parmağınızda o sarı bela olmadığında daha güzelsiniz. Bebeklere, yeni evlilere altın takıp hepimizin geleceğiyle oynamayın.
 

[1] Dünya Altın Konseyi.
[2] Dünya Altın Konseyi.
[3] Earthworks.
[4] ABD Jeolojik Araştırmaları Kurumu.

HES’ler: Büyük felaket, büyük kötülük

Söyleşi: Semahat Sevim-Özgür Gürbüz-Perspectives/Nisan 2013

Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, Türkiye’de bin 500 adet hidroelektrik santral (HES) projesi [1]. Başvuruların sadece dörtte birinin tamamlanması bile Türkiye’deki çevrecileri ayağa kaldırmaya yetti. Ayağa kaldırmaya yetti diyoruz çünkü son birkaç yıldır Türkiye’de en çok tartışılan konulardan biri HES’ler. HES’lere karşı eylemler yapılıyor, güvenlik kuvvetleriyle karşı karşıya geliniyor ve projelerin iptali için yüzlerce dava açılıyor. HES’lere karşı mücadele etmek zorlu bir süreç. Bu süreçten galip çıkanlar da yok değil. Perspectives okurları için Artvin’in Şavşat İlçesi Meydancık Beldesi’nde kurulmak istenen HES’lere karşı mücadele eden ve santral projelerini iptal ettirmeyi başaran yöre halkıyla konuştuk. Karşı çıkış nedenlerini, nasıl mücadele ettiklerini sorduk. Türkiye’deki çevre hareketinin önemli bir parçası haline gelen HES karşıtı mücadeleyi onlardan dinledik.

***
Önce bize beldenizi biraz anlatır mısınız, Artvin’in neresinde?
Dursun Sevim: Şavşat Meydancık Beldesi. Papart Vadisi Karçal dağlarının devamında. Rize’de Kaçkar dağları var, Artvin’de de Karçal dağları.

HES kurulmak istenen derenin adı nedir?
Dursun: Papart Göknar Deresi. Bu bir taraftan Gürcistan’a kadar ulaşıyor. Vadinin başlangıç yeri Gürcistan sınırı.

Vadi devam ediyor yani.
Dursun: Vadi devam ediyor ama bize gelen sular ayrı. Yukarıdaki dağlardan bir kısmı bize geliyor işte.

Peki bu dere sizin oturduğunuz Meydancık Mahallesine ne kadar uzakta?
Dursun: Köyün ortasından geçiyor. Karçal dağlarında, Papart Vadisi’nden, yaylalardan doğan bu sular, Göknar deresi adı altında akarak Artvin’de su kavuşumu dedikleri yerde Çoruh’la birleşiyor. Şimdi Papart vadisinden gelen bu su sekiz köyün ortasından akıyor. Çoruh’un bu Göknar deresinin sağında solunda köyler var. Meydancık Beldesi Mısırlı, Taşköprü, Meydancık, Balıklı mahallelerinden oluşuyor. Bu mahallelerin ortasından Göknar deresi akıyor, sekiz HES de bu derenin üzerinde kurulmak isteniyor.

Hepsini aynı firma mı yapıyor?
Servet Ekin: Hayır. EBARA şirketi dört tanesini yapıyor. Öbürleri birer tane.

Yabancı bir şirket mi?
Servet: EBARA Elektrik Üretim A.Ş. Asıl sahibi Japon. Ama taşeron şirket Rize’de.
Dursun: Şimdi süreç şöyle işliyor. Çevre ve Orman Bakanlığı, Devlet Su İşleri projeleri hazırlıyor. Bazen Elektrik İşleri Etüd İdaresi de hazırlıyor projeyi. Projeler Devlet Su İşleri tarafından internetten ilan ediliyor. Firmalar talip oluyor. Bir de firmalar proje hazırlayıp Devlet Su İşlerine başvurabiliyorlar. Bu başvuru üzerine ihaleye çıkılıyor. İhaleye çıkarılması da öyle birdenbire olmuyor tabii. ÇED raporunun da hazırlaması gerekiyor. Halkın katılımı toplantılarının yapılması gerekiyor.

Burada HES yapılacağını ne zaman, nasıl duydunuz?
Servet: 2008’de. Dört köyün merkezinde bir kahve var, insanlar genelde orada toplanır. Ben bir gün o kahvede arkadaşlarla otururken kahveye iki yabancı geldi. Merhabalaştık. Birisi mühendis, Arhaviliyim dedi. Arhavi Artvin’in bir ilçesidir. Ben de Arhavi de öğretmenlik yapmıştım. Arhavi’yi iyi tanıyorum, çalıştığım köyü sordum. Ben o köylüyüm dedi. O köyden benim hatırladığım isimleri sordum. Biraz bocaladı. Yalan söylediğini sonradan anladım.

HES’ler: Büyük felaket, büyük kötülük
Servet: Arhaviliymiş ama benim çalıştığım köyden değilmiş. Bize, buraya bir şelale aramaya geldik dedi. Bize bir şelale lazım, doğal şelale dediler. Ne yapacaksınız diye sorduk. Elektrik üreteceğiz dediler. Bir de rüzgardan elektrik üreteceklerini söylediler. Bu konuşmayla süreç başlamış oldu.
Dursun: Önce suyun üzerine debi ölçer aletler koydular. Bundan kuşkulandık ama kimseden bilgi alamadık.
Servet: Bu ortaya çıkıncaya kadar, o suları elimizden herhangi bir kimse alır diye aklımızdan geçmezdi. Kimse böyle bir ihtimali düşünmüyordu. Su devamlı akıyor, içinde balıklar yaşıyor, insanlar yüzüyor; her şey gayet güzel. Daha sonra projeler yavaş yavaş meydana çıkmaya başladı. Niyetleri HES’ler yapmakmış ama biz burada HES yapacağız, suları kanala alacağız, bu derelerdeki sular bir daha böyle akmayacak, ya az akacak ya hiç akmayacak gibi bir şey söylemediler. Şelaleden düşen suyun enerjisinden faydalanarak elektrik üreteceğiz dediler. Birkaç ay sonra yine geldiler, HES’ler yapacağız, bunları 49 yıllığına biz devletten kiraladık dediler. Sonbahardan sonra insanlar büyük kentlere gittikleri için buralarda az insan kalır. Halkın katılımı toplantısını o zaman yapmışlar ve bunları açıklamışlar.
Dursun: Halkın katılım toplantısı 10 Nisan 2008’de yapılıyor. Toplantı da niyetlerini açıklıyorlar. 26 Haziran 2008 tarihinde bizim haberimiz oluyor.

Muhtarın hiç haberi olmamış mı, suya debi ölçer falan konduğunda, muhtara gelip söylememişler mi?

Dursun: Belde olduğu için mahalle muhtarları var, onlar belde başkanı ile ilişki kuruyorlar. Önce belde başkanını ikna ediyorlar.
Servet: Debi ölçer konuldu ve yıllarca orada durdu. Suyu ölçüyorlar ama niçin ölçüyorlar, ne yapacaklar, bunun üzerinde kimse durmadı. Haberi de olmadı kimsenin. Zaten suya bu aleti şu amaçla koyduk diyen de olmadı.

Ama halkın katılım toplantısını yapınca burada santrallerin yapılacağını anladınız.
Dursun: Evet ama HES’in ne olduğunu da bilmiyoruz. Ne yapacaklar, nasıl yapacaklar? Hidroelektrik santrali diyorlar, elektrik üreteceğiz, insanları işe alacağız, bedava elektrik yaktıracağız. Bir sürü yalan ve dolanla halkı ikna etmeye çalışıyorlar. Burada amaç ileride oluşabilecek tepkiyi önleme.

Halkın katılımı toplantısına katıldınız mı?
Servet: Biz katılmadık, biz İzmit’teydik.
Dursun Ali Durmuş: Hiç katılan yok içimizde.
Dursun: Toplantıyı ikna ettikleri insanlarla, itiraz etmeyecek insanlarla yapıyorlar. O toplantıda bir tek kişi itiraz etmiş. Onu da toplantı salonundan dışarı atmışlar.

Zorla mı atmışlar?
Dursun Ali: Belediye başkanı kalkmış, çık dışarı demiş, kovmuş.
Dursun: Ne zaman ki bize açıktan ilan edildi, biz kendi aramızda, bu işte koşturacak insanlar bir ön görüşme yaptık, araştıralım dedik. 2008’in Haziran ayında Hopa’da bir panele katıldık. Orada Derelerin Kardeşliği Platformu’nun sözcülüğünü yapan bir avukatla da tanıştık. Rize’de de, Çayeli’nde, Fındıklı’da neler oluyor gördük. Rahmetli Metin Lokumcu’yla da, Hopa’da tanıştık. Şöyle bir hikaye anlattı, bir gün köyden inerken deredeki ölçüm aletini görmüş, nedir bu deyip kopartmış kafasını atmış. Orada Fındıklı’dan, Rize’den Çayeli’nden gelenlerle konuştuk, sorular sorduk. Biz de karar vermiştik, tepkisiz kalmayacağız diye ama neler yapılıyor, onlarla nasıl birlikte hareket edebiliriz diye görüş alışverişinde bulunduk.

HES yapılacağını öğrendiniz, Hopa’da panel var gidip bilgilenelim mi dediniz? Bu işin kötü olduğuna nasıl karar verdiniz? Başka bir yer mi sizi şüpheye düşürdü?
Dursun: Fırtına vadisini biliyorduk.
Servet: Zaten duyulan şeyler var, göz görüyor. Suyu havuzdan boruya aldığın zaman o suyun alındığı yerden döküldüğü yere kadar en az 5-10 km bir mesafe oluyor. Bu 10 km mesafede köylülerin o dere üzerinde sulama kanalları var. Arazileri sulamak için yüzlerce sene önce yapılmış sulama kanalları. Su boruya girdiği zaman bize su kalmaz kanalımız da arazimiz de kurur endişesi kendiliğinden başladı.

Fırtına Vadisi örneği de size örnek oldu…
Dursun: Tabii, tabii. Biz Meksika’da yaşananları da biliyoruz. Dünya Su Forumu’yla yapılanları da.
Dursun Ali: Bizim oralarda kimsenin böyle bir şey olacağından haberi yoktu, bir gün mahalleden yukarı doğru giderken bizim köyde yaşayan İsmunur Abla beni çağırdı. Bir ahbabı bir gün bu ablaya telefon etmiş ve 20-25 kişilik bir yemek hazırlamasını istemiş, misafir getireceğim demiş. Yemeğe 20 kişilik bir grup gelmiş ve yemekten sonra iki gruba ayrılmış. Bir grup yaylaya doğru giderken diğer grup Papart’a gitmiş. Niye geldiler, ne yaptılar diye sorduğumda, bunlar suları inceliyorlar yanıtını verdi. Bunlar sularımızı götürecekler haberiniz olsun dedi bana. İsmunur Abla bunu sezmişti. Ertesi yıl da Papart’ta çalışmalar başladı.

Katıldığınız bu panelden sonra HES’lere karşı çıkacağız diye karar aldınız mı?
Dursun: Beldenin merkezinde çevre köylerden (5-6 köy) gelen kişilerle bir toplantı yaptık, halkla buluşma toplantısı düzenledik ve belediye başkanı da katıldı. Belediye başkanı bizim zorumuzla katılmıştı.
Servet: Belediye başkanı ikili oynadı.
Dursun: Belediye başkanı açıktan yapılsın diyemiyor yapılmasın da diyemiyor. Toplantılara katılıyor daha sonra direnişe de katıldı, oralarda konuşmalar da yaptı.

Karşı olmak zorunda kaldı yani.
Servet: Evet dese bile karşı olmak zorunda kaldı.
Dursun: Biz şunları biliyorduk; bunların arkasından özelleştirme geliyor. Bütün halk biliyor, köylüler de bilir. Toprak kutsaldır. Su yaşamdır. Susuz yaşam olmaz. Havasız yaşam olmaz. Gelmiş devlet zamanında halktan ceviz ağaçlarını almış, ormanını almış. Tepki göstermişler ama yetmemiş. Şimdi de geldi suyunu alıyor. Bunları alınca göç başlamış çünkü doğal yaşamı bozmuşlar. Cevizi adam ekmeğine katıp çocuğunu besliyordu ama artık ceviz ağacı yok.

Nasıl aldılar ceviz ağaçlarını?
Dursun: Kesip kesip götürdüler. Parayla satın aldılar. Öküzlerle halatlarla çekip Çoruh suyunda dereden akıttılar. Artvin’de kamyonlara yüklettiler İstanbul’da mobilya oldu bu ağaçlar. Bölgede ceviz bitti. Sonra orman bitti. Orman bitince kendine yeten halk geçim sıkıntısı çekmeye başladı.

Yeniden sürece dönelim, Hopa’daki panelden sonra biz bu işe karşı çıkacağız diye kesin bir karar aldınız mı?
Dursun: Evet. Panelle beraber, özelleştirmelerin Meksika’daki sonuçları ve bunun Türkiye’ye yansımasının nasıl olacağına dair öngörümüz oluştu. Çünkü en küçük bir pınara, kaynak suyuna işaret konulmuş. Betondan bir taş dikmişler, kalıp yapmışlar. Üzerine de işaret koymuşlar. Haritaları var. Hangi su nerede biliyorlar. Bütün temiz su kaynaklarını işaretlemişler. Bu Hes’lerde bu alanda yapılacağı için halkın sulama kanallarını susuz bırakıyor ve burada yaşayan hayvanlarda susuz kalıyor.

Beldede kaç kişi yaşıyor?

Dursun: Yaz nüfusu 2000’i geçiyor. Kışın bine yakın insan yaşıyor. 
olduğunu bunların halihazırda sadece 350’sinin faaliyete geçtiğini söylüyor

Neyle geçiniyorlar?
Dursun: Tarımla. İnekleri var, patates ekiyorlar.

Yani, susuz yapılmayacak işler yapıyorlar, suya muhtaçlar.
Dursun: Evet. Bu HES’ler de bu alanda yapılacağı için aynı suyu hem borulara hem kanala dolduruyor ve doğayla ilişkisini kesiyor, dereyi kurutuyor. Halkın sulama kanallarını da susuz bırakıyor. ÇED (Çevre Etki Değerlendirme) raporunu göreceksin, çevrede yaşayan hangi tür hayvanlar var onların hepsini göreceksin.

Sizin evinizde bu su var değil mi?
Servet: Var. Su kaynaklardan alınmış, evlere kadar getirilmiş.

Şebekeden değil, dağdan getirilen su.
Ali Alkan: Dağdan gelme.

Biz kentte belediyenin şebekesine mecburuz ama sizin suyunuz zaten o kaynaktan dağdan geliyor şimdi bu kaynaktaki suyu HES alırsa size su kalmayacak öyle mi?

Dursun: Riske sokacak.
Ayla Alkan: Sular azaldı mı üst kısımlardan çıkan pınarlarımız bile kesiliyor.
Servet: Biz Rize’ye gittik oradan Çayeli’ne. Kalın boruların yanına ince borular getirmişler. Orada çalışanlar dediler ki, çapı 45 cm ince borularla doğadaki kaynak sularını toplayıp büyük olana katacaklar. O çalışmalar bize gösterdi ki, yer üstünde 1 gram suyu kimseye vermeyecekler. Endişe oralardan başladı zaten.

Sonra ne oldu, toplantıdan bir karar çıktı mı?
Dursun: Toplantı sonrası köylülerle ilişki kuracak bir heyet oluşturduk. Birinci hedef halkı sürekli aydınlatma. İkincisi, yörede şirketlerin elemanlarına dokunmadan, şiddete başvurmadan çalışacakları alanlarda mitingler düzenlemekti.

Kaç miting yaptınız?
Dursun: Bir tane yaptık ondan sonra vazgeçtiler. Çok büyük bir miting oldu, çevre halkı, herkes katıldı. Ben 67 yaşındayım. 70-80 yaşındaki adamlar da katıldı. Belediye başkanı konuşma yaptı, muhtarlar konuşma yaptı. Halk konuştu ve ortak bir karar, bir meclis oluştu orada. Meydancık Beldesi Halk Meclisi oluştu. Bu meclisin ortak kararı suyumuzu ne olursa olsun vermeyeceğiz idi. Her şeye rağmen bu suyu bizden kimse alamayacak, burada ortak karar olarak çıktı. Arkasından sanırım Ağustos ayının ortasında 55 araçla, otobüslerle Artvin merkez’de basın açıklaması yaptık. Emniyet ve valilik bizden görüşme talep etti. Biz de vadide görüşeceğiz dedik. Biz dilekçelerimizle başvuru yaptık, ikazlarımızı yaptık ama hiçbirini dikkate almadınız, asıl görüşmemiz ÇED toplantısında olacak diyerek halk valilikle görüşmeyi reddetti.

Herkesin ortak kararı mıydı?
Dursun: Herkesin ortak kararıydı, canlı bir basın açıklaması yapıldı. 2009 yılında da İstanbul Taksim'de miting yaptık. Davullu zurnalı, tüm televizyonlar ve gazeteler yazdı. Muhtarlarla toplantılar yaptık. Bu toplantıların birinde fiili mücadelenin yanında hukuki mücadeleye de başlamamız gerektiğine karar verdik. Bu da 2008 Ağustos sonuna doğruydu.

Bu sırada şirketler ne yapıyordu?
Servet: Etüd çalışmalarına devam ediyorlardı. Ama endişeleri de vardı. Halkın müdahalesini içlerine sindiremiyorlardı. Hükümet bizim arkamızda, istediğimizi yaptırırız diye bir inançları vardı. Mahkemeye verince, Rize İdari Mahkemesi'nin getirdiği bilirkişinin yaptığı inceleme sonucunda yöre halkı haklı bulundu ve ÇED raporu iptal edildi.

ÇED ne zaman iptal edildi?
Dursun:Rize İdari Mahkemesi'ne ÇED raporunun iptali için açtığımız tarih Aralık 2008. Hemen karara itiraz ettiler. Bir üst mahkeme, Bölge İdare Mahkemesi Trabzonda'dır. Onlar da Rize'nin kararına uydu. Daha sonra Danıştay'a gittiler. Danıştay da Rize'nin kararını onaylayınca ÇED iptal edildi. Biz de bir yandan bölgenin Sit alanı olması için 600 dilekçeyle Anıtlar Kurulu'na başvurduk. Sit alanı başvurumuz da kabul edildi.

Sonuçta HES'leri yaptırmadınız...
Dursun: Hayır. Biz bir şirkete ait dört tanesini durdurduk. Cüneyt-1, Cüneyt-2, Cüneyt-3, Cüneyt-4. Bu iptal ettirdiğimiz HES projeleri. Yapan şirket EBARA. Diğer dört taneden biri üretime geçti diğeri de geçmek üzere.

Onlarla ilgili bir talebiniz olmadı mı, sit alanının dışında mı kalıyorlar?
Servet: Hepsiyle mücadele verilmediği için onlar yapıldı.
Dursun: Çok masraflı bir iş.

Aşağı yukarı ne kadar harcadınız bu mücadeleye?
Dursun: 100 bin liraya yaklaştık değil mi?
Servet: Halkın yardımıyla topladık.
Dursun: Bizim yöre halkı Nisan-Mayıs'ta köylerine gidiyor, Kasım-Aralık gibi geri dönüyor, Sekiz ay yörede, üç-dört ay büyük kentlerdeler. Bu dört ay konuyu gündemden düşürmemek, Ankara'da devlet üzerinde bir baskı unsuru oluşturmak için dernekleşme faaliyeti de yürüttük. Artık bir derneğimiz var. Derneğimizin adı Mey-Der.

Diğer HES'ler neden durdurulamadı?
Servet: Onlar pasif kaldılar. Hatta bir tanesinde taşeron o köylü olduğu için yakın akrabalarını susturdu. Onlar da diğer insanlara baskı kurdu, alavere dalavere işini götürmeye çalıştı.
Dursun Ali: Servet Abi’nin az önce söylediği o müteahhidin o köyden olması kendi çevresini akrabalarını etkiledi.
Ali: Ekonomik çıkarlar, şahsi menfaatlerde etkili oldu tabi.

Peki, oradaki derelerin üzerine HES yapılması sizi etkileyecek mi?
Ali: Etkilemez olur mu? Yapılan yer bizi etkiliyor, bizi şöyle etkiliyor, kurtardığımız yerde bizim sulama kanallarımız var. O sulama kanallarına giden suyu vadiden aldığımız zaman aşağıda yapılan HES’ler zarar görecek.
Servet: Susuz kalacak. Devlet Su İşleri'ne diyecek ki suyu sen bana sattın ama köylüler benim suyumu kesti. Çelişkiler devam edip gidecek orada.

Siyasî durum nasıl beldede? İki bin kişiyi yan yana getirmişsiniz, hepsi aynı siyasi görüşte mi?
Ali: Değil.
Dursun: Şöyle bir hedefte buluştu halk, şunu gördü. Dedik ya cevizi gitti, ormanı gitti, suyunun da gideceğini gördü. Su gidecekse hayat burada bitecek. Bu noktada herkes siyasi görüşüne bakmadan birleşti, bütünleşti ama daha sonra seçim süreci girdi.

Seçimde yine farklı partilere oy attılar.
Servet: Evet.

HES birleştirmiş sizi.
Ali: Tabii birleştirdi.

Ali Bey başka bir şey söylüyor. HES bir taraftan birleştirdi bir taraftan da dağıttı diyor. Yani Balıklı Mahallesinde de başka bir şey oldu diyor.
Ali: Balıklı baştan beri bize uysaydı, Balıkla’da görüştüğümüz arkadaşlar var. Biz 30 yıldır köye gelmiyorduk, anlamadık böyle olacağını diyorlar. Bizi yalnız bıraktınız, biz böyle düşünmüyorduk diyorlar. Pişmanlar, pişmansınız ama son pişmanlık fayda etmiyor, iş işten geçti bu HES’ler yapıldı. Müteahhit de şimdi şunu düşünüyor. Yukarıdaki HES’ler yapılmazsa, Meydancık’ta diğer sulama kanallarına su giderse aşağıya dereye onların santrallerine yeterli su gitmeyecek.

Öyleyse onlar da çok rahat değiller.
Ali: Rahat değiller. Şimdi o işbirlikçiler de öğrenmiş: Karşı tarafın yanında yer alanlar, kendisini uyanık, aydın görenler şahsi menfaatleri için aradıklarını bulamadıklarından biz de HES’lere karşıyız diyorlar. Ama iş işten geçti.
Dursun: Rahatlar, ama sonra rahatları bozulabilir. Biz sulama kanallarına suyu alırsak o zaman bozulabilir. Dolayısıyla sorun burada, Sekiz HES’in dördü iptal edildi. Danıştay karar verdi ama sorun bitmedi.

Su çok azalırsa, siz tarım için su kullandığınızda geriye bir şey kalmayabilir, öyle mi?
Servet: Kuraklık yaparsa olabilir.

Hükümet bu izinleri vererek karışık bir durum yaratmış. Bir taraftan iptal edilen HES’ler var. Ortada su var ama ne olacağı belli değil. Aynı suyu tarım için kullanmak isteyen var, HES için kullanmak isteyen var, durum karışık.
Dursun: Karışık. Burada sekiz tane HES yapılmak isteniyordu. ÇED raporlarında bu HES’lerin kaynakları ayrı ayrı gösterilmiş. Aslında hepsinin kaynağı aynı yer. Hepsinin aynı kaynak üzerine kurulduğunu göstermemek için başka başka isimler vermişler.

O zaman bu ÇED’lerin hepsi yanlış.
Dursun: Kaynak bir, dere bir, isimler farklı. Sekiz HES’ten dördü iptal edildi. Danıştay kararı var. Bu artık halkın suyu ama yine de tehdit var. İnşaatı devam eden HES’ler yapılırsa, yukarıdan o HES’lere giden su azaldıkça firma sahipleri su benim hakkım diye itiraz edecek. Ben yine jandarmayla karşı karşıya geleceğim.

Çok çatışma, kavga oldu mu bu süreçte?
Dursun: İzin vermedik. İlk bilirkişi heyetini etkiledik. Öyle bir gösteri yaptık ki heyet gelirken, miting gibiydi. Dört mahallenin halkı pankartlarla, dövizlerle karşıladı onları. Jandarma geldi, yasal değil indirin dedi ama biz kaldırdık. Gelip elimizden toplayamadı. Heyette bunları görünce gelip sizinle sohbet edeceğim dedi. Gitti keşfini yaptı dönüşte bizimle sohbet etti. Burada söylediklerimizi heyete de söyledik. Kavgaya gürültüye meydan vermeden hoşgörü içerisinde yaptık. Yalnız bir şey oldu. İki defa kadınları topladılar, karakola götürdüler.

Gerekçe neydi?
Servet: Gerekçe, sürece müdahale ediyorsunuz diye. Gözaltına aldılar, karakola götürdüler. İfadelerini alıp bıraktılar.
Dursun: Şunu atlamayalım. Şimdi halk biraz bölündü ama önce birlikteydi. Balıklı Mahallesi başta sonuna kadar sizinleyiz dedi. Paraysa para, fiili mücadeleyse fiili mücadele sizinle beraberiz. Ama orada inşaatı yapan Ati Şirketi Kemal Türkoğlu denen mühendis o köyden, o mahalleden. O köyden istemeyenlerle bütünleşti ve dayanışmayı, birliği bozdu. Boşa akıyor komşum yararlanıyor diyorlar. Müteahhit ufak tefek işlerini de yaptırıyor tabii. Camileri var, camiye yardım ediyor. Yolu var, yoluna yardım ediyor.
Dursun Ali: Dava açtık ama kaybettik.
Dursun: Ati şirketi açılan davayı kaybettik. Dava Cüneyt 1-2-3 ile beraber açılsaydı, dava o vadiyi bütün olarak değerlendirecekti. Bir de bilirkişi heyeti değişti. İlk heyet olsaydı onu da katardı ama. Zaten bilirkişi heyeti referandum sonrası geldi, öyle değil mi?
Dursun Ali: Davayı 12 Eylül Referandumu kaybettirdi, başka bir şey değil ki. Şimdi o mahkemeler yerindelik denetimi yapamaz diye bir madde var orada. O maddeye dayanarak.
Dursun: Önceki bilirkişi ile sonraki bilirkişi değişti. İlk bilirkişi Rize’den geldi, öbürleri Erzurum’dan geldiler.
Dursun Ali: İlk bilirkişinin ardından hemen yürütmeyi durdurma kararı verdi mahkeme. Ondan sonra mahkeme heyeti değişti, gelen mahkeme heyeti bizim aleyhimize kararlar verdi.
Servet: Referandumda verilen evet oyları Türkiye’nin yıkımı oldu. Yani Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca bu evet oylarının verdiği zararı hiçbir şey vermedi. Çünkü evet oylarıyla Anayasa değiştirildi, mahkemelerin bağımsızlığı ortadan kalktı. Mahkemeler bağımsızdır deniyorsa da bunlar yalan. Başbakanın iki dudağı arasından çıkan lafla karar veriyorlar. Evet diyenlerin Türkiye için yaptıkları en büyük felaket, en büyük kötülük. Savaşı kaybetmek kadar kötü. Mahkemeleri değiştirdiler, bağımsız düşünen kimseden korkmayan, doğrudan yana karar veren yargıçlar gitti başımızdakiler ne istiyorsa o doğrultuda karar veren insanlar geldi. Biz hukukla kazandık bu davayı ama daha önceki hukukla.

Ya şimdi açsaydınız?
Servet: Kazanamazsınız, mümkün değil.
Dursun: Kazananlar da var. Tortum da türbanlı bir kızcağız sembol olmuş. Demek ki arkasında halk durursa…
Servet: Halkın direnişi başka.
Dursun: Önemli olan bu, halkın direnişi. Mücadelede devletle karşı karşıyasın. Ona karşı yürüteceksin mücadeleyi. Müteahhitle karşı karşıyasın, müteahhide karşı halk olarak örgütleneceksin. Bir de o yörede yaşayan işbirlikçiler. Bu üç unsur bütünlüklü olarak karşımızda olacak. Sen de bunu karşısına bütünlüklü çıkacaksın. Kararlı olacaksın.

Buradan şu sonuç çıkıyor. 2010 referandumundan sonra yargıya daha az güveniyorsunuz.
Hiç güvenmiyoruz.

Mahkemelere ne olursa olsun hiç güvenmiyorsunuz ama halk birlik olursa bu mücadeleyi kazanırsınız diyorsunuz. Öyle mi
Dursun: Evet. Esas olan bu. Çünkü bu direk insan hayatına bir saldırı. Hem doğayı hem suyu yok ediyor. Dolayısıyla halk siyasi olarak nerede durursa dursun, hangi hükümet olursa olsun, halkı karşısına alıyor yaşam alanlarına müdahale ediyor. Bu müdahaleye karşı kenetleneceksin. Yoksa alt edemezsin.

Peki bu mücadele de kadınlar ne yaptı?
Ayla Alkan: Tepkileri oldu.

Yürüyüşlere gittiniz mi mesela sizde?
Ayla: Şahsen gitmedim. Ama hem kendi köyümden hem çevre köylerden kadınlar itiraz ediyor ve mitinglere katılıyorlar.
Vesbiye Dursun: Kadınlar gittiler, Papart’ta eylem yaptılar. Sağ olsunlar komşu kadınlar ve diğer köylerdeki kadınlarda gittiler ve mücadele ettiler, orada eylem yaptılar, yapılan eylemlere katıldılar.
Ayla: Bunların bu dereceye geleceğini böyle bilseydik tabii ki burada köy adına, insanlık adına, yaşam adına, su adına tabii ki biz de örgütlenirdik, karşı çıkardık.
Vesbiye: Biz sadece mitingler vardı onlara gittik.
Dursun: Kadınlar mücadelenin içinde var. Artvin’deki konuşmacı kadındı. Papartta yaptığımız konuşmacılar kadınlardı. Muhtar konuştu belediye başkanı konuştu ama kadınlar da konuştu.

İki yıl çok hareketli geçmiş, süreç içerisinde vazgeçen, göç eden birileri oldu mu?
Servet: Üç-beş kişi arazimi istimlak ettireyim paramı alayım dedi ama azınlıktı bunlar. İnsanlar suyun yaşam kaynağı olduğunu biliyor. Suyumuz kalmazsa biz burada yaşayamayız bu bilinci taşıyorlar.

İnsanlar suyun yaşam kaynağı olduğunu bilir diyorsunuz bunu nasıl biliyorsunuz? Ben kentte büyüdüm benim için su hiç çaba harcamadan edindiğim bir şey. Musluğu açıyorum su geliyor.

Servet: Köylünün yaz boyu elinde kazma var kürek var, sulama işiyle uğraşıyor. O arazisini sulamazsa kendisine araziden hiçbir fayda gelmeyeceğini iyi bilir. Susuz yaşayamaz, bunu çok iyi bilir. Belki, oturup bunu size anlatamaz, düşündüğünü ifade edemez ama suyun kendisine faydalı olduğunu en iyi su mühendisinden daha iyi bilir. Susuz hayat olmaz onu çok iyi bilir.
Vesbiye: Bahçeye su veremediğim zaman ağaçlar kuruyor, meyve yok. Yaylalara gittiğimizde koyunlarımızı, kilimlerimizi derelerde yıkardık, o sularda hayvanlarımız da su içerdi, bizde güzel yaşıyorduk, şimdi Ağustos ayında suyumuz yok, bahçeleri sulayamıyoruz, meyvemiz yok.
Servet: Yaşam bitiyor suyu halkın elinden alırsanız halkın yaşamını bitirirsiniz. Bunu dallandırmaya hiç gerek yok. Bana göre bu işin özünde elektrik üretimi yok. Gelecekte dünyanın en pahalı kaynağının su olacağını kapitalistler çok iyi bilir. Elektrik üretimini bahane ederek dağdan gelen temiz sulara şimdiden el koymanın peşindeler. Panellere gittiğimiz zaman bize elektrik mühendisleri anlatıyor. Bütün Türkiye’de yapılmakta olan HES’lerin üreteceği elektrik Türkiye’nin tüketeceği elektriğin binde 4’ü. Bu kadar az bir elektrik kaynağı için milyonlarca senede zor meydana gelmiş o güzelim doğayı tahrip ediyorsunuz. Bu vatan için dedelerimiz, babalarımız can vermiş. O insanların torunları orada suyla yaşıyor siz gelmişsiniz o insanların suyunu alıyorsunuz. Bunu yapanlar halka en büyük ihaneti yapıyor. Bu ihaneti hiç kimse ifade edemez o kadar ağır ve yıpratıcı, öldürücü ki, sudan mahrum etmek acayip bir kötülüktür. Türkiye’de iletim hatlarındaki kayıplar yüzde 25. Eğer kalkınmış ülkeler seviyesine gelirse yüzde 15 elektrik boşa gitmeyecek. Yüzde 15’i feda ediyor, binde 4’ü için Türkiye’yi mahvediyor. Bunu yapanlar kendilerini nasıl savunacaklar?

Peki, diyelim ki bu mühendisler haklı, HES’ler yapılmazsa Türkiye elektriksiz kalacak. Elektriği daha az kullanmak zorunda kalacaksınız, televizyonunuzu mesela iki saat önce kapatacaksınız. Kapatır mısınız?
Vesbiye: Kapatırız.
Servet: Tasarruf etmek tutumlu olmak benim ilkemdir. Bir lambayla ben evimi aydınlatıyorsam, beş tanesini fuzuli yakıyorsam benim insanlığımda bir eksiklik vardır, ben böyle düşünüyorum. Bizim oraya bu HES’çiler kamyon dolusu yalanlarla geldiler. Bize dediler ki elektrik olmazsa karanlıkta kalırız. Aradan beş sene geçti bir de duyduk ki, Suriye bizden elektrik alıyormuş ve vazgeçmiş almaktan. Hani elektrik yetmiyordu? Türkiye’de elektrik kıtlığı yok sadece yöneticilerin yalanları var.
Ali: Benim için elektrik tabii ki medeniyettir ama su hayattır. Benim hayatım yoksa sağlığım yoksa temizliğim yoksa elektrik neye yarar. Elektrik olmadığında da yaşıyorduk.

Kaçta geldi köye elektrik?
Ali: 80-82’ler de elektrik geldi. 80’e kadar yoktu. Kar yağdı,10 gün arıza oldu, elektriksizliğe dayanıyorum ama su kesilse… Her şeyin başı su.
Servet: Merzifon’dan geçerken gördüm. Tepelerde rüzgar türbinleri dikmişler. Peki, elektrik sade suyla mı üretilir, elektrik sadece atom enerjisiyle mi sağlanır, rüzgarla da elektrik üretilir. Erzurum yaylarında bu yapılsa dünyaya yetecek enerji üretilir. Oraya niye gitmiyorlar. Çünkü rüzgar satılmıyor alınmıyor. Su yarın satılacağı için suya sahip çıkıyorlar, suyu bu amaçla bizim elimizden alıyorlar. Su akıyor, biz bakıyoruz diyenler çıkıyor. Bu dereler 40-50, 100 senedir akıyordu da ne oldu, orada sağlık vardı temizlik vardı. Karıncalar, kurtlar kuşlar her şey yaşıyordu, tüm hayvanlar yaşıyordu bütün bunlar su sayesinde gerçekleşiyor. Elektriksiz hayat olabiliyor ama susuz asla olmaz. HES olmazsa size elektrik yok mantığı da çok ayıp. Rüzgarla elektrik üretilir, ben lambamı da yakarım. Çernobil patladığı zaman yüz binlerce insan kanser oldu hayatını kaybetti. İnsan hayatı mı önemli, elektrik mi önemli? Atom enerjisiyle nükleer santral kuracaksın orada yüz binlerce insanın hayatını tehlikeye atacaksın, sen elektriği satıp para kazanacaksın, insanları solucan yerine koyacaksın. Böyle mantık olmaz.

Suyun kullanım hakkı sadece halka mı ait, diğer canlılara ait değil mi?
Dursun: Tabii, su kullanım hakkı A veya B şirketinin değil. O yörede yaşayan halk onu kullanıyor, kullanmış bugüne kadar ama bugün artık bu özelleşiyor. Neden özelleşiyor, bunu iyi düşünmek gerekiyor. Türkiye temiz su kaynakları açısından fakir bir ülke. Kişi başına tüketilen su açısından baktığın zaman düşük. Ancak giderek artacak. Ne yapıyor şimdi uluslararası su şirketleri? Temiz su kaynaklarını şimdiden kontrol altına alıyor. Elektrik üretimi bahanesi.

Asıl gerekçenin bu olduğuna inanıyorsunuz.
Dursun: Evet, buna inanıyoruz. Hazır su boruların içine girmiş, yarın akıtacak pet şişesine veya petrol boru hattı gibi uzatacak. Kolayca ulaştırabilecek dünyaya. Zaten Tayyip (Erdoğan) öyle diyor. Artvin’in suyunu İstanbul’a akıtacağım diyor.
Vesbiye: Haberlerde söyledi.
Dursun: Dolayısıyla burada elektrik üretimi bahane edilerek suyun borularla kanallara alınması, el konulması, 49 yıllığına uluslararası konsorsiyumlarla verilmesi bu yüzden. Ebara taşeron şirket, Ati taşeron şirket. Dolayısıyla özelleştirilecek bu sular, yarın halkın elinden tamamen çıkacak, o yöreyi de herkes terk etmek zorunda kalacak.

Göçe zorlanacaksınız.
Dursun: Göçe zaten zorlanmış, yaban hayvanlarda su içemeyecek artık. Eskiden ayılar köyün içine mahallenin içine gelmezdi. Çünkü ormanda meyve vardı. Ama kestiler meyve ağaçlarını. Şimdi ayı ormanda yiyecek bulamayınca yazın dalıyor köylere, bahçedeki mısırı, dutu, kirazı yiyor.

Orman Bakanı çözüm buldu biliyorsunuz, biber gazı sıkın diyor ayılara. (Gülüşmeler).
Dursun: Evet gaz sıkın diyor…



[1] BES’te rekor HES’te arayış. httP: //www.hurriyet.com.tr/ekonomi/22627371.asp adresinde 5 Mart 2013 tarihinde görüldü.