Ekoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ekoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Üç kitap bir gezegen

Bilgelik, sorgulama ve eylem. Bu üç kelime hayatı anlamlı kılmanın yol haritasını gösteriyor adeta. Elimde bu üç kelimenin hakkını veren üç kitap var.

Özgür Gürbüz-BirGün Pazar/21 Kasım 2021

Yeryüzündeki hayvanların yüzde 70’i böcek. Şekere konan sinekler, korkuttuğumuzda bizi sokan arılar, kuşlara yem olan kınkanatlılar. Olmasalar ne olurdu? Kahvaltılar sineksiz olurdu diyemem çünkü kahvaltının olacağını garanti edemem. Bülent Şık, “Bizi Yeryüzüne Bağlayan Hikayeler” kitabında, insanların yediği gıdaların yüzde 35’ini tozlaşma yapan böcekler, kuşlar, sürüngenler ve memelilere borçlu olduğunu yazmış. Böcekler ve hayvanlar bizsiz de yaşayabilir ama biz onlarsız yaşayamayız. İnsanın yetersizliğini anlatan güzel bir örnek.

Bilgelik

Şık’ın kitabını ilk okuduğum andan bu yana tüm dostlarıma tavsiye ediyordum ama yazmak için onu iyice hatmetmeliydim. Adeta “ekolojiye giriş” niteliği taşıyan bu kitabı en kolay nasıl anlatırım diye düşündüğümde aklıma hemen Carl Sagan’ın “Kozmos” dizisi geldi. Carl Sagan’ın bize evrende bir toz zerresi kadar yer kapladığımızı hatırlattığı gibi, kitap da zor olanı başarıyor ve kendimize yüklediğimiz gezegenin sahibi rolünün, bize ne kadar büyük geldiğini gösteriyor. Kimi zaman Türkiye’den, yazarın gözlemlerinden, kimi zaman da dünyadan bilimsel verilere dayalı raporlardan yola çıkarak doğaya verdiğimiz hasarı tüm çıplaklığıyla anlatıyor. Doğanın gördüğü zararın bizim üzerimizdeki etkisini de net bir şekilde, şüpheye bırakmayacak şekilde verilerle gösteriyor. Dostlarla, aileyle birlikte okunacak bir eser.

Bülent Şık’ı gıda güvenliğiyle ilgili yazılarından ve Sağlık Bakanlığı’nın halktan gizlediği kanser araştırmasını, yargılanma riskini de göze alarak yaptığı açıklamasından hatırlayacağınızı biliyorum. Kitapta da yaşamımızı tehdit eden ve normalleştirilen birçok uygulamanın zararları, riskleri yer alıyor. Pestisitlerden laboratuvar etine kadar merak ettiğiniz birçok konu ayrıntılı bir şekilde ele alınmış. En önemlisi de, Bülent Şık bunları kendi hayatının akışı içerisinde anlatabilmeyi başarmış. Kitabı okurken kendi kendinize sorular soruyor gibisiniz. Ekolojiye giriş ve sorunlarla yeniden tanışmak için bir dizi okuma yapmaya niyetlendiyseniz, önce “Bizi Yeryüzüne Bağlayan Hikayeler”le başlamanızı öneririm.

Sorgulama

Sorunları öğrendiniz, ekolojiye duyduğunuz ilgi arttı. O zaman ikinci kitaba geçebilirsiniz. Fikret Başkaya uzun zamandır ekoloji ve iklim kriziyle ilgileniyor, yazılar yazıyor. “Başka Bir Uygarlık İçin Manifesto”, “Eko-Sosyalist Paradigma” ve “Gençlerle Başbaşa İklim Krizi ve Ekolojik Yıkım”dan herhangi biri ikinci kitabınız olabilir. Sizi kapitalizmin sağlam bir eleştirisi ve eko sosyalizme dair fikirler bekliyor. Tüm kitaplarında sorunların detaylı analizleri de var. Gençlerle Baş Başa kitabı sorularına yanıt arayanlar için okuması kolay ve düşünmeye sevk eden bir çalışma. 

Başkaya, söyleşi tarzındaki bu kitapta iklim krizinden GDO’ya kadar birçok çevre sorununa değiniyor. Benim en çok dikkatimi çeken ise yeşil ekonomi eleştirilerinin olduğu bölüm oldu. Bu eleştirilerin hepsine katılmasam da mevcut sistemin son günlerde sıkça telaffuz ettiği yeşil ekonomi kavramının sorgulanması çok değerli. Ancak, kapitalistlerin tarif ettiği yeşil ekonomi üzerinden bu kavramı eleştirmenin, sosyalizmi Sovyetler Birliği üzerinden eleştirmeye benzeme tehlikesi var. Başkaya’nın kitabında örnek verdiği ve yeşil ekonomiye atfettiği, “işçilerin ve sendikaların ekolojik geçişi engellediği, çevrenin korunmasının ve sürdürülebilirliğinin güçlü devlet gerektirdiği” söylemlerini ben yeşil ekonomiyle bağdaştıramıyorum. Aksine, iklim krizinden çıkmak için kömür madenlerindeki işçilerin adil bir geçişe, başka iş alanlarında çalışma garantisine ihtiyaçları var ve bu ancak güçlü sendikaların desteğiyle yapılabilir. Devletler de özü itibarıyla merkeziyetçi oldukları için başta enerji olmak üzere, üretim sistemlerinin dağıtık, yerelde üretip yerelde tüketen, kooperatif benzeri yapılarla hayata geçirilmesine sıcak bakmazlar. Halbuki tarif ettiğim yeşil ekonomi bunu ister, kamuyu “devlet baba” dan çıkarıp, kolektif yapılara, belediyeler aracılığıyla halkın katılımına açar ve yeşil ekonominin temel taşlarını oluşturur.

Başkaya’nın yeşil ekonomi aracılığıyla doğal varlıkların metalaştırılması tehlikesine ise katılıyorum. Kirleten öder ilkesi caydırıcılıktan çok hasarın aracı gibi kullanılıyor. Gördüğünüz gibi ikinci kitap bizi tartışmalara ve yeni fikirler geliştirmeye itecek nitelikte. Önyargısız ve sıkça soru sorarak okumaya çalıştım.

Eylem

Yaşamı korumak keşke onu anlayıp, sistemi ve kendimizi sorgulamakla üstesinden gelebileceğimiz bir mesele olsaydı. Kapitalizmin vahşileştiği, tüketimin hızlandığı dünyamızda yaşam savunuculuğu direnişi de beraberinde getiriyor. Üçüncü kitap, “Gerze’de Bir Doğa Mücadelesi-Direniş Günlüğü” Ferhat Hançer imzasıyla yayımlandı. Hançer, Gerze’de Anadolu Holding’in kurmak istediği termik santrala karşı duran günlerce süren direnişin neferlerinden biri. Zaferle sonuçlanan bu savunma adeta bir günlük tutar gibi kaleme alınmış. Sadece direnişçilerin yaşadıkları değil, medyaya yansıyanlar, mücadelede yaşananlar, duygular, diyaloglar detaylarıyla anlatılmış. Hukuk mücadelesinden, örgütlenmeye kadar çıkarılacak onlarca ders var. İster direniş dersine çalışan bir öğrencinin ders notu niyetiyle okuyun, ister mücadelenin değerini hafızanıza kaydetme amacıyla. Bilgi ve tartışmalardan çıkan sonuçların hayata geçirilmesi için direnmek zorunda kalabileceğimizi aklımızdan çıkarmadan, Gerze direnişini hatırda tutmakta fayda var.

Ardı ardına üç ekoloji kitabı çok değil mi diyenler olabilir. Sinemeda üçleme oluyorsa, kitapta da ekoloji temalı bir üçleme neden olmasın?

Hangimiz gelişmiş hangimiz geri kalmış

Özgür Gürbüz-BirGün/27 Haziran 2019

Doğa yaşayan bir varlık. Üzerinde yaşayan canlılar için sürekli temiz hava, gıda üretiyor ve onların yaşaması için uygun koşulları sağlıyor. Kaynakları sınırlı ve onları yenileyebilmesi için belli bir süreye ihtiyacı var. İnsanların istekleri ise sınırsız. Dünyanın pınarlarından temiz su akıtabilmesi için mevsimler geçmesi gerekirken, biz musluğu açtıktan hemen sonra su aksın istiyoruz. Türkiye’de yaşayan bizler de farklı değiliz. Öyle hızlı tüketiyoruz ki doğanın bir yıl içinde yenileyebileceği kaynakları bugün (27 Haziran) itibariyle kullandık. Dünyada herkes bizim gibi yaşasaydı, insanların isteklerini karşılayabilmek için yaklaşık bir buçuk dünyaya ihtiyacımız olacaktı. 

Dünya ortalaması ise Türkiye’den biraz daha iyi durumda. WWF-Türkiye’nin Küresel Limit Aşım Günü çalışmasına göre gezegenin bir yılda üretebileceği ekosistem hizmetlerinin tüketileceği tarih 29 Temmuz’u bulacak. Elbette bu da iyiye işaret etmiyor. Devamlı cepten yiyoruz ve bu gidişat sürdürülebilir değil. 

Dünyanın en çok tüketen ülkelerinin başında Katar, Lüksemburg, Birleşik Arap Emirlikleri, ABD ve Kanada geliyor. Bu ülkelerde yaşayan insanlar neredeyse iki dünya varmışçasına tüketiyor. Türkiye de her geçen yıl bu gruba daha fazla yaklaşıyor. Kapitalizm ve tüketim toplumu yaşam tarzımızı hızla değiştiriyor ve bizleri koruma ve üretme tarafından alıp, tüketim tarafına götürüyor. Akıl ve mantığın anlamakta zorlandığı, bencil ve sadece önündeki birkaç seneyi gören bir düşünce yapısı bizleri de esir almışa benziyor. Bu tarifi yapmak elbette ki sorunu çözmüyor ve biz köşe yazarlarının işi sorunları tarif etmek olmamalı. Çözüm de önermeliyiz. 

Çözüm aslında gözümüzün önünde ama algılarımızla o kadar oynandı ki şimdi size çözümü tarif ettiğimde, “geri kalmışlık”, “sefalet” veya “mutsuzluk” gibi kelimeler ister istemez aklınıza gelecek. Dünyanın insanlara bir yıllığına sunduğu kaynakları en iyi kullanan ülkelerin başında Kırgızistan, Endonezya, Irak, Küba, Mısır, Guatemala, Ermenistan ve Arnavutluk geliyor. Bu ülkelerin bazılarında gelir adaletsizliği yüzünden halkın büyük bir bölümü çok kötü koşullarda yaşıyor, böylelikle çok tüketen zenginlerin açığı kapatılıyor. O ülkeleri örnek almak da çok doğru olmaz.
Tahmin edebileceğiniz gibi Küba da durum farklı. Küba, dünyanın kaynaklarını neredeyse olması gereken gibi tüketen örnek bir ülke. Az tüketmenin yanı sıra, sınırlı kaynakları lüks arabalar, büyük özel mülkler yerine sağlık ve eğitim gibi toplumun tüm kesimlerine hizmet eden alanlara ayırıyorlar. Ne var ki, bugün Türkiye’deki insanlara, “bir Kübalı gibi yaşamak ister misiniz” diye sorsak herkesin evet diyeceğini sanmıyorum. Ne de olsa çoğumuz, özel otomobiller, uçak seyahatleri gibi aslında bal gibi “lüks” olan bu hizmetleri tüketmeye feci halde alıştık, alıştırıldık. Beş altı saatlik yolu trenle, otobüsle değil uçakla giderek, milyarlarca yıldır süregelen iklim dengesini bozmayı lüks kabul etmemek artık bize normal geliyor. Otomobil almayı reddeden, fazla kıyafet sahip olmayı istemeyen, büyük evleri sevmeyen insanlar ise bugünün dünyasında “anormal” ilan ediliyorlar. 

Yaşam tarzı ve tüketim kapasitesi üzerinden yaratılan bu algı o kadar kuvvetli ki, doğal varlıkları kendilerini yenileyebilmelerine olanak verecek şekilde tüketen Küba geri kalmış, her yıl gezegenin kendisine sunduğu hizmetlerin iki katına yakınını tüketen ABD ise gelişmiş ülke olarak sınıflandırılıyor. Ekolojik sorunları çözmek istiyorsak bu algıyı değiştirmek birinci işimiz olmalı.
Bu oldukça radikal algı değişikliğini yaratmak için dünyadaki tüm iletişim araçlarına sahip olmak bile yetmeyebilir. Kurallar koyacak hükümetlere, yol gösterecek yöneticilere de ihtiyacımız var. İşimiz kolay değil bu yüzden de insanların yaşamlarını değiştirmesini kolaylaştıracak, doğaya daha az zarar veren seçeneklere, en azından geçiş sürecinde gözlerimizi kapayamayız. Çünkü hepimiz kirlendik; hızlı ama kabul edilebilir bir geçişi sağlayamazsak ummadığımız yerlerden ve ummadığımız büyüklükte bir dirençle karşılaşabiliriz.

Aşık Veysel ve ekoloji

Özgür Gürbüz/25 Ekim 2018

Aşık Veysel'i anarken onun doğa sevgisini de iyi okumak gerekir. Veysel aslında dünyadaki ekolojik hareketlere örnek olabilecek bir felsefi düşünceye sahipti. Dünyayı canlı bir varlık kabul eden ve bugün ekolojistlerin sıkça referans aldığı Gaia Teorisi, Veysel'in türkülerinde yıllar önce anlatılmıştır. Kara Toprak şiirinde toprağı, dünyayı nasıl canlı bir varlık gibi kabul ettiğini görebiliriz.

Karnın yardım kazmayınan belinen
Yüzün yırttım tırnağınan elinen
Yine beni karşıladı gülünen
Benim sâdık yârim kara topraktır

İşkence yaptıkça bana gülerdi
Bunda yalan yoktur herkes de gördü
Bir çekirdek verdim dört bostan verdi
Benim sadık yârim kara topraktır

Gaia Teorisi'ne göre dünya, yaşayan bir varlıktır. Bu varlık yaşam koşullarını kontrol eder, kayalar, denizler gibi dünyanın cansız varlıklarıyla da iletişim halindedir. Ben bunu biraz gezegeni tanrılaştırma veya yaratan konumuna getirme gibi de okurum. Buradan bakıldığında da yine Aşık Veysel'in tanrıyı doğayla özdeşleştirerek, doğayı koruma isteğini tanrıya gösterilen sevgi, saygı ve korkuyu da kullanarak hayata geçirmeye çalıştığını düşünüyorum. Toprağı Allah'a yaklaşmak için adres göstermesi, gezegenin kendisinin aslında bizzat yaratana dönüşmesidir. Başka yönlendirmeler olmadığında, tanrı sevgisi duyan bir insanın, yaratan kabul ettiği doğaya zarar vermesinin elbette önüne geçecektir.

Dileğin varsa iste Allah'tan
Almak için uzak gitme topraktan
Cömertlik toprağa verilmiş Hak'tan
Benim sâdık yârim kara topraktır

Hakikat ararsan açık bir nokta
Allah kula yakın kul da Allah'a
Hakkın gizli hazinesi toprakta
Benim sâdık yârim kara topraktır

Burada Aşık Veysel'in Alevi-Bektaşi felsefesinin özünde yatan temel değerleri çok iyi özümsediğini, bu değerlerin de, Gaia Teorisi ve Derin Ekoloji gibi ekolojinin önemli felsefi akımlarıyla birçok alanda kesiştiğini belirtmekte fayda var. Alevi-Bektaşilik bu akımlara doğrudan ilham vermiş, etkileşim içerisine girmiş de olabilir. Bugün genelde batılı kaynaklardan öğrenmeye çalıştığımız ekoloji meselesinin aslında bu topraklarda ciddi bir karşılığı var. Bunu hatırlamak, ekolojiyi bu topraklarda yaşayanlara anlatmayı kolaylaştıracak ve hareketi güçlendirecektir. Atalarımızın öğütlerini neden başka bir dilden çevirip birbirimize anlatıyoruz ki? 


Derin Ekoloji'yi de merak edenler olabilir. Derin ekoloji, insanın doğayı kontrol ederek ondan fayda sağlamasını esas alan modern toplumları eleştirir. Örnek vermek gerekirse, bir bitki türünün insana fayda sağladığı için değil, kendi değeri için korunması gerekir. Aşık Veysel de insan merkezli bakış açısını türkülerinde reddetmiş, doğadaki tüm canlıların eşitliğine sıkça vurgu yapmıştır. Hor Görme Kardeşim adlı türküsünde, eşitliği insan üzerinden anlatsa da, benzetmelerinde "kimi arı çiçek dermiş" diyerek bir önceki satırda insan üzerinden yaptığı benzetmeyi böceklerle devam eder. Aslında böceklerle insanları eş tutmuştur. İnsan merkezliliğin reddi için örnek verilebilir. Şiirindeki beden kelimesinin sözlüklerde de belirtildiği gibi, "tüm canlı varlıkların maddi bölümü" olduğunu da haıtlatalım. "Aynı varlık her bedende" diyerek hem Gaia Teorisi'ne hem de Derin Ekoloji'ye selam göndermiş büyük ozan. Tanrının her canlıda bir parçasının olduğuna inanırsanız ona nasıl zarar verisiniz?

Beni hor görme kardeşim
Sen altınsın ben tunç muyum
Aynı vardan var olmuşuz
Sen gümüşsün ben sac mıyım

Ne var ise sende bende
Aynı varlık her bedende
Yarın mezara girende
Sen toksun da ben aç mıyım

Kimi molla kimi derviş
Allah bize neler vermiş
Kimi arı çiçek dermiş
Sen balsın da ben cec miyim

Topraktandır cümle beden
Nefsini öldür ölmeden
Böyle emretmiş yaradan
Sen kalemsin ben uç muyum

Tabiata Veysel aşık
Topraktan olduk kardaşık
Aynı yolcuyuz yoldaşık
Sen yolcusun ben bac mıyım

Örnekler çoğaltılabilir elbette. Yıllar önce Nefes dergisinde Alevi-Bektaşi felsefesinin ekolojiye bakışını incelerken Aşık Veysel'in bu yönünü fark etmiş, birkaç yazı yazmıştım. Bugün biraz aceleyle kaleme aldığım satırlar aslında 25 yıl öncesinden aklımda kalanlar. Dergideki tüm dostlara bu vesileyle bana verdikleri destek, bilgi aktarımı için bir kez daha teşekkür ederim. Türkiye ve dünya için önemli bir hazine Aşık Veysel. Çok daha fazla araştırma yapılması gerekir. 124. doğum gününde saygıyla anıyorum.

Ekolojik Haklar Merkezi

Özgür Gürbüz-BirGün/30 Nisan 2018

Yaşadığınız yerin yakınında hayvanların satışından para kazanan bir işletme (pet shop da deniyor) var. Orada satılan hayvanlara çok kötü davranıldığını gördünüz. Ne yapabilirsiniz?

Sabah gazetenizi aldınız. BirGün’ün Yeşil BirGün sayfasını açtınız. Bir de baktınız ki oturduğunuz ilde bir taş ocağı açılıyor. Halkın katılımı toplantısının ÇED sürecinde zorunlu olduğunu biliyorsunuz ancak nerede ve ne zaman yapılacağını bilmiyorsunuz. Nasıl öğreneceksiniz?

Türkiye’de çevre sorunları ve suçları o kadar arttı ki yukarıdaki örnekleri çoğaltmak ne yazık ki çok kolay. Hayvan barınaklarından belediyelerin uygulamalarına, evinizin önüne yasak olmasına rağmen park edip yolu tıkayan bir araçtan eski bir binanın yıkımında ortaya çıkan usulsüzlüklere kadar onlarca nedenden dolayı çevresel suçlar işlenebiliyor. Birçoğumuz bu suçları durdurmak bazen de yapılan işler hakkında daha fazla bilgi sahibi olarak ortaya çıkabilecek sorunlara engel olmak istiyoruz. İstiyoruz ama ne yapacağımızı bilmiyoruz. Konuyu bilen bir avukata danışmak her zaman kolay değil. Bu konularda çalışan avukatların çoğunun çevre sorunlarıyla gönüllü ilgilendiği de düşünülürse, tek tek herkesin sorularına yanıt vermeleri de pek mümkün değil. Bu sorunu çözmek için kurulan Ekolojik Haklar Merkezi hepimizin derdine deva olabilir. Nasıl mı? Öğrenmek istiyorsanız internette ekolojikhaklar.org adresine gidip derdinizi anlatmanız veya sizin gibi derdi olanlar ne yapmış bakmanız mümkün.

Uzun zamandır Türkiye’de çevre sorunlarıyla ilgili davalara bakan uzman hukukçular tarafından hazırlanmış bu sanal merkez, ekolojik sorunları ortaya çıkmadan önlemeye ve mevcut sorunları gidermek için yurttaşlara kullanabileceği temel haklarını hatırlatmaya çalışıyor. Avukatlık hizmeti vermeyen ama üç ana kategoride (başvuru hakkı, bilgi edinme hakkı ve katılma hakkı) bizlere yol gösteren siteye mesaj bırakabiliyor, soru sorabiliyor veya mevcut sorulara/sorunlara verilmiş yanıt ve çözüm önerilerinden faydalanabiliyorsunuz. Ücretsiz bir danışma hattı.

Yaşadığınız kentin meydanında bir inşaat sürüyorsa ilgili bakanlığın görüşünü bilgi edinme hakkınızı kullanarak öğrenebilirsiniz. Herhangi bir konuda verdiğiniz dilekçenize yanıt verilmediyse başvuru hakkınıza nasıl sahip çıkacağınızı Ekolojik Haklar Merkezi’ne sorabilirsiniz. Semtinizde bir AVM yapılıyor ve siz katılma hakkınızı kullanarak ÇED sürecine dahil olmak istiyorsunuz. Ekolojik Haklar Merkezi’ne hangi AVM’lerin ÇED’e tabi olup olmadığını sorabilirsiniz. Yalın bir dille derdinizi anlatmanız, sesli mesaj bırakmanız veya sitede arama yaparak daha önce sorulmuş benzer soruların yanıtlarına bakmanız yeterli.

Site beş aydır çalışıyor. Şu ana kadar sorulan sorulardan birkaç örnek aşağıda.

·       Ormanda, ağaç kesimi yapıldığını gördüm. Kesimin izinsiz olup olmadığını nasıl öğrenebilirim?

·       Hayvanların Alışveriş merkezlerinde (AVM) sergilenmesi konusunda ne yapabilirim?

·       Bakanlık ÇED Raporunu kabul etmiş, kabul işlemine dava açabilir miyim?

Yanıtlarını yazmıyorum, merak ediyorsanız yukarıda yazdığım adrese gidip bakmanız yeterli.

Unutmayın, Anayasa’nın 56. maddesi, “Herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir” der. Çevreyi korumanın yolu da bilgiye ulaşmaktan geçiyor. Ekolojik Haklar Merkezi sayesinde bu hakkımızı kullanmak gerçekten de çok kolaylaştı. Anayasa’nın size verdiği görevi yerine getirin ve hakkınızı kullanın.

2017’inin yeşil gündemi

Özgür Gürbüz-BirGün/31 Aralık 2017

Foto: alakirinsesi.org
Türkiye’nin doğası 2017 yılına Kanun Hükmünde Kararname”lerin (KHK) gölgesinde girdi. OHAL’i fırsata çeviren şirketler, hükümetten aldıkları destekle kritik ekosistemlere zarar veren projelerini hızlandırdı. Artvin’den Istranca Dağları’na, Antalya’dan İstanbul’a kadar her yerde doğa dostları hem çevreyi hiçe sayan politikalar hem de insanların seslerini çıkarmasını zorlaştıran OHAL koşullarıyla baş etmek zorunda kaldı. İşte 2017’inin öne çıkan çevre mücadelelerinden bazı başlıklar.

Büyüknohutçu çifti öldürüldü
Antalya’nın Finike İlçesi’nde taş ve mermer ocaklarına karşı yürüttükleri mücadeleyle tanınan Ali Ulvi ve Aysin Büyüknohutçu çifti 9 Mayıs 2017 tarihinde evlerinde öldürüldü. Katil zanlısı 31 yaşındaki Ali Yamuç ise kapatılan bir mermer ocağında çalışan Çirkin lakaplı kişinin cinayet için 50 bin TL teklif ettiğini söylemesinden kısa bir süre sonra cezaevinde ölü bulundu. Ali Yamuç’un eşinin ağırlaştırılmış müebbet hapisle yargılanmasına 11 Ocak 2018 tarihinde başlanacak. Büyüknohutçu çiftinin öldürülmesi büyük tepki topladı ve Türkiye’nin birçok yerinde anma etkinlikleri düzenlendi. Antalya Muratpaşa Belediyesi’nde adlarına bir park açıldı.

Cerattepe’de direnişi kırmak için OHAL bahane oldu
Artvin’in Cerattepe mevkinde açılmak istenilen bakır madenine karşı yaklaşık 25 yıldır yürütülen mücadele 2017’de ağır bir darbe aldı. 1996 yılında Kanadalı şirketi vazgeçirmeyi başaran Artvinlilerin kaderi, madenin yeni sahibiyle birlikte değişti. Hükümete yakınlığıyla bilinen Cengiz Holding 2013’te Etibakır A.Ş’yi devraldı. Yeni bir hukuk mücadelesi başlatan Yeşil Artvin Derneği, madenin “ÇED olumlu” kararını 2014’te iptal ettirmeyi başardı. Şirket ise 2015’te yeni bir ÇED süreci başlattı. Bunun üzerine Artvinliler de 751 kişi ve 61 avukat ile açılan Türkiye’nin en büyük çevre davası açtı. Dava sürerken iş makinelerinin sahaya girmesi ise hukuki sürece gölge düşürdü, Artvin günlerce süren protestolara sahne oldu. 15 Temmuz’dan sonra ise protestolar ve tüm etkinlikler OHAL gerekçe gösterilerek yasaklandı. Valilik 14 aydır her türlü etkinliği yasaklıyor. “Endemik bitkiler taşınabilir” diyen bilirkişi raporunun da etkisiyle Danıştay 7 Temmuz’da Artvinlilerin aleyhine karar verdi. Maden çalışmaları şimdiden ciddi tahribata yol açtı. 

Alakır’ın Sesi’nin suyunu kestiler
Alakır’da belki de Türkiye tarihinin en ilginç doğa koruma mücadelelerinden biri yaşanıyor. Antalya’nın Kumluca ilçesinde kurulmak istenen HES’lere karşı mücadele eden Tuğba Günal ve Birhan Erkutlu şirket çalışanlarının tehditlerine rağmen mücadelelerini sürdürüyor. HES karşıtı doğaseverleri tehdit eden bekçinin 5 ay hapis cezası almasının ardından 13 Ekim 2017 tarihinde Alakır’daki mücadele tekrar gündeme geldi. Bu defa da Günal ve Erkutlu’nun suyu kesildi. Günal ve Erkutlu,  Metamar/Dedegöl Enerji’ye ait Kürce HES’in şantiye şefi Ali Süzen’in evlerinin arkasındaki araziyi satın alarak evlerine gelen kaynak suyunu kestiğini iddia ederek olayı mahkemeye taşıdı. Yaklaşık 80 gündür taşıma suyla hayatlarını devam ettiren çift, bir süre önce de evlerinin etrafına konulan kameralarla izlenmeye başlandı. 

Zeytinlikler kurtuldu
Haziran ayında bir torba yasayla gündeme gelen ve zeytinliklerde sanayi tesisleri kurulmasına olanak sağlayacak yasa tasarısındaki ilgili maddeler kamuoyu baskısıyla geri çekildi. 

Tekirdağ’a termik santral
22 Şubat 2017’de Resmi Gazete’de yayımlanan acele kamulaştırma kararıyla Vize’den sonra Çerkezköy’e termik santral yapılmak istendiği ortaya çıktı. Açılan kamulaştırma davalarının da etkisiyle santral sahası kamunun elindeki ormanlık araziye taşındı. Bölgede yaşayanlar imza kampanyaları ve eylemlerle kömürlü termik santrala karşı çıkıyor.

Koruma statülerini korumak için kampanya
Muğla Çevre Platformu (MUÇEP), ülke genelinde 22 ili kapsayan, koruma altında bulunan doğal alanların koruma derecelerini düşürerek imara açmayı öngören koruma statüleri değişiklik önerisine karşı bir mücadele başlattı. Kampanyada şu ana kadar 20 bine yakın imza toplandı.

Siyasetin gölgesinde nükleerin ÇED davası
Mersin Akkuyu’da kurulmak istenen nükleer santralın ÇED raporunun iptali için açılan dava 22 Kasım 2017 tarihinde Danıştay’da görüldü. Dava, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir gün önce söylediği, “Rahatsız olsanız da olmasanız da biz nükleer enerjiyi yapacağız” sözlerinin gölgesinde başladı. "Danıştay’ın istediği bilirkişi raporunun bazı bölümlerinin Wikipedia’dan kopyalanan yanlış bilgiler olması, işten çıkarılan Rus uzmanın imzasını ÇED raporunda bulunması ve nükleer santraldan üretilecek elektriğe verilen alım garantisinin diğer kaynakların 2-3 katı fazla olması nedeniyle tepki toplayan projenin akıbeti önümüzdeki günlerde belli olacak.

27 Aralık gününde ise Anadolu Ajansı, Sinop’ta kurulmak istenen nükleer santral için ÇED sürecinin başladığını belirten bir haber yaptı.

Karaburun’da RES kapasite artışına izin yok
Karaburun Kent Konseyi’nin de girişimleriyle, Mordoğan’daki rüzgar enerjisi santralının kapasite artırma isteği İzmir İdari Mahkemesi’nce 10 Kasım 2017 tarihinde ikinci kez reddedildi.

Türkiye’nin iklim için maddi kaynak talebine red
6-17 Kasım tarihlerinde Almanya’nın Bonn kentinde düzenlenen iklim müzakerelerinde Türkiye yine istediğini alamadı. Paris Anlaşması’nı onaylamak için daha fazla maddi kaynaktan yararlanmak isteyen Türkiye’nin bu talebine diğer ülkeler olumsuz yanıt verdi.  Seragazı emisyonlarını 2030’a kadar iki katından fazla artırma gibi zayıf bir taahhüde rağmen maddi destek isteyen Türkiye böylece bir iklim zirvesinden daha eli boş döndü.

Belgrad Ormanı’nda trene geçit yok
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Belgrad Ormanı’ndan geçirmek istediği tren hattı projesi nin ihalesi, bir başka proje ile çakışması bahane edilerek 9 Ekim 2017’de iptal edildi. “Haliç-Kemerburgaz Dekovil Hattı”nın iptali için kampanya yürüten Kuzey Ormanları Savunması, sadece tren projesinin değil, Kuzey Ormanları’nın içinde ve çeperindeki tüm yeni ulaşım hatları ile yeni imar alanı projelerinin de iptal edilmesini istiyor.

Eskişehir’de termik santrala karşı seferberlik
Eskişehir’in Alpu Ovası’na kurulmak istenen kömürlü termik santral projesinin netleşmesiyle 2017’inin son ayı Eskişehir’de çevrecilerin protestolarına sahne oldu. Eskişehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen’in, “cinayet” dediği 1080 MW gücündeki santral projesi hem kentte hem de tüm Türkiye’de büyük tepki topladı.

Bartın’da zeytin kıyımı
Amasra’da termik santral kurmak için birçok usulsüzlük yapan Hattat Holding 25 Aralık günü 187 zeytin ağacını keserek büyük tepki topladı. Zeytinliklere 3 km mesafede bir sanayi tesisi kurulmayacağını bilen şirket, zeytin ağacı sayısı olması gerekenden az denilerek zeytinlik diye tescil edilmeyen alanı satın alıp, bütün ağaçları kesti. Gömü köyündeki zeytin ağaçlarının kesilmesine Gömü ve Tarlaağzı köylüleri isyan etti.

Amasya/Merzifon
Yılın son günlerinde Merzifon’dan iyi bir haber geldi. Amasya’nın Merzifon ve Suluova ilçeleri sınırına yapılmak istenen 450 megavat gücündeki kömürlü termik santral projesi ÇED sürecinin sonlandırılmasıyla rafa kalktı. Türkiye’nin en çok can kaybıyla sonuçlanan, 301 madencinin öldüğü Soma’daki maden kazasının sorumlusu Soma Holding’e bağlı Gürmin Enerji Madencilik tarafından kurulmak istenen santralın ÇED süreci sonlandırıldı.

İstanbul doluya teslim oldu
27 Temmuz 2017 tarihinde İstanbul’u etkisi altına alan dolu yağışı büyük maddi hasara ve kentte kaosa yol açtı. Uzmanların, iklim değişikliğinin sonuçlarından biri olarak gördüğü şiddetli yağışın bir benzeri de 10 gün önce kenti etkisine almıştı.

Gökçeada ‘sakin’ kaldı
Gökçeada'da maden arama ruhsatı alan Merih Madencilik şirketi 14 Aralık’ta tepkiler üzerine başvuruyu geri çekti. Çanakkale Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü'nden yapılan açıklamada ÇED sürecinin sonlandırıldığı açıklandı. Bir ‘cıtta slow’ yani yavaş şehir olan Gökçeada için ada halkı mücadele edeceğini kesin bir dille ifade etmiş, çalışmalara başlamıştı.

Zizek ve hayal kırıklığı

Özgür Gürbüz-BirGün/27 Ocak 2017

Geçtiğimiz haftanın çevre gündeminin sürprizi Slavoj Zizek oldu. Sendika.org’da yayınlanan ‘Geri dönüşüm, organik gıda, bisiklet… Dünya böyle kurtarılmaz’ başlıklı makalesi, başlıktan da anlaşılabileceği gibi dünyanın geri dönüşüm, organik gıda veya yenilenebilir enerji kaynaklarıyla kurtulmayacağını söylüyordu. Hayal kırıklığıyla okuduğum makale bir sistem eleştirisini amaçlasa da, solun çevre konusundaki eski ezberlerini hatırlattı. Yeni bir şey söylemedi. Çeviride hata yoksa ‘Zizeksever’leri bile üzmüş olabilir. Katılmadığım noktaları yazmanın 'nasıl bir dünya istiyoruz' tartışmalarına yardımcı olacağını da umarak, eleştirinin kısa bir eleştirisini bu köşeye taşımaya karar verdim.

Zizek’in çevre sorunlarının sistemden (günümüzde kapitalizmden) kaynaklandığı giriş bölümüyle fazla sorunum yok. Elbette çevre sorunlarının giderek büyümesi, içinde bulduğumuz tüketim toplumundan, bireysel yaşam tarzlarımızdan, sosyal devletten uzaklaşıp, kârlarını artırmaktan başka bir şey düşünmeyen şirketlerin eline bırakılan doğal varlıkların fütursuzca kullanılmasından kaynaklanıyor. Zizek de buzulların erimesini fırsat gibi gören zihniyete işaret ederken aslında özetle bu durumdan bahsediyor. Sorun burada değil, saptama doğru ancak iş çözüme gelince sadece çözüm önerilerini eleştirmekle yetiniyor. Ekoloji konusundaki inkarcılara, “Kaybımıza neden olacak sürece karşı yapacağımız fazla bir şey olmadığını biliyorum. Ama bu düşünceye katlanamıyorum ve hiçbir işe yaramazsa bile deneyeceğim” diyenleri de ekliyor ve bu düşüncenin organik gıda almak gibi vicdanımızı rahatlatan bir eylemden başka bir şeyle sonuçlanmayacağını öne sürüyor. Çözüm önerisi ise komünizme doğru giden uluslararası bir dayanışma. Üretim ve tüketim süreçlerine dair bir öngörü yok. Sadece dayanışma… İş sadece dayanışmayla çözülseydi son 15 yılda 10’dan fazla toplantı yapan Dünya Sosyal Forumu bile sorunun çözümüne çare olabilirdi.

Zizek’le anlaştığımız noktalarla devam edeyim. Sorunların çözümünü sadece bireylerin tercihlerine bırakırsak yetersiz kalırız; evet. Makalede değindiği ve çevre sorunlarının çözümü için sıkça önerilen beş maddenin yetersizliği konusunda da Zizek’le anlaşabiliriz. Konuyu yakından takip eden herkes biliyor ki teknoloji bu sorunları çözemez ya da işi oluruna bırakırsak doğa sorunların bir şekilde üstesinden gelemez. Kişisel tedbirler veya piyasa mekanizmaları da tek başlarına çözüm olmayacak. Doğaya dönmek ise sadece sorunun kaynağından kaçarak yüzleşmeyi geciktirmeye yarıyor. Kapitalizm tüketmeye devam etikçe, sizin kurduğunuz küçük ekolojik çiftlikler, eşitlikçi toplumlar bir gün hedef alanına giriyor. En iyi örnek, kentte kalarak sorunları çözemezsiniz diyerek 20 yıl önce Kaz Dağları’na kaçan birçok doğa dostu arkadaşımızın bugün orada madenlere, termik santrallere karşı, bizim 20 yıl önce kentte, siyaset içinde verdiğimiz mücadelenin benzerini örgütlemeye çalışması herhalde.  

Zizek’le nerede anlaşamıyoruz o halde? Elbette çözümde. Zizek’in bahsettiği komünist toplum enerjisini hangi kaynaklardan üretecek belli değil? Vicdanı aklamaya yaradığı iddia edilen yenilenebilir enerji kaynaklarından başka bir yol var mı elektrik üretimi için? Kullandığımız kağıtları geri dönüştürmenin bizi devrime götürmeyeceğini kabul edelim ama şu soruya da yanıt verelim: Geri dönüştürmemek mi devrimin kapısını aralayacak? Zizek’in hayalini kurduğu toplum daha çok tüketenleri mi tercih ediyor yoksa daha az tüketenleri mi? Sevgili Zizek, tüm bu bireysel tedbirleri alanların, ekolojik ya da sosyalist devrime giden yolun sadece bu eylemlerden geçtiğini düşündüğüne kendisini inandırmış ama gerçekte durum bu mu? Böyle bir genelleme, Zizek gibi bir sosyoloğa yakışmıyor. Benim gibi geri dönüşüme inanan, plastik torba kullanmamaya çalışan, hayatına otomobil sokmayı reddetmiş birçok insan bunu sadece doğru olduğu için ve daha az tüketmek adına yapıyor. Bu bizim ekolojik devrime giden yolda yapısal değişiklikleri hiçe saydığımız anlamına gelmiyor. Aksine biz hazırız. Devrimden sonra kurulacak dünya toplu taşımanın öne çıktığı, bireysel tüketimin azaldığı, kaynak kullanımında verimin ön plana çıktığı bir dünya olmayacak mı? O günü bir mahşer günü gibi bekleyenlere kıyasla bizim uyum sorunu yaşamayacağımız ortada. Politik süreçte insanları ikna etme konusunda da avantajlıyız. Sizce, evlerimizin çatılarına koyacağımız ve kendi elektriğimizi üreteceğimiz güneş panellerini anlatan 40 seminer düzenlemek mi daha inandırıcı, bir evde bu sistemin çalıştığını göstermek mi? Vaatlerimizin yanına hayata geçirdiğimiz örnekleri koyuyoruz. Konforumuzdan ödün vererek samimiyetimizi gösteriyoruz. Bir yandan da politikada değişim için uğraşmayı sürdürüyoruz. Yapmamak mı daha iyi?

Zizek’in tavsiyesi ekolojik devrime kadar bir kapitalist gibi yaşamaksa, ben ona da kocaman bir “hayır” diyorum.

Küba’nın enerji devrimi

Özgür Gürbüz-BirGün/7 Ekim 2016

Geçen haftaki yazımda Küba’nın tarım hamlesinden bahsetmiş, kent bahçeleriyle sebze ve meyve üretimini nasıl artırdığını anlatmıştım. Bu sayede Küba, hem şeker üretimine bağlı tarım ekonomisini zenginleştirerek geçmişte yaşadığı ekonomik krizlerin tekrarlanmaması için önlem almış hem de bitkisel ve evsel atıkları kullanarak ithal edilen gübre ve böcek ilacı kullanımını azaltarak ciddi bir ekonomik kazanç sağlamıştı. Küba’nın ‘enerji devrimi’ tarımdaki başarının benzerini enerji alanında da yakalamayı hedefliyor.

Küba’da enerji deyince akla petrol geliyor. Birincil enerji kaynakları içinde petrolün payı yüzde 77, onu yüzde 14 ile biyokütle, yüzde 8 ile doğalgaz izliyor. Birçok ülkenin aksine, petrol elektrik üretiminde de adeta tek kaynak. Bir bölümü Küba’dan karşılansa da ülke Venezuela’dan gelen petrole muhtaç. İthal edilen petrolün karşılığında Venezuela’ya doktor, öğretmen ve askeri uzman gönderen Küba’nın bu ticareti uzun soluklu olmayabilir. Venezuela’dan gelen petrolün miktarı oradaki krizin de etkisiyle azaldı. Olası bir rejim değişikliği bu ticarete daha büyük bir darbe vurabilir. Küba, yıllardır çok zor koşullara rağmen savunduğu bağımsızlığını enerji konusunda da kazanmak istiyor. 2006 yılında hükümetin açıkladığı ve ‘enerji devrimi’ diye adlandırılan reformların temel hedefi bu.

Enerji devriminin ilk hedefi eski makine ve teçhizatın değiştirilerek, enerji verimliliğinin arttırılmasıydı. Küba, iki yıl içinde 116 milyon akkor ampulü verimlileriyle değiştirerek tüm ülkede verimli ampul kullanan dünyadaki ilk ülke oldu (Greenbiz.com). 2,5 milyon buzdolabı ve 1 milyon vantilatör de enerji devriminin ilk iki yılında değiştirildi. Bu hamleler sayesinde gazyağı kullanımı yüzde 66, tüp gaz kullanımı yüzde 60 oranında azaldı. Ülkedeki karbon emisyonları yüzde 18 oranında düştü.

Enerji devriminin hedefleri arasında iletim hatlarının yenilenmesi, yenilenebilir enerjinin payının arttırılması da vardı. İletim hattı kaybı yüzde 14’lere çekildi; neredeyse Türkiye ile aynı seviyeye geldi. 2014’te sıra yenilenebilir enerjiye geldi ve net bir hedef belirlendi. Elektrik üretiminde yüzde 4’ü bulan hidroelektrik, rüzgar, biyokütle ve güneşin payının 2030’a kadar yüzde 24’e çıkarılması kararlaştırıldı. Daha da önemlisi, bu yeni kapasitenin büyük santrallerle değil, dağıtılmış, küçük üretim tesisleriyle sağlanmasına karar verildi. İlk adımlar da atılıyor.

Devrimde başrolü biyokütle dediğimiz bitkiler, hayvan dışkıları ve evlerden gelen organik çöpler oynuyor. Şeker üretiminden kalan atıkları elektriğe çevirmek için şeker rafinerilerinin yanında tesisler kuruluyor. 2030’da elektriğin yüzde 14’ü biyokütleden sağlanacak. Rüzgar türbinleri elektrik ihtiyacının yüzde 6’sını, güneş ise yüzde 3’ünü karşılayacak. Yüzde 1’lik pay ise hidroelektriğin olacak. Petrol ve doğalgazın payı böylece azaltılırken, ülkede petrol arama çalışmaları da hızlandırılacak. İthal edilen miktar bu yolla da azaltılmaya çalışılacak. Küba’nın önündeki en büyük sorun finansman. Yabancı şirketler şimdiden kuyrukta ama bu konu hassas. Hükümet bağımsızlık ve egemenliklerini koruyacaklarını söylüyor. Bunu, hükümetle Batılı şirketlerin ortak girişimleriyle yapmaya çalışacaklar gibi duruyor. Çin benzeri modeller görebiliriz. Bu konuda ilk örnekler hayata geçmeye başladı.

Enerji devriminin bir ayağını da bilgilendirme süreci oluşturmuş. İki yıl içinde, iklim değişikliği, yenilenebilir enerji ve enerji verimliliği konularına değinen televizyon programı sayısı 17 bini bulmuş. Radyo ve gazete haberleri cabası. Bizde tüm dünyanın konuştuğu Paris Anlaşması’nın hayata geçmesi ana akımda yer bile bulamıyor. Yöneticinin kafası eski, medyanın ki paslı olunca enerjide kömüre takılıp kalmamız çok normal.

Küba’nın hem ekonomik bağımsızlığı hem de çevre ve insan sağlığı için yaptığı bu çabalar ülkenin ekolojik ayak izini de makul sınırlar içinde tutmayı başarmış. Dünyadaki çoğu ülkenin aksine, Küba’nın biyolojik kapasitesi (tarımsal üretim, yapılaşma, balıkçılık ve orman ürünleri üretimi vb. için gereken bütün alanlar) son 50 yılda çok az yıpranarak aynı kalırken, ekolojik ayak izi de 90’lardan sonra düşüşe geçerek 60’lardaki seviyesine gerilemiş. Küba ülke kaynaklarından fazla tüketse de, artışı durdurmayı ve kontrol etmeyi başarmışa benziyor. Türkiye’de ise tam tersi bir durum var. Bizde biyolojik kapasitenin giderek azaldığını, ekolojik ayak izimizin de giderek arttığını görüyoruz. Büyüklerimizin deyimiyle cepten yiyoruz.

Hazıra dağ dayanmaz elbette. Ülkenin gıda üreten topraklarının, su kaynaklarının hepsi yok olmadan tüketim toplumundan üretim toplumuna geçmek ve aşırı tüketimi durdurmak zorundayız. 11 milyonluk Küba’dan öğrenecek çok şeyimiz var.   

Türkiye’nin çöküşünün sorumlusu doğa değil eğitim

Özgür Gürbüz-BirGün/23 Eylül 2016 

“Uygarlıklar kurulmuş, refah ve bolluğa kavuşmuş ve çoğu kez zayıflayarak yok olup gitmişlerdir. Neden yok olup gittiklerini burada tartışacak değiliz ama şu kadarını söyleyebiliriz: Mutlaka bir kaynak tükenmesi meydana gelmiş olmalıdır. Birçok kez aynı alan üzerinde yeni uygarlıklar yükselmiştir; daha önceki uygarlığın yıkımına salt maddi kaynakların tükenmesi neden olsaydı buna olanak kalmazdı. Bu tür kaynaklar yenilerdi kendilerini.”

E.F. Schumacher[1], Küçük Güzeldir adlı başyapıtında en büyük kaynak dediği eğitimi, bu satırlarla tartışmaya açar. Bildiğimiz bir tarihten örnekle Schumacher’in ne demek istediğini biraz daha açıklayalım…

Osmanlının hüküm sürdüğü toprakların büyük bir bölümü dönemin en büyük imparatorluklarından Roma’ya aitti. Schumacher’in de dediği gibi, Roma’nın çöküşünün maddi kaynakların kaybıyla, o topraklardaki doğal zenginliklerin eksikliğiyle bir ilgisi olamaz çünkü aynı topraklarda yüzyıllarca ayakta kalacak başka bir imparatorluk, Osmanlı kurulabildi. Osmanlı’nın çöküşü de suyun azalmasından veya buğdayın bitişinden kaynaklanmadı. Neden kaynaklandı diye soracak olursanız yanıtını yine Schumacher’den alabilirsiniz:

“Tüm tarihimiz ve halen geçirmekte olduğumuz deneyimler göstermektedir ki, ana kaynağı sağlayan insandır, doğa değil: tüm ekonomik gelişmenin kilit etkeni insanoğlunun kafasında yatmaktadır. Birden bir gözü peklik, girişimcilik, buluşçuluk, yapıcılık seli boşanır, hem de birçok alanda birden. Bunun ilk nereden doğduğunu kimse söyleyemez ama kendini nasıl sürdürdüğünü ve güçlendirdiğini söyleyebiliriz… Çok gerçek bir anlamda, eğitimin tüm kaynakların en yaşamsalı olduğunu bu yüzden söyleyebiliyoruz.”  

Doğa her kaynağın/varlığın sağlayıcısıdır ancak bunları doğru kullanmak, tüketip tüketmemek insanın elinde. Kısaca özetlersek, aynı toprakta, aynı kaynaklardan faydalanarak batan bir uygarlığın yerine yenisi kurulabiliyorsa bunun nedeni insandadır diyor Schumacher. İnsanın aynı doğal varlığı farklı farklı kullanmasını sağlayan da eğitimden başka bir şey değil. Ve hepimiz biliyoruz ki yeni icat ve düşünceleri ancak farklı insanlar, farklı bilgiler ve kültürel değerlere sahip olanlar yaratabilir.

Türkiye’nin yaratıcılık anlamında yaşadığı yoksunluğun, ekonomiden edebiyata, bilimden tıbba kadar taklitçiliğe, üretmekten çok tüketmeye yönelmesinin ardında eğitim sisteminin dibe vurması yatıyor. Bugünkü terör, darbe ve kaotik ortamı hazırlayan da, Türkiye’nin yaşadığı çöküşün kaynağı da bu. Osmanlı sevdalılarının ülkeyi getirdiği yer Osmanlı’nın sonundan farklı değil çünkü kendilerini aynı dogmalara hapsettikleri için aynı hataları tekrar ettiler. Etmek de zorundaydılar çünkü savundukları devlet ve onu dayandırdıkları din merkezli sistem, biraz önce bahsettiğimiz gibi, ülkelerin ayakta kalmasına yarayan tek unsur olan insanı geliştirmeye değil, kontrol altında tutmayı öne çıkarıyor. Bu da tarihte yüzlerce defa tekrarlandığı gibi ülkelerin iflasını beraberinde getiriyor. Türkiye’de yaşadığımız da bu.

Okulların açıldığı şu günlerde, farklı düşünen eğitimcilerin, ortaokul, lise ve üniversitelerden atılması, zorunlu din dersleriyle, imam hatiplerle eğitimin insanda dönüşüm yaratma gücüne katkı sağlamaktan uzak bir hale getirilmesi bu günleri hazırladı. 1980 sonrası başlayan süreç mevcut hükümetin son hamleleriyle hızlandı. Mevcut eğitim sistemi acilen değiştirilmezse çöküş kaçınılmaz.

Türkiye’nin bu hazin sondan kurtulma şansı var mı? Elbette var ama bu, başta eğitim olmak üzere tüm yapılanların tersinin yapılmasıyla olabilir. Aldığımız eğitimin, doğanın bize sunduğu kaynakları/varlıkları sürdürülebilir ve en verimli bir şekilde kullanmamıza olanak tanımasıyla mümkün. Bu da zorunlu din dersleriyle, peygamberin hayatını öğrenmekle, bireysel özgürlükleri kısıtlayacak kıyafet dayatmalarıyla, her öğrenciden imam yaratmakla; yasak, mahalle baskısı ve tabularla iç içe yürüyen bir eğitim sitemiyle olmaz. Düşünce özgürlüğü bilimin gelişmesi için gereken ilk şartlardan biri. Düşüncesini kısıtladığını eğitimci, çöküşü durduracak öğrenci yetiştiremez.


[1] E.F. Schumacher, bir önceki yüzyıla damgasını vurmuş sosyalist-ekolojist ekonomistlerden biriydi. Küçük Güzeldir adlı kitabı bugün de doğaseverlerin başucu kitapları arasında yer alıyor.

Madde 80 dünya düzdür diyor

Özgür Gürbüz-BirGün/9 Eylül 2016

Etiyopya Anayasası, madde 44: Herkesin sağlıklı ve temiz bir çevrede yaşama hakkı vardır (1994).

Portekiz Anayasası, madde 66: Herkesin, sağlıklı, dengeli bir beşeri çevrede yaşama hakkı vardır (1976).

Güney Afrika Anayasası, madde 24: Herkes sağlığa zarar vermeyen bir çevrede yaşama hakkına sahiptir (1997).

İspanya Anayasası, madde 45: Herkes çevreyi kişisel gelişimleri için kullanma hakkına sahiptir (1978).

Türkiye  Cumhuriyeti Anayasası, madde 56: Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek devletin ve vatandaşların ödevidir (1982).

Dünyanın hemen hemen her ülkesinde çevre hakkı Anayasa’da böyle tanımlanmıştır. İnsanın en yaşamsal hakları içerisinde yer alır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 56. maddesinde, bu hakka sahip çıkma görevinin devlet kadar vatandaşa da ait olduğuna vurgu yapılır. Yani, Gezi Parkı yıkılmaya çalışıldığında onu korumaya çalışmak, yanlış yere yapılan rüzgar santraline karşı çıkmak, derelerin üzerine halkın olurunu almadan HES yapıldığında o şirketi mahkemeye vermek hepimizin Anayasal ödevidir. Bu, Türkiye’ye mahsus bir durum da değil, başka anayasalarda da benzer maddeler var.

Güney Kore Anayasası, madde 35: Çevreyi korumak devlet ve bütün vatandaşlarının görevidir (1948).

Kenya Anayasası, madde 30: Çevreyi bugünkü ve gelecek kuşaklar için korumak herkesin görevidir (2005).

Bazı anayasalarda çevrenin nasıl korunacağı da yazar. Örneğin Arjantin Anayasası madde 41’de, çevre hakkının korunması için yetkililerin doğal kaynakların akla uygun kullanılması, doğal ve kültürel mirasla, biyolojik çeşitliliğin korunmasıyla, çevre konusunda bilgi ve eğitim verilmesi konusunda sorumlu tutulur. Bu madde 1853 yılında yazılan ilk Arjantin Anayasası’ndan beri değişmemiştir.

Ekvador Anayasası ise adeta geleceğin yasal altyapısına işaret eder. 14. maddesinde çevrenin ve ekosistemin korunması kamu yararı olarak tanımlanır. 12. maddesinde suyun vazgeçilmez bir insan hakkı olduğu belirtilir, toplumsal kullanıma ait, devredilemez stratejik bir miras olduğunun altı çizilir. Bu kadarla kalsa iyi, sıkı durun. Madde 71’de doğanın haklarından bahsedilir. 72’de doğanın yenilenme hakkına vurgu yapılır. Madde 73 ise, “devlet, canlı türlerinin yok olmasına, ekosistemin tahrip olmasına ve doğal döngünün zarar görmesine yol açacak faaliyetlere karşı önlem almak veya sınırlama getirmekle yükümlüdür” der. Diğer anayasalar daha çok insanın yaşamı için çevreyi korumaya çalışırken ve bu amaçla devlet ve vatandaşları sorumlu tutarken, Ekvador Anayasası, doğanın yaşam hakkını korumak için devleti sorumlu tutar[1].

Türkiye’de, 7 Eylül 2016 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanan 6745 sayılı kanunun 80. maddesi ise özetle şunları söylüyor. Bakanlar Kurulu’nun onay verdiği projeler bir dizi teşvikten yararlanabilecek. Kamu malları ve araziler bu projeleri yürüten şirketlere bedelsiz devredilebilecek. Projeler çevreye zarar verecek nitelikte bile olsa, istenirse, kredi faizleri 10 yıl boyunca devlet tarafından karşılanabilecek, kurumlar vergisinden muaf tutulabilecek. Yüzde 50 indirimli fiyattan elektrik kullanabilecek.

Günlerdir kamuoyunu meşgul eden madde 80 (tasarıda madde 75’ti) işte bu. Doğru yere hastane, kreş vs. yapılacağını bilseniz, belki de ne güzel dersiniz. Ancak hepimiz biliyoruz ki bu teşvikler madenler, barajlar, termik santraller, üstünden araç geçmeyen, bedelini bizim ödediğimiz köprüler ve yollar için kullanılacak. Stratejik kabul edilen projeler denetimden uzak tutulacak.

Arjantin’in 1853 tarihli yasasına, 1980 darbesinin ürünü Anayasa’nın 56. maddesine bir bakın. Bir de, 2016 yılında çıkarılan 6745 sayılı kanunun 80. Maddesine... Bu yüzyılda böyle kanunlar çıkarmak, dünya düzdür demeye benziyor.



[1] http://www.karasaban.net/ekvador-anayasasi/

Uzaydan dünyaya düştü doğayı keşfetti

Özgür Gürbüz-BirGün/8 Nisan 2016

Jasmin Blasco ve Pico Studio
Uzayda doğmuş ilk dünyalıya ne denir? Uzaylı elbette. Yıllardır uzaylıların dünyaya gelip, “ben dostum” demesini bekleyenlerin bu sıralar mırıldandığı bir şarkı var. Şarkının da, “çabuk gelin, yok olmadan” diye bir nakaratı var. Bu şarkının İstanbul Modern’deki “Yok Olmadan” sergisinden ilham aldığı yönünde rivayet çok. Sergi salonlarını doğanın korunması için açan İstanbul Modern’in bu son sergisi oldukça farklı sanatçılardan, bize yaşadığımız çevreyi hatırlatacak, sorunları düşündürecek onlarca eserle dolu. Sergiye Jasmin Blasco’nun, “Uzayda Doğmuş İlk İnsan”ıyla başlayabilirsiniz. Sanatçının kurgusu, bu ‘uzaylı’nın dünyayı ziyaretine hazırlanışını, dünyanın dışarıdan nasıl göründüğünü anlatıyor. Blasco’dan esinlenerek bu sergiyi dünyaya ilk kez adım atan bir insan gibi gezmek, etrafımızdaki zenginliği keşfetmenize çok yarayacak.

Mark Dion
Dünya Çevre Günü’ne (5 Haziran 2016) kadar açık olacak sergide sadece karşı karşıya bulunduğumuz çevre sorunlarına dokunuşlar yok; doğanın sanatın içine nasıl işlediğine, birbirlerini nasıl etkilediğine dair çalışmalar da var. Alper Aydın’ın “Taş Kütüphanesi” gibi. Aydın’ın Türkiye’nin dört bir yanından topladığı taş ve ahşap örnekleri, size yanından geçip görmediğimiz bir başka güzelliği hatırlatacak. Francesco Garnier Valletti’nin 1800’lerin ortasında hazırlamaya başladığı balmumu temelli meyve figürleri de Aydın’ın çalışması gibi, doğanın zenginliğinin aynı zamanda kütüphaneler dolusu bir bilgi hazinesi olabileceğini gösteriyor. 20 sanatçının eserlerinden oluşan sergide bu ikisinin yan yana gelmesi rastlantı olmasa gerek. Onlarca çeşit meyveyi, mevsim gözetmeksizin birlikte görmek her uzaylı kadar dünyalıyı da mutlu edecek.

Yok Olmadan sergisini, küratörlerden Çelenk Bafra ile birlikte gezdik. Bafra, gezegene gelişme ve iktidar hırsıyla yaptıklarımızla kendi kendimizi soktuğumuz bu çıkmazdan kolay kolay çıkamayacağımızı düşünüyor. İklim zirveleri gibi küresel politik girişimlerin ve bireysel doğaya dönüş çabalarının yeterli kalacağını düşünmüyor. Doğayla ilişkimize dair yüzeysel ve samimiyetsiz bakış açısının tersyüz edilmesinde sanatçıların katkısının olacağına inanıyor. Bafra, “Biz burada daha yaratıcı zihinlere yer açmak istedik. Hayalci değil, umut dolu bir bakış açısı sunmaya çalıştık” diyor.

Lars Jan
Sergi, performanslardan, resimlere ve deneysel çalışmalara kadar çok farklı teknik ve bakış açısı barındırıyor. Örneğin, geleceğin sanatının, iklim değişikliğine yol açmadan yapılması gerektiğini düşünüyorsanız, Roger Ackling’in doğada bulduğu tahta parçalarını, sadece güneş ışınlarından yararlanarak şekillendirdiği eserleri size ilham verebilir. Karbon ayak izi sıfır! Charles Dellschau adlı kasabın not defterinden çıkanlar uzaylıların dünyaya daha önce bir kasap kılığında gelmiş olabileceğini düşündürebilir. Yerkürenin doğası elbette atmosfer ve uzayla bağlantılı ancak maceracı bir doğa gezisi için o kadar uzağa gitmeye gerek yok. Mark Dion’un ‘Kâr Körlüğü’ adlı çalışması yüz adet kutup ayısı çiziminden oluşuyor. Camila Rocha ise Brezilya’nın yağmur ormanlarını, bizim oralarının tabureleriyle müzeye getirmiş. Evinizi nasıl yağmur ormanına çevirirsiniz, ipuçlarını da vermiş; çiçek sehpalarının yanındaki taburelere biraz oturmanız yetecek. Elbette ve ne yazık ki, bugünkü doğamız sadece organik maddelerden ibaret değil. Canan Tolon, çevremizdeki, insan yapımı eşyaları doğayla buluşturmanın bir yolunu bulmuş. İyi kurgulanmış serginin bir esprisi de bu. Nerede olduğumuzu hatırlatan, hayallerimizi yeniden karşımıza getiren ve doğayı bize gösteren imgelerle dolu. Sergiyi gezerken veya dönüş yolunda hayaller, sorunlar veya çözümlerden hangilerini sarıp kucaklayacağınıza, yanınızda götüreceğinize siz karar verebilirsiniz.
Uzaydan dünyaya inmenin ve gezegenin geleceği için elimizi taşın altına koymanın vakti geldi. Bu sergi, sanatın da bu çabanın bir parçası olabileceğini gösteriyor. Unutmadan söyleyelim, perşembe günleri tüm uzaylılar İstanbul Modern’e ücretsiz girebiliyor.

Yok Olmadan sergisi etkinlikleri
Sergi süresince doğayla ilgili birçok etkinlik de düzenleniyor. 31 Mart’taki, Kütüphanede Ekoloji Buluşmaları adlı etkinlikte doğa ve sürdürülebilir yaşam üzerine odaklanan oluşumlarla tanışmak ve tartışmak mümkün. 7 ve 9 Nisan tarihlerinde ise kentsel tarım üzerinde çalışan Ek Biç Ye İç girişimi ile permakültür üzerine bir atölye gerçekleştiriliyor.

BirGün’e sahip çıkmak için 7 neden

Özgür Gürbüz-BirGün/5 Şubat 2016

Bağımsız medyaya ihtiyacımızın her geçen gün arttığı şu günlerde BirGün’e sahip çıkmamak tam bir aymazlık olur. Benim BirGün ve onun gibi özgür düşünceye, yaşam hakkına sahip çıkan diğer medya kuruluşlarına (her yazılan çizilene harfiyen katılmasam da) destek olmaya çalışmamın birçok nedeni var. Bugün sadece yedi tanesinden bahsedeceğim.

1. Patrondan, hükümetten veya kolluk kuvvetlerinden korkmadan, etkisinde kalmadan haber yapacak, yorumlayacak medyaya ihtiyacım var. Doğru bilgi aldığımı bilmek istiyorum. Reklam vereni kızdırmamak için haberi saklayan, ülkeyi yönetenden korkup yazıları sansürleyen medya benim sesim olamaz. Bana sağlığım için tavsiye edilen gıdaların arkasında bile bin türlü ticari oyun dönüyor. Bu yüzden her türlü haberi bağımsız medyadan okumak istiyorum.

2. Bugünün Türkiye’sinde medyanın görevi sadece haber vermek değil. Dayanışmanın adresini de göstermek zorunda. İşçi haklarından ekolojiye, sanattan ekonomiye nerede desteğe ihtiyaç duyulduğunu, nerede güzel işler olduğunu ben bağımsız medyadan öğreniyorum. Mutluluklar kadar acılarımızı paylaşmak için de buna ihtiyacım var. Üzerimize çöreklenen ticari ve siyasi ağın parçası haline gelen medya kuruluşları bana sadece yalan, çarpıtılmış haber vermiyor, yanlış filme, yanlış mücadelelere de yönlendiriyor.

3. Artık ekmek bile alırken paramı verdiğim fırının sahibini bilmek istiyorum. Ali İsmail aklıma geliyor. Eli sopalı fırıncıya, palalı esnafa para kazandırma lüksüm yok. Evime gelen ustayı bile eşe dosta sorup ona göre çağırıyorum. Verdiğim paranın yolsuzluklara, hırsızlara, zalimlere gitmesine tahammülüm yok. Sütten otomobile, kiralayacağım evden, tatil yapacağım yere kadar tüm ticari ilişkilerim dayanışma içindeki insanlarla kurulmalı. Bağımsız, özgürlükçü medyada gördüğüm ilanlar benim için yol gösterici. Türkiye’de otoriter devletin bireysel özgürlüğüme müdahale ettiği, yandaşlarını üzerime sürdüğü bir durumda, dayanışmanın ekonomi gibi her alana yayılması kaçınılmaz. Eşe dosta sormanın yanı sıra, radyodan, gazeteden duyduğum reklamlara kulak kabartıyorum. Seri ilanlar, ders verenler, küçük hastaneler, lokantalar, tatil köyleri, pencereciler gibi… Daha mı zor? Evet ama bu ülkeyi değiştirmek isteyenlerin sadece oy kullanarak bunu yapamayacaklarını anlamaları gerek. Bu uğraşların verdiği huzuru hiçbir şeye değişmem. O yorgunluğa değer.

BirGün'e destek için tıklayın.

4. Kolektif umuda ihtiyacım var. Bireysel kurtuluş çabalarının, devletten gelen sistematik saldırılar karşısında bir şansı yok. Malum, “kurtuluş yok tek başımıza”. Bu doğru ama lafta kalmamalı. İşin başı da umut. Umut yoksa kurtuluş yok! BirGün ve diğer bağımsız medya kanalları bize umudu hatırlatıyor. Medya bu umudu binlere taşımanın en kolay aracı.

5. Baskıcı iktidarlar yandaş medyayı kullanarak sizi yalnız ve azınlıktaymış gibi gösteriyor, umudumuzu ve mücadele azmimizi azaltıyor. Halbuki, Gezi bize başka ve özgür bir Türkiye isteyenlerin zalimlerden hem çok hem de daha yürekli olduğunu gösterdi. Önce iletişim araçlarımıza sahip çıkacağız sonra örgütlenmeyi hayatın her alanına yayacağız. Sadece sokakta değil, mahallede, apartmanda değil hayatın her alanında birbirimizi tanımamızı, yanyana gelmemizi sağlayacak yapılarda buluşacağız. Dernek olur, parti olur. Birbirimizi tanırsak, yaşadığımız apartmanda, sokakta kime güveneceğimizi bilirsek birbirimize de sahip çıkarız. Gazeteler, televizyonlar bize bu araçları ve başarılı örnekleri göstermenin en iyi aracı.

6. Doğruyu söyleyen yoksa yalancılar nasıl ortaya çıkar? Kabataş yalanını hatırlayın. Silah taşıyan tırları ya da ayakkabı kutularını. Bağımsız medya olmasaydı bugün bunların hiçbirinden haberimiz olmayacaktı. Doğruların yazılmaya ve çizilmeye ihtiyacı var.

7. Sadece evrim, kültür-sanat ve Yeşil BirGün sayfaları bile benim için bu gazeteye sahip çıkma nedeni. Medya özgür değilse, özellikle sanat, bilim ve ekoloji gibi alanlarda yetersiz kalması kaçınılmaz.

BirGün’ü ve bağımsız medya kanallarını desteklemek işte tüm bu nedenlerden ötürü çok önemli. Sağlam birkaç gazete, birkaç TV kanalı bize yeter. Bu yayınların birleşmesi de bence kaçınılmaz ve sesimizin gür çıkması için bir elzem. Gücüm yettiğince, gerekirse kişisel zevklerimden vazgeçerek Türkiye’de özgürlüğün, barışın ve dayanışmanın sesi olan tüm medya organlarını desteklemeye devam edeceğim. Benim nedenlerim bunlar, sizin nedenleriniz hangileri?

Hem eşitlik hem ekoloji

Özgür Gürbüz-BirGün/15 Mart 2015

Dünyada 1 milyar 300 milyon insan elektriksiz yaşıyor. Barındıkları yerlerde düğmeye “çıt” diye basınca yanan bir ampul yok.

2 milyar 600 milyon insan temiz yemek pişirme olanaklarına sahip değil. Ocak yok. Tüp veya mutfak yok. Bulaşık makinası; hak getire...

748 milyon insan içme suyu ihtiyaçlarını ıslah edilmemiş kaynaklardan sağlıyor. Barındıkları yerlerde musluk yok. Çoğunun tüm günü su getirmeye gitmekle ve buldukları suyu eve taşımakla geçiyor.

1 milyar insan açık tuvaletler kullanıyor. Gelişen bölgelerde yaşayan insanların üçte biri gecekondu mahallelerinde yaşıyor.

Bunları, elbette halimize şükredelim diye yazmıyorum. Türkiye’de ekoloji alanında mücadele ederken ister istemez yerel sorunlara odaklanıyoruz. Termik santral değil zeytin diyoruz. Altın madeni değil su diyoruz. Mermer ocağı değil orman diyoruz. Mücadele alanları farklı görünse de talepler ortak sayılır. İnsanın temel ihtiyaçları karşılanmazsa altının, elektriğin ve mermerin bir değeri yok. Su bulamayan biri elektrik peşinde koşmaz. Evinde elektriği olmayan altın bilezik takmaz. Ekoloji mücadelesi temelde bir yaşam mücadelesi. Bu yüzden kaybedilemez, kazanılmak zorundadır. Doğru ama yeterli değil.

Ekoloji mücadelesi aynı zamanda eşitlikçi olmalı. Dünyada herkese yetecek su var ama eşit paylaşılmıyor. Doğayı geri dönülemez bir şekilde tahrip etmeden elektrik üretmek ve tüm dünyaya iletmek mümkün ama birileri hakkından fazla tüketmek istiyor. Gezegenin biyolojik kapasitesi bu nedenle yetersiz kalıyor. Her yıl 1,5 dünyanın üreteceği enerjiyi, gıdayı tüketiyoruz. Ekolojik kriz dediğimiz de, basitçe söylersek işte bu. Üstelik, ‘Kuzey’deki mutlu azınlık hak ettiğinden fazla tüketirken, ‘Güney’de yaşayanlar temel ihtiyaçlara erişim için uğraşıyor. Afrika’da 800 milyon kişinin tükettiği elektriği New York’ta 17 milyon kişi tüketiyor. Herkesin çamaşır kurutma makinasına yetecek elektrik yok ama herkesi gece aydınlatacak kadar elektrik var.

Yeşil politikanın zorluğu burada. Sadece doğruyu (nükleer yerine güneş, GDO yerine organik, büyük kent yerine küçük kent, otomobil yerine bisiklet gibi) önermek yetmiyor, eşit paylaşımı da savunmak ve bunu gezegenin tümü için istemek gerekiyor. “ABD veya Avrupa seragazı emisyonlarını azaltsın, iklim değişikliğine yol açmasın ama Türkiye de üzerine düşeni yapsın” demeliyiz.

Dünyanın herkese iki televizyon verecek kaynağı yoksa iki televizyonu olandan birini alıp olmayana verecek bir düzeni kurmalıyız. Bu otoriter bir yapıyla gerçekleşemez çünkü her otoriter irade bir gün yoldan çıkar. Gücü kendisi için kullanır. Arzuladığımız değişim kolektif bir irade, herkesin herkesi denetlediği şeffaf bir yönetim gerektiriyor. Bencilliğin, rekabetin birliktelikle yok edildiği bir sürece ihtiyaç var. Yalnız yaşamın övüldüğü günümüz toplumunda bireyi ‘üstün’ hale getiren ev, araba, pahalı cep telefonu gibi maddi nesneler birlikte üretilen değerlerle önemsiz hale getirilebilir. Kimsenin birbiriyle konuşmadığı bir çayevinde en hızlı cep telefonuna sahip olmak bir üstünlük göstergesi gibi görülebilir. Çayevindekiler sohbet etmeye başladığında, bir koro kurup şarkı söylediğinde veya yürüyüşe geçtiğinde satın alınmış ürünlerin kattığı değer en aza iner. Değişim zor, ben de ‘yalnızlık hastasıyım’ ama iyileşmek zorundayız. Komşularımızın kapısını çalmaya, isim-şehir oynamaya ve paylaşmaya yeniden başlamalıyız. Tıpkı 2013 Haziran’ında olduğu gibi.

***
İstanbul Tabip Odası’nın Basında Sağlık Ödülleri dün verildi. Radyo dalında ödüle, 2013 sonunda Yaşar Kanbur dostum ile birlikte hazırlayıp sunmaya başladığımız “Çimlere Basmayın” programı layık görüldü. Tabip Odası’na, Yön Radyo dinleyicilerine ve programı bu yıl daha da zenginleştiren Filiz Yavuz ve Onur Akgül’e teşekkür ederim.

Çimlere basmayın










Her şey 3-5 ağaç için başladı, şimdi ormanlar, göller, hayvanlar ve yaşam hakkı için devam ediyor.  Türkiye’nin en önemli çevre sorunlarını  masaya yatırıyor, çözüm yollarını tartışıyoruz. Çimlere Basmayın her cuma saat 13:00’te Yön Radyo’da…

Programı internet üzerinden dinlemek için lütfen Yön Radyo'nun internet sitesini ziyaret edin.

Basın bültenleri, sorularınız ve önerileriniz için ozgurgurbuz@yonradyo.com adresini kullanabilirsiniz. 

İlk program 4 Ekim 2013 Cuma günü. Saat 13:05'te yayındayız.

Bizi Facebook'tan takip etmek isterseniz, adresimiz:
https://www.facebook.com/cimlerebasmayin

Çimlere Basmayın programını Yaşar Kanbur ile birlikte hazırlıyoruz ama programın içeriğini sizlerle birlikte belirlemek istiyoruz. Çevre, ekoloji mücadelesi veren herekese mikrofonlarımızı uzatmaya hazırız. Bize ulaşın, sesinizi herkes duysun.

Çimlere basmayın, bu programı da kaçırmayın.  

Kıbrıs'ta ekoloji forumu başlıyor

Yeni Kıbrıs Partisi’nin (YKP) katkılarıyla düzenlenen II. Ekoloji Forumu 20-22 Eylül tarihleri arasında Limnidi’de Vouni King Otel’de düzenlenecek. Kapitalizmin yarattığı doğa katliamlarının ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin giderilmesi için mücadeleyi güçlendirmeyi amaçlayan forum aynı zamanda yeni kampanya önerilerini de gündemine alacak.

PROGRAM
20 Eylül, Cuma
19:00 - Tanışma toplantısı
20:00 - Akşam yemeği
21:00 - Müzik dinletisi
 
21 Eylül, Cumartesi
ATÖLYE ÇALIŞMALARI
10:00 – 13.00 - Atölye çalışmaları
I. Tarımda alternatif üretim metodları
Moderatör: Yena Hacışevki ve Nükhet Irkad
II. Alternatif üretimde arıcılığın önemi
Moderatör: Hasan Çağda
II. Eko-feminizm çalıştayı
Moderatör: YKPfem aktivistleri
13:00 - Öğle yemeği
 
EKOLOJİK YIKIMA KARŞI TEORİK VE PRATİK MÜCADELE
15:00-18:00 – teorik ve pratik ekoloji mücadelelerin sunumları
15:00 - Ekososyalizm - Tasos Hovardas
Moderatör: Tegiye Birey
16:00 - Kent Hareketleri ve Ekoloji - Özlem Yeniay
Moderatör: Mehveş Beyidoğlu Önen

Ara (30 dakika)
17:30 – GDO’ların gıda, tarım ve ekoloji üzerindeki riskleri ve tehlikeleri - Arca Atay
Moderatör: Murat Kanatlı
18:30 - Katkı-soru-cevap
20:00 - Akşam yemeği
21:30 - Film gösterimi
 
22 Eylül, Pazar
9:30 – Doğa yürüyüşü
11:00 - Sivil toplum örgütü ve bağımsız aktivistlerin katılımına da açık olarak Kıbrıs’ta çevresinde ekoloji sorunları ve çözümleri için pratik mücadele şekilleri üzerine forum
13:00 - Öğle yemeği
 
II. Ekoloji Forumu'yla ilgili daha fazla bilgi almak ve kayıt olmak için ykp@ykp.org.cy adresine bir e-posta atabilirsiniz. 

Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali başladı

İlki 2008 yılında yapılan Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali, bu yıl 29 Kasım – 2 Aralık tarihleri arasında İstanbul’da gerçekleşiyor. Festival, bu yıl da neyin sürdürülebilir olduğu veya olmadığına dair dünyanın dört bir yanından örnekler sunarak, gerçek hikâyelerle ilham vermeye çalışacak.

Festival sadece filmleri ve filmlerin içeriğiyle ön plana çıkmıyor. İzleyicileri, konuşmacılar ve müzisyenlerle bir araya getiren renkli etkinlikleri bir buluşma zemini oluşturuyor. Toplumun her kesimini bir araya getirerek birleştirici ve kapsayıcı olmayı hedefleyen Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali'nde bir çiftçiyi, bir iş adamını, öğrencilerini toplayıp gelmiş bir öğretmeni, çocuğunun gelecekte yaşayacağı dünyadan endişeli bir anneyi, akademisyenleri, aktivistleri yan yana otururken ve fikir alışverişinde bulunurken görebilirsiniz. İtalyan Kültür Merkezi ve Salt Galata’da gerçekleşecek bu yılki festivalde gösterilecek filmler ise şunlar:

A Passion for Sustainability / Sürdürülebilirlik Tutkusu, Agricoltori da Slegare / Çiftçilere Özgürlük, Biophilic Design: The Architecture of Life / Yaşam Dostu Tasarım: Hayatın Mimarisi, Bonsai People – The Vision of Muhammad Yunus / Bonsai İnsanlar – Muhammad Yunus’un Vizyonu, Cafeteria Man / Yemekhanelerin Adamı, Carbon for Water / Su için Karbon, Delicios Peace / Lezzetli Barış, Education For A Sustainable Future / Sürdürülebilir Bir Gelecek için Eğitim, Gundondu / Gündöndü, Indonesia's Palm Oil Dilemma / Palmiye Yağı: Endonezya’nın İkilemi, Passive Passion / Pasif Tutku, Perma Kultcha, Play Again / Yeniden Oyna, Sacred Economics / Kutsal Ekonomi, Sucumbíos Tierra Sin Mal / Sucumbíos, Kötülüğün Olmadığı Yer, Seeds of Freedom / Özgürlük Tohumları, Surviving Progress / Kalkınmazedeler, Switch / Şalter, Symphony Of The Soil / Toprağın Senfonisi, Taste The Waste / Çöpün Tadına Bak, The Garden at the End of the World / Dünyanın Ucundaki Bahçe, The Light Bulb Conspiracy: The Untold Story of Planned Obsolescence / Ampul Tuzağı: Kasıtlı Eskitmenin Anlatılmayan Öyküsü, The Man Who Stopped The Desert / Çölü Durduran Adam, Waking The Green Tiger: A Green Movement Rises In China / Yeşil Kaplanın Uyanışı: Çin’de Yükselen Yeşil Hareket, Waste Not / İsraf Etme!, Watershed: Exploring A New Water Ethic For The New West / Havza: Yeni Batı için Yeni bir Su Etiği Arayışı, Yasuni: A Wild Idea / Yasuni: Sıra Dışı Bir Fikir.

Festival hakkında detaylı bilgi almak için;
Web : www.surdurulebiliryasam.org
Facebook : http://www.facebook.com/surdurulebiliryasam
https://www.facebook.com/events/274134846040963/?fref=ts
Twitter : https://twitter.com/SYKolektifi

Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali Hakkında:
2008 yılından bu yana Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali, gerçek hikâyelerle ilham vermek, dünyada ‘sürdürülebilir bir yaşam’ için yapılan çalışmaları, hareketleri, düşünce sistemlerini, uygulamaları, öğretileri, yeni bir bilinç seviyesini ve sürdürülebilir yaşam vizyonunu seyirciyle paylaşarak bireyleri umuda ve sağduyuya davet etmek; onları kendilerini güçsüz kılan bir sistemden sıyrılmaları ve kendi güçlerini keşfetmeleri için cesaretlendirmek amacını taşıyor.

Festivali gerçekleştiren Sürdürülebilir Yaşam Kolektifi, çeşitliliğe değer veren açık ve esnek bir yapı dahilinde yaşamı sürdürülebilir kılmak niyetiyle bir araya gelmiş bireylerin “yaşamı çoğaltacak” projeleri kolektif olarak hayata geçirme amacıyla doğdu. Tamamen sivil bir oluşum olan Kolektif, film festivali gibi "sürdürülebilir yaşam" konusuyla ilgili farkındalık arttırıcı çalışmaları, Sürdürülebilir Yaşam Kolektifi'nin vizyonunu paylaşan bireyler ve organizasyonların desteği ve katılımıyla sürdürüyor.

Organik kitaba buyrun!

Özgür Gürbüz/30 Mayıs 2012

Ekolojik bir pazardan daha iyisi ne olabilir? Organik domates, salatalık veya çileğin yanında en iyi ne gider? Tabi ki 'organik kitap'ların satıldığı bir pazar. Organik kitap kavramı da nereden çıktı demeyin, işimizin bir bölümü de yeni kavramlar yaratmak (uydurmak demeye dilim varmıyor) sayılır. Nasıl organik gıdaların içinde kirletici, sizi hasta eden hiçbir şeyin olmaması gerekiyorsa, organik kitapların içinde de sizi, düşüncelerinizi hasta eden hiçbir fikir bulunmamalı. 'Organik kitap', nefret söyleminden, ayrımcılıktan uzak, insan merkezli bakıştan kaçar olmalı. Ekolojiyle ilgili kitaplar bu sınıfa giriyor dersem, sanırım hata yapmış olmam.

Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği ile Yeni İnsan Yayınevi, 2-3 Haziran tarihlerinde, Şişli ve Kartal %100 Ekolojik pazarlarında Ekoloji Kitap Günleri düzenliyor, sizleri "organik kitaplarla" tanıştırmaya hazırlanıyor. 

2 Haziran’da Şişli %100 Ekolojik Pazarı’nda, 3 Haziran’da Kartal %100 Ekolojik Pazarı’nda 9:00-16:00 saatleri arasında gerçekleşecek 'Ekoloji Kitap Günleri', ekolojiyle ilgili bilginin ve ekolojik yaşam alışkanlıklarının yaygınlaşmasını amaçlıyor. Etkinlik çerçevesinde ekolojiyle ilgili konularda yayınlar yapan yayınevleri kitaplarını sergileyecek, yazarlar okuyucularıyla buluşma ve kitaplarını imzalama fırsatı bulacaklar.

EkolojiKitap Günleri’nde Victor Ananias’ın 'Yaşam Dönüşümdür' kitabı ile Buğday dergisinin eski sayıları da set olarak satışa sunulacak. Buğday Derneği üyeleri, Ekoloji Kitap Günleri’nde yüzde 20 indirimle alışveriş yapabilecek.