ABD etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ABD etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

ABD’nin nükleer planları ve Akkuyu

Özgür Gürbüz-BirGün / 16 Mayıs 2024

Foto: @WhiteHouse
ABD’nin Rusya’nın enerji alanındaki hakimiyetini azaltma çabaları devam ediyor. ABD Başkanı Joe Biden’ın Rusya'dan zenginleştirilmiş uranyum ithalatını yasaklayan yasa tasarısını imzalamasıyla eksik halkalardan biri daha tamamlandı. Fosil yakıtlardan (petrol, gaz ve kömür) sonra Rusya’nın nükleer ihracatı da kısıtlanmaya çalışılacak.

ABD, tasarı yasalaştıktan 90 gün sonra Rusya'dan zenginleştirilmiş uranyum ithal edemeyecek. Ancak… ABD Enerji Bakanlığı tedarikte sıkıntı yaşandığı anlarda istisnalara izin verebilecek. Bu istisnalara verilen izin de 2028’e kadar.

ABD’nin nükleer reaktörlerinde kullandığı zenginleştirilmiş nükleer yakıtın dörtte biri Rusya’dan geldiği için istisnalara açık kapı bırakıldı. Dünyada çok fazla nükleer yakıt üreticisi yok. ABD, Fransa, Japonya ve Kanada’nın, Rusya’nın tedarikinin yerini alacak uranyum üretimi için kapasite artıracağı haberleri gelse de kısa vadede sorun yaşanabilir.

Avrupa gazda ABD'ye bağımlı
Buraya kadar her şey anlaşılabilir. Sonuçta yapılan, Ukrayna saldırısı nedeniyle Batı’nın Rusya’ya karşı aldığı tavırla örtüşen hatta gecikmiş bir hamle. İlginç olan ise şu. ABD’nin aldığı ve Avrupa’nın da katıldığı ambargo kararların, ABD için ekonomik zorluk yaratmaktan çok bir şekilde fırsata dönüşmesi. Avrupa’daki ülkelerin gaz tedariki için Rusya yerine ABD’yi seçmesi, ülkenin gaz ihracatını rekor seviyelere taşıdı. ABD, 2023 yılını dünyanın en büyük gaz ihracatçısı olarak kapattı. 89 milyon tonluk LNG ihracatının yüzde 60’ından fazlası Rusya’ya sırtını dönen Avrupa’ya yapıldı. Finlandiya ve Almanya’ya 2022’den bu yana yüksek miktarda gaz satışı başladı. İtalya ve Fransa’ya satılan gaz miktarı savaş öncesi döneme göre 3-4 kat arttı. Artık Avrupa Rus gazına değil Amerika’nın gazına bağımlı.  

Nükleer yakıt Westhinghouse'dan
Nükleer yakıt ambargosu da benzer bir kaderi paylaşabilir. Avrupa’nın zenginleştirilmiş uranyumda Rusya’ya bağımlılık oranı yüzde 31. Avrupa’yı bekleyen asıl tehlike ise nükleer yakıt. Zenginleştirilmiş uranyumu başka kaynaklardan bulma şansınız var ancak AB ülkelerinde (Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Finlandiya, Macaristan ve Slovakya) 19 adet Rus yapımı VVER tipi nükleer reaktör var[1]. Ermenistan ve Ukrayna’dakiler de cabası. Bu reaktörlerin yakıtlarını üretmek ayrı bir iş. Dünyada bu konuda çalışan tek şirket de Westinghouse. Olur da AB ülkeleri Rusya’yı nükleer yakıt konusunda boykot etmek isterse gidecekleri tek adres bir Amerikan şirketi.

Türkiye ne durumda?
Mersin Akkuyu’daki Rus reaktörleri de haliyle Rusya'dan gelen yakıta ve bu teknolojiye bağımlı. Ambargo genişlerse Türkiye ne yapar, bu sorunun yanıtı yok. Akkuyu Nükleer Santralı’nın sahibi Rusya olduğu için Türkiye’nin yakıt tedarikçisini değiştirme şansı pek yok. Bu konu, S-400 gibi Türkiye ile ABD arasında yeni bir kriz konusu olabilir. Bizim için de nükleer enerjinin yakıtından teknolojisine ne kadar dışa bağımlığı olduğunu hatırlatan önemli bir unsur.

ABD’nin Rusya’dan alınan zenginleştirilmiş uranyuma ambargo koyma kararı aslında nükleer planlarının bir parçası olabilir. İklim krizi konusunda ABD tarafı, bir yandan yenilenebilir enerjiyi desteklerken bir yandan da nükleer enerji propagandası yapıyor. ABD uzantılı çevre örgütlerinin bile nükleer enerjiyi, “düşük karbonlu” veya “temiz enerji” sınıfına alarak propagandaya katkı yaptığını görüyoruz. Rusya başka ülkelere nükleer santral satışında en başta gelen ülkelerden biri. ABD bu pazarı hedefliyor da olabilir. 

Küçük nükleer iyidir; yersen...
Son birkaç yılda nükleeri yeşile boyama niyeti iyice görünür hale geldi. Özellikle “küçük modüler reaktör” adıyla, bildik nükleer teknolojiyi yeniden pazarlama çabalarında ABD baş rolü oynuyor. Rusya’ya bağımlılıkla korkuttukları eski doğu bloku ülkeleri başta olmak üzere, bu plan Türkiye’de etkili oluyor. Polonya, Bulgaristan ve Çek Cumhuriyeti dışında, Enerji Bakanı Alparslan Bayraktar’ın açıklamalarından anlaşıldığı üzere Türkiye de bu tuzağa düşmüş durumda.

Akkuyu’nun yanı sıra Sinop ve Kırklareli’ne büyük santral yapacağını söyleyen Türkiye’nin, üstüne küçük reaktör işine girmek istemesinin elektrik ihtiyacıyla bir ilgisi olmadığını defalarca yazdık. Nükleer sevdasının ardında ABD’yle arasını düzeltme çabası mı yoksa yine bol akçeli işler yaratıp yandaşlara dağıtma isteği mi var; henüz bilmiyoruz. ABD’li danışmanların küçük reaktör pazarlamak adına Ankara sokaklarında dolaştığını, Altılı Masa’nın ortak mutabakat metnine bile bu fikri sokmayı başardıklarını ise biliyoruz. Nükleer lobiyi asla küçümsemeyin. 

Merak edenler için bir cümleyle küçük nükleerlerin büyüklerinden farklı olmadığını, hatta daha maliyetli, atık, kaza ve saldırılara hedef olma konularında daha sorunlu olacaklarını hatırlatalım. ABD’deki tek projenin çivi çakılmadan, maliyet yüzünden iptal edildiğini ve dünyada bir örneği olmadığını da ekleyelim. Haliyle reklam çalışmaları tersini söylüyor. Yerseniz...


[1] World Nuclear Industry Status Report

Hangimiz gelişmiş hangimiz geri kalmış

Özgür Gürbüz-BirGün/27 Haziran 2019

Doğa yaşayan bir varlık. Üzerinde yaşayan canlılar için sürekli temiz hava, gıda üretiyor ve onların yaşaması için uygun koşulları sağlıyor. Kaynakları sınırlı ve onları yenileyebilmesi için belli bir süreye ihtiyacı var. İnsanların istekleri ise sınırsız. Dünyanın pınarlarından temiz su akıtabilmesi için mevsimler geçmesi gerekirken, biz musluğu açtıktan hemen sonra su aksın istiyoruz. Türkiye’de yaşayan bizler de farklı değiliz. Öyle hızlı tüketiyoruz ki doğanın bir yıl içinde yenileyebileceği kaynakları bugün (27 Haziran) itibariyle kullandık. Dünyada herkes bizim gibi yaşasaydı, insanların isteklerini karşılayabilmek için yaklaşık bir buçuk dünyaya ihtiyacımız olacaktı. 

Dünya ortalaması ise Türkiye’den biraz daha iyi durumda. WWF-Türkiye’nin Küresel Limit Aşım Günü çalışmasına göre gezegenin bir yılda üretebileceği ekosistem hizmetlerinin tüketileceği tarih 29 Temmuz’u bulacak. Elbette bu da iyiye işaret etmiyor. Devamlı cepten yiyoruz ve bu gidişat sürdürülebilir değil. 

Dünyanın en çok tüketen ülkelerinin başında Katar, Lüksemburg, Birleşik Arap Emirlikleri, ABD ve Kanada geliyor. Bu ülkelerde yaşayan insanlar neredeyse iki dünya varmışçasına tüketiyor. Türkiye de her geçen yıl bu gruba daha fazla yaklaşıyor. Kapitalizm ve tüketim toplumu yaşam tarzımızı hızla değiştiriyor ve bizleri koruma ve üretme tarafından alıp, tüketim tarafına götürüyor. Akıl ve mantığın anlamakta zorlandığı, bencil ve sadece önündeki birkaç seneyi gören bir düşünce yapısı bizleri de esir almışa benziyor. Bu tarifi yapmak elbette ki sorunu çözmüyor ve biz köşe yazarlarının işi sorunları tarif etmek olmamalı. Çözüm de önermeliyiz. 

Çözüm aslında gözümüzün önünde ama algılarımızla o kadar oynandı ki şimdi size çözümü tarif ettiğimde, “geri kalmışlık”, “sefalet” veya “mutsuzluk” gibi kelimeler ister istemez aklınıza gelecek. Dünyanın insanlara bir yıllığına sunduğu kaynakları en iyi kullanan ülkelerin başında Kırgızistan, Endonezya, Irak, Küba, Mısır, Guatemala, Ermenistan ve Arnavutluk geliyor. Bu ülkelerin bazılarında gelir adaletsizliği yüzünden halkın büyük bir bölümü çok kötü koşullarda yaşıyor, böylelikle çok tüketen zenginlerin açığı kapatılıyor. O ülkeleri örnek almak da çok doğru olmaz.
Tahmin edebileceğiniz gibi Küba da durum farklı. Küba, dünyanın kaynaklarını neredeyse olması gereken gibi tüketen örnek bir ülke. Az tüketmenin yanı sıra, sınırlı kaynakları lüks arabalar, büyük özel mülkler yerine sağlık ve eğitim gibi toplumun tüm kesimlerine hizmet eden alanlara ayırıyorlar. Ne var ki, bugün Türkiye’deki insanlara, “bir Kübalı gibi yaşamak ister misiniz” diye sorsak herkesin evet diyeceğini sanmıyorum. Ne de olsa çoğumuz, özel otomobiller, uçak seyahatleri gibi aslında bal gibi “lüks” olan bu hizmetleri tüketmeye feci halde alıştık, alıştırıldık. Beş altı saatlik yolu trenle, otobüsle değil uçakla giderek, milyarlarca yıldır süregelen iklim dengesini bozmayı lüks kabul etmemek artık bize normal geliyor. Otomobil almayı reddeden, fazla kıyafet sahip olmayı istemeyen, büyük evleri sevmeyen insanlar ise bugünün dünyasında “anormal” ilan ediliyorlar. 

Yaşam tarzı ve tüketim kapasitesi üzerinden yaratılan bu algı o kadar kuvvetli ki, doğal varlıkları kendilerini yenileyebilmelerine olanak verecek şekilde tüketen Küba geri kalmış, her yıl gezegenin kendisine sunduğu hizmetlerin iki katına yakınını tüketen ABD ise gelişmiş ülke olarak sınıflandırılıyor. Ekolojik sorunları çözmek istiyorsak bu algıyı değiştirmek birinci işimiz olmalı.
Bu oldukça radikal algı değişikliğini yaratmak için dünyadaki tüm iletişim araçlarına sahip olmak bile yetmeyebilir. Kurallar koyacak hükümetlere, yol gösterecek yöneticilere de ihtiyacımız var. İşimiz kolay değil bu yüzden de insanların yaşamlarını değiştirmesini kolaylaştıracak, doğaya daha az zarar veren seçeneklere, en azından geçiş sürecinde gözlerimizi kapayamayız. Çünkü hepimiz kirlendik; hızlı ama kabul edilebilir bir geçişi sağlayamazsak ummadığımız yerlerden ve ummadığımız büyüklükte bir dirençle karşılaşabiliriz.

Üç Mil Adası nükleer kazası

Özgür Gürbüz - 28 Mart 2019

Foto: AP, https://bit.ly/2HLeVMQ
Bundan tam 40 yıl önce, 28 Mart 1979 yılında Amerika Birleşik Devletleri'nin tarihindeki en büyük nükleer santral kazası meydana geldi. Üç Mil Adası (Three Mile Island-TMI) Nükleer Santralı'nın iki numaralı reaktöründeki kaza, kısmi çekirdek erimesine yol açtı. Üç Mil Adası'nın iki numaralı reaktörü, 30 Aralık'ta ticari faaliyete başladı, üç ay sonra ise kaza yaptı ve kapatıldı. Tarihin en kısa çalışan nükleer reaktörlerinden biri oldu.

Kazaya birçok reaktörde görülen benzer bir sorun yol açtı. Mekanik veya elektrik bir hata nedeniyle buhar jeneratörlerine su gönderilemedi ve bu da reaktörün soğutulmasını engelledi. Türbin jeneratörü ve ardından reaktör durdu. Birincil bölgede basınç artmaya başladı. Fazla basıncı atmak için reaktörün yukarısındaki otomatik valf devreye girdi ancak bir süre sonra kapanması gerekirken kapanmadı. Böylece soğutma suyu buhar olup dışarı çıkmaya devam etti ve reaktörün kalbi ısınmaya başladı. Bu durumun farkına varamayan çalışanlar yedek tedbirleri de hayata geçiremedi. Bir dizi çabanın da sonuç vermemesiyle nükleer yakıtın olduğu reaktörün kalbinde kısmi erime meydana geldi. Özetlersek, dünya otomatik sistemlerin çalışmadığına, biri olmazsa diğeri çalışacak önlemlerin hayata geçmediğine, yapılmaz denilen insan hatalarının yapıldığına tanıklık etti. Bunların hepsinin en üst düzeyde güvenlik tedbirlerinin alındığı söylenen nükleer santrallarda olabileceğini de gözleriyle gördü. Riskin büyüklüğü hakkında bir fikre sahip oldu.

Yetkililer, bölgede yaşayan 2 milyon insanın aldığı radyoaktivitenin normalden fazla ama insan sağlığına etki edecek riskte olmadığını söylediler.*1 NRC'nin (ABD Nükleer Düzenleme Kurumu) bu açıklaması birçok bağımsız uzman ve çevreci tarafından gerçekçi bulunmadı. Sızıntının NRC'nin söylediğinden 100 ila 1000 kat daha fazla olduğu iddia edildi.*2 Resmi makamlar sağlık sorunu yok derken, örneğin, The American Journal of Public Health'in bir raporunda, yenidoğan bebeklerde ölüm oranının, santralı merkezine alan yarıçapı 10 millik bir daire içinde, kazadan önce 1000'de 8 civarında olduğu, kazadan sonraysa 1000'de 19,3'e kadar çıktığı belirtildi.*3

Dünya, nükleer kaza tehlikesinin büyüklüğünü Çernobil ve Fukuşima'dan önce ABD'de gördü demek yanlış olmaz. Nükleer enerjinin ABD'de gözden düşüşü bu kazayla başladı. Kazadan sonraki dört yıl içerisinde (1980-1984) 51 nükleer reaktör siparişi iptal edildi. 2012 yılına kadar da ABD'de yeni bir nükleer santral siparişi verilmedi.*4

Yapılmış ve yapımına başlamış reaktörlerin tamamlanmasıyla 1990 yılında ABD'de 112 nükleer reaktör çalışabilir durumdaydı. Bu sayı şimdi 98, yapımı süren reaktör sayısı sadece iki (2) ve mevcut nükleer reaktörlerin ortalama yaşı 37.*5 Tasarım ömrü 40 yıl olan bu reaktörlerin birçoğunun uzatılan izinleri önümüzdeki yıllarda sonlanacak ve yerine yenilerinin yapılmadığı ortada. Halihazırda gaz, rüzgar ve güneşle ekonomik açıdan başedemeyen nükleer enerjinin geleceği, mevcut ekonomik koşullar değişmezse karanlık. Elektrik üretim maliyetleri giderek artan nükleer santralların, devlet teşviği almadan, atık sorununu çözmeden ABD'de eski gücünü koruması pek olası görünmüyor.

***

*1 NIRS, https://bit.ly/2OtDbU8
*2 EIA, https://bit.ly/2TITbD3
*3 http://www.tmia.com/node/1167
*4 NRC (ABD Nükleer Düzenleme Kurumu), https://bit.ly/2waAHE7
*5 http://bit.do/eMZLt

Dünya ısınıyor petrolcüler vazgeçmiyor

Polonya’da devam eden iklim müzakerelerinin ilk haftası geride kaldı. İklim değişikliğini durdurmak için 12 yılımızın kaldığını söyleyen bilimsel rapor petrolcülerin engeliyle karşılaştı. Türkiye içinse konferans başlamadan bitti. 

Özgür Gürbüz-BirGün / 10 Aralık 2018

Polonya’da devam eden iklim müzakerelerinde ilk hafta geride kaldı. Haftaya damgasını, ekim ayında Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) tarafından açıklanan ve iklim değişikliği hedeflerinin tutturulmadığını söyleyen rapor vurdu. Raporun iklim müzakereleri bünyesine alınması isteği ve metinde geçen “iyi karşılanmıştır” sözüne itiraz eden Suudi Arabistan, ABD, Rusya ve Katar’ın uzlaşmaya yanaşmaması nedeniyle bu cümle metinden çıkarıldı. Petrol ve gaz üreticisi bu dört ülke, raporun müzakerelerde etkili bir doküman olmasına neden olabileceği kaygısıyla, “iyi karşılanmıştır” kelimesi yerine “raporu dikkate” alacağız sözcüğünü kullanmayı öneriyordu.

Aralarında Türkiye’nin de olduğu 195 ülkenin üye olduğu IPCC’nin “1,5 derece Küresel Isınma Özel Raporu”, 12 yıl içinde karbondioksit emisyonlarının yüzde 45 oranında azaltılması gerektiğini aksi takdirde dünyanın ortalama sıcaklık artışının bu yüzyıl sonuna kadar üç dereceyi bulacağını söylüyor. Rapor resmi metinlere istenildiği gibi giremese de müzakereler için bir referans noktası kabul ediliyor. 12 yıl içinde seragazı emisyonlarını neredeyse yarı yarıya azaltmak içinse başta kömür, petrol ve doğalgaz olmak üzere fosil yakıt kullanımında ciddi oranlarda azaltıma gidilmesi gerektiriyor.

Türkiye’nin isteği gündem dışına itildi
Tam adı, Birleşmiş Milletler (BM) İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması 24. Taraflar Konferansı (COP24) olan iki haftalık müzakereler Türkiye adına adeta başlamadan sona erdi. Türkiye, İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması’ndaki pozisyonunu değiştirmek için toplantı öncesi yer aldığı Ek-1 Grubundan çıkmak istediğini BM Sekretaryası’na iletmişti. Bu istek toplantının ilk günü müzakerelerin yarım saat geç başlamasına neden oldu. Tartışmalar sonucunda Türkiye’nin isteği gündem dışı bırakıldı.

Türkiye, daha önce de benzer girişimlerde bulunmuş, gelişen ülkelere maddi yardım yapması istenen Ek-2 listesinden çıkarılmıştı. 1992’de OECD üyesi olan ve ekonomisi geçiş sürecindeki ülkelerden oluşturulan Ek-1 listesinden çıkma isteğinin ardında, Türkiye’nin iklim fonlarından daha fazla yararlanabileceği “iddiası” yer alıyor. Türkiye’nin Paris Anlaşması kapsamında verdiği seragazı emisyonlarını 2030’a kadar iki katına çıkarma taahhüdü, güçlü bir hedef konmamasına rağmen neden daha fazla maddi yardım talep ediliyor eleştirisini gündeme getiriyor. Türkiye, Paris Anlaşması’nı imzalayan ancak taraf olmayan 13 ülkeden biri. Türkiye’nin, 2020 yılında hayata geçecek anlaşmaya taraf olmaması halinde süreç dışında kalması söz konusu. BM Genel Sekreteri
Antonio Guterres’in dediği gibi, “Tren istasyonu terk etti, içinde olmayanlar arkada kalacak.”

Paris Anlaşması Kurallar Kitabı
Konferansın ikinci ve son haftasından herkesin beklentisi farklı. En büyük beklenti bir yıl sonra görevi Kyoto’dan devralacak Paris Anlaşması’nın nasıl işleyeceğini gösteren, “Kurallar Kitabı”nın ortaya çıkması. Emisyoların nasıl ölçüleceği, raporlanacağı, finansal destekler ve uyum gibi konularda büyük ölçüde uzlaşma sağlansa da özellikle emisyon azaltımı konusunda görüşmelerin sürdüğü belirtiliyor. Anlaşma kapsamında ülkelerin taahhüt ettiği seragazı emisyon azaltımlarının bilim insanlarının 1,5 derecelik hedifinden çok uzak olduğu ve dünyayı üç derecelik bir ısınmaya götüreceği biliniyor. Bazı ülkeler “politik hedef” diye adlandırabileceğimiz iki derecelik artışı daha gerçekçi buluyor. Mevcut ve yetersiz taahhütlerin iyileştirilip iyileştirilemeyeceği ve bunun Kurallar Kitabı’nda nasıl tarif edileceği hala büyük bir soru işareti.

Nükleer atıklara yeşil ışık

KHK ile nükleer enerji düzenlemesi: Nükleer atıklara yeşil ışık

Yayınlanan KHK ile Rusya’nın ‘alacağız’ dediği nükleer atıkların Türkiye’ye geri gönderilmesine yol açıldı. Kurulacak olan Nükleer Düzenleme Kurumu’nun tarafsız olmayacağı da açık

Özgür Gürbüz-BirGün/10 Temmuz 2018

Alelacele çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnamelerden nükleer enerji de nasibini aldı. Türkiye’de bir Nükleer Düzenleme Kurumu kurulmasını ve ilgili bazı kanunlarda değişiklik yapılmasını sağlayan KHK ile Rusya’nın alacağız dediği nükleer atıkların Türkiye’ye geri gönderilmesine de yeşil ışık yakıldı.

Mersin Akkuyu’da nükleer santral kurmak isteyen Rus şirketi, sürecinden başından beri atıkları (aslında sadece yüksek seviyeli atıkları, orta ve düşük seviyeli atıklar Mersin’de kalacak) Rusya’ya götüreceğini söylüyordu. Kararname’nin 6. maddesinin ilk iki fıkrası ise Rus şirketin nükleer atıkları Rusya’ya götürdükten sonra geri getirmesine izin veriyor. 6. maddenin ilk fıkrası, “Türkiye Cumhuriyeti egemenlik alanı dışında yürütülen bir faaliyet sonucu ortaya çıkmış olan radyoaktif atıklar, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisine sokulamaz” diyerek, nükleer atıkların Türkiye’ye getirilmesine karşı çıkıyormuş gibi görünse de takip eden ikinci fıkra bir istisna koyuyor. Aynı maddenin ikinci fıkrası, “Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde üretilmiş ve kullanım süresi dolduğunda menşei ülkeye iade şartı ile ihraç edilmiş radyoaktif kaynaklara ve radyoaktif atıkların transit geçişine birinci fıkra hükmü uygulanmaz” diyor.

Bu fıkranın anlamı şu. İçinde plütonyum gibi nükleer silah yapımında kullanılabilecek kullanılmış yakıt çubukları santraldan çıkarıldıktan sonra Akkkuyu’da soğutma havuzlarında bekletilecek, daha sonraysa Rusya’ya (Sinop için Japonya veya Fransa) götürülüp, silah yapımında kullanılabilecek maddelerden arındırıldıktan sonra yeniden Türkiye’ye gönderilecek ve radyoaktivitesi azalana kadar binlerce yıl Türkiye’de kalacak. Nükleer santral riskinin yanına nükleer atık riski de eklenecek.

Kurum bağımsız olamayacak 
Nükleer Düzenleme Kurumu (NDK), nükleer enerji ve iyonlaştırıcı radyasyonla ilgili faaliyetlerin yürütülmesi sırasında çalışanların, halkın, çevrenin ve gelecek nesillerin iyonlaştırıcı radyasyonun zararlı etkilerinden korunması için gerekli ilke ve esaslarla, tarafların sorumluluklarını belirlemek için düzenlemeler yapacak. Yurt dışında da benzerleri görülen kurumun görünen en temel sorunu Türkiye gibi tek adam tarafından yönetilen, denetleme mekanizmalarından yoksun bir ülkede nasıl bağımsız olacağı.

KHK’nin 7. maddesin 1. fıkrasında, “…kendisine verilen görev ve yetkileri bağımsız olarak yerine getirir ve kullanır” dese de,  aynı fıkrada kurumun ilgili bakanlığının, Cumhurbaşkanınca belirleneceği söylemi bağımsızlığına gölge düşürüyor. Kurumun karar organı olan Nükleer Denetleme Kurulu’nun üyeleri de Cumhurbaşkanınca atanıyor. Bakanlığa bağlı, üyeleri iktidarca belirlenmiş bu kurumun bağımsız kararlar alıp, şirketlerin veya devletin değil halkın sağlığını öne çıkaracağını düşünmek fazla iyimser olmayı gerektiriyor. Benzer kurumlar yabancı ülkelerde de var ama bağımsızlık için başka ilkeler de eklenmiş. Örneğin, ABD’deki benzer kuruluşun beş komisyon üyesi ABD Başkanı tarafından atansa da, Senato tarafından onaylanmak zorunda. Finlandiya’nın benzer kuruluşu STUK ise ülkede yapımı süren santralde bulduğu hataların üstünü örtmeyerek, belki de santralın 10 gecikmesine ve 5,5 milyar avro zarar edilmesine neden oldu. Türkiye’deki NDK’nin bu yapısıyla iktidarın ve şirketlerin hoşuna gitmeyecek benzer bir cesareti gösterebileceğini hiç düşünmüyorum. Umarım yanılırım.

NDK’ye verilen görevler arasında maruz kalınabilecek radyasyon dozlarını belirlemek de var. Bu da oldukça tartışmalı bir konu çünkü büyük nükleer kazalarda, sınır değerlerin artırılarak ortada bir risk yokmuş gibi davranılmasına yol açabilir. Fukuşima’da da bunun örneğini görmüştük. O yüzden kurumun bağımsız olmaması ve devletçe kontrol ediliyor olması sınır değerleri güvenilmez kılacak.

320 kişilik kadro ayrılan NDK’ye verilen yetkilerden biri de, ihtiyaç duyacağı konularda danışmanlık ve teknik destek alacağı, yüzde 51 hissesine sahip NÜTED adlı bir şirket kurmak. Bu şirketin yüzde 49 ortağının kim olacağı da önemli çünkü NÜTED’den istenen işin halk sağlığını tehdit eden ve nükleer firmaları rahatsız edebilecek bir konu olması durumunda, ortaklık yapısında bulunacak şirketin yapılacak araştırma veya denetim çalışmasını etkileyebilme gücü olabilir.

ABD’de nükleer rönesans yalan oldu

Özgür Gürbüz-BirGün/28 Ağustos 2017

Nükleer enerjinin durumunun Avrupa’da perişan olduğunu herhalde bizim Enerji Bakanlığı dışında herkes biliyor. Almanya nükleer santrallarını birer birer kapatıyor. Fukuşima öncesi, 17 büyük reaktöre sahip ülkede şimdi 8 nükleer reaktör kaldı. Onların da hepsi 2022’ye kadar kapanacak, yol haritası belli. Japonya’daki nükleer santral felaketi öncesi yeni santral yapmaya hevesli İsviçre şimdi tam tersini yapıp, eldekileri kapatıyor. İtalya, Yunanistan, Avusturya, Norveç, İrlanda ve Yunanistan gibi nükleere kapılarını kapatmış ülkeleri hiç saymıyorum.

Batı Avrupa’da yeni nükleer reaktör yapan iki ülke var; Finlandiya ve Fransa. Finlandiya’da 2005 yılında yapımına başlanan ve maliyeti 3 milyar 200 milyon avroyu bulacağı söylenen reaktör hâlâ bitirilemedi. Halbuki 2009 yılında işletmeye alınacağı söylenmişti. Şirketin tahmini, reaktörün 9 yıl gecikmeyle 2018 sonunda elektrik üretimine başlanacağı yönünde. Tek reaktörün maliyeti de 8 milyar 500 milyon avroya çıktı. Tahmin edilenin neredeyse 3 kat fazlasına.

Olkiluoto-3 reaktörünün Finlandiya’ya çok pahalıya patladığı ortada. Gecikme ve artan maliyetler yüzünden Finlandiyalı TVO şirketi ile reaktörü yapan Fransız Areva ile Alman Siemens şirketleri Uluslararası Tahkim Mahkemesi’nde davalık oldu. Areva, bu davadan büyük bir maddi ceza alacağa benziyor.

Fransa’daki proje de farklı bir durumda değil. Finlandiya’daki reaktörün bir benzeri de Fransa’da yapılıyor ve o da 10 yıla rağmen bitirilemedi. Bahsedilen reaktör ilk ortaya atıldığında teknolojisi ve ucuzluğuyla örnek olacak diye öve öve bitirilemiyordu. Dünyanın en büyük ekonomik fiyaskolarından biri oldu. Sinop’taki nükleer santral projesine de reaktör sağlayacak Areva, bu iki projeden dolayı ciddi zarar etti. Fransız hükümeti, batan nükleer reaktör yapımcısı şirketini kurtarmak için yine bir başka devlet şirketi EDF’yi devreye soktu.

Fransa gibi dünyanın hem teknoloji hem de nükleer enerjiyi kullanma konusunda öncü ülkesinde yaşananlar ve Fukuşima kazası, orada bile nükleer enerjiyi gözden düşürdü. Türkiye’de sık sık örnek gösterilse de Fransa’daki gerçek şu: Elektrik üretiminin yüzde 75’ini nükleer santrallardan sağlayan Fransa, 2025’e kadar bu payı yüzde 50’ye indirme kararı aldı.

Bizim ülkedeki bazı atom kafalar bunun ne demek olduğunu anlamıyor. Anlatalım. Elinde dünyanın en ileri nükleer teknolojisi ve halihazırda 58 tane çalışabilir nükleer reaktörü olan Fransa, bu en ucuz ve tehlikesiz olduğu iddia edilen enerji kaynağına sırtını çeviriyor. Fransa Çevre Bakanı Hulot, önümüzdeki sekiz yıl içinde reaktörlerden 17 tanesinin kapatılabileceğini söylüyor.

Bir devletin en ucuz ve en güvenilir olduğu iddia edilen enerji kaynağından vazgeçmesinin, o ülkeyi yönetenler delirmediyse bir nedeni vardır. “Paris’in yanında bile nükleer var” diye demeç veren ahaliye, Paris’te neler olduğunu anlamalarını özellikle tavsiye ederim.

ABD’de iki nükleer proje donduruldu
Gelelim ABD’ye. Nükleer enerji geri dönüyor masalını pompalayan ve bunu “Nükleer Rönesans” başlığıyla pazarlayan nükleer lobinin son fiyaskosu da Kuzey Amerika’da gerçekleşti. 1996’dan bu yana sadece bir nükleer reaktör devreye alan (o da, yapımına 1973’te başlanan ve ciddi finansal sorunlar nedeniyle 43 yılda bitirilen Watts Bar-2 reaktörü) ABD’de inşaatı süren dört reaktörden ikisi teslim bayrağını çekti. Neredeyse yarısı tamamlanan ve 9 milyar dolar harcanan iki reaktörü bitirmeme kararı alan Güney Karolina Elektrik ve Gaz Şirketi, projenin artan maliyetine işaret etti. İki reaktörün işe başlandığında 11,5 milyar dolara bitirilmesi bekleniyordu ancak yeni tahminler 25 milyar doları gösteriyor.

Şirket mevcut koşullarda nükleer enerjinin rekabet şansı olmadığını düşünerek 9 milyar doları toprağa gömdü. Bu kararda, Toshiba’nın alt kuruluşu ABD’deki Westinghouse Elektrik Şirketi’nin iflası da etkili oldu. Söz konusu iki reaktör Westinghouse tarafından sağlanacaktı. Onların sonu da Areva gibi oldu. ABD’de yapımı süren iki reaktör kaldı ve onların geleceğinin de pek parlak olmadığı ortada. O projelerin iptal haberlerini de yakında okuyabiliriz.

Türkiye’de ise Mersin Akkuyu’da 2018 yılında inşaata başlanılacağı, Sinop’taki sahanın gözden geçirilmesinin de bu yılın sonunda yapılacağı konuşuluyor. Eskiden nükleer ihale denince akla hemen rüşvet gelirdi. Toplantılarda, konferanslarda herkes yüzde 5’ten bahsederdi. Elbette bizde böyle şeyler olmaz ama dünyada bunlar yaşanırken Türkiye’de nükleer ısrarın devam etmesi aklıma hep o yüzde hesabını getiriyor. Projelerin iptal edilmemesinin mantıklı bir açıklamasını yapan da yok. Yüzde kaç diye sorsak itham etmiş oluruz. O yüzden sormuyorum.

Cep telefonu kanser yapıyorsa...

Özgür Gürbüz-BirGün/3 Haziran 2016

Birkaç gün önce Amerika’dan gelen haberler cep telefonu ile kanser arasında bir ilişki olmadığını iddia edenleri üzdü. ABD Ulusal Zehir Bilimi Programı (NTP) tarafından iki yıl süren araştırmalar, bir kez daha, cep telefonun kansere neden olabileceğini söyledi. 2011 yılında Dünya Sağlık Örgütü cep telefonlarının kanser yapabileceğini zaten söylemişti ama telekomünikasyon şirketlerinin de baskısıyla bu uyarı geçiştirilmişti. 25 milyon dolarlık bütçeyle fareler üzerinde yapılan son araştırma insanlığa ikinci bir uyarı yapıyor.

Araştırmada iki fare grubu kullanıldı. Bir gruba üç farklı derecede (1,5, 3 ve 6 W/Kg) tüm vücudun maruz kalacağı iki ayrı cep telefonu radyasyonu (GSM ve CDMA) verilirken, kontrol altındaki diğer gruba cep telefonsuz bir yaşam seçeneği sunuldu. Radyasyona maruz kalan grupta beyin ve kalpte kanser vakalarına rastlanırken, cep telefonsuz grupta bu kanser türlerine hiç rastlanmadı. Araştırmayı hazırlayan takımı yöneten ve şimdi emekli olan Ron Melnick çok açık konuşuyor. Melnick, “NTP testi, cep telefonları hiçbir sağlık sorununa yol açmaz hipotezini sınadı ve çürüttü. Deneyden sonra yapılan detaylı incelemeler de gösteriyor ki, kanserojen etki konusunda bir konsensüs var” diyor.

Bu önemli çalışmanın sonuçları Türkiye’deki gazetelerde de yer aldı ama yapılan haberler, özellikle ana akımda, sınırlı yer aldı. Bu haberlerde de, cep telefonu şirketlerinden, telekomünikasyon otoritelerinden yetkililerin görüşlerine rastlamadık. Halbuki bu deney cep telefonlarını, baz istasyonlarını her şeyi yeniden tartıştıracak bir karar. Çünkü çok net görülüyor ki, bu konularda yapıldığı ve bu teknolojinin zararsız olduğunu söyleyen araştırmalar tartışılır.

Gazetelerde neden bu tartışmalar yok? Sayfalarına cep telefon şirketlerinden gelen reklamlar yüzünden olabilir mi? Olabilir. Ana akım medyada çalıştığım dönemde yaşadığım tecrübeler bu soruya kocaman bir evet denmesi gerektiğini söylüyor. Bizim bireysel çabalarımız gerçeklerin ortaya çıkmasına yetmiyordu. O zamanlar şimdi sansürden yakınan gazetecilerin çoğu susuyor, Gezi tecrübesiyle ortaya çıkan penguenlerle medya arasındaki ilişki bilinmediği için de kimse anlattıklarımıza inanmıyordu.

Kritik soru şu. Hepimizin elindeki bu cep telefonlarından, baz istasyonlarından tamamen kurtulmak mümkün mü? Ne yapacağız? Bu sorunun aslında üç farklı yanıtı var. İlki, “cep telefonsuz yaşam mümkün, 20 yıl önce onlarsız yaşıyorduk” yanıtı. Bu yanıtın tartışılacak bir tarafı yok. Kesinlikle doğru. Teknoloji çoğu zaman yarattığı çözümlerin yanında yeni sorunlar da doğurur. Teknoloji tartışması gerekli ama kamuoyunu ikna etmek zor. Kapitalizm zihinlere öyle bir egemen oldu ki, insanların konforu, yaşamsal ihtiyaçlarının önüne geçer oldu. Kanser olma olasılığına karşı cep telefonunda ısrar etmek başka nasıl açıklanabilir ki? Hepimizin bir akıl tutulması yaşadığı oratada. İkinci yanıt ise “cep telefonu kullanırken kulaklık takılması, evde sabit telefonlara dönülmesi, çocukları telefondan uzak tutmak ve kullanımı sınırlamak” gibi çözümü kullanıcıya bırakan önerilerden oluşuyor. Baz istasyonlarına ve idareye dikkat çeken bir yanıt vermek de mümkün. “Baz istasyonlarının değerleri bağımsız denetime açılmalı. Kurulduğu yerlerde karar verici o bölgede yaşayanlar olmalı. 4G gibi baz sayısını arttıran hamleler, cep telefonlarının güvenliği garantilenene kadar durdurulmalı. Facebook’ta fotoğraf indirirken bekleyeceğiniz birkaç salise hayatınızdan daha önemli değil herhalde” de denebilir.

Bu üç yanıtın hangisi iyi diye tartıştırmak yerine yapılacak en akıllı iş üç yanıtı da ciddiye almak. Cep telefonu kullanırken daha dikkatli olmak, süreyi azaltmak, baz istasyonlarıyla ilgili kararaşamasına o bölgede yaşayanları dahil etmek, mahallelerde halk oylaması yapmak, denetimi devletin tekelinden çıkarıp örneğin meslek odalarına vermek gibi. Bağımsız bilimin önemine de ayrı bir vurgu yapmak gerek. Bilimi devletlerin, şirketlerin tekeline bırakırsanız ABD’deki gibi araştırmaları göremezsiniz. Üniversiteleri bağımsız olmazsa halk sağlığı, o okulları kontrol eden siyasilerle, ekonomik açıdan destekleyen şirketlerin ellerinde oyuncak olur.

Nereden aklıma geldi bilmiyorum ama yazıyı Sağlık Bakanlığı Elektromanyetik Alanlar Komisyon Başkanı Prof. Dr. Tunaya Kalkan ile bitirelim istedim. Kalkan tam bir yıl önce, Sağlık Bakanlığı Kanser Dairesi Başkanlığı’nın yaptığı bir konferansta, cep telefonu ve baz istasyonu konusunda, “Artık öyle radyasyon falan yok. Çünkü, teknoloji emniyetli bir noktaya geldi. Eğer bir şey çıkarsa hiç endişe edilmesin hemen söyleriz” demişti. Kalkan’ı gören var mı bu aralar?

ABD’de halkın yüzde 54’ü nükleere hayır diyor

Özgür Gürbüz-BirGün/27 Mart 2016

Gallup araştırma şirketi tarafından yapılan bir araştırma, ABD’de yaşayanların yüzde 54’ünün nükleer enerjiye karşı çıktığını ortaya koydu. Bir önceki yıl yapılan ankette ise Amerika’da nükleer enerjiye evet diyenlerin oranı yüzde 51’di. Bu oran yüzde 44’e gerilerken, nükleer enerjiye karşı çıkanların oranıysa yüzde 43’ten 54’e çıktı. Gallup tarafından 1994’ten beri yapılan araştırmada ilk kez nükleer karşıtlarının oranı, belirgin bir farkla, nükleer enerjiye evet diyenleri geçmiş oldu.

Fukuşima kazasından bir yıl önce (2010) nükleer enerjiyi destekleyenlerin oranının yüzde 62 ile tarihi zirvesini gördüğü ABD’de, Fukuşima kazası sonrasında bile nükleer enerjiye destek yüzde 57 civarındaydı. Araştırma şirketi, bu desteğin 13 puan gerilemesinin ardında enerji fiyatlarının düşmesi ve diğer enerji kaynaklarının devreye girmesi gibi etkenlerin olduğunu düşünüyor. Nükleer enerjiyle ilgili güvenlik endişesi ise bu nedenlerin ardında kalıyor. Petrol ve gaz fiyatlarındaki düşüş nükleer enerjinin rekabet şansını azaltıyor. Yeni nükleer santrallerin yapım maliyetinin kömür ve gaza göre yüksek olması, uzun dönemde nükleer enerjinin daha ucuz bir seçenek olma olasılığını riske sokuyor. Araştırmanın yorumuna göre ABD vatandaşları petrol fiyatları bu kadar düşükken bu ekonomik riski almak istemiyor. Araştırmanın yorum kısmında, Amerikalıların ülkenin enerji sorunu hakkındaki endişelerinin son 15 yılın en düşük seviyesinde olduğu da belirtiliyor.

Nükleer enerji yatırımlarının Çernobil kazasından sonra durma noktasına geldiği ABD’de, en son 1996’da yeni bir nükleer reaktör faaliyete geçti. Şu anda inşaatı süren beş reaktör olsa da, rekabet ve yaşlılık nedeniyle son beş yıl içinde bir o kadar reaktör de kapatıldı. ABD’de yıllar sonra çalışabilir durumdaki reaktör sayısı 100’ün altına indi ve 99 oldu. Ülkedeki 99 reaktörün yaş ortalaması ise 35 ve lisans süreleri 40 yıl. Ülkedeki Nükleer Düzenleme Kurulu, şirketler yenileme çalışmalarını yaparsa, bu reaktörlerin 60 yaşına kadar çalışmasına izin verebiliyor ancak enerji piyasasındaki rekabet lisansını uzatmış reaktörleri bile zorluyor.

Atomik kazık

Özgür Gürbüz-BirGün/19 Nisan 2015

Her hafta BirGün için klavyenin başına oturduğumda, “bu hafta nükleer yazmak yok” diyorum. Neredeyse gazeteciliğe başladığım ilk günden beri, 20 yıldan fazla bir süredir, enerji ve çevre üzerine yazılar yazıyorum. Nükleer enerji de herhalde en çok değindiğim konulardan biri. Bu hafta masaya, ‘Türkiye’de elektrik direkleri ve estetik’ üzerine bir yazı yazmak için oturmuştum ama oluru yok. Akkuyu’da göstermelik bir temel atma töreni yapılmışken, reklamda oynatılan oyuncusundan izleyenlere kadar herkes radyoaktif yalanlarla kandırılmışken atomdan bahsetmemek olmaz. Yoksulluğun kader ilan edildiği memleketimde elektrik faturalarımıza yansıyacak ‘atomik kazık’tan bahsetmek zorundayım.

Mersin Akkuyu’ya atom santrali kurmak isteyen Rusya’nın devlet şirketi Rosatom, ülkenin dara düşmüş ekonomisine katkı için önüne gelene nükleer santral satmaya çalışıyor. Avrupa’daki ülkeleri de tavlamaya çalışıyorlar. Rosatom’un Genel Müdür Baş Yardımcısı Kiril Komarov, Brüksel’de yaptığı konuşmada Avrupa’ya ucuz nükleer vaadinde bulundu. 60 yıllık yakıt ve nükleer santralin sökümünü de içeren bir paket satın alınırsa üretilen elektriğin kilovatsaatini 5 dolar sente düşürebileceklerini söyledi (Euronews, 17 Nisan 2015). Türkiye’ye ise aynı şirket, aynı santrali yapmak istiyor ama bir farkla. Bize elektriği satacakları fiyat 12,35 dolar sent. Avrupa’ya önerdikleri fiyatın 2,5 katı! Bizde çok tehlikeli ve zor bir iş kabul edilen söküme de karışmıyorlar. Ufak bir bedel ödeyip, ömrünü tamamladığında dev bir nükleer atığa dönüşen santralin sökümünü de Türkiye’ye bırakıyorlar. Atomik kazık böyle bir şey.

Nükleeri savunanlar genelde, “tüm gelişmiş ülkelerde var” diye savunuyor. Gelişmişlikten kastedilen zengin ülkelerse bu iddia doğru değil. Norveç, İtalya, Portekiz, Avustralya, İrlanda, Danimarka ve Avusturya gibi pek çok ülkede nükleer santral yok. Almanya, Belçika, İspanya, İsviçre gibi ülkeler olanları kapatma kararı almış. Aslında ‘kim yapıyor, kim kapatıyor’ diye bir karşılaştırma yapmak özünde yanlış. Detayları bilmelisiniz. Amerika üzerinden bir örnek vereyim.

ABD’de beş nükleer reaktörün yapımı sürüyor. Bu, ABD nükleeri destekliyor anlamına mı geliyor? Hayır. Birkaç gün önce ABD Enerji Bilgi İdaresi (EIA) tarafından açıklanan 2040 yılına dair öngörüler aksini söylüyor. ABD’de 99 reaktör var (iki yıl önce 104’tü) ve toplam elektrik üretiminin yüzde 19’unu karşılıyor. Referans senaryoya göre 2040’a kadar nükleer santral kaynaklı elektrik üretimi yüzde 15’e düşecek. Atomseverlerin sorması gereken soru şu: Nükleer en ucuz, en güvenli ve dışa en az bağımlı kaynaksa ABD neden sahip olduğu teknolojiyi kullanarak eskiyen nükleer reaktörleri yenileriyle değiştirmiyor? Neden onlarca yeni reaktör yapmıyor? Yanıt ABD için basit, nükleer pahalı ve riskli. Aynı soruyu Fransa’yı örnek gösterenlere de sormak lazım. Dünyanın nükleer devi, teknoloji lideri Fransa neden 2025’e kadar elektrik üretiminde nükleer enerjinin bugün yüzde 76 olan payını yüzde 50’ye çekmek istiyor? Neden her gün yeni rüzgar santralleri kuruyor?

Enerji konusuna yabancı olanların Google Baba’ya sorarak, bakın şu kadar ülkede nükleer var demesinin bir anlamı yok. Herkes Almanya gibi yıllar önce kurulmuş nükleer reaktörleri, ekonomik ömrü dolmadan kapatacak finansal güce sahip değil. Bu bir süreç. Gelişmiş ülkelerde kaç nükleer santral var diye sormak yerine kaynaklarının ne kadarını atoma, ne kadarını yenilenebilir enerji ve enerji verimliliğine ayırıyorlar sorusuna yanıt aramak lazım. Almanya’nın her yıl daha az enerji tükettiğini ve buna rağmen ekonomisini büyüttüğünü göremeyenler atomik kazığı yemeye ve bu yüzyılın dışında kalmaya mahkum. Uyaralım, atomik kazık diğerlerine benzemez, etkisi kuşaklar boyunca sürer.

Takviminize yazın:
Atom santrallerine hayır diyenler 25 Nisan’da Sinop’ta, 26 Nisan’da İstanbul Kadıköy’de sokağa çıkıyor. Çernobil kazasının yıldönümünde nükleere hayır diyenler meydanlara iniyor.     

ABD'de nükleer enerjinin payı artmayacak

Özgür Gürbüz/11 Şubat 2015

Enerji Bakanı Taner Yıldız, “ABD’de nükleer enerjinin payı artacak" demiş. Ne yazık ki yanılıyor.

1. ABD'de çalışabilir durumdaki nükleer reaktör sayısı şu anda 99. Uzun yıllar sonra bu rakam 100'ün altına indi.

2. ABD'de yapımı süren 5 reaktör var. Bunlardan Watts Bar-2 yapımına 1974'te başlanan, daha sonra yaşanan sorunlar nedeniyle yarıda kalan bir reaktör. Diğer 4 reaktör ise yeni.

3. 99 çalışabilir durumdaki reaktörden 30 tanesi bu yıl 40 yıllık tasarım ömrünü dolduracak. Bazı reaktörler yeni işletme lisansına başvurup süre uzatacak olsalar da, en geç 5-10 yıl içinde bu reaktörlerin hepsi kapanacak. Bunların yerine yeni nükleer reaktör yapılmadığı için (sadece 5 yeni reaktör inşaatı var) ABD'de nükleer reaktör sayısı ve ürettikleri elektrik miktarı kaçınılmaz bir şekilde azalacak.

4. 2020'ye kadar tasarım ömrü dolacak reaktörlere en az 15 reaktör daha eklenecek.

5. ABD'de mevcut 99 reaktörün ikisi hariç hepsinin tasarım ömrü 15 yıl sonra dolacak. Bakım ve onarım yaparak, reaktörleri daha uzun süre çalıştırmak için lisans sürelerini uzatsalar bile, önümüzdeki birkaç yıl içinde onlarca yeni nükleer reaktör inşaatına başlanmadıkça (açıkça görüldüğü üzere başlanmıyor, sadece 5 yeni reaktör inşaatı var), ABD'de nükleer enerjinin elektrik üretimindeki payı ve reaktör sayısının ciddi bir şekilde azalacağını söylemek falcılık olmaz.

Bu yanıltıcı demeci görünce hemen düzeltilmesi gerektiğini düşündüm.