medya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
medya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

İletişimde Gerçeklik Çağı

Özgür Gürbüz-Digital Age / 15 Ekim 2020

@ozzgurbuz

Gördüğümüze, okuduğumuza ve duyduğumuza inanıp inanmamayı hiç bu kadar çok dert edinmemiştik. Sorun Türkiye’yle sınırlı değil. Medyadaki tekelleşme, şirketlerin medya sektörüne girmiş olması ve onların ticari ve siyasi ilişkilerinin artması; köklü demokrasilerde bile gelen bilgilerin sorgulanmasını artırdı.

2019 yılı sonunda yapılan bir araştırma ABD’de yaşayan yetişkinlerin yüzde 55’inden fazlasının haberleri sosyal medyadan aldığını gösteriyor[1]. Sosyal medyanın iletişim kanalları içerisindeki payı sadece haber alma konusunda değil, ticari reklamlar ve siyasi iletişimde de artıyor. Elbette bu her şey demek değil. Hedef kitleye ulaşmak kadar onu harekete geçirmek, satın aldırmak, oy attırmak veya bir haberinin paylaşılmasını da sağlamak gerekiyor. Burada “güven” gibi önemli bir faktör de rol alıyor ve çoğu zaman iletişimciler tarafından ihmal ediliyor.

Türkiye’de geleneksel medyaya güven azalıyor

IPSOS’un 2019 başında yaptığı araştırma, gazete ve dergilere “tüm kalbiyle” güvenenlerin oranının dünyada yüzde 9 civarında olduğunu söylüyor. Buna “kısmen” güvenenleri (fair amount of trust) de eklersek oran yüzde 47’ye çıkıyor. Türkiye’de ise bu oran yüzde 43 (tam kalbiyle güvenenler yüzde 6)[2]. Türkiye’de radyo ve televizyonlarda güven oranı yüzde 46’ya, çevrimiçi haber siteleri ve platformlarda yüzde 53’e çıkıyor. Televizyon ve gazetelere güvenmeyenlerin sayısı artarken çevrimiçi kaynaklara güven artıyor.

Türkiye’yi bilenler, “gazetelerde yazılana güvenmeyenler nasıl oluyor da sosyal medyaya güveniyor” diye soruyordur. Bu sorunun yanıtını büyük medya gruplarının yayın çizgilerinde aramak gerek. İnternette kaynaklar daha çok ve geleneksel medyanın dışında birçok haber kaynağı var. Okuyucu muhtemelen haber aldığı kaynakları da değiştiriyor.

Haber kaynağını tanımak önemli

İşin bir de gerçeklik payı var. Türkiye’de yaşayanların yüzde 72’si (dünya ortalamasıyla aynı) daha önceden tanıdıkları bir kişiden gelen habere güveniyor. İnternetten tanıdığı bir kişiden gelen haberlerde ise güven oranı yüzde 46. Bu oran yüzde 27’lerde gezinen dünya ortalamasının üstünde. Tanıdığımız birinin verdiği bilgiye gazetelerden, televizyonlardan çok güveniyoruz. Çevrimiçi mecralarda da bildiğimiz bir kişiden gelen haberlere güvenme oranı kurumsal kimliklerin gerisinde ama geleneksel medyadan yüksek. Her yer böyle değil. Örneğin Almanya’da gazetelere güven, internetten tanıdığınız kişilere oranla daha yüksek.

Güven tesisinde bireylerin ve onları tanıyor olmanın önemini sıkça görüyoruz. İnsanların tanıdığı birine güvenmesinin ardında gerçeklik kavramının yattığını düşünüyorum. Sosyal medyada isimsiz bir hesaptan gelen haberle, bir arkadaştan gelen haberin sorgulanması farklı. “Bir doktor arkadaşım söyledi” diye başlayan ve özellikle WhatsApp üzerinden yayılan yalan haberlere insanların güvenmesinin ardında da bu bireylere duyulan güven var. Haber bir arkadaşın arkadaşını kaynak gösteriyor, yani tanıdık birinden geliyor ve mesajı gönderen de sizin cep telefonunuzda kayıtlı bir başka arkadaşınız. Sonuç, inanmaz dediğiniz insanlar bu haberlere inanıyor ve yayıyor.

Yalan dünyalardan kaçın

Sosyal medyada inandırıcı olmak için gerçeğe yaklaşmak, hedef kitleden biri olmak çok önemli. Herkesin elinde bir cep telefonu olduğunu ve evlerimizin, sokaklarımızın, iş hayatının fotoğraf ve videolarının sürekli paylaşıldığını unutmamamız gerek. İnsanlar gerçek hayatı biliyor ve sizin ne zaman “yalan dünya” kurduğunuzu fark ediyor. Fenomenlerin, siyasetçilerin, gazetecilerin takip edilme sayılarıyla onlara güven duyulmasını çoğu zaman birbirine karıştırıyoruz. İkisi eş zamanlı büyüyor kabul edemeyiz.

Daha çok iletişim güvenin garantisi değil

Güveni daha fazla iletişim yaparak tesis etmek de mümkün değil. Çoğu zaman sosyal medyada siyasal iletişim yapanlar bu hataya düşüyor. Gündem kaçırmamak, devamlı aktif olmanın takipçi getirisi olabilir ama güven getirisi olacağını söyleyemeyiz. Güvene karşı İletişim (Trust versus Communication) adlı çalışmada[3], iyi iletişim becerilerine sahip liderlere oranla güven duyulan liderlerin çalışanlarıyla bir araştırma yapılmış. Çalışanların iyi iletişim kuran liderlerin değil güven duyulan liderlerin olduğu organizasyonlarda bulunmaktan mutlu olduğu ortaya çıkmış. Araştırmayı yapanlardan Joseph Falkman, Forbes’taki makalesinde güven tesisinde üç önemli kıstas olduğuna dikkat çekiyor. “Olumlu iş ilişkisi”, “karşı tarafa işine yaracak yeni bilgi vermek” ve “tutarlı” olmak. Siyasal iletişimcilerin Türkiye’de en çok zorlandığı konu muhtemelen tutarlılık ve şeffaflık (bilgi paylaşımı) olacak. Rüzgâra göre siyaset yapanların güven tesisinde sorun yaşayacaklarını hatırlatmakta fayda var.

Kurgu bir videoya kıyasla bir sokak kamerası ya da cep telefonuna yakalanan bir videonun güven tesisinde şansının daha yüksek olduğunu düşünenlerdenim. Stüdyoda kurulu dört dörtlük bir mutfakta verdiğiniz yemek tarifi yerine evinizdeki dağınık mutfağınızdan gelen bir görüntü, insanların sizi “bizden biri” kabul etmesine ve “tanıdık” statüsüne almasına neden olabilir. Rol yapmadığınız sürece tabi. Bir siyasetçinin hazırlayıp servis etiği videodan çok, destekçisinin cep telefonundan gelen, bulanık bir kayıt öne çıkabilir.

Haber hayatın kendisidir

Televizyon gazeteciliği ve bugün onun yerini alan sosyal medyada da durum farklı değil. Güven kazanmanın bir yolu da gerçeğe yaklaşmak. Sokak röportajlarının etkisi, muhabir faktörü, farklı görüşlere yer vermek unuttuğumuz gerçekliğin önemli parçaları. Seçim döneminde herkesin evine konuk ettiği İlave TV’nin gücü buradan geliyor. Orada konuşan insanlar da sokaklar da tanıdık. Halkı içine kattığınız haberler aslında o haberi tanıdıklaştırıyor. Haberciliğin esasları hâlâ geçerli aslında.

İletişimde gerçeklik çağı yaşanıyor. Trafik kazaları, kedi mamasını deviren kişi, cinayetler, kavgalar, doğal felaketler ya sokak kameralarına ya da bir cep telefonuna yakalanıyor. İnsanlar gerçek görüntüleri görmeye ve ayırt etmeye başladı. Harekete geçiren iletişim diye adlandırdığım işin zor kısmı, iletişimde gerçeklik çağının kabulünden geçiyor. 



[1] Americans Are Wary of the Role Social Media Sites Play in Delivering the News, Pew Research Center, https://pewrsr.ch/31I102V, 30/08/2020.

[2] Trust in the media, IPSOS, 27 ülkede, 19.541 çevrimiçi yetişkinle Ocak-Şubat 2019 aylarında yapılan araştırma.

[3] How Trust Affects Your Ability To Communicate And How To Fix It, https://bit.ly/2G63Hmp 30/08/2020.

Türkiye’de referandum yapılamaz

Özgür Gürbüz-BirGün/18 Kasım 2016

Referandum ya da daha doğru bir Türkçe ile söylersek; ‘halk oylaması’, bugünün şartlarında Türkiye’de başvurulabilecek bir araç değil. Halk oylamaları, doğrudan demokrasinin kuvvetli bir ayağı gibi görünse de, baskıcı rejimlerde demokrasi karşıtı düzenlemelere meşruiyet kazandırmanın bir aracı da olabilir. Dünyada da bu yüzden tartışılıyor. Tartışmayı örnekler ve nedenleriyle açıklayalım.

İngiltere’nin AB’den çıkışının onaylandığı halk oylaması güncel bir örnek. Yüzde 51,9’unun tercihiyle alınan AB’den çıkış kararı bir o kadar insanın (yüzde 48,1) isteğini göz ardı etti. Beş kişilik bir ailede, üç kişinin istediği bir televizyon programının izlenip, diğer iki kişinin tercihinin izlenmediğini düşünün. O zaman, halk oylamasının sanıldığı kadar demokratik olmadığını da anlayacaksınız. Sonuçların birbirine yakın olması ve bir tarafın az sayıda oyla diğerine üstünlük sağlaması toplumdaki huzursuzluğu azaltmak yerine artırabilir ve çatışmayı körükleyebilir. İnternet tabanlı araştırma şirketi YouGov, 18-24 yaşlarındaki İngiliz vatandaşlarının yüzde 75’inin AB’de kalmak için oy kullandığını açıklamıştı. 70 yaşındaki birine göre, halk oylaması kararından daha uzun süre etkileneceği kesin bu gençler için halk oylaması hiç de demokratik bir araç gibi görünmüyor. Bu ve benzer nedenlerden ötürü İngiltere’de tartışma sürüyor ve halk oylaması hiçbir sorunu çözmüşe benzemiyor.

Halk oylamasının demokrasiye katkıda bulunabilmesi için katılımın yüksek olması şart. Bu sınırın, özellikle Anayasal değişikliklerde yüzde 70-80 gibi oldukça yüksek olması sonuçların büyük bir çoğunluk tarafından benimsenmesi de gerek. Türkiye’de başkanlık sitemi için bir halk oylaması yapıldığını ve katılım oranının yüzde 60 olduğunu düşünün. 1 Kasım seçimlerinde 56 milyona yakın seçmen vardı. Bunların yüzde 60’ı oy kullanırsa başkanlık için oy veren sayısı 33 milyon 600 bin olur. Oy verenlerin yüzde 52’siyle başkan seçildiğini varsayın. Bu da 16 milyon 800 bin kişinin Türkiye’de rejim değişikliği ve tek adamlığa oy vermesi anlamına gelir ki, gerçek bir demokratik temsilin yakınından bile geçemez. 56 milyon kişinin oy kullandığı bir seçimde, oy verenlerin yüzde 28’inin (16 milyon) isteği diğerlerine dayatılamaz.

Halk oylamasında, oylanan konu hakkında bilgilendirme eksiksiz yapılmalı ve her kesime ulaşmalı. Sırf bu nedenden dolayı da Türkiye’de halk oylaması yapılamaz çünkü söz konusu bilgilendirmeyi yapacak en önemli araç, medya, baskı altında. Bugün Türkiye’de 125 gazeteci tutuklu, 160’dan fazla yayın organı kapalı. Dışardakiler de tek bir merkezden yönetiliyor. Bianet ve Sınır Tanımayan Gazeteciler’in birlikte yaptığı, Medya Sahipliği İzleme Projesi, Türkiye’deki 10 büyük kanalın 7’sinin, yine aynı şekilde, tirajı en fazla 10 gazetenin 7’sinin sahibinin hükümetle ilişki içinde olduğunu ortaya koyuyor. İktidara yakın kanallarda kendilerinden yana olan gazetecilerin katılımıyla tartışmalar yapıldığını ve tarafsız olması gereken TRT’nin bugünkü durumunu göz önüne alırsak halk oylaması öncesi her görüşe ve yeterli bilgiye ulaşacağımızı düşünmek hayal olur. Liderlerin karşılıklı tartışma kültürünün AKP döneminde rafa kaldırıldığını da unutmayalım. Başkanlık yarışına katılan adayların karşı karşıya geldiği bir oturum bile göremeyebiliriz. Daha önceki seçimlerde gördüğümüz, devlet imkanlarının iktidar lehine kullanılması da listeye eklersek bu koşullarda halk oylamasının yapılamayacağını görürüz.

Duygusal, teknik ve hukuki konuları halk oylamasına sunmak da sakıncalı. Bu durumlarda daha uzun süreli bilgilendirme gerekebilir. Halkın konunun uzmanlarını seçerek, onların yapacağı tartışmalar sonucunda karar vermesi yani temsili demokrasinin uygulanması referandumdan daha iyi sonuç verir.

Halk oylamasına sunulamayacak konular da var. Yaşamı riske atan bir teknoloji, yatırım oylamaya sunulamaz. Ülkede yaşayanların dini inancı, yaşam tarzıyla ilgili bireysel tercihler de doğrudan ya da dolaylı yoldan halk oylamasına konu edilemez. Türkiye’de başkanlık sistemi özgürlükleri kısıtlayacak bir rejim değişikliğine gitme riski taşıyorsa, ki taşıyor; bu seçimin halk oylamasına sunulması kabul edilemez.
 
Halk oylamalarının yerel sorunları çözmede başarılı olduğu söylenebilir. İsviçre’deki kantonlarda bu savı destekleyecek çok sayıda örnek var. Yaşayanların sorunlar hakkında bilgi sahibi olduğu, farklı görüşleri dinleyip, kavrayabildiği, bunu yapacak zaman ve olanağa sahip olduğu yerler için bu doğru. Bu yüzden de yetkiyi merkezden yerele kaydırmak gerek. Bugün yapılanın tam tersi yani. Sayı arttıkça, konu derinleştikçe referandum çare değil. Anayasal konular, ülkeyi ilgilendiren sorunlar için mevcut demokratik karar alma süreçlerinin en iyisi, tartışmasız konsensüs; önce sokakta, sonra seçilmişlerin arasında. O yüzden de her şeyden önce referanduma karşı çıkmak gerek.

BirGün’e sahip çıkmak için 7 neden

Özgür Gürbüz-BirGün/5 Şubat 2016

Bağımsız medyaya ihtiyacımızın her geçen gün arttığı şu günlerde BirGün’e sahip çıkmamak tam bir aymazlık olur. Benim BirGün ve onun gibi özgür düşünceye, yaşam hakkına sahip çıkan diğer medya kuruluşlarına (her yazılan çizilene harfiyen katılmasam da) destek olmaya çalışmamın birçok nedeni var. Bugün sadece yedi tanesinden bahsedeceğim.

1. Patrondan, hükümetten veya kolluk kuvvetlerinden korkmadan, etkisinde kalmadan haber yapacak, yorumlayacak medyaya ihtiyacım var. Doğru bilgi aldığımı bilmek istiyorum. Reklam vereni kızdırmamak için haberi saklayan, ülkeyi yönetenden korkup yazıları sansürleyen medya benim sesim olamaz. Bana sağlığım için tavsiye edilen gıdaların arkasında bile bin türlü ticari oyun dönüyor. Bu yüzden her türlü haberi bağımsız medyadan okumak istiyorum.

2. Bugünün Türkiye’sinde medyanın görevi sadece haber vermek değil. Dayanışmanın adresini de göstermek zorunda. İşçi haklarından ekolojiye, sanattan ekonomiye nerede desteğe ihtiyaç duyulduğunu, nerede güzel işler olduğunu ben bağımsız medyadan öğreniyorum. Mutluluklar kadar acılarımızı paylaşmak için de buna ihtiyacım var. Üzerimize çöreklenen ticari ve siyasi ağın parçası haline gelen medya kuruluşları bana sadece yalan, çarpıtılmış haber vermiyor, yanlış filme, yanlış mücadelelere de yönlendiriyor.

3. Artık ekmek bile alırken paramı verdiğim fırının sahibini bilmek istiyorum. Ali İsmail aklıma geliyor. Eli sopalı fırıncıya, palalı esnafa para kazandırma lüksüm yok. Evime gelen ustayı bile eşe dosta sorup ona göre çağırıyorum. Verdiğim paranın yolsuzluklara, hırsızlara, zalimlere gitmesine tahammülüm yok. Sütten otomobile, kiralayacağım evden, tatil yapacağım yere kadar tüm ticari ilişkilerim dayanışma içindeki insanlarla kurulmalı. Bağımsız, özgürlükçü medyada gördüğüm ilanlar benim için yol gösterici. Türkiye’de otoriter devletin bireysel özgürlüğüme müdahale ettiği, yandaşlarını üzerime sürdüğü bir durumda, dayanışmanın ekonomi gibi her alana yayılması kaçınılmaz. Eşe dosta sormanın yanı sıra, radyodan, gazeteden duyduğum reklamlara kulak kabartıyorum. Seri ilanlar, ders verenler, küçük hastaneler, lokantalar, tatil köyleri, pencereciler gibi… Daha mı zor? Evet ama bu ülkeyi değiştirmek isteyenlerin sadece oy kullanarak bunu yapamayacaklarını anlamaları gerek. Bu uğraşların verdiği huzuru hiçbir şeye değişmem. O yorgunluğa değer.

BirGün'e destek için tıklayın.

4. Kolektif umuda ihtiyacım var. Bireysel kurtuluş çabalarının, devletten gelen sistematik saldırılar karşısında bir şansı yok. Malum, “kurtuluş yok tek başımıza”. Bu doğru ama lafta kalmamalı. İşin başı da umut. Umut yoksa kurtuluş yok! BirGün ve diğer bağımsız medya kanalları bize umudu hatırlatıyor. Medya bu umudu binlere taşımanın en kolay aracı.

5. Baskıcı iktidarlar yandaş medyayı kullanarak sizi yalnız ve azınlıktaymış gibi gösteriyor, umudumuzu ve mücadele azmimizi azaltıyor. Halbuki, Gezi bize başka ve özgür bir Türkiye isteyenlerin zalimlerden hem çok hem de daha yürekli olduğunu gösterdi. Önce iletişim araçlarımıza sahip çıkacağız sonra örgütlenmeyi hayatın her alanına yayacağız. Sadece sokakta değil, mahallede, apartmanda değil hayatın her alanında birbirimizi tanımamızı, yanyana gelmemizi sağlayacak yapılarda buluşacağız. Dernek olur, parti olur. Birbirimizi tanırsak, yaşadığımız apartmanda, sokakta kime güveneceğimizi bilirsek birbirimize de sahip çıkarız. Gazeteler, televizyonlar bize bu araçları ve başarılı örnekleri göstermenin en iyi aracı.

6. Doğruyu söyleyen yoksa yalancılar nasıl ortaya çıkar? Kabataş yalanını hatırlayın. Silah taşıyan tırları ya da ayakkabı kutularını. Bağımsız medya olmasaydı bugün bunların hiçbirinden haberimiz olmayacaktı. Doğruların yazılmaya ve çizilmeye ihtiyacı var.

7. Sadece evrim, kültür-sanat ve Yeşil BirGün sayfaları bile benim için bu gazeteye sahip çıkma nedeni. Medya özgür değilse, özellikle sanat, bilim ve ekoloji gibi alanlarda yetersiz kalması kaçınılmaz.

BirGün’ü ve bağımsız medya kanallarını desteklemek işte tüm bu nedenlerden ötürü çok önemli. Sağlam birkaç gazete, birkaç TV kanalı bize yeter. Bu yayınların birleşmesi de bence kaçınılmaz ve sesimizin gür çıkması için bir elzem. Gücüm yettiğince, gerekirse kişisel zevklerimden vazgeçerek Türkiye’de özgürlüğün, barışın ve dayanışmanın sesi olan tüm medya organlarını desteklemeye devam edeceğim. Benim nedenlerim bunlar, sizin nedenleriniz hangileri?

Yoksulluğun fotoğrafı

Özgür Gürbüz-BirGün/23 Kasım 2014

Bu ülkede mutluluğun resmini yapabildik mi bilmiyorum ama yoksulluğun fotoğrafını çektik. Hem de yaratılan yalan dünyayı koruma gayretleri, medyada doruğa çıkmış olmasına rağmen.

İçlerinde Birgün’ün de olduğu birkaçı dışında diğer gazeteler hükümetin kontrolü altında. Televizyonlar, internet siteleri ve radyolar da öyle. Twitter dahil, sosyal medyada bile sansür ve manipülasyon işbaşında. Muhalefet, medyanın gücünü küçümsemenin ve elini taşın altına koymamanın bedelini ağır ödüyor. Bir avuç gazeteci yıllardır söylüyorduk ama Gezi’ye kadar kimse o bir avuç gazeteciye inanmadı. Tüm bu baskı ve kontrole rağmen Ermenek’te oğlunu yitiren Recep Gökçe’nin fotoğrafını tüm Türkiye gördü. Soma’da ölen işçileri, asansör faciasında yitirilen canları bültenlerine, sayfalarına almak zorunda kaldılar. Malum medyanın değiştiğinden değil, ölümlerin ardı arkası kesilmediğinden. Mızrak çuvala sığamaz halde artık.

Bu ülkede onlarca gazete ve ekonomi sayfası var. Hangi sıradan günde, Recep Gökçelerin dertlerinin haber olduğunu gördünüz? Hangisi Torun Center’daki asansör kazasında ölen Hıdır Ali Genç’in ailesinin şirket aleyhine açtığı 1,5 milyon TL’lik davayı sonuna kadar takip edecek. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi verilerine göre AKP’nin 12 yılında en az 14 bin 455 işçi yaşamını yitirmiş. Kaç tanesinin haberini okudunuz, ölümlerden sorumlu şirketlerden kaç tanesinin adı o sayfalarda yazıldı? Gazeteleri siz alıyorsunuz ama onlar reklam verenlerin haberlerini yapıyorlar. O sayfalarda ölen işçilerin dertleri değil, sorumluların başarı öyküleri yer alıyor. Varsılların hikayelerini her gün okuyorsunuz ama yoksulların haberleri sadece kara günlerde yayınlanıyor. Sizce ekonomi sadece varsıllarla, parası çok olanlarla mı ilgilenir? Ekonomi kanallarına dikkatle bakın, anlattıkları hep parası olanın nasıl daha çok para kazanacağıdır. Borsa, altın ve döviz fiyatlarından bahsedince, falanca şirket filanca miktar yatırım yaptı deyince ekonomi haberciliği yapmış olur muyuz? Asgari ücret, sendikal haklar, iş güvenliği ve sosyal güvenceler ekonomi programlarında konuşulmayacak da nerede konuşulacak? Evlilik programlarında mı?

Bağımsız medya işte bu yüzden önemli. Dünyanın en büyük 17. ekonomisi diye masallar anlatılan Türkiye’de Recep Gökçe’nin fotoğrafını gördüğünüzde şaşırmamamız için bağımsız medya var. Kömür madenlerinde, o şartlarda ekmek parasına çıkaranlar olduğunu kaza olmadan önce duymamız için var. Ülkede hükümet eliyle yaratılan büyüme tanrısını mutlu etmek için her gün işçiler, köylüler kurban edilmesin diye bu inat.

Bizlere düşen, gözümüze pembe gözlükleri takmak isteyenlere değil, gerçekleri anlatanlara destek olmak. Keyfimiz kaçsa da, haberler canımızı sıksa da, aldığımız gazetede renkli fotoğraflar, son dakika haberleri olmasa da, inatla bağımsız medyaya destek olmalıyız. Türkiye’deki 10 bin kişinin şatafatlı hayatını değil milyonların derdini anlatan televizyon kanallarına bakmalıyız. Görüntü kalitesi, spikerin acemiliği beklentilerimiz karşılamasa da sabretmeliyiz. Elinizde tuttuğunuz şu gazete en iyi örnek. 5 binlerden 26 binlere yükselen tirajı, değişen baskı kalitesi ve sayfa düzeniyle Birgün bugün medyanın yüz aklarından biri. O beş bin okur, ellerine bulaşan mürekkep, imla hataları ve yetersiz habercilik yüzünden Birgün’den vazgeçseydi, bugün daha az kişi yolsuzluklardan haberdar olacak, tapeleri okuyacaktı. 

Çağrım sadece okuyuculara, izleyicilere değil. Mesleğe yeni adım atan gençlere de sesleniyorum. Size gazeteciliği, gücü elinde tutanlara mikrofon tutmak, bildik soruları sormak diye anlatanlara inanmayın. Gazetecilik, ayakkabı alacak parası olmayanları oğlunun cenazesinde görmeden önce yazmaktır. Gerçekleri herkes kabullendikten sonra yazmak kolay ama asıl gazetecilik gerçeği kimsenin duymak istemediği zamanda yazmaktır. Bugüne kadar nasıl yaşıyorsak bundan sonra da öyle yaşayamayız. Biz değişmeden hiçbir şey değişmeyecek. Böyle gelecek bahar.

Erdoğan neden kaybediyor

Özgür Gürbüz-BirGün/23 Haziran 2013

Bizim insanlarımızın çoğu oldum olası güçlüyü sever. Güçlünün yanında durur, onu destekler. Ne zaman güçlü kaybetmeye başlar, etrafındakiler de pılı pırtıyı toplayıp başka kapıya gider. Politikada da böyle, futbolda da. Demirel, Menderes ve Özal’ı hatırlayın. İyi günde yanlarında olanlar kötü günde yok oldular. İstanbul’u hiç görmemiş bir kişinin İstanbul takımlarını desteklemesi de buna benzer. Şampiyonluk şansınız yoksa taraftarınız da yoktur. Hep yenenden, en büyükten yana oluruz. Ofsayttan gol atsak da galip geldiğimize seviniriz.

Başbakan Erdoğan iktidara geldiğinden beri bu “güçlülük stratejisi” faaliyette. Erdoğan’a verilen destek artık icraatlarından çok, “güçlü” duruşuyla ilgili. Orduya diz çöktüren, İsrail’e laf söyleyen Erdoğan portresi iktidarın temel dayanağı. Parti içinde bile bu hava hakim, eleştiri ondan yok. Kimsenin onu karşısında duramayacağı izlenimi gün geçtikçe pekiştirildi. Öyle ki, çok iyi hatip olduğu iddia edilen Erdoğan, televizyonlarda siyasi rakiplerinin karşısına bile çıkmaz oldu. Bun rağmen kimse onun korkup kaçtığını söyleyemedi, güçlü olduğuna muhalefet bile inanmıştı. Hep ve tek o konuştu. Medya gücü perçinlemenin parçasıydı, ele geçirildi. Bu sayede tek onu dinler, tek onun gündemini konuşur hale geldik. Bu da Erdoğan’ı daha güçlü gösterdi. Ta ki baş belası sosyal medyanın keşfine kadar. 3 Haziran 2012 tarihinde Birgün’de yazdığım, “Başbakanın gündeminden bize ne” başlıklı yazıda bu tehlikeye dikkat çekmeye çalışıp, başbakan bizi dinlemiyorsa biz de onu dinlememeliyiz demiştim. Gezi’den sonra işte bu oldu. Erdoğan dinlenmemeye başlandı ve toplumun büyük bir kesimi üzerindeki etkisini yitirdi.  

KENDİNE GÜVENİN YERİNİ KORKU ALDI
Erdoğan’ın gücüne güç katan medya değersizleşti. Gündemi belirleme gücü halkın eline geçti. Başbakan 10 yıl boyunca kullandığı polemik yaratan tüm sözcükleri bir konuşma metni içerisinde kullanmaya başladı. Kürtaj, alkol yasağı, Taksim’e cami, Atatürk Kültür Merkezi’ni yıkma hikâyeleri… Güçsüzleştikçe kendine güvenin yerini korku aldı. Bu yüzden de yandaşlarını sokağa davet etme gibi Türkiye için hiç hayırlı olmayacak çağrılar yaptı. Kendisinin de inanmadığına emin olduğum, “camide içki içtiler” türünden üçüncü sınıf yalanları bizzat dillendirdi. Yine de sonuç hüsran, tüm bunlar artık işlemiyor. Kürtaj diyorlar sokaktan “biber gazı oley” sesleri geliyor. Sokaktaki halkın derdi başka ve ısrarla aynı soruları soruyor. Parkımıza, kentimize ne olacak? Daha fazla özgürlük mü vaat ediyorsun yoksa yasak mı? Yanıt alamadıkça da muktediri dinlemeyi bırakıyorlar. Onlar dinlenmedikçe de muktedirin gücü azalıyor. Yapacağımız en önemli şey dinlememek.

Her şey dört dörtlük değil haliyle. Dizilerle beyin yıkayan kanalların yerine bir şey koymak zor. Yıllardır yeni bir fikir üretmeden sadece politik söz dalaşları yazan yazarların kendilerini değiştirmeleri kolay değil. Değişen politika yapma biçimini, sokağa çıkan insanları anlamak çaba istiyor. Kürt sorunun çözümünün ağaçların özgürlüğünden geçtiğini henüz anlatamadık. Yeşil politikanın esaslarını oluşturan bireysel özgürlüklerin ve tüm canlıların yaşam hakkı savunusu meydanlara inmişken onu yönlendirecek bir parti ortada yok. Tüm bunlara rağmen değişimi izlemek gibi bir şansımız var. Sokaktaki gençler bize yol gösterecek.

ÇEVRECİLER SINAVI GEÇTİ
Gezi Parkı eylemlerinin ilk gününden beri doğru bir söylem geliştiren ve direnişe destek veren çevre örgütlerine bir teşekkür borcum var. ÇEKÜL, Doğa Derneği, Greenpeace, WWF ve TEMA Vakfı gibi bilinenlerin yanı sıra kuş gözlemcilerden Ataköy Platformu’na kadar onlarca örgüt parklarına, doğal ve kültürel değerlerine sahip çıkmak için gece gündüz çalıştı. Bazen eleştiri oklarını yöneltsem de bu kuruluşlar geçen ay içinde başarılı bir sınav verdi. 27 tanesi bir araya gelip Perşembe günü bir bildiri yayımladı. İlk cümlesi durumu özetliyor: “Türkiye'de doğaya ve insana karşı uygulanan şiddetin, ivedilikle son bulmasını arzu ediyoruz”.

DURAN BABAM
Gezi Parkı direnişinin en önemli katkılarından biri, sivil itaatsizliğin özellikle de duran adam eylemleriyle yaygın bir biçimde kullanılması oldu. Sözlü ve fiziksel şiddetin hayatın her alanında görüldüğü Türkiye için şiddet içermeyen sivil itaatsizlik eylemlerinin önemli bir kazanım olduğunu düşünüyorum. Bir kısım medya, “bakışlarıyla 100 dükkânın camını kırdı” gibi yaratıcı haberlerle bu eylemlere de çamur atmak isteyebilir ama boşuna. Halk bu tarzı sevdi umarım bunu siyasi yelpazenin en ucundakiler de görüyordur. Sivil itaatsizlik bizim evde pratiğe geçti bile. Babam bana mesaj atmış, kendisini evde bırakıp konsere giden anneme karşı bir gün boyunca “evde duran adam” eylemi yapacakmış. Babama ve duran adamlara destek olmak için ben de Hindistan’ı İngilizlerden sivil itaatsizlik eylemleriyle kurtaran Gandhi’nin sözlerini hatırlatmak istiyorum. Gezi Parkı yorumuyla.

Seni önce yok sayarlar (penguen) / Sonra alay ederler (çapulcu) / Sonra seninle savaşırlar (gaz) / Sonra kazanırsın.

Umudu hatırlatanlara selam olsun

Bir başka Hrant, bir başka Musa, bir başka Uğur, halkını sevdiği için öldürülmeyecek, güpegündüz gelen kanlı katillere bu halk bir gün gereken yanıtı verecek. Hrant'ın ardından yürüyen on binler bu umudun selidir. En karanlık günlerde umudu hatırlayanlara, hatırlatanlara selam olsun.

Özgür Gürbüz-Birgün/22 Ocak 2012

Yıl 1980, Özgür daha çocuk, yedi yaşında, sekizine az var. Mevsimlerden yaz, Merzifon'da yaz güney illerinin baharı gibidir, Taşan Dağı'ndan esen rüzgar sıcak havayı garajlara kadar hafifçe sürükler, oradan Yedikır Gölü'nün üstüne doğru bırakır.

Rüzgarın önüne tankların çıkmasına, 12 Eylül'e günler var. Dedim ya, Özgür daha yedi yaşındaydı. Büyümemişti, annesinin elini sıkı sıkı tutarak Merzifon'un Cumhuriyet Caddesi'nden yukarı doğru ağır ağır yürüyordu. Cumhuriyet Caddesi, eskiden Çınar Oteli'nin olduğu yerde birkaç kola ayrılır, bir tanesi Özgür'ün evine, Ulus Caddesi'ne gider. Özgür'e annesinin elini sıkı sıkı tutması tembihlenmişti çünkü iki yıl önce Ulus Caddesi'ndeki evlerinin önünde Özgür'e otomobil çarpmıştı. Annesinin elini bırakıp karşı komşunun közlediği mısırı almaya koşturduğu gün kendisini asfaltın üstünde, havada bulmuştu. Özgür'e bir şey olmadı, otomobilin tamponu eğrildi. Ya da böyle avuttular Özgür'ü...

O gün Özgür annesinin elini bırakmadı ama annesi Özgür'ün elini bıraktı. Bağırıyor, yardım istiyordu. Ulus Caddesi'ne giden yolun başında iki-üç kişi bir genci öldüresiye dövüyorlardı. Güpegündüz, herkesin ortasında. Vuranlar sağ görüşlü dövülen genç ise sol görüşlüydü. Kimse kılını kıpırdatmadı. Özgür'ün çocuk aklına güvenilmez ama polisleri gördüğünü hatırlıyor, kavga çıkınca dondurmacı dükkanına saklandıklarına dair bir iddiası var. Solcu öğrencinin gözlükleri vardı, elleri sopalı saldırganlar gözlüğünü darmadağan etmişlerdi. Özgür'ün annesi atıldı, bağırdı ve belki de utançtan olacak esnaf müdahele ederek çocuğu kurtardı. Kurtardı ama duyum odur ki, Erkek Sanat Okulu'nda (Endüstri Meslek Lisesi) okuduğu söylenen o gencin kör olduğu söylenir. Umarım doğru değildir.

Aradan 14 yıl geçti. Özgür 1993 yılında ilk kez gözaltına alındı. Gazeteci-yazar Uğur Mumcu yine güpegündüz, evinin önünde öldürülmüştü. Özgür Cumhuriyet Gazetesi'nin Cağaloğlu'ndaki bürosundan Taksim'e yürüyen gruba katılmıştı. Binlerce insan. Galata Köprüsü'nün sonunda polis yolu kesti. Özgür en önde kalmıştı, burnunun ötesi polis kalkanıydı. Bir ara sırtını polise döndü, bir el ensesinden onu kalkanlara doğru çekti. Gözaltına alındı. Belli ki göze batmıştı. Ne yaptığı, ne ettiği belli değildi. Polisler, “katil polis, faşist polis diye bağırmışsın” dediler. Yoktu öyle bir şey. Bu sloganları yıllar sonra Metin Göktepe'nin ardından yapılan yürüyüşlerde duydu. O geceyi karakolda geçirdi, korkmuştu. Karakolda, öldürülen diğer gazetecileri düşündü. Çetin Emeç'i, Turan Dursun'u, Musa Anter'i... Gazeteci olmayı hep istemişti, o gün daha çok istedi.

Aradan yine 14 yıl geçti. 19 Ocak 2007'de, Hrant Dink'in öldürüldüğü gün Özgür de on binlerin arasındaydı. Kimsenin elini tutmuyordu ama binlerce insanla adeta kolkola yürüyordu. Hrant Dink de herkesin gözü önünde, göz göre göre öldürülmüştü. Hrant Dink'i düşünürken yedi yaşında yine herkesin gözü önünde öldürülesiye dövülen o genci hatırladı. Bombalanan, vurulan, öldürülen gazeteciler aklına geldi. Hrant'ın fotoğrafına bakamadı.

Bu ülkede gazeteci olmak zor. Ermeni olmak zor. Devlete muhalif olmak zor. Hrant Dink hem gazeteci, hem Ermeni hem de muhalifti. Varın siz düşünün cesaretini. Eminim cesareti bu ülkenin halklarına duyduğu sevgiden kaynaklanıyordu. Hiç tanışamadık ama böyle hissediyorum. Güpegündüz, göz göre vurulması herhalde bundandır. Bu ülkede cesurlar sevilmez, ses çıkarmamak, görmezden gelmek makbuldür. Kraldan çok kralcı olmak gerekir. Gazetecinin meslek aşkı bir kara sevdadır. Gazetecinin, yazarın, düşünürün halkına duyduğu sevgi karşılıksız bir sevgidir. Mutlu son yoktur. Bir gün ya unutulur ya da kaderine terk edilir.

Ne mutlu ki Özgür'e bugün Hrant Dink'in yazılarını yazdığı bir gazetede yazılar yazıyor. Köşesini her gün merakla okuduğu Uğur Mumcu'nun gazetesi Cumhuriyet'te yazıları yayımlandı. Her gazeteciye nasip olmaz. Ve katiller için ne acıdır ki, yedi yaşından beri gözleriyle şahit olduğu bu zulme rağmen Özgür, 14 yıl sonra bir başka gazetecinin öldürülmeyeceğine dair umudunu hâlâ yitirmedi. Bir başka Hrant, bir başka Musa, bir başka Uğur, halkını sevdiği için öldürülmeyecek, güpegündüz gelen kanlı katillere bu halk bir gün gereken yanıtı verecek. Hrant'ın ardından yürüyün on binler bu umudun selidir. En karanlık günlerde umudu hatırlayanlara, hatırlatanlara selam olsun. Işıklar içinde yatın.