Kriz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kriz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Enerji Krizinin Fırsatçıları

Özgür Gürbüz-BirGün / 28 Ekim 2022

Foto: Mick Truyts
Kovid salgını sonrası canlanan talebin karşılanamaması, petrol, kömür ve doğalgaz fiyatlarının artışı, bu kaynakların birkaç ülkenin elinde olması ve Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle başlayan savaş. Bugün enerji krizi dediğimiz sorunun görünen yüzü bu. Görünmeyen yüzünde ise faturalarını ödemekte zorlanan yoksul halk, iklim krizi nedeniyle enerjideki dönüşümden rahatsız olan nükleer ve fosil yakıt lobisi, Ukrayna hamlesinden sonra Batı’yla bağları kopan Putin’in çıkış arayışları var. Herkes krizi fırsata çevirmeye çalışıyor ama tüm çabalar iyi niyetli değil.

Aslında yaşadığımız krizin adı fosil yakıt krizi. Hem çevreyi kirleten hem de iklim krizine yol açan petrol, kömür ve doğalgazdaki fiyat artışı. Fosil yakıt imparatoru Rusya’nın Ukrayna savaşı nedeniyle devre dışı kalmasıyla sorun daha da karmaşıklaştı. Bu kriz bize, birkaç ülkenin elinde bulunan sınırlı kaynaklara bağlı bir ekonomik yaşamın sürdürülebilir olmadığını tekrar gösterdi. Enerjide bağımlılık ülkenin egemenliğini de etkiliyor. Dünyadaki birçok diktatörlük gücünü eşit dağılmamış fosil yakıtlardan alıyor. Son 30-40 yıl içerisinde Putin’den Körfez ülkelerine uzanan, enerji diktatörlüğünün sayısız örneklerini gördük. Artık yeter. Yaşadığımız kriz, yakıtı sınırlı ve birkaç ülkede bulunan enerji kaynaklarından (petrol, kömür, doğalgaz ve nükleer santrallarda kullanılan uranyum) uzaklaşmak için son uyarı niteliğinde. Bu kaynakların yerine her ülkede bulunan ve sahibi olmayan güneş temelli yenilenebilir enerji kaynaklarına geçmek zorundayız. İklim krizini durdurmak, hava kirliliğini azaltmak ve bağımsızlık için bu dönüşümü gerçekleştirmeliyiz.

Krizi fırsata çevirmek isteyenler ise bu dönüşümü durdurmak adına ellerinden geleni yapıyor. Kömür lobisi termik santralları kapatmak için tarih veren Avrupa ülkelerini geciktirmeye çalışıyor. İnsanları soğukta, elektriksiz kalacaklarına inandırmak isteyen kömürcülerin taktikleri şu ana kadar Avrupa’da kömürden vazgeçme kararlarını değiştirmeye yetmedi ama bizim gibi iklim politikası zayıf ülkelerde kömür geri dönüyormuş gibi bir algı yarattı. Medyada, bilerek ya da bilmeyerek, Avrupa ülkeleri iklim politikalarını çöpe atıp kömürlü termik santralları kapatmaktan vazgeçiyor iması yaratan haberler çıktı. Koparılan tüm bu gürültüye rağmen kömür yanlısı somut adımlar gölde su damlası kadar. Fransa bu kış için 647 megavat (MW) gücünde bir kömür santralını yeniden devreye alacağını duyurdu. 2023’te son kömür santralını kapatacak Avusturya da aynı şekilde 246 MW gücünde bir santralı kış için hazırladığını açıkladı. Yunanistan ise kömürden çıkışı üç yıl erteledi ve 2028’de tüm kömürlü santralları kapatacağını deklare etti. Avrupa’da kömürden vazgeçme planlarını terk eden olmadı. Kömürden vazgeçme planı olmayan beş ülke ise Polonya, Bosna, Kosova, Sırbistan ve Türkiye.

Nükleer lobisi ise kömür lobisinden daha fırsatçı olduğunu gösterdi. Fukuşima öncesi 17 nükleer reaktöründen elektriğinin yüzde 22’sini üreten son Almanya son 10 yılda 14 reaktörünü kapattı. Kalan üç reaktörü de yıl sonunda kapatacaktı ancak koalisyon hükümetinin ortaklarından, sermayeye yakınlığıyla bilinen Liberal Demokrat Parti’nin ısrarıyla kapanma tarihi 15 Nisan 2023’e ertelendi. Nükleer lobiyle yakın ilişki içindeki sağ iktidarların İsveç, Fransa ve İngiltere’de de nükleer enerjiyi kurtarma ve onu çözümün bir parçasıymış gibi gösterme çabaları sürüyor. Asıl dert ise aslında kan kaybeden endüstriyi ayakta tutabilmek.

Atom Enerjisi Ajansı’na göre 2021’de dünyada çalışabilir durumda 437 nükleer reaktör vardı, an itibarıyla bu sayı 427. 2020’de nükleer santrallar dünyadaki elektrik üretiminin yüzde 10,1’ini üretiyordu, 2021’de yüzde 9,8’e düştü. Mevcut filonun yaş ortalaması 32’ye yaklaşıyor. Bu reaktörlerinin çoğunun tasarım ömrü 40 yıl. Nükleer lobi 1990’ların ortasındaki altın yıllarını bir daha yaşayamayacağını çok iyi biliyor ancak mevcut krizi fırsata çevirip en azından kapanacak reaktörlerin yerine yenilerini kurdurarak endüstriyi ayakta tutmaya çalışıyor. Yoksa yakında yeterli çalışan bulmakta bile zorlanacaklar. Lobileri güçlü, medyayla araları sermayeyle bağları nedeniyle iyi, sağ partiler avuçlarının içinde ama çözemedikleri üç sorun var. Güneş, rüzgar gibi kaynaklara göre en az 3-4 kat daha pahalıya elektrik üretiyorlar (Türkiye’de Akkuyu Nükleer Santralı güneşe göre 6 kat pahalıya elektrik üretecek), binlerce yıl radyoaktif kalan atıklar için önerdikleri gerçekçi bir çözüm yok (boş buldukları bir yere gömüp gelecek nesillere sorunu havale etmeye çalışıyorlar) ve nükleer santralların kaza yapmasını, savaşlarda hedef alınmasını önleme konusunda ellerinde bir araç yok.

Türkiye de ne yazık ki Rusya üzerinden bu lobinin eline düştü ve bir güneş ülkesi olmasına rağmen kurtulamıyor. Enerji politikasını adeta Rusya’nın eline teslim eden Türkiye, Mersin’den sonra Sinop’u da Rus atom endüstrisine verip elini kolunu bağlamak üzere plan yapıyor. Rusya Türkiye’yi, kimin alacağı belli olmayan gazını Anadolu üzerinden pazarlama fırsatı vermekle kandırmaya çalışıyor. Rusya’nın nükleer santralıyla nükleer güç olacağına inananlar şimdi gaz bakkalı olunca ekonomilerinin kurtulacağını düşünüyor. Mevcut hükümetin bu vizyonsuzluğu Türkiye’nin enerjide bağımsız olma şansını tümden kaybetmesine neden olabilir.

Türkiye’ye kış gelmeyecek mi

Özgür Gürbüz-BirGün/16 Eylül 2022

Foto: Kwon Junha - Unsplash
Avrupa kışa hazırlanıyor. Kömür, petrol ve doğalgaz gibi fosil yakıtlardaki fiyat artışıyla başlayan enerji krizi, Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle AB için “enerjide dışa bağımlılık” krizine de dönüştü. Doğalgaz gereksiniminin yüzde 83’ünü birlik dışı ülkelerden karşılayan AB, başta Rusya olmak üzere enerjide dışa bağımlılığı azaltmaya çalışıyor.

2020 yılında AB’nin ithal ettiği kömürün yüzde 54’ü, doğalgazın yüzde 43’ü, petrolün ise yüzde 29’u Rusya’dan geliyordu. Bir de Türkiye’deki duruma bakalım. Kömürün yüzde 39’unu, doğalgazın yüzde 44’ünü, petrolün ise yüzde 24’ünü Rusya’dan ithal etmişiz. Rakamlar birbirine çok yakın ancak Avrupa’daki “panik havası” Türkiye’de yok. Halbuki doğalgazda Avrupa’dan daha büyük bir oranda (yüzde 99) dışa bağımlıyız. Petrol ve kömürde de durum çok benzer olmasına rağmen Türkiye’de bir panik havası yok. Ne artan fiyatlara karşı bir tasarruf tedbiri ne de Rusya ile ilişkilerin kırılganlığı konusunda bir şüphemiz var. Rusya’nın da dış etkenler kaynaklı bir sorun yaşamayacağını ve bize gaz, kömür ve petrol göndermeye devam edeceğini varsayıyor olmalıyız. Sizce de bu rahatlık biraz fazla değil mi?

Rusya’nın bize gönderdiği gazı kesmeyeceğini, petrol ve kömür satışına devam edeceğini varsaysak bile bugün Avrupa’nın aldığı tedbirleri alarak dışa ve fosil yakıtlara bağımlılığımızı azaltsak fena mı olur? Hem enerji ithalatının ekonomiye getirdiği yükten bahsediyoruz hem de enerjiyi daha az ve verimli kullanmak için hiçbir şey yapmıyoruz. Hükümet, tedbir alması gereken onlar olduğu halde elektrik ve doğalgaza zam yaparak halkı cezalandırıyor. Kış yaklaşıyor, Türkiye ağustos böceğinin kaderini paylaşabilir.

DOĞALGAZ DEPOLARI YETERSİZ
Bakın Avrupa’daki karıncalar neler yapıyor. Birlikteki doğalgaz depolama tesislerinin doluluk oranı şimdiden yüzde 80’e ulaştı. Türkiye de Silivri ve Tuz Gölü’ndeki depoları doldurdu ancak depolama kapasitemiz çok düşük. Tuz Gölü’nde 1,2 milyar metreküp gaz depolanabiliyor ve günde 28 milyon metreküp gaz şebekeye verilebiliyor. 2021’in Ocak ayında Türkiye’nin günlük gaz tüketimi 288 milyon metreküpü görmüştü.

AVRUPA’DA DESTEK TÜRKİYE’DE ZAM
İtalya, İspanya ve Polonya’da doğalgaz veya elektrikte KDV oranları indirildi. Birleşik Krallık Ekim ayından itibaren enerji faturalarında indirime gidiyor. İspanya, Avusturya ve Almanya toplu taşımayı teşvik eden, ücretsiz veya indirimli kullanım seçenekleri yarattı. Türkiye’de ise doğalgaz 9 ayda yüzde 119 zamlandı. Devletin enerji fiyatlarını düşük tutmak için uzun zamandır desteklediğini (sübvansiyon) biliyoruz. Ancak, paranın bol olduğu zamanda kesilmeyen bu desteklerin insanların yüksek enflasyon, düşük ücret ve işsizlik nedeniyle geçim derdine düştüğü bu günlerde kesilmesi, destek için ayrılabilecek 128 milyar doları aşan maddi kaynakların kötü yönetim nedeniyle eritilmesi anlaşılır gibi değil. Yunanistan hem gaz hem de elektrikte tersini yaptı destekleri artırdı örneğin. Fransa ve Yunanistan toptan elektrik fiyatına sınırlama getirirken Ege’deki komşumuz yıllık ücreti 45 bin avronun altında kalan tüketicilerin ek ödemelerin yüzde 60’ını karşılama kararı aldı.

KLİMALAR 27 DERECEDE
Bir de Türkiye’nin hiç sevmediği enerji tüketimini azaltan önlemler var. İspanya, Ağustos başında aldığı bir dizi kararla, işyerlerinde klimaların 27 derecenin altında, kışın da 19 derecenin üstünde çalışmasını yasakladı. İtalya ve Yunanistan 27 derece kuralını kamuda zorunlu kıldı, Fransızlar klima açıkken cam açana 150 avro ceza kesti. Mağazaların gece 10’dan sonra ışıklarını açması, anıtların ışıklandırılması da yasaklar arasında yer alıyor. Benzer örnekler Avrupa’daki birçok ülkede hayata geçirildi. Elektrik üretimi kapasitesinin tüketimin çok üstünde olduğu Türkiye ise yeni santrallar kurmaya devam ediyor. Bu hatasını da insanları adeta elektrik tüketmeye özendirerek kapatmaya çalışıyor. Yalıtımsız binalar, çatılarda göremediğimiz güneş panelleri, ışıkları hiç sönmeyen reklam tabelaları, ısıtma ve soğutmada sınır derecelerin olmaması Türkiye’yi Avrupa’nın enerjiyi en kötü kullanan ülkelerinden biri yapıyor.

Enerji dönüşümüyle birlikte petrol, kömür, uranyum ve doğalgaz gibi sınırlı kaynaklar açısından zengin olmayan Türkiye gibi ülkeler için bir fırsat belirdi. Enerjiyi daha verimli ve akıllı kullanmayı en başa koyarak yenilenebilir enerji temelli bir dönüşüm artık mümkün. Vazgeçilmez sanılan doğalgazı bile ikame edebilecek ısı pompası gibi çözümler önümüzde duruyor. Bizden daha zengin ülkeler tasarruf tedbirleri alırken, yoksulluğun bizim kadar derin olmadığı ülkelerde halkın artan faturalara karşı desteklendiğini görüyoruz. Türkiye ise kendini fırtınaya doğru kürek çekiyor. Acil önlem almazsak geleceğimizi biz değil fırtınanın şiddeti belirleyecek.   

Ordu'da selin sorumlusu kim

Özgür Gürbüz/8 Ağustos 2018

Ordu'da yaşanan felaketin ardında onlarca neden var. Yanlış yapılaşma, afetlere hazırlıksızlık, rant için betona gömülen dere yatakları ama bir neden var ki tüm bu hataların sonuçlarını daha da ağırlaştırıyor. O da İklim değişikliği. 

İklim değişikliğini durduramazsak yağışların eskisine oranla daha sık, daha şiddetli ve alışılmadık zamanlarda meydana geleceğini bilim bize yıllardır söylüyor. Söylenen oluyor. Peki, Türkiye iklim değişikliğini durdurmak, uyum sağlamak için ne yapıyor? Kayda değer hiçbir şey...

Paris Anlaşması'nı onaylamayan ülke kalmadı. 197 imzacının 179'u onayladı, kalan 18 ülkeden bir Türkiye. Kömür, petrol ve doğalgaz bu işin sorumlusu, Türkiye adeta Ordu'da, Rize'de, Samsun'da daha fazla felaket olsun der gibi durmdan kömür santralı açmaya çalışıyor.

Petrol tüketimini azaltmak lazımken otoyol, duble yol, köprü gibi petrol tüketimini artıracak politikalar marifetmiş gibi anlatılıyor. Havayolu ulaşımı keza öyle. Sonuçta seragazı emisyonları her yıl artıyor. #İklimKrizi bir gün o şehri, yarn başka şehri vuruyor.

Çözüm enerjiyi daha verimli kullanmak. Kömür, doğalgaz ve petrol gibi ithal kaynak yerine yerli, rüzgar ve güneş gibi kaynaklara yönelmek ama iki sözünden biri milli olanlar tam tersini yapıyor. Tek söyledikleri, falanca yılda görülmeyen yağış. Kadercilikle hatalarını gizliyorlar.

Bilim bunların olacağını, nasıl durdurulacağını veya önlem alınacağını da söylüyor ama dinlemiyorlar. İnsanlar sizin yüzünüzden acı çekiyor. Kurdelesini kestiğiniz her temik santral, açtığınız yol, betona boğduğunuz kentler yüzünden Ordu'yu bugün sel alıyor. #SorumluSizsiniz

Seller akıyor hükümet bakıyor

İklim krizinin etkilerini seller, su baskınları ve kuraklıkla her geçen gün daha fazla hisseden Türkiye, iş krizden çıkacak politikalar üretmeye gelince ortada görünmüyor.

Özgür Gürbüz-BirGün/11 Haziran 2018

Türkiye, kişi başına düşen seragazı emisyonu
Bu yazı bir tür isyan yazısı aslında. Ankara’dan, oradan buradan su baskınlarıyla ilgili haberleri okumaktan bıkmış birinin yazısı. İklim değişikliği aşırı hava olaylarını artıracak, kuraklıkların, yağışların şiddeti ve sıklığı artacak diye bilim insanları yıllardır uyarıyor. Kentlerimizin altyapı sorunu malum. İklim değişikliğine uyum için hiç çaba harcamamaları da buna eklenince yüzen çöp tenekesi fotoğraflarla doluyor gazeteler. Alt geçitler hamam, bayırların dibi nehir oluyor. Peki, en büyük sorumlu iktidar bu konuda ne yapıyor? Bu yazı onun yazısı.

Yapılacak iki iş var artık. Birincisi iklim değişikliğini durdurmak; bu da fosil yakıtlardan (petrol, kömür ve doğalgaz) vazgeçerek olacak. Böylece iklimi değiştiren seragazı emisyonlarını azaltacağız.

İkinci yapılacak iş ise değişime karşı hazırlanmak, uyum sağlamak. Aşırı hava olaylarından, göçlerden, olası çatışmalardan korunmak için tedbir almalıyız. Deniz seviyesinin yükselmesine karşı gerektiği yerde setler yapmaktan tatlı su kaynaklarını tuzlu sudan ve aşırı tüketimden korumaya, şiddetli yağışlar sonucu biriken suları alıp götürecek mazgallardan yağmur suyu hasadına kadar bizi bekleyen onlarca farklı iş var.

İklim değişikliği durdurulamaz noktaya gittiğine göre ikisini birden yapmakta fayda var. Artık iklim değişikliğini anlatma değil, çözümü hayata geçirme aşamasındayız. Zaman daralıyor. Buzullar eriyor ama sorun sadece orada değil. İklim değişikliği 100 yıl sonra daha korkunç bir noktaya gidebilir ama bugün de can alıyor. Yaşadığımız kentlerde, bir alt geçitte, kuraklıktan kavrulan bir tarlada, yazın ölümlere neden olan bir sıcak hava dalgasında, toprağın azalan neminde. Elini taşın altına koymayan yanar. Böyle bir ısınma bahsettiğimiz. Daha az tüketmeyen, enerjiyi verimli kullanmayan, kendini düşünen herkesin günahı büyük. Kimsenin de “bana bir şey olmaz” deme şansı yok.

Elbette harekete geçmek zorundayız ama bu iş bireylerin hassasiyetiyle çözülecek bir sorun değil. Devletlere, belediyelere ve uluslararası bir anlaşmaya ihtiyacımız var. 

Şimdi biz Türkiye’ye bakalım. Uyum ya da azaltım, bakın bakalım iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi neleri yapıyor ya da yapmıyor.

* Türkiye seragazı emsiyonlarını azaltmıyor. 2016 sonunda Türkiye’nin seragazı emisyonları 496 milyon tona (karbondioksit eşdeğeri) çıktı. Paris Anlaşması öncesi, 2012 yılında 440 milyon tondu.

* Türkiye, 2015 yılında imzaladığı Paris Anlaşması’nı onaylamadı. İmza atan 197 ülkeden 178’i onayladı. Kalan 19 ülke arasında Türkiye’nin yanı sıra Rusya, Angola, İran, Irak, Kırgızistan, Eritre ve Yemen’i sayabiliriz. Suriye’nin bile taraf olduğunu söylemekle yetineyim. Türkiye’nin uluslararası görüşmelerde

* Türkiye, Paris Anlaşması’nı onaylasa da verdiği taahhüt tüm ülkeler içinde en zayıf olanlardan biri. Türkiye’nin 2030 iklim hedefi emisyonlarını 929 milyon tona çıkarmak. Neredeyse 12 yıl içinde ikiye katlamak. Türkiye’nin tek vaadi, hiçbir şey yapmazsa 1 milyar 175 milyon tonu bulacağını öne sürdüğü emisyonlarının artışını biraz düşürmek. Bu da benzer ekonomik güçteki ülkelerin hedeflerine kıyasla oldukça zayıf. Herkes Türkiye gibi hedef alsa ortalama sıcaklık artışının bırakın 2 derecede sınırlanmasını, 4 derecenin de üstüne çıkacağı belirtiliyor. Üzerimize düşeni yapmaktan o kadar uzağız.

Türkiye'nin Paris Anlaşması tahhüdü

* Türkiye’nin enerji politikaları iklim merkezli ve tutarlı değil. Rüzgar ve güneş alanında gelişmeler yaşansa da kömür yatırımlarının sınır konmaksızın artırılması, ulaşımda kara ve havayolu taşımacılığının artırılması yenilenebilir kaynaklı iyileşmeyi gölgede bırakıyor.

* Türkiye, her yıl BM’nin iklim değişikliği toplantılarına gidiyor ancak Paris’e taraf olmuyor. Üstelik, daha gerçekçi bir hedef için elini taşın altına koymamasına rağmen mali yardım istiyor. Halbuki, sadece AB’nin iklim finansmanına bakıldığında Türkiye Ukrayna ile birlikte en çok yardım alan ülke çıkıyor. 2013 ile 2016 yılları arasında AB’nin iklim finansmanının yüzde 35’i Afrika’ya, yüzde 33’ü ise Türkiye’ye gitmiş. 667 milyon avro destek alan Türkiye, Avrupa’dan iklim konusunda belki de en sıkıntılı ülkelerin olduğu Afrika kıtası kadar destek almış. Bu destek, Avrupa Yatırım Bankası’nın kredileri ve hibelerden oluşuyor.

Tablo ortada. İşin en trajik yanı ise Türkiye gibi enerji yoğunluğu yüksek (enerjiyi kötü kullanan) güneş ve rüzgar gibi karbonsuz kaynaklar açısından zengin bir ülkenin, doğalgaz, petrol ve kömür gibi büyük bir bölümü dışa bağımlı kaynaklarla yoluna devam etmek istemesi. Tünellerin suyla dolmamasını istiyorsak yapmamız gereken enerji tüketimini azaltmak, enerjiyi verimli kullanmak ve ithal fosil yakıtlar yerine yerli yenilenebilir enerjiye geçmek. Yoksa değil Ankara’nın tünelleri, tüm ülke benzer felaketleri yaşayacak.

Adalet ve Kalkınma Partisi ülkeyi sel götürürken camdan bakmakta ısrar edecek gibi durduğu için siz en iyisi önümüzdeki seçimde iklim değişikliği konusunu da beraberinizde sandığa götürün. Bakarsınız iktidar partisinin ya da diğer partilerin camında bir hareketlilik olur.

Fırtına ile kuraklık arasında sıkışan Türkiye

Özgür Gürbüz-BirGün/22 Ocak 2018 

Geçtiğimiz hafta neredeyse tüm ülke aşırı hava olaylarının etkisi altındaydı. İstanbul ve İzmir’i fırtına vurdu, sel baskınları yaşandı. Antalya’da fırtına ağaçları söktü. Önümüzde ise kuraklık tehlikesi var. Ülkenin batısı için aynı şeyi söyleyemesek de, Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün son 12 aylık kuraklık analizlerine göre, Şanlıurfa’da, Erzurum ile Ağrı arasında kalan bölgede, Kırşehir’in kuzeyinde ve hatta Ordu’nun bir bölümünde olağanüstü bir kuraklık yaşanmış. Gaziantep, Maraş, Elazığ, Malatya, Diyarbakır, Muş, Antakya, Kilis, Mardin ve Kayseri’nin doğusunda da çok şiddetli kuraklık görülmüş. İklim krizi büyüyor, ülkenin batısını fırtına ve sellerle, doğusunu kuraklıkla vuruyor. Bilimsel tahminler doğru çıkıyor.


İklim değişikliğinin insan etkisiyle olduğunu biliyoruz. Geçmişte gezegenin yaşadığı ısınma ve soğumalarla akıl karıştırmaya çalışanlar artık ortada yok. On binlerce yılda meydana gelen bir ısınma ya da soğumadan bahsetmiyoruz. Sanayi devrimiyle değişen enerji tüketiminden, kömür, petrol ve doğalgazın kullanımıyla artan seragazı emisyonlarından ve bunun sonucunda ortalama sıcaklığı 1 dereceden fazla artmış bir gezegenden bahsediyoruz. Her şey son 100-150 yıl içinde oldu. Bunu da bize, Türkiye’nin de üyesi olduğu Uluslararası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) söylüyor. 195 ülkeden bilim insanlarının bir araya geldiği IPCC, iklimin yüzde 95 olasılıkla insan kaynaklı değiştiğini, ortalama sıcaklık artışının da 1,5 dereceyi geçmemesi gerektiğini söylüyor. Söylüyor ama dinleyen var mı belli değil.

Zaman daraldıkça IPCC uyarılarını artırıyor. Ekim ayında özel bir raporla, 1,5 derecelik sınıra ne kadar yaklaştığımızı açıklayacaklardı. Bu rapor geçen hafta basına sızdı. IPCC, “bu son hali değil, değişebilir” dese de görünen köy kılavuz istemez. 1,5 derecelik hedefe ulaşmak artık çok zor. İpin ucu kaçmak üzere.

Kaçarsa geriye 2 derecelik politik hedef kalıyor. 2 derecelik hedefi, bir bedel ödemeyi kabul edip, sonuçlarını kestiremeyeceğimiz felaket senaryosundan önceki son eşik şeklinde tanımlayabiliriz. İki dereceyi aşarsak hava tahminlerini falan unutun. Tahmin edemeyeceğiniz fırtınalar, sıcaklıklar bizleri bekliyor.

Çözümü defalarca yazdık, siz de biliyorsunuz. Daha az tüketen, enerjisini kömür, petrol ve doğalgazdan almayan bir dünya kurmak zorundayız. Gel gör ki ülkede gündem başka. Paris Anlaşması’nı onaylamamış, kömüre teşvik veren bir Türkiye var önümüzde. “Para verirseniz onaylarım vermezseniz onaylamam”a sıkışmış kaderimiz. Halbuki, ne gelecek para Türkiye’yi bambaşka bir ülke yapacak büyüklükte ne de Türkiye’nin mevcut iklim hedefleri böyle bir mali desteği haklı kılacak nitelikte. Kamuoyu ise uzaktan izliyor durumu. Kyoto tartışmalarındaki yanlış algı hükmünü sürdürüyor. Kömür ve petrol ve doğalgazda boğazına kadar dışa bağımlı Türkiye’nin, bunların yerine yerli ve yenilenebilir kaynakları kullanmasının ekonomisini olumsuz etkileyeceğini sanıyor. Mantıksızlık diz boyu.

Görünen o ki, fosil yakıt imparatorluğunun bir parçası olmaktan vazgeçmenin kısa vadede getireceği fatura ile uzun vadede iklim krizinin yaratacağı hasarın faturasını karşılaştırmak için detaylı ekonomik çalışmalara ihtiyacımız var. Kuraklığın bedelini, doluların vereceği hasarı, su baskınlarında yitireceğimiz can ve mal kaybını her bir derecelik artış için hesaplamalıyız. Bunun üstüne de, iklim göçmenleri, sıcak hava dalgaları nedeniyle ölecek insanları, kuraklık yüzünden kendini yakacak çiftçileri, kaybedeceğimiz bitki ve hayvan türlerini koymalıyız ki hesabın fon hesabı değil, can hesabı olduğunu herkes anlasın.