tarım etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tarım etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

GDO’ya alışmayın

Özgür Gürbüz-BirGün/27 Mart 2017

Adana’da ekmek katkı maddelerinde GDO’lu soya çıktığı iddiası Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nca doğrulanmadı. GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizma) bir türün yabancı genlerle genetik yapısının değiştirilmesiyle ortaya çıkıyor. Bakanlık Adana’da fırınlardan örnek almış ve GDO’ya rastlamamış. İyi haber elbette ama eskiler, “ateş olmayan yerden duman çıkmaz” diye boşuna dememişler. Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı Faruk Çelik, Adana’yla ilgili iddiaları yanıtlarken dumanla işaret vermeye de başlamış aslında.

Çelik, bir yıl içinde 11 bin 626 ithal üründe denetim yaptıklarını, 105’inde GDO bulduklarını ve söz konusu ürünleri geri gönderdiklerini söylüyor. Yuvarlarsak, kontrol edilen her 100 üründen birinde GDO çıkmış diyebiliriz. İç piyasada yapılan denetimlerde de yedi çeşit soya kıymasında GDO bulunmuş. Bu daha da vahim çünkü iç piyasa deniyor. Sınırdan içeri girmiş. Türkiye’de GDO’lu gıda ürünü satmak, yetiştirmek yasak. Bunu bilmelerine rağmen GDO’lu ürün ithal edenler ya da bu konuyu önemsemeyip şansını deneyenler var ki kontrollerde yakalanıyor. Her ürünü kontrol edemeyeceğimiz de ortada. Kontrole takılmayan gıdanın soframıza kadar yolu var.  Sonra; ayıkla mantının GDO’sunu… Ayıklayabilirsen!

Türkiye’de bir süredir GDO’lu yem ithaline izin veriliyor. Büyük çiftliklerdeki hayvanlar, tavuklar ithal edilen GDO’lu soya ve mısırla besleniyor. Doğrudan GDO yemiyorsanız bile beyaz ve kırmızı et yiyorsanız, büyük bir olasılıkla vücudunuz GDO ile tanışmış olabilir. Asıl mesele de bu. Siz, GDO konusunda savunmanızı düşürür, ülkeye bir şekilde girmelerine izin verirseniz onun arkası gelir. Ülkeyi gemi gibi düşünün. Gemi su almaya başlayınca batması kaçınılmaz.

Bir de böyle anlatalım. Çin’de neden çok sayıda bıçaklı saldırı oluyor biliyor musunuz? Silah yasağı yüzünden. Ülkede silah taşımak yasak, ciddi yaptırımlar var. O nedenle de yasa dışı bir işe heveslenenler çoğu zaman bunu evindeki eşyalarla yapmak zorunda kalıyor. Nüfuslarımız kıyaslanamaz bile ama Türkiye’de silahlı saldırı sayısı Çin’den çoktur çünkü avcıydı, izindi derken neredeyse herkesin elinde silah var. Silahı tümden yasaklamadan silahlı saldırıları, ölümleri durdurmak zor. GDO da aynı hesap. Bir kez kapıyı açar, engelleri hafifletirseniz, mantınızdan da çıkar, ekmeğinizden de.

Konuyla ilgili Bianet’e yazan Bülent Şık’ın sorduğu iki önemli soruyu da tekrar etmeden geçmeyelim. Şık, son beş yılda ithal edilen GDO’lu soya ve mısır miktarıyla, yem endüstrisi tarafından kullanılan GDO’lu soya ve mısır miktarının açıklanmasını istemiş. İthalat kullanılandan azsa o farkın piyasada kullanıldığını bileceğiz. Bunu bilmek hakkımız. GDO’lu soya kıyması nereden geldi sorusunun yanıtı belki de Bülent Şık’ın sorduğu soruların yanıtlarında gizli.

GDO glifosat ilişkisi
Yemleri hayvanlar yiyor bana bir şey olmaz diyenler de şu satırları dikkatle okusun. Bu köşede daha önce de yazdık. Glifosat adında bir ot öldürücü var. Yabani otların öldürülmesi için kullanılıyor böylece tarladaki ürünün verimi artıyor. Glifosat ile GDO ayrılmaz ikili. Ürünlerin genetiği değiştirilerek bu ot ilacına (glifosat) dayanıklı hale getiriliyor böylece çiftçi ürüne zarar vermeyeceğinden emin, ilaç kullanımını arttırabiliyor. Dünya Sağlık Örgütü ise uyarıyor. Glifosat muhtemel kanser yapıcı diyor. Soru şu: Glifosat GDO’lu yemler aracılığıyla hayvanlara geçiyor mu, bu yemlerde glifosat var mı? İkinci soru da şu. Bu yemlerle beslenen hayvanların etini yiyen insanlara geçiyor mu? Aslında soruların yanıtı ortada. Almanya hükümetinin yaptığı araştırmalar 100 kişiden 40’ının idrarında glifosat kalıntısına rastlamış.

Bu kansorejen belaya ne kadar bulaştığımızı bilmek istiyorum. O yüzden de 20 Mayıs 2016’daki yazımda Bakan Çelik ve bakanlığın üst düzey yetkililerini bağımsız bir merkezde idrar tahlili yapmaya çağırmıştım. Avrupa Parlamentosu milletvekilleri bunu yaptı. 13 ayrı ülkeden 48 milletvekilinin idrarında glifosat çıktı. Bakan Çelik öncülük etsin. Tahlillerde glifosat çıkarsa eminim kendisi de konuyu daha yakından takip eder ve Türkiye’de herkesin elini kolunu sallaya sallaya alabileceği bu ot öldürücüleri yasaklar. GDO’lu yemlere izin veren kararı tekrar gözden geçirip, Türkiye’de yem üretiminin yeniden canlanmasını sağlayacak tedbirleri hayata geçirir. İthal yeme, GDO’ya “hayır” der. Hayır demek sorunluysa onun da çaresi var. “Evet” demesin yeter.

Tarımda Küba modeli

Özgür Gürbüz-BirGün/30 Eylül 2016

TBMM Başkanı İsmail Kahraman Che’yi sevmeye dursun, Che ve arkadaşlarının yarattığı Küba, ekonomik ve siyasi baskılara rağmen dünyaya örnek olmaya devam ediyor. Sağlıkta Küba’nın başarısını bilmeyen yok. Bizde paralı, kalitesi tartışılan bir hizmet sunulurken, Küba’da herkese ücretsiz sağlık hizmeti veriliyor; bu bir Anayasal hak. Dünyada kişi başına düşen doktor sayısında üçüncü sıradalar. Her bin kişiye yaklaşık 6,7 doktor düşüyor. Türkiye’de bu rakam 1,7. Bizden zengin değiller ama daha sağlıklılar. 11 milyonluk Küba, sağlıktaki bu başarısını şimdi enerji ve tarım alanlarına da taşımak istiyor.

Küba, bir zamanlar dünyanın en büyük şeker üreticileri arasında yer alıyor ve dünyadaki üretimin neredeyse dörtte birini sağlıyordu. Şeker fiyatlarındaki düşüş ve Sovyetler’in yıkılması sonucu kesilen sübvansiyonlar sonucunda yaşanan krizi zor da olsa atlatan Küba, burada yapılan hatalardan ders çıkartmışa benziyor. Tek bir ürüne bağlı tarım ekonomisi (monokültür) terk edilmiş. Sadece üretimde çeşitliliği arttırmamışlar, doğaya ve insan sağlığına zararlı yapay gübre ve böcek ilacı yerine doğal yöntemleri seçip, kentlerde organik tarımın önünü de açmışlar.

Sihirli kelime ‘Organoponicos’. Havana’da bu sihirli kelimeyi söyleyince karşınıza kentin içine serpilmiş, ‘daha azla daha çok üreten’ bahçeler çıkıyor. Adındaki organik vurgusu da bu bahçelerdeki toprağın alt katmanların kimyasallarla değil, bitki artıkları, evsel ve hayvansal atıklarla oluşturuluyor olması. 2013 verileri, Havana’da 97 tane oldukça verimli organoponics bahçe olduğunu gösteriyor. İçlerinde kooperatifler tarafından yönetilen ve yılda 300 ton organik sebze üretenleri de var. Bu çiftliklerin bazılarında hayvan da yetiştiriliyor. Rakamlar, bugün Havana ili sınırlarında kalan alanın yarısının tarımsal üretim için kullanıldığını belirtiliyor. Bizdeki gibi sadece tüketen değil hem tüketen hem üreten kentler yaratmışlar.

2012 yılında Havana’da gerçekleşen tarımsal üretimin matematiksel tercümesi de şöyle: 63 bin ton sebze, 20 bin ton meyve, 10 bin ton kök ve yumru, bin 700 ton et ve 10,5 milyon litre süt. Tarımsal üretimin çoğunun organik ürün olduğunu da vurgulayalım.

Kübalılar, Havana’daki kent ve kent çevresi tarım programının ekonomiye getirdiği katkıyı da hesaplamış. 1 milyon ton sebze üretimi için bildik tarım yöntemleri kullanılırsa ton başına 40 dolar değerinde yapay gübre kullanmak gerekiyormuş. Halbuki organik gübre kullanılırsa, (hele de bu bitki ve evsel atıklardan elde edilirse) ortaya çıkan tek maliyet onu bir yerden bir yere götürmek için kullanılan petrolle sınırlı. Bu da ton başına 0,55 dolar sente denk geliyor. 1 milyon ton üretim için Küba’nın kârı 39,5 milyon dolar. Kimyasal böcek ilacı yerine biyolojik yöntemler kullanılması da maliyetleri 2 milyon 800 bin dolardan 300 bin dolar seviyesine çekmiş.

Sovyetler’in dağılmasıyla tüm bu dışa bağımlı kimyasal ilaç ve gübreden mahrum kalan, bu yüzden de açlık ve yetersiz beslenme sorunları yaşayan 20 yıl öncesinin Küba’sından organik kent bahçeleriyle üretim yapan Küba’ya gelinmiş. Sürdürülebilir tarım hamleleri başta Havana olmak üzere ülkede sağlıklı ve yerel gıda üretimini arttırmış. Bugün, BM Gıda ve Tarım Örgütü’nden Worldwatch Enstitüsü gibi saygın çevre kuruluşlarına kadar birçok yerde, Havana’daki tarım devrimi (herhalde devrim demek daha doğru) anlatılıyor.

Yedikule’deki kent bostanlarını yıkan; kentleri rant uğruna büyüterek tarım alanlarını yok eden; organik ve yerel tarımı destekleyeceğine, çiftçiyi ithal gübre ve ilaca mahkum eden; halkına sağlıklı gıda yedirmek için önlem alacağına, gıda kartellerinin isteklerini kırmayarak GDO’lu hayvan yemlerini ülkeye sokan, doğal şeker yerine halkı nişasta bazlı şekere mahkum eden Türkiye’nin gençleri neden Che tişörtüyle dolaşıyor şimdi anlayabildiniz mi?  

Gelecek hafta Küba’nın enerji ve ekoloji alanındaki hamlelerini konuşacağız.

Doğa kanunları OHAL’den üstündür

Özgür Gürbüz-BirGün/29 Temmuz 2016

Biz darbe ve karşı darbeye benzer hamlelerle uğraşa duralım dünya dönmeye devam ediyor. Son iki haftada, hangi general aslında darbeci, hangisi önlemeye çalışmış, FETÖ’cüler devlete ve medyaya hakim olurken kim uyumuş, kim ahmakmış diye anlamaya çalışırken, dünyanın çevre-ekoloji gündemi şu konulara ev sahipliği yaptı.

Avrupa Çevre Ajansı, Avrupa’da artan amonyak emisyonlarına ve sonucunda oluşan hava kirliliğine dikkat çekti. Bu emisyonların yüzde 94’ü tarım kökenli. Gübre depolama ve içinde nitrojen bulunduran gübre kullanımı amonyak emisyonlarını, dolayısıyla havayı kirletiyor. Bu da insan hayatını riske atıyor.

Enerjisini sadece güneşten alan Solar Impulse adlı uçak dünya turunu tamamladı. 17 bin güneş hücresine sahip uçak, hem çevreyi kirletmeden dünyanın bir ucundan diğerine gidilebileceğini gösterdi hem de güneş enerjisinin ileride her alanda belirleyici enerji kaynağı olacağının işaretlerini verdi.

Uluslararası Yenilenebilir Enerji Ajansı (IRENA), 2016 yılında dünyadaki elektrik üretiminin yüzde 2’sinin güneşten sağlandığını, 2030’da bunun yüzde 13’e çıkabileceğini söyledi. Bu gerçekleşirse, güneş enerjisi 14 yıl içinde dünyanın en önemli enerji kaynaklarından biri olacak.

2016 yılına ait Dünya Nükleer Endüstrisi Durum Raporu yayımlandı. Yeni nükleer santral yapımında Çin dışında fazla bir hareketliliğin olmadığı belirtilen raporun Fukuşima’yla ilgili bölümünde çarpıcı veriler yer aldı. Japon hükümeti verilerine göre kaza nedeniyle göç ettirilen nüfus Mayıs itibariyle 92 bin kişiyi geçiyor. 3 bin 400 kişinin zorunlu göç nedeniyle (sağlık durumlarının kötüleşmesi ve intihar nedeniyle) öldüğü, bunun da kayıtlara ‘deprem kaynaklı ölüm’ diye geçtiği belirtiliyor. Aynı raporda, Okayama Üniversitesi’nin yaptığı bir araştırmanın Fukuşima’da görülen çocukluk çağı tiroid kanseri vakasının Japonya ortalamasının 50 kat üzerinde olduğunu gösterdiği de yazıyor. Santral sahibi TEPCO şirketinin verdiği bilgilere göre kazanın maliyeti de şimdiden 133 milyar doları bulmuş.

Bern Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma, erkek arılarının sinek ilaçları nedeniyle yüzde 40 sperm kaybına uğradığını söyledi. Arı nüfusunun azalması tüm besin zincirini etkileyeceği için bu konuda birçok araştırma yapılıyor. İsviçre’den gelen sonuçlar nedeni konusunda olası bir suçluya işaret ettiği için önemli.

Tüm bunlar olurken Çevre ve Şehircilik Bakanı Mehmet Özhaseki, ÇED (Çevresel Etki Değerlendirmesi) süreçlerinin hızlandırılacağını ve yatırımcıların önünün açılacağını söyledi. Özhaseki, bir firma herhangi bir proje için ÇED aldıktan sonra, 60 gün içinde itiraz davası açılmazsa yargı yolu kapanacak dedi. Ardından İzmir’de 9 proje için ÇED gerekli değildir kararı çıktı. Kimilerine göre bu kararlar OHAL ile bağlantılı. Bazıları daha da kötümser, OHAL bahanesiyle çıkarılacak Kanun Hükmünde Kararnameler ile şirketlerin önündeki pürüzlerin aşılması için uygun bir ortamın yaratılacağı kaygısını taşıyor.

Biz bu kaygılardan bağımsız, uyarımızı yapalım. Hiçbir kanun, doğa kanunlarından üstün değildir. Çünkü doğanın kanunları yaşamın sürmesi için var ve yaşama hakkı her türlü haktan üstündür. Yaşama hakkına zarar verecek her türlü müdahale, öyle bir olağanüstü hal yaratır ki, üç ay sonra siz bitti deseniz de bitmez. İklim krizinde görüldüğü gibi.
Dünyada olan biten ortada. Aklı başında herkes, elindeki imkan ve gücü yaşama sahip çıkmak için kullanıyor. OHAL, rant baronlarının, şirketlerin ve politikacıların kısa vadeli çıkarları için kullanılamayacağı gibi Türkiye’nin doğru tarafta yer almasına, geleceği görmesine engel olmamalı. Türkiye’nin çevre politikasını dünyayla uyumlu bir hale getirmesi şart. Değil üç ay, üç gün bekleyecek durumda değiliz.

Faruk Çelik'e bir çağrı

Özgür Gürbüz-BirGün/20 Mayıs 2016

Geçenlerde merakımı yenemedim ve İstanbul Karaköy’deki alt geçitte tarım ilacı satan bir dükkâna girip bir ot öldürücü almak istediğimi söyledim. Dakikasında, en çok bilinen ot öldürücülerinden birisini, GDO tartışmalarından tanıdığımız Monsanto firmasının Roundup adlı ürününü elime tutuşturdular. Elimde tuttuğum ürün, Dünya Sağlık Örgütü’ne (WHO) göre muhtemel kanser yapıcı glifosat içeriyordu. 30 lira versem elimde o plastik şişeyle çıkıp, bir bahçedeki yabani otları öldürebilirdim. O yabani otlarla birlikte neyi öldürürdüm, işte onu bilemiyorum. Avrupa’da bu tartışma hararetlendi. İşi kaderine bırakmışa benzeyen Tarım Bakanlığı bu tartışmaları izliyor mu; çok merak ediyorum.

Glifosat meselesi ciddi. İşin ucunda kanser var, nasıl ciddi olmasın? Avrupa Parlamentosu’nda Yeşiller Grubu uzun süredir glifosatın yasaklanması için kampanya yürütüyor. Durumun vahametini göstermek için yaptıkları son hamle, Avrupa Parlamento’sundaki 48 milletvekilini idrar tahlili için ikna etmek oldu. 13 ayrı ülkeden gelen milletvekillerinden alınan örneklerin hepsinde “glifosat”a rastlandı. Daha önce yapılan benzer analizler de gösteriyor ki, neredeyse herkes glifosat zehirlenmesiyle karşı karşıya. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre kansere neden olabilecek bu madde belki de hepimizin vücudunda var.

Peki, ne yapıyor bu glifosat? Glifosat bir ot ilacının etken maddesi. Yabani otların öldürülmesi için kullanılıyor böylece tarladaki ürünün verimi artıyor. Topraktaki besin tek bir ürüne kalıyor. Toprağın, suyun ve sizin glifosata maruz kalmasını önemsemiyorsanız durum pek hoş. Yok, ben sağlıkçıların, doktorların çağrısına kulak veriyorum, kanser olasılığı varsa böyle bir kimyasal kullanmasın diyorsanız sesinizi yükseltmeniz ve glifosat içeren ürünlerin yasaklanması için çabalamanız gerekiyor. Yabani otlardan kurtulmanın kimyasal olmayan yöntemleri zaten var. Toprağı kuru otla örtmek, ürün desenini zenginleştirmek, organik ot öldürücüler veya mekanik yöntemler kullanarak istenmeyen otlardan kurtulmak mümkün.

Glifosat ile GDO arasındaki bağ çok kuvvetli. Ürünlerin genetiği değiştirilerek bu ot ilacına dayanıklı hale getiriliyor böylece çiftçi ürüne zarar vermeyeceğinden emin, ilaç kullanımını arttırabiliyor. Avrupa’da, 61 GDO’lu ürünün ithalatına izin veriliyor ve bunların yarısından fazlası glifosat kullanımına dayanıklı olacak şekilde üretilmiş bitkiler. AP Yeşiller Grubu, glifosata dayanıklı GDO’lu soya ekimi yapılan Güney Amerika’daki bölgelerde insan ve hayvanlarda görülen kanser artışına dikkat çekiyor. Buralarda ekilen soyanın Avrupa’daki hayvanların yemi olduğunu biliyoruz. Türkiye’de de GDO’lu yem ithalatına izin var ve bunların arasında Güney Amerika’dan gelen soyanın olduğunu biliyoruz. Bu da durumu daha kötü bir hale getiriyor. Glifosatı bahçemizde, tarlamızda kullandığımız yetmiyormuş gibi, hayvanlara verdiğimiz GDO’lu yemlerle, belkinde besin zincirine de sokuyoruz.

Glifosat kullanımı arttıkça ortaya çıkan bir başka sorun ise ‘süper yabani otlar’. Glifosatın yoğun kullanımı sonucunda bu maddeye dirençli hale gelen otlara verilen isim bu. Bu ilaçları yaratan firmaların bu durumdan rahatsız değil çünkü yeni çıkan süper yabani otu öldürmek için başka formüller ve genetik ürünler üreterek, çiftçiyi ilaç ve tohumlarına daha da bağımlı hale getiriyorlar. Oyun böyle sürüp gidiyor. Kimyasalcılara kolunu kaptıran yakasını kurtaramıyor. Tüm bu ticari oyun sırasında da toprağımız, havamız, suyumuz ve biz zehirleniyoruz.

Görev ve yetki verdiğimiz siyasiler ise güçlü ilaç ve tohum lobilerinin oyunun bozmak yerine özel hastanelerin kanserden daha çok para kazanmasına sevinir durumda. Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı Faruk Çelik'e bir çağrım var. Türkiye’de böyle bir tehlike yok diyorsa, kendisini ve bakanlıktaki üst düzey görevlileri, bağımsız bir laboratuvarda idrar tahlili yaptırmak için gönüllü olmaya çağırıyorum. Yoksa bir tehlike, biz de rahatlayalım.

Bize gökdelen değil toprak lazım

Özgür Gürbüz-BirGün/26 Haziran 2015

Bir beyaz eşya aldığınızda sadece plastik veya metal tükettiğinizi sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Aldığınız her ürün toprak ve su gibi doğal varlıklar sayesinde üretiliyor. Sadece gıda üretimi değil, tüm endüstriyel ihtiyaçlarınızın temel hammaddeleri arasında su ve toprak gibi doğal varlıklar yer alıyor. Bir Avrupa vatandaşı yıl boyunca tükettiği ürünlerin üretilmesi için her yıl iki futbol sahası büyüklüğünde bir alana ihtiyaç duyuyor. Buna rağmen, özellikle de kentli bir insanın günlük yaşamında ‘toprak’ kelimesi neredeyse hiç yok. Halbuki toprak yoksa hayat da yok!

Heinrich Böll Stiftung Derneği tarafından hazırlanan Toprak Atlası adlı rapor, toprağı sadece üretim için kullanmayıp aynı zamanda yok ettiğimizi söylüyor. Dünyada her yıl 24 milyar ton verimli toprak yanlış kullanım nedeniyle yok oluyor. Kentler genişliyor, yollar çoğalıyor. Asfalt ve beton kapladığımız her metrekare verimli toprak geri dönüşü olmayan bir hasarla karşı karşıya. Yağmur yağdığında çamur olmasın diye toprağın üstünü betonla örtenler suyun toprağa kavuşmaması nedeniyle sellere ve ölümlere neden ölüyor. Toprağın yağmur suyunu süzüp bize temiz su sağladığını, gıda üretiminin temeli olduğunu da unutmuşa benziyoruz. İklimi düzenlediğini, dünyadaki tüm canlıların üçte ikisine ev sahipliğini yaptığını da.

TOPRAĞI BEKLEYEN TEHLİKELER
Dünyada toprakların kentleşmeye açılması, sanayi ve insan etkisine maruz kalmasıyla yapısının değişmesi başta gıda olmak üzere tüm üretim süreçlerini ve yaşamı etkiliyor. Toprak Atlası’na göre dünyadaki toprakların yüzde 20-25’inin yapısının olumsuz yönde değiştiği tahmin ediliyor. Sanılanın aksine toprağı ekip-biçmek o toprağın zarar gördüğü anlamına da gelmiyor. Mezopotamya’da 7 bin yıldır tarım yapılıyor ve bu topraklar hâlâ verimli. Tarımın kendisi değil ama nasıl yapıldığı önemli. Rapordaki çarpıcı önermelerden biri de bu konuda. Yüksek verimli tohumlar, gübreler, pestisitler, monokültür ve modern sulama yöntemlerinin tarımsal verimi arttırdığını ama aynı zamanda toprağın değerini kaybetmesine neden olduğu belirtiliyor. Nadasa bırakmanın azalması, artan gübre kullanımı kısa vadede daha çok ürün vaat etse de uzun vadede başka sorunlara yol açıyor.

Rapora göre dünyada yapay gübre tüketimi son 50 yılda beş kat artmış. Yapay gübrelerin yüzde 74’ü azot içeriyor. Azot toprağı asitlendiriyor, fosforu azaltıyor ve humusun çözünmesini sağlayarak topraktaki organizmaları besinsiz bırakıyor.

Gübre kullanımının artmasını sadece talebe bağlamak yanlış. Tarım eskiden bulunduğu yerleri beslerken şimdi büyük şirketlerin elinde, alınıp satılan bir ürün. Dünyanın bir ucundan diğerine taşınabiliyor. Bu da denetimin az olduğu yerlerde, toprağı kirletme pahasına üretimin önünü açıyor. Yapay gübre üreticisi şirketleri tekelleştiriyor. Pahalılaşan üretim yöntemleri küçük çiftçilerin işlerini de zorlaştırıyor. Tarım, halihazırda dünya çapında 500 milyondan fazla küçük çiftçi, çoban ve kırsalda yaşayan insanın geçim kaynağı.

TÜRKİYE’DE ARAZİLER SANAYİYE KURBAN EDİLİYOR
Türkiye’de ise 2001-2010 yılları arasında tarım dışına çıkarılan arazi miktarı resmi rakamlara göre 827 bin hektar. Bu, Yırca köyündeki zeytinlik alanı büyüklüğünde bir araziden 9 yıl boyunca her gün 5 tane kaybettiğimiz anlamına geliyor. Bu alanlar başlıca iki sektöre aktarılıyor: Sanayi ve inşaat.

Türkiye’deki tarımsal arazi kayıplarının nedenleri bölgelere göre değişiyor. Ege’de ülke ortalamasının üzerinde tarımsal ilaç kullanılıyor. Akdeniz’de turizm yüzünden tarımsal alan kaybı yaşanıyor. Marmara’da bahçe bitkilerine, sebze yetiştirmeye uygun alanlar kentleşmeye kurban ediliyor. İç Anadolu’da yeraltı sularının aşırı kullanımı ve yine gübre sorunu öne çıkıyor. Güneydoğu’da aşırı su kullanımı toprağın tuzlanmasına yol açıyor. Yapay gübreler nedeniyle azot kirliliği de görülüyor. Doğu Anadolu’da aşırı otlatma erozyon riskini beraberinde getiriyor. Karadeniz’de ise tek ürün yoğunluğu, asitli topraklardaki besin eksikliği göze çarpıyor.

Toprak Atlası adlı rapor, gökdelenleri gelişmişlik göstergesi kabul ederek humuslu toprağı unutan bizleri Aşık Veysel’in yaptığı gibi bir kez daha uyarıyor. Aç kaldığımızda o binalara bakarak karnımızı doyuramayacağımızı bize hatırlatıyor. 

*** 
Rakamlarla Tarım
  • Verimli toprak hayati önem taşır. Dünyanın yüzeyinde çok ince bir tabaka oluşturur ve toplamda 10 santimetrelik bu tabakanın oluşumu için 2 bin yıl gerekir.
  • Türkiye’de kırsal kesimde yaşayanların yüzde 86’sının tek işi var ve tarımla ilgili.
  • 2013 sonunda çıkarılan Büyükşehir Yasası’ndan sonra Türkiye’de nüfusun sadece yüzde 8,25’i belde ve köylerde yaşar oldu.
  • Türkiye’de çiftçilerin yüzde 65’i geçinemiyor.
  • Avrupa Birliği yedi yıllık bütçesinin yüzde 40’ını tarımsal desteğe ayırıyor. Türkiye’de ise bu oran yüzde 2.
 Kaynak: Toprak Atlası

Raporun tamamına ulaşmak için: http://tr.boell.org/tr/toprak-atlasi-2015

Çanakkale 100 bin parça

Özgür Gürbüz-BirGün/5 Ekim 2014

Planlamaya hiç karşı olmadım. Hatta bizim gibi herkesin kafasına eseni yaptığı ülkelerde bir zorunluluk olduğunu bile düşünürüm. Ancak planı doğru yapacaksınız. Yanlış plan yaparsanız geri dönüşü olmaz. Balıkesir-Çanakkale 1/100 bin ölçekli Çevre Düzeni planı da geri dönüşü olmayan planlardan biri. Türkiye’nin en güzel illerinden Çanakkale bu planda katlediliyor. Türkiye’nin en temiz havası kömürcülerin tozuna, madencilerin siyanürüne feda ediliyor. El değmemiş ormanlar, eşine az rastlanır verimli tarım toprakları inşaat ve yol çetelerinin işgaline sunuluyor.

Planlar doğru yerleşmenin, sürdürülebilir yaşamın koruyucuları gibidir. Yanlış planlarsanız ya da bilerek yanlış yaparsanız çarpık kentleşmeye, ormansızlaşmaya, tarımda dışa bağımlılığa ve bin türlü sağlık sorununa davetiye çıkarırsınız. En değerli hazinemiz toprak biter. Çevre düzeni planı bavul değil. Boşaltıp yeniden dolduramazsınız. Orman, su ve hava gitti mi gider.

Çanakkale için yapılan planda dev sanayi bölgeleri, madencilik sahaları, Gökçeada ve Bozcada gibi korunması gereken yerlerin ranta açıldığı görülüyor. Bunların hangisine Çanakkale’nin ihtiyacı var? Tek tek bakalım.

Dünyada çıkarılan altınların yüzde 80’inden mücevher yapılıyor. Mücevher bir ihtiyaç değil, hayat kurtarmıyor, dünyayı ileri götürmüyor. Kalan yüzde 20’nin büyük bir kısmı da yatırım amaçlı alınıyor. Çıkarılan altının çok azı elektronik eşya yapımında kullanılıyor. Bunu iyi bir şey kabul etsek bile dünyada bilgisayarlara yüzlerce yıl yetecek altın zaten var. Mesele sadece bu değil. Altın madeni işletmelerinin ocak başı satış gelirinin sadece yüzde 2’si devlet payı olarak ödeniyor. Bergama’dan başlayarak hukukun askıya alınması, madencilere istedikleri gibi kirletme izni verilmesi birkaç kişiyi zengin etmekten ibaret. Bir altın yüzük için 18 ton maden cevheri atığı üretilen bir sektörden bahsediyoruz. Aklı, vicdanı olan biri bu madenleri plana koyar mı? Koymaz.

Planda termik santraller de var. Türkiye’nin elektrik talebi 2013’te sadece yüzde 1,3 oranında arttı. Santral yapımı ise hız kesmedi. Fazla kapasite var. Önümüzdeki yıllarda da elektrik talebi yüksek oranlarda artmayacak çünkü ekonomideki büyüme sınırlı kalacak. Daha da önemlisi, istenirse ekonomideki büyüme daha az enerji tüketimiyle gerçekleşebilir. Türkiye zaten enerjiyi kötü kullanan bir ülke. Verimlilikle, aynı gelişmiş ülkelerin yaptığı gibi daha az elektrik tüketerek büyüme sağlanabilir. Türkiye’nin tüketimini klimaların zorladığı gerçeğini de unutmayalım. Ortada sanayi kaynaklı bir talep yok. O nedenle Çanakkale’yi kömür tozuna boğacak, tarımı bitirecek termik santraller plandan çıkarılmalı.

Çanakkale Boğazı’na yapılmak istenen köprü ise aynı İstanbul’da olduğu gibi trafik ihtiyacından değil, yol boyunca yeni yerleşim yerleri açma isteğinden o plana dahil edilmiş. Bina dikilen topraktan zeytin, domates, buğday, arpa, yulaf, çavdar, susam, tütün, fasulye, nohut, bezelye, börülce çıkacak mı? Siyanür toprağa ve suya bulaşınca kavun, karpuz, şeftali, ceviz, erik, badem, vişne, elma, armut, kiraz, domates, patlıcan, pırasa, lahana, ıspanak, havuç, biber ve türlü türlü üzüm yetişecek mi? Termik santralden bırakılan soğutma suları denize varınca tekir, mercan, barbunya, sardalye, lüfer, palamut, kılıç ve kolyoz oltaya takılacak mı? Hurda demirciler ve otomobiller ili işgal edince koyun, keçi, sığır ve 50 bine yakın arı kovanı yüz bin parçaya bölüp mahvettiğiniz Çanakkale’de yaşayacak mı? Yukarıdaki saydıklarım ürünlerin hepsi Çanakkale’de üretiliyor. Bir zahmet şu listeye bir daha bakıp Çevre Bakanlığı’na itiraz dilekçenizi hemen kaleme alın. İtiraz süresinin son günü 8 Ekim 2014. Bakanlığa, “Çimentoya su verilince karınlarımız doyacak mı” diye sormayı da ihmal etmeyin.

Organik Buluşma İstanbul'da

Patrick Holden
Birleşik Krallık'ta (İngiltere) organik gıda ve sürdürülebilir tarım gibi konularda yürüttüğü çalışmalarıyla tanınan Sürdürülebilir Gıda Birliği'nin kurucularından Patrick Holden, 13 Temmuz 2012 tarihinde bir konferans vermek üzere Türkiye'ye geliyor.

Birleşik Krallık’ta sürdürülebilir tarım ve organik gıda üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan Patrick Holden, Sürdürülebilir Gıda Birliği’nin (Sustainable Food Trust) kurucularından. Holden, Galler'de organik süt ürünleri üreten ve 1973 yılından bu yana faaliyet gösteren en eski organik mandıranın da sahibi. Patrick Holden, “Soil Association-Toprak Derneği” adlı sivil toplum örgütünde yöneticilik yaptığı 1995-2010 yılları arasında, Büyük Britanya’da organik gıda pazarının oluşmasında önemli bir rol üstlenmiş. Birleşik Krallık’ta organik ürünler hakkında standartların oluşturulmasında, üreticiler arası işbirliğinde ve halkın sürdürülebilir tarım ürünlerine duyduğu güvenin kazanılmasında Holden’in yürüttüğü başarılı medya kampanyalarıyla kurduğu birebir ilişkilerin büyük rol oynadığı belirtiliyor.

Heinrich Böll Stiftung Derneği ile Atlas Dergisi’nin birlikte düzenlediği ve “Organik Buluşma” adı verilen konferans, bu yılki Yeşil Salon toplantılarının ilki. İstanbul Teknik Üniversitesi, Gümüşsuyu Kampüsü, Orhan Öcalgiray Konferans Salonu'ndaki toplantıya katılım ücretsiz. İngilizce'den Türkçeye eş zamanlı çeviri yapılacak toplantı saat 19:30'da başlayacak. 

Kayıt için: Banu Yayla – 0212 249 15 54 / banu.yayla@tr.boell.org